Suat Kınıklıoğlu: Sürekli övmüyorsanız da şüphelisiniz
Muhsin Öztürk 01 Ocak 1970
Bazen olayları anlamamıza yardımcı olacak şey, çok derinlikli bilgi ve ayrıntılar değil, derli toplu bir bakış açısına sahip olmaktır. Suat Kınıklıoğlu ile ‘izahı zor iç ve dış politik skandalların’ iç ve dış algısını konuştuk. Yaşadıklarımıza bir de bu pencereden bakmayı deneyin.
Suat Kınıklıoğlu 2007-2011 arası AK Parti Çankırı milletvekiliydi. Yoğun demokratikleşme mücadelesinde ‘demokratik sol’ gelenekten biri olarak o demokrasi koalisyonunun içinde yer aldı. Gelişi de gidişi de patırtısız oldu. Sosyal medyada faal oluşu, demokratik duruşu hakkında geniş bir çerçeve çiziyor. Onu yakından izleyenler özellikle dış politika vukufiyetinden söz ediyor. Milletvekilliğinden sonra Stratejik İletişim Merkezi (STRATİM) direktörlüğünü yürütüyor. Son yerel seçimlerde de yakın dostu Mansur Yavaş’ın yakınındaydı. “Ankara seçimine yüzde yüz müdahale edildi.” diyor. Konu o değil ama ilgisiz de değil. “Nasıl oluyor da bütün bunlar olabiliyor?” sorusuna cevap aradık. Tablo pek iç açıcı değil ama ümitsiz olmak da mümkün değil.
-Bir taraftan istifa edenler, görevden alınanlar, belli belirsiz içeriden eleştiriler... AK Parti’de ne oluyor?
Şu anda sanki Tayyip Bey cumhurbaşkanı seçilmiş, o iş bitmiş gibi bir ön kabul var. Köşk’e çıktığında en büyük endişe partiye ve örgüte nasıl hâkim olacak? Dolayısıyla kendisine daha bağlı yeni bir kadro dizaynı yapıyor. Ama seçimi kazanıp kazanmayacağını bilmiyoruz. Bu dizayn, anayasada olmayan bir rolün, yani başkanlık sisteminin anayasaya rağmen sisteme ve Türkiye’ye empoze edilmesi ile ilgili. Anayasamız tarafsız bir cumhurbaşkanı tarif ediyor ama başbakan görevdeyken bile cumhurbaşkanı adayı olarak seçime girebiliyor. Mesela Yılmaz Büyükerşen aday olsa istifa etmek zorunda ama o değil. Anayasa değişmedi; muhalefet partileri başkanlık, yarı başkanlık ya da partili cumhurbaşkanlığına sıcak bakmadılar.
-O yüzden mi yeni anayasa tıkandı?
Bence zurnanın zırt dediği yer orasıydı. Eğer başkanlık sisteminde ısrar edilmeseydi anayasada iyi kötü bir uzlaşma olabilirdi. “Üzerinde mutabık kaldığımız bilmem kaç maddeyi geçirelim.” dedi ama öyle olmaz. Onlar işin ana ruhu değil. Muhalefet de biliyor ki mutabık olsalardı başbakan seçim kampanyasında bunu kendi zaferi olarak satacaktı. ‘Muhalefetle birlikte yaptık’ demeyecekti. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları 10 ve 24 Ağustos’ta aslında iki sistem arasında tercihte bulunacaklar. Bir tarafta partili yarı başkanlık sistemini vadeden başbakan; diğer tarafta parlamenter sisteme, hukukun üstünlüğüne, kuvvetler ayrılığına bağlı kalacağını ifade eden Ekmeleddin Bey olacak. Hayırlısı... Cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci tura kalırsa adayların kişilikleri daha ön plana çıkacak. Seçmen hangisi Türkiye için daha iyi olur bakacak; ama bir endişem var, o da Ekmeleddin Bey’in halk indinde tanınmaması.
-Baştan aşağıya toplumun kılcallarına kadar karışma, yönetebilecek bir sistem kurma çabası muhalefetin iddialarını haklı çıkartma potansiyeli taşımıyor mu?
Türkiye’de iktidara kim gelirse gelsin kendi değerlerini toplumun bütününe empoze etmeye kalkıyor. Kemalistler de geçmişte bunu yaptı, başkaları da yaptı, şimdi de sözüm ona muhafazakârların iktidarı olan AK Parti de yapıyor. Bu tabii, demokrasi ve çoğulculuktan nasibini almamış, kökleri bu değerlerde olmayan bir siyaset anlayışı. Bugün siyasal iktidarın kontrol edilmesi sorunu var. ‘Güç yozlaşlaştırır, tam güç tam yozlaştırır’ derler ya. Yeniden anayasa yazılırsa başbakanlığın aynı Amerikan sisteminde olduğu gibi 4 artı 4 sistemiyle 8 yılla sınırlandırılması gerektiğine inanıyorum. AK Parti’nin ilk 8 yılına bakarsanız bugünkü sorunlar pek yok. 8 yılla sınırlamak hem sistem hem de ülke için öngörebilirlik sağlar, sisteme ve partilere taze kan getirir. Türkiye gibi bir ülkeyi 8 yıldan fazla yönetmenin pek insani olduğunu da düşünmüyorum... AK Parti’nin 3 dönem kuralı gayet iyi ama nedense Tayyip Bey kendisini dâhil etmiyor. Tüzükte bu kural genel başkan için geçerli değildir mi yazıyor? Cumhurbaşkanlığı meselesi tüzüğe şeklen bağlı kalıp ruhuna aykırı olarak memleketi – hem de daha muktedir olarak – yönetmeye devam etme isteğinden başka bir şey değildir. Siz aslında lideri değiştirmeyerek yenileme getirmiyorsunuz, sadece lidere hizmet edecek adamları değiştiriyorsunuz.
-Başbakanlığın iki dönemle sınırlandırılması işin fıtratıyla ilgili yani.
Evet fıtratıyla. Bunu Margaret Thatcher’da, Tony Blair’da yani uzun süre liderlik yapan kişilerde gördük. Uzun dönem liderlikte bir kere istişarenin bereketi azalıyor, görüşülen, fikri alınan adam sayısı çok daha azalıyor. Ben 2007’de milletvekili iken istediğim zaman Tayyip Bey’le iyi kötü görüşebiliyordum. Fakat şimdi değil vekiller, bakanların bile görüşmekte zorlandığını duyuyorum. Zaman içerisinde etrafınızdaki çember daralıyor. Daha dar bir danışman kadrosuna mahkûm oluyorsunuz. Başbakana ulaşım üzerinden güç devşiriliyor. Bu çevreye ibadet etmeniz isteniyor. Otoriter yönetimlerde görüldüğü üzere yükselmenin tek yolu kayıtsız şartsız kurum kültürünü tekrar tekrar üretmekten geçiyor. Bugün başbakanı ve partiyi sürekli olarak övmediğiniz sürece şüpheli duruma düşersiniz. Bağımsız bir akıl makbul değil.
-Sizin AK Parti’ye yaklaşımınız ne zaman ve nasıl farklılaştı?
Benim kişisel dönüm noktam Uludere’dir. Uludere olduğunda hâlen MKYK üyesiydim. MKYK’da konunun ele alınış biçimi, hangi çerçevede nasıl konuşulduğu beni çok rahatsız etti. Akabinde kürtaj meselesi, ombudsman seçimi, anayasanın yazılamayacağının anlaşılması arka arkaya gelen şeyler ve tabii ki Gezi. Gezi’de yer aldım ve bundan hep gurur duyacağım...
-3 Kasım 2002’de başlayan süreç neydi peki?
3 Kasım 2002 esasında İstanbul Belediyesi ekibinin Türkiye’nin yönetimine el koymasıdır. On yıllardır başını kuma gömmüş bir Ankara elitinin ‘Türkiye değişmesin, dünya değişmesin, herkes olduğu gibi kalsın’ anlayışının sona erdiği andır. Ve bunu belediyecilikte yerel hizmet verebilen, iş dünyasıyla da iş bitirmeye odaklı bir yönetim anlayışı içindeki bir ekip başarıyor. Maalesef Ankara bunu hak etmişti. 2011 Aralık’ına gelindiğinde ortada farklı bir durum var. Ankara’nın genetiği ekibe nüfuz etmiş. Öyle anlaşılıyor ki muhafazakâr iktidar için mesele devlet değilmiş. Devlet gücünü pekâlâ benimseyip sevdiler. Mesele devlet gücünün kimin elinde olduğuymuş. 2002’de İstanbul’dan Ankara’ya gelen ruh yok artık.
-Peki, ne oldu da bu kanaat oluştu?
Ankara’yı değiştireceğiz, bu ülkenin sıradan vatandaşına, Müslüman’ına Alevi’sine, Kürt’üne çare olacağız diyen adamlar acımasız, merhametsiz bir refleksin sahibi oldu. 34 tane gencecik insan ölmüş, bir hata yapıldı alın tazminatınızı susun demeye getirildi. Soma’da da aynı yaklaşım var. Şehitlik statüsü verdik, paralarınızı alın, bu konu kapansın tavrı... Müslümanlığı geçtim, insan olanın göstermeyeceği bir tavır. Gezi’yi hiç söylemiyorum bile... 2011’den sonra partinin evrildiği yön endişe verici. Erdoğan’ın elde ettiği bu çoğunluk her lidere ve partiye nasip olmaz. 2007’de partiye büyük bir demokrasi mücadelesinin arifesinde olduğumuz düşüncesiyle katıldım. Türkiye’nin tarihî bir sıçrama yapabileceğini, buna katkı sağlanması gerektiğini düşünerek katıldım. Maalesef, Türkiye’de tarihî bir uzlaşmanın başarılması yönünde büyük bir fırsat heba edildi. Gezi’den sonra bu artık iyice netleşti. Tayyip Bey tarihe geçebilecek bir siyasi figürken çok kötü bir miras bırakan birisi olarak anılacak. Hukuktan, teamülden, kurallardan bağımsız bir başbakan figürü var.
-Fiilen başka bir hukuk var sanki.
Günün terminolojisi ile paralel bir hukuk var. Hukuk devleti, teamül, anayasa bunların hepsi askıda şu anda. Fiilen uygulanmıyor. Başbakanlık binası inşa ediliyor, Danıştay durdurma kararı veriyor, makinalar çalışmaya devam ediyor. Ortadoğu’daki pek çok ülkeden sizi farklı kılan birkaç şeyden bir tanesi hukukun üstünlüğü. Eksiklerimiz çoktu ama o yöne doğru gidiyorduk. Şimdi Anayasa Mahkemesi dışında hukuk askıya alındı. Biz Mansur Bey’le seçim kampanyası sırasında fiziki bir saldırıya uğradık. Polis çağıracağız. Çağıracağımız polis bizi mi korur yoksa bize saldırmaya çalışan insanlara nerede olduğumuzu mu bildirir, buna emin olamadık. O gün hakikaten hukuk aradım. Ailemi, çocuklarımı ve kızımı Samsun’a göndermek durumunda kaldım. Son bir hafta korumalarla gezip her gece başka bir yerde kaldım. Bunlar Diyarbakır’ın Lice ilçesinde değil, Ankara’da oldu... Beni en çok rahatsız eden, bu fiilî durumun yaygın toplum kesimlerince kabul görmesi.
-Şu kadar gazete, 15 TV kanalı tek elden yayın yaptığındandır belki!
Ben hayatım boyunca böyle bir şey görmedim. Herkes hakkında her şey yazılabiliyor. Hiçbir prensip, hiçbir norm, hiçbir etik endişe kalmadı. Sosyal medyada ve yazılı medyanın bir kesiminde insanlar görüşlerini iyi kötü ifade edebiliyorlar. Ama asıl önemli olan görsel medya yani televizyon. Türkiye’de seçmenin önemli bir bölümünün bilgi ve haber aldığı yer televizyon. NTV gibi bir kanalın düştüğü duruma bakın, içler acısı... Maddi çıkar için kamuoyunun bilgilendirilme hakkına tecavüz ediliyor. Sabahleyin işine gidip akşamleyin bir miktar ana haberlere bakıp dizi izliyorsanız; Türkiye’de her şeyin yolunda olduğunu düşünebilirsiniz. Ekranlar üzerinden sanal bir gerçeklik yaşatılıyor. Ne var ki, bu sanal durumun sürdürülebilir olmadığını düşünüyorum. Kısıtlı bir zamanda sürdürebilirsiniz. Onun da sonuna doğru geliyoruz.
-Şu anki AK Parti’nin bir zamanlar milletvekili olduğunuz o eski AK Parti’yle ne kadar alakası var sizce?
Ne 2002’deki ne de 2007’deki parti değil. Daha içine kapanık, daha kendinden başka kimseyle konuşmayan, güvenmeyen… Bazı alanlarda patolojik bir istikamete giriyor. Partiyi ve lideri akşam-sabah övmüyorsanız şüpheli duruma düşüyorsunuz. Hani eskiden Sovyetler Birliği’nde Komünist Partisi’nde olduğu gibi... Yalnız bir problem var. Erdoğan Türkiye muhafazakârlarını öyle bir yere götürüyor ki, onları giderek artan bir oranda bir suça ortak ediyor. Ve her geçen gün bu noktadan geri dönüşleri zorlaşıyor. Bunu geçenlerde Radikal’de yazdım. Bu süreçten en çok muhafazakârlar ve dindarlar zarar görecek. Ümit Kıvanç’ın ifade ettiği gibi “Cehenneme yürüyüş” devam ediyor... Demokrasi bir uzlaşma rejimi. Türkiye gibi etnik aidiyet ve mezhep üzerinden, yaşam tarzı ve kimlik üzerinden bu kadar bölünmüş bir ülkede en çok lazım olduğu anda ‘uzlaşma’ kirli bir kelime hâline geldi. Bizim siyasi kültürümüzde ‘uzlaşmak’ davayı satmakla eşdeğer... Uzlaşmayı bırak, görüşmek bile... Dış politika ağırlıklı çalıştığım için bunu çok yaşadım. Biz tabii diplomat gibiyiz. Herkesle görüşürüz. Ama öyle bir siyasi kültür var ki biriyle görüşmeniz bile sizi şaibe altında bırakır. Ne konuştuğunuzun hiçbir önemi yoktur.
-2011 öncesinde milletvekiliyken de mi?
Yok, partideyken bu görüşmeler çok makbul oluyordu. 2008’de parti kapanmasın diye gece gündüz didinirken bizden iyisi yoktu. Anayasa Mahkemesi kapatma kararını açıklamaya yakın BBC ve CNN gibi yabancı kanallara “Beni artık maaşa bağlamanız lazım.” mealinde şaka yapardım. Akşam sabah o dönemde canlı yayına bağlanır, diplomatlarla temas eder, kapatma davasının ne denli absürt olduğunu anlatırdık. Tabii o zamanlar moral ve ahlaki üstünlük AK Parti’deydi. Demokratikleşmeyi savunan aktör sizsiniz, kapatma davasının mağduriyeti var, ekonomi büyüyor, AB ile müzakere hâlindesiniz, BM Güvenlik Konseyi’ne geçici üyesiniz, İKÖ’ye genel sekreter seçiyorsunuz vs... Farklı bir Türkiye var. Bugün Türkiye uluslararası zeminde bu moral ve ahlak üstünlüğünü kaybetti. Otoriterleşen, hukukun askıya alındığı, sandık güvenliğinin olmadığı, gazetecilerin işlerini doğru dürüst yapamadığı, muhalif fikirlerin ifade edilemediği, AB sürecinden kopulduğu ve en temel yaşam tarzı meselelerine müdahale edildiği bir ülke görünümünde. Geçenlerde bir Avrupa başkentinde bir diplomat şunu fısıldadı: İnsanlar bundan sonra G20 zirvelerinde Erdoğan’la aynı fotoğraf karesinde olmamak için uğraşacaklar. Üzülmemek elde mi? Ülke olarak demokrasi klasmanında alt lige düştük.
-Bunu biraz açabilir miyiz?
Dünya demokrasi klasmanında, gelişmişlik endeksinde tepetaklak gidiyoruz. Şu anda hükümet ‘Biz ilelebet iktidarda olalım, her şey böyle kalsın, her şey bizim kontrolümüzde olsun’ derdinde. Toplumu biz istediğimiz gibi dizayn edelim! Ama öyle olmayacak. SETA gibi hükümete yakın vakıflarda ‘Yeni Türkiye’ ve bunu şekillendirecek ‘kurucu akıldan’ bahsediliyor. Açık kanallardan soruyorsun ‘nedir bu kurucu akıl’ diye, cevabı yok. Aslında biz biliyoruz o ‘aklın’ ne olduğunu... Aziz Babuşçu 1 Nisan 2013’te söyledi. “Biz artık liberallerle ve diğer paydaşlarla aynı yolda yürümeyeceğiz. Onların gelecek hesaplarıyla bizimkisi farklı, onlarla yollarımız ayrılacak.” Aslında samimiyeti için ona teşekkür etmeliyiz. En azından diğerleri gibi lafı eğip bükmüyor. AK Parti açısından 12 Eylül 2010 Referandumu itibariyle 2002’den beri oluşturduğu demokratik koalisyon ihtiyacı bitmişti. Artık ayıya dayı demeye gerek kalmadı.
-Peki, nasıl oldu da böyle 180 derece dönebildi?
Eskiden militan seküler kesimlerden bize hep AK Parti takiyye yapıyor deniyordu. Takiyye değil de şunu düşünüyorum. AKP uzun süre liberallerden, demokratlardan, merkez sağdan destek aldı. Bu desteği kendi meşruiyetinin inşasında kullandı. Meşruiyet sorunu aşıldıktan sonra gerçek kimliğine, kafasındaki muhafazakâr yaşam modelini hayata geçirme hayaline döndü. “Biz bu kadar süre kendimizi frenledik. Yeter artık!” dedi. 2011 seçiminin hemen sonrasında Başbakan’ın çok yakınındaki biri bir dostumun “Yahu, şu şu adamlar niye Meclis’te yok, bunlara çok ihtiyaç vardı.” eleştirisine şöyle bir cevap veriyor: “Bütün dünya AK Parti’nin liberal bir parti olmadığını görecek. Herkese muhafazakâr bir parti olduğumuzu göstereceğiz.”
-Peki, cemaat meselesine nasıl bakıyorsunuz?
Bence hiçbir sivil yapılanma hiçbir hükümetle –her ne kadar siyasetini beğense de– hiçbir zaman çok yakın olmamalı. Sağlıklı bir mesafe koymakta her zaman yarar var. Cemaat’in iyi bir iç muhasebe yapması gerekir, nerede hata yaptık diye. Bence Hizmet Camiası, Türkiye için bir kazanım. Çünkü çok iyi yetişmiş insan kaynağı var. Bu insanlar Türkiye’nin değeri ve kazancı. Ve zaten Hükümet ile Cemaat arasındaki gerilimin bir sebebinin de bu olduğunu düşünüyorum. Cemaat’in insan kaynakları çok daha iyi yetişmiş, dünyayı anlayan, küresel trendleri gören kişiler. Çok daha taşralı ve kendi çevresi ile sınırlı insanlarla doğal olarak çatışma yaşanıyor. Öte yandan Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Modern toplumların nasıl huzur içinde yönetilebileceği belli. Bu da temel hak ve özgürlükler temelinde bir hukuk devleti ve özgürlükçü bir anayasa ile olur. AK Parti kanadında “İslami modellemeyle yeni bir şey üretebilir miyiz?” yaklaşımı var. Hâlâ kendi değerlerini ve yaşam tarzını Türkiye’nin geri kalanına empoze edebileceğini, toplumu şekillendirebileceğini, ondan sonra da mutlu ve mesut yaşayabileceğini tahayyül ediyor. Böyle bir şey yok.
-Devletle irtibat kuran devletin reflekslerini ediniyor, bu devlet meselesini aşabilecek miyiz peki?
İnsanlar organize bir derin Ankara’nın karanlık odalarında, bir devlet aklı olduğunu düşünüyor, buna sürekli atıf var. Bence bu realiteden kaçış. Şu anda AK Parti tamamen devlete hâkim. Başka devlet yok. Varsa da parti devleti var. Seçimle gelen iktidarın devlete hâkim olduğunu, aynı zamanda da devlete entegre olduğunu görüyorsunuz. Elbette bu toplumda devlet önemli bir değer. Ne de olsa Moğol-Tatar geleneğinden geliyoruz. Siyaset bayrağı, her kutsalı o kadar çok sömürüyor ki 2011’den beri meşruiyet devşirdiği şey de ‘devlet’. Açıklamakta zorlandığınız bazı şeyleri devlet mevhumunun yaygın kesimlerdeki kutsallığına dayandırıyorsunuz.
-Şu anki ekip zamanında devletten iyi dayak yemiş ama şimdi dayak atmakla övünüyor. Ne dersiniz?
Eski mağdurun zulmü çok başka tabii... Nereden acıtılacağını iyi bilir. Şu anda onu yaşıyoruz. Fakat bu sürecin olumlu tarafları da var. Son yıllarda Türkiye’nin seküler kesimleri mağdur duruma düşüp, devletin bu yüzüyle karşılaştıkları için özellikle onlar açısından öğretici bir süreç olduğunu düşünüyorum. Gezi’de biz bunu gördük. En Beyaz’ından en ötekisine kadar herkes oradaydı. Gezi’yi Gezi yapan da buydu. Gezi, o yüzden tekrarlanamaz. Felsefede ırmak akar hiçbir anı aynı olmaz, tekrarlanamaz. Ceberut ve otoriter bir devlet ve hükümet etme anlayışına karşı insanların bir park etrafında bir araya gelip, bu itirazı dillendirmesi hepimiz için bir dönüm noktasıdır. Tabii Gezi aynı zamanda bir temsiliyet krizidir. Gezi’de Başbakan’a olduğu kadar muhalefete de çok mesaj vardı. Normal siyasal zeminlerde hassasiyetlerinin muhalefet partileri tarafından dillendirilemediğini, etkin siyaset yapılamadığını gören orta-üst sınıflar sokağa döküldü... Gezi ciddi bir demokrasi ihtiyacına tekabül etti. Demokratikleşme mücadelesinin kendi mahalleleriyle kısıtlı bir iş olmadığını gösterdi.
-‘Beyaz Türk’ meselesi belli, peki ‘Siyah Türk’ü niye hiç konuşmuyoruz?
Ben Türkiye’de çoğunluğun gri Türk olduğunu düşünüyorum. Tayyip Bey seçim kazanmak için sürekli siyah ve beyaz kutuplaşması üretiyor ve grileri hep uçlara zorluyor. Türkiye nüansları olan zor ve karmaşık bir ülke. Beyaz Türk’ü aşağılamak çok kolay; onun aşırılıklarını, kibrini vs... Herkes bunun farkında. AK Parti’ye seçim kazandıran sebeplerden biri de bu zaten. Peki, karşısında ne var? Mağdur ama biraz kaşıdığınız zaman taşralı görüyorsunuz. Doğru, çoğumuz köyden, kasabadan oradan buradan çıkmış insanlarız. Taşralılığı aşırı yüceltmenin, tartışılmaz kutsal kılmanın anlamı yok. Beyaz’ı olumlamak kadar bu da yanlış. Ben ‘Gri Türk’üm.
-Sizce bütün dünya Türkiye’nin kötülüğünü mü istiyor?
Temel özgürlükler, cinsiyet eşitliği, azınlıkların kültürel hakları, özgürce ibaret edebilme, basın ve ifade hürriyeti… Bunlar artık dünyada kabul edilmiş değerler. Siz bunları baskılamaya başladığınızda dünya milletler ailesinde alt lige düşersiniz. Futbol terminolojisi ile Süper Lig’den, PTT 1. Lig’e düşersiniz. Türkiye, Süper Lig’i zorlayıp maçlar yapmaya başlarken şimdi artık PTT 1. Lig’de ortalara düştü. Böyle giderse daha da düşer. Aşağılıyorlar ama FreedomHouse’un Türkiye’yi ‘özgür değil’ kategorisine alması, uluslararası basında bizimle ilgili yazılanlar, bunların birisi ikisi art niyetli olur ama hepsinin böyle olması mümkün değil. Vatandaşlarınıza iyi davranırsanız, özgürlük verirseniz, iş kurmasına yardımcı olursanız sizin dünyadaki yeriniz ayrı, otoriter rejimlerde olduğu gibi davranırsanız sizin yeriniz ayrı olur. Türkiye eskiden çok konuşulurdu. Çok sitayişle bahsedilirdi, yükselen bir değerdi. Şimdi Türkiye’yi kimse konuşmak istemiyor. Washington’a son gidişimde Türkiye buralarda nasıl konuşuluyor diye sordum. “Türkiye burada konuşulmuyor artık. Hikâye kötü” dediler.
-Komplolarla gerçeklik arasında neler görüyorsunuz şimdi?
Önemli olan on binlerce kişiyi o sokağa çıkartmayacaksın. Çıktıktan sonra da tahrik etmeyeceksin. İş o noktaya geldikten sonra her şey olur. En aklı başında bildiğim bir arkadaşım bana şunu anlatmaya çalıştı. “Komplo olduğu şuradan belli. Bizimkilerin böyle bir mizah yapmaları mümkün değil. Amerikalılar Gezi’den 3 hafta önce gelmiş bütün reklam ajanslarıyla konuşmuşlar, Gezi’de kullanılması gereken mizahi mesajları formüle etmişler.” İşte ben buna geri zekalılık diyorum... Velev ki böyle olsun; bu memleketin istihbarat örgütü ne iş yapıyor? Amerikalılar 3 hafta önce İstanbul’da reklam ajanslarında tezgâh planlıyor, bizimkilerin nasıl haberi olmuyor? Hmmm... Efendim CNN niye şu kadar saat yayın yaptı? Bir yandan ‘dünya devleti, düzen kurucu devletim, bölgesel gücüm ben diye övün; diğer yandan da bu bölgesel güçte Gezi gibi toplumsal bir olay olunca bunu ‘dünya göstermesin’ de. TIME dergisi Gezi’den 1 yıl önce Başbakan’ı dünyadaki 100 liderden biri diye kapak yapınca iyi oluyor ama Gezi’de Economist dergisi eleştirel bir kapak atınca komplo tescili olarak telakki ediliyor. Tabii bunun müşterisi, kitlesi Türkiye’de hep vardır ama dünya bunu yemiyor... Kabataş olayı ve Bezm-i Âlem Camii’inde içki içtiler yalanları tam bir skandal. Normal bir ülkede hükümet götürür cinsinden...
-Siz Mansur Yavaş’ın seçim kampanyasını yönettiniz. Ankara’da seçime müdahale edildi mi?
Buna hiç şüphe yok. Ankara seçimleri 4’te 1’i mühürsüz tutanaklarla hesaplanmıştır. Hepsini tek tek çıkarttık. 2855 tutanakta mühür yok. Seçim Kanunu’na ve YSK’nın kendi genelgesine göre mühürsüz tutanak geçersizdir, dolayısıyla seçimin yenilenmesi gerekir.
-Bu nasıl olabildi peki?
Türkiye’de bu tip şeyler maalesef hep oluyor. Ama Ankara’da oldukça organize ve iyi çalışılmış bir operasyon oldu. Engellenebilir miydi emin değilim ama sandığa sahip çıkmak gerekirdi. Yalova ve Ağrı’da gördüğümüz bilinç yoktu Ankara’da. AYM itirazımızı kabul edebilir diye umuyoruz. Bekliyoruz. YSK belli ki hükümetin etkisi altında. YSK’ya sunduğumuz belgelere rağmen böyle bir karar vermesi normal hukuk devletinde olmaz. Ankara’yı iyi bilen bir dostum “Mansur Bey yüzde 51 alsaydı Melih Gökçek yüzde 52 alacaktı.” dedi... Mansur Yavaş’ın sahada kazandığı seçim sabah saatlerinde geri çevrildi. Bunu sokaktaki vatandaş dahi biliyor. Bu 2014 yılının Mart ayında ‘millî iradeye’ en çok vurgu yapılan bir dönemde ve Cumhuriyet’in başkentinde oldu.
-İzah getirmek yerine ‘siyasetçi yapar, siyaseten olur böyle bu işler’ deniyor. Pek çok skandal için hatta. Siz ne dersiniz buna?
Meclis’teyken en nefret ettiğim kelime bu ‘siyaseten’ kelimesidir. ‘Siyaseten’ dedikten sonra her şeyi söyleyebiliyor ve yapabiliyorsunuz. Âdeta sihirli bir kelime. Her şeyi mubah kılıyor. Her türlü hayırsız işi, ahlakî ve etik normlarınızın kabul etmeyeceği şeyi meşrulaştırma aracı. Bir işadamı ben bu milletin bilmem neyine şey yapayım deyip, adını ilahiyat binasına yazdırıyor ve o ilahiyatçıların hiçbiri bununla ilgili ses çıkartmıyorsa o zaman bir sıkıntı var demektir. Bakara makara diyen eski bakan başbakanla Almanya’ya gittiğinde en çok alkış alıyorsa burada sosyolojik bir vaka var demektir. Ben artık bunun ötesini konuşmanın gereksiz olduğunu düşünüyorum. Burası sözün bittiği yerdir.
–Yeni dönemde Meclis’teki iktidar ve CHP grubunu nasıl buluyorsunuz?
Meclis’te ironik bir durum var. 23. Dönem (2007-2011) CHP grubu oldukça kötüydü. 24. Dönem’de CHP grubu yenilendi, daha genç ve aklı başında insanlar Meclis’e girdi. AK Parti ise 23. Dönem’deki çeşitlilik ve zenginliği terk edip daha homojen ve heyecansız bir grubu tercih etti. 23. Dönem’de o CHP’nin içinden mevcut başörtüsü tavrını çıkartmak mümkün değildi. 23. Dönem’den arkadaşlarımdan duyduğum, 24. Dönem’in sıkıntılı olduğu yönünde... MHP grubunu tanımıyorum ama CHP grubunda belirli bir kalite artışı var. Başörtüsü meselesi halloldu mesela. Konu CHP içinde de hazmedildi ve bitti. Kürt meselesinde de yaklaşım biraz öyle. CHP’deki bu yenilenmeler AK Parti’nin eskiden var olan yenilikçilik tekelini bozdu.
–Türkiye’nin dış politikadaki yükseliş hikâyesinin sonu pek iyi olmadı değil mi?
Türkiye 2002-2010 döneminde büyük oranda yumuşak gücünü kullanarak yükselişe geçti. Demokratikleşiyordu, ekonomisi büyüyordu, Ortadoğu’da hiçbir sorunda çok keskin taraf olmuyor, sorunların her iki tarafıyla görüşebiliyordu. Ekonomisiyle, dizileriyle, turizmiyle bir ayağı Batı’da diğeri Doğu’da, sistemin kuralları içerisinde yükselen bir ülke vardı. 2010 yılından itibaren o konum terk edildi. Suriye ve Mısır’da önemli hatalar yaptık. Bölgede İhvan’la ve temsil ettikleriyle çok ilişkilendirdik kendimizi. Sırf Mısır’da İhvan’ı nasıl yönlendirdiğimiz kendi içinde bir çalışma konusu...
–İhvan’ı AK Parti’nin yönlendirdiğini kabul ediyoruz yani?
Ankara İhvan’ı etkilemiştir ama İhvan’ın hepsini değil. İçindeki belirli bir kanadı etkiledi ve hep onun üzerinden orayı anlamaya ve yönlendirmeye çalıştı. Bizim o dönemde İhvan’a ne tür telkinlerde bulunduğumuz ve bunun ne gibi sonuçlar doğurduğu elbette yazılacak ileride. Türkiye Arap Uyanışı’nı bu toplumların özgürleşme ve daha onurlu yönetim modellerine geçiş isteği yerine bölgede İslami ve kendine yakın grupların yükselişi olarak yorumladı. Bu durumdan da vazife çıkararak bölgesel güç olmak yolunda bir fırsat olarak değerlendirdi. Bu okuma Türkiye’ye çok yanlış yaptırdı. Sonuçlar ortada. Kapasitemizin çok ötesinde işlere girişildi. Arap büyükelçilerine ‘Yakında cuma namazını Kudüs’te kılarız’ dediğimiz noktadan, savaş uçağımızın düşürülüp mukabele edemediğimiz, diplomatlarımızın Musul’da olduğu gibi rehin alındığı, uluslararası çevrelerde radikal örgütlere destek sağlayan aktör konumuna düştük. ‘Düzen-kurucu devlet’ söyleminden yeni düzene uyum sağlamak zorunda kalan devlet olduk. Mezhepsel bir dış siyaset yaklaşımı ülke içinde gereksiz olarak tekrar Alevi meselesini dellendirdi. Türkiye Ortadoğu’da ikincil önemde bir aktöre dönüşmüştür. Bunu özellikle bölgedeki aydın-seçkin algısındaki değişimde görmek mümkün. Maalesef Türkiye bir süredir dış politikada kapasite ve söylem arasında ciddi bir uyumsuzluk yaşıyor. Hem uluslararası zeminlerde hem de bölgede bu dönemin restorasyonu uzun bir zaman alacak. Türkiye bu gerçeklerle yüzleşmeye başlayacak. Diplomatlarımız her gün bu realite ile yüzleşiyorlar ama iç kamuoyu hâlen dış siyasetin iç siyasi hedefler için sömürüldüğü ve çarpıtıldığı bir ortamda yaşadığından bu durumdan habersiz.
–Seçilmiş bir hükümet ama ana siyasetin birkaç bürokratın ve danışmanın belirlemesi neyi ifade eder?
Orada demokratik olmayan bir taraf var. Milyonlarca insan oy veriyor, milletvekillerini seçiyorlar ülkeyi yönetsinler diye. Siyasal Partiler Kanunu’nun ve siyasal kültürün getirdiği sistemik bir sorun var. Ama de facto reel durum; bir kişinin siyaset yaptığı, onun dışında atanmış atanmamış, aile dostu ya da kim olduklarını bilmediğimiz bir sürü insan ülkeyi yönetiyor. Milletvekilleri seçim bölgesinden talep toplayıp bürokraside bunları takip eden adam konumuna düşmüş. Yasama görevi yapmıyor. Şeklen oy veriyor ama yasa lider ve dar bir ekip tarafından yapılıyor. Milletvekiline oy vermek düşüyor. Bugün siyasi partilerde parti politikasını parti içerisinde dahi tartışmaya açmak bir sonraki seçimde Meclis’e girememeniz riskini taşıyor. Tabii ki bir liderin özel ilişki içinde olduğu ya da görüşlerine itibar ettiği birkaç danışmanı olabilir. Ama ana gövdenin seçilmiş insanlar olması gerekir. ‘İstişarenin bereketi’ sözünü çok beğenirim. O bereketten artık nasiplenemiyor Başbakan. Adalet Bakanı ombudsmanı televizyondan öğreniyorsa bir sorun var demektir...
–5-6 yıl önce think tank’lar yükselen bir değerdi, hatta Türkiye’nin bölgesel güç olmasının göstergelerinden biriydi? Şimdi nasıl sizce?
Think tanklerde tamamen fikir üretilir, fikir de para etmez. Dolayısıyla hep parasal kaynağa bağımlısınız. Tam bağımlı olmamak için farklı yerlerden kaynak gelmesi ideal. Türkiye’de bu böyle olmuyor. Bir kere sermaye devletin hışmından çok korkuyor. Sermaye yetim kız çocukları için para verir size ama ben şu think tank’e biraz para istiyorum derseniz vermezler. Korkarlar. Sizin yazdığınız bir raporda, bir etkinlikte adamın biri bir şey söyler ihale kendisine çıkar diye korkar. Haklı. Devlet hakikaten de öyle yapar. Hele hele şu ortamda. Öyle olunca ağırlıkla devletin (hükümetin) beslediği think tank’lar oluşuyor. Hükümete güzelleme yapan, hükümetin siyasetini meşrulaştırma aracı olarak kullanılan. Hâlbuki 5-6 yıl önce think tankler kamusal tartışmada devlet tekelini kırar ve hükümetleri besleyen bir tarafı olur diye ümitlenmiştik. Think tank a la Turca...
–Amerika’da nasıl?
Orada da hükümete yakın ve karşıt olan gelenekler ve kuruluşlar var. Fakat bizde ayar kaçmış durumda. Amerika’da Cumhuriyetçiler de Demokratlar da toplantı yapar ama karşıt görüşlüyü de çağırır. Amerika’da gülerler sadece kendi görüşünüzden adamları oturtup konuşursanız, kimse gelmez ona. Türkiye’de toplantılara çağrılmıyor insanlar; hep aynı konuşmalar, hep aynı simalar, aynı güzellemeler. Fikir ve araştırma zenginliğini kaybettiği gibi think tank camiasının meşruiyeti de azaldı. Pek çoğunun toplantılarına gitmiyorum artık.
–Niye?
Duyacağınız üç aşağı beş yukarı belli. Sermaye dik durup buralara kaynak sağlamadığı sürece bir şey de çıkmaz.
–Özellikle hükümete yakın düşünce kuruluşlarının ‘komplo teorisi’ yatkınlığına ne dersiniz?
Buna yatkınlığımız var. Ne de olsa Şarklıyız. Komplo teorisini bilmekte sorun yok, sorun körü körüne hepsine inanmakta. Komplo teorilerine neden inanıldığını gösteren çalışmalar var. Gezi’den sonra ben bunları köşemde yazdım. Hükümet think tank’leri Türkiye’de hükümetin siyasetini meşrulaştırma aracı olarak kullanılıyor. Bunlar TV’lerde boy gösterip mevcut siyaseti pazarlıyorlar. ‘Think’ yok. ‘Marketing’ var...
–Hükümete yakın think tanklerin hükümetin ‘dış güçler, komplolar’ meselesinde rol aldığını görüyoruz. Yok Zelllo, yok şu, yok bu…
Kendileri de inanmıyorlar bu saçmalıklara ama ne yapsınlar? Emir büyük yerden. Ben AK Parti’de siyaset yaparken, özellikle 2007-2010 döneminde moral ve ahlaki üstünlük bizdeydi. Yabancıları düşman olarak görmüyorduk. Çevremizle ve dünyayla barışıyorduk, dünyadaki önemli aktörlerle uyumlu çalışan bir ülkeydik. Gezi’de beni en çok rahatsız eden şey; Başbakan’ın olayı yabancı ve dış komploya ihale etmesi oldu. Bu, AK Parti’nin yıllarca söylediğinin, kendi kendinin inkârı oldu. Hiç unutmam Alman Sosyal Demokrat Parti’nin milletvekilleri Ankara’ya gelir bizimle görüşür, ‘Sosyal-demokratız ama asıl sizinle görüşmek için geliyoruz, CHP’ye de öylesine uğruyoruz’ derlerdi. Tabii o dönemde demokratikleşmeyi ve AB sürecini sürükleyen partiydi AK Parti. Şimdi böyle bir aktörün çıkıp Gezi gibi önemli bir toplumsal olayı yabancı güçlere ihale etmesi, zenofobik ve ırkçı çağrışımlarla dış güçler-ajanlar vs. gibi ucuz yollara tevessül etmesi tam anlamıyla bir hayal kırıklığı. Gezi’den iki hafta önce Beyaz Saray’da en üst düzeyde ağırlanıp bunu içeride sonuna kadar pazarlayacaksın, sonra kalkıp Gezi bir dış güçler komplosu, yok Lufthansa işi diyeceksin. Yok CNN yayın yapmış vs... Tabii buna insanlar gülüyor. Üzücü olan şey şu: Bu topraklarda yabancı paranoyasını ve komployu uyandırmak çok kolay. Memlekette Sevr sendromu gibi bir travma var. Siz yıllarca bunun tersine siyaset yapıp, sizi bu konularda eleştirenleri aşağılıyorsunuz, bir günde 9 yıllık duruşunuzu inkâr edip 180 derecelik dönüş yapıyorsunuz. Çünkü bir türlü Gezi denen bu önemli toplumsal olay ile yüzleşemiyorsunuz. Bütün otoriter yönetimlerde görüldüğü üzere en kolay çıkış yoluna sarılıyor hemen işi bir dış ülkeye veya dış tehdide havale ediyorsunuz. Yani sorumluluğu üzerinizden atıp kendi vatandaşlarınızın öldürülmesini bile meşru hâle getirebiliyorsunuz. Türkiye’nin buna ihtiyacı var mıydı, Allah aşkına!
–Dış politikada büyük çalkantılar yaşanıyor, biz buraya nasıl geldik?
İşin kötüsü AK Parti iktidara gelirken eleştirdiği dış politikanın bile gerisine düşmeye başladı. Eski siyasetin Ortadoğu’ya bulaşmamasının arkasında belirli bir mantık ve akıl vardı. Doğru ya da yanlış. Bunu sadece, ‘işte bunlar Arapları hakir görüyor’ diyerek açıklayamazsınız. Dış politikadaki ana sorun hükümetin söylemiyle kapasitesinin arasında hiç mi hiç uyum olmaması. Dış politikada ağzınızı açtığınız zaman bunun gereğini yerine getirmeniz lazım. Suriye krizi başladı, biz üst perdeden laflar ediyoruz, herkes bize bakıyor. Biz ne yaptık? ‘Amerika liderlik yapsın’ dedik.
Ortada öyle bir Türkiye projeksiyonu var ki, Amerikalılar da iyi o zaman dediler. ‘Madem bu denli bölgesel bir güçsün, bu kadar büyük ve önemlisin o zaman şu Suriye konusunu da sen hallet. Üzerimizden yük al’ dedi. Zaman geçtikçe iç siyasette laf sokuşturmak için hiç fırsat kaçırmadığımız ABD’nin liderliği olmadan bir şey yapamayacağımız anlaşıldı. Her fırsatta NATO’dan hazzetmediğini belli eden Türkiye’yi güney sınırımıza konuşlandırılan NATO füzelerinin koruduğu ve Esad’a karşı asıl caydırcılığı bu füzelerin sağladığı görüldü. Bana göre Arap Uyanışı’nın en hayırlı sonucu gerçek kapasitemizle yüzleşmemiz oldu. Ortadoğu’nun AK Parti’nin romantik hayallerinden oldukça uzak, çetrefil, tehlikeli ve riskli bir bölge olduğunu geniş kesimlere göstermesi oldu. O bölge ile ilgili ağzını açan herkesin oryantalist olmadığını, buralara daha gerçekçi yaklaşımların ulusal çıkarlarımızın gereği oldu anlaşıldı. Bunca olaydan sonra hâlen hükümetin dünya gücü, bölgesel güç jargonuna itibar eden sözüm ona neo-Osmanlıcı bazı lümpen ayak takımını hariç tutarsak bu boş laflara artık kimse inanmıyor.
–Darbe dönemlerinde olduğu gibi uluslararası meşruiyet krizine giren yönetimlerden istifade edilir. Böyle bir şey mi?
Dış politika acımasız bir oyun. Siz zayıf düşerseniz, kendinizi sıkıntıya sokarsanız bundan eloğlu faydalanır. Tamamen tecrit olmanız mümkün değil. Batılı ile iş tutmak zorundasınız. Siz eskiden çok zor şartlarda verebileceğiniz bir tavizi, artık daha farklı şartlarda verirsiniz çünkü hem içeride hem dışarıda sıkışık durumdasınız. Meşruiyet sorununuz var.
12 Eylül 2010 Referandumu’nu büyük bir aşama olarak görmüştük, ama muktedirlik için yeterli görülmüş. İyi dediğimiz şey felaketin de başlangıcı olmuş aslında değil mi?
Öyle oldu ne yazık ki. Hepimiz çok çalıştık o referandum için. Sonuç hayırlara vesile olmadı maalesef. Niye olmadığını hep anlamaya ve düşünmeye çalıştım. Şu kanaate vardı: Bizler demokrat insanlar değiliz. Demokrasiyi hâlâ öğreniyoruz, emekleme safhasındayız. Güce tapıyoruz, gücün çekiciliğini ve getirdiği imkânları uzun vadeli tarihî adımlar atmaya tercih ediyoruz. Yani bizden ve bu toplumdan bir Mandela çıkmaz. Mandela’nın hayatını okuduğunuz zaman intikam alması ve beyazları ezmesi için elinde o kadar neden var ki. 27 yılını hapiste, ufacık 5-6 metrakerede geçirmiş bir adamın bunu yapmasına hiç kimse şaşırmazdı. Sizin kısa vadeli içgüdüleriniz karşı tarafı ezmek olabilir, bu da insanidir. Sonuçta Türkiye’nin dindarları çok mağduriyet yaşamış. Yüzde 58 destek alıp, Türkiye’yi dönüştürmek için demokratik meşruiyet benim arkamda diyerek, partiyi daha da açık, daha bir Türkiye partisi kılacakken, üstelik karşısında Baykal değil konuşabileceği ve uzlaşabileceği Kılıçdaroğlu varken tamamen başka bir istikamete yöneldi. Tarih bunları yazacak. Türkiye’de bir lider çıktı, bu ülkeyi barıştırmak ve büyük bir uzlaşı ile selamete çıkarmak konusunda eline altın bir fırsat geçti ama o Millî Görüş gömleğini tekrar sırtına geçirerek bu büyük fırsatı heba etti diye...