« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

20 Ara

2006

ETNİK GRUP YAHUT KİMLİK

Nevzat KÖSOĞLU 20 Aralık 2006

Etnik grubu, ansiklopediler, içinde yaşadığı toplum ile bütünleşememiş, ayrı bir kimlik sahibi olmayı sürdüren, farklı bir soydan olan topluluklar şeklinde tarif ederler. Doğru olan bu tarife göre, bir topluluğun etnik grup olarak nitelenebilmesi için, birinci şart, içinde yaşadıkları büyük toplumdan farklı bir soydan olmalarıdır. Farklı bir soydan oldukları şuuru canlı olan bu toplum, kendine özgü kültürel yapılarıyla, içinde yaşadığı büyük toplumdan farklı olmalıdır; yani, dili farklı, dini farklı, musikisi farklı, mimarîsi farklı, ev düzeni farklı, ekniciliği farklı yahut hayvancılık usulleri farklı v.b. olmalıdır.

Millî kimlikten söz ederken ifade ettiğimiz gibi, daha da çoğaltılabilecek olan bu unsurların hepsinin farklı olması gerekmez. Eğer, o topluluğun yaşantısının nesnel görüntüleri, onları büyük toplumdan farklı kılıyorsa, etnisiteden söz edilebilir. Tabii, burada en önemli olan inançtır; yani ayrı bir etnik grup olduklarına, içinde yaşadıkları büyük kitleden farklı olduklarına, topluluğun inanmasıdır. Etnisite iddiasında bulunan toplulukla büyük toplum arasındaki kültürel farklar, hayatın belirli alanlarındaki basit nüanslar şeklinde olsa bile, topluluk, farklı olduğuna inandırılmış ise, sağlıklı olmasa da bir etnisite var demektir. Sağlıklı olmayışı, gerekli toplumsal kültürel tabana dayanmayışından, sırf propagandanın eseri olmasındandır. Etnisitenin başlangıç noktası farklı bir soya mensubiyet şuurudur. Bu yüzden, meselâ Alevîler yahut Yörükler için, kültürel farklılıkları ne boyutta olursa olsun, farklı bir soy iddiası olmadığından etnisite söz konusu olmayacaktır. Bunlar, millî kültürün farklı renkleri yahut alt kültürleri olarak değerlendirilecektir.

19. yüz yılda, etnik grup, millet olmaya giden sürecin başlangıç noktası olarak görülüyordu. İmparatorluklar içindeki çeşitli etnik gruplar, kültürel kimliklerini gittikçe geliştirerek ve bağımsızlaştırarak bir millet görünümü kazanmaya çalışıyor ve hemen ardından da bağımsızlık mücadelelerine giriyorlardı; her millete bir devlet ilkesi çağın egemen görüşü idi.

Çağımızda bu anlayışın değiştiğini kabul etmek için bir sebep yoktur. Küreselleşme temayülleri bir yanda millî kimlikleri törpülemeye çalışırken, diğer taraftan mahallî ve etnik kimliklerin öne çıkmasına yardımcı olmaktadır. Bu durumda, etnik grup yahut kimliklerin açık olarak belirlenmesi, sınır ve imkânlarının ortaya konulması gerekmektedir. Çünkü günümüzde, uluslar arası alanda, siyasî bağımsızlık ifadesi kullanılmasa da, etnik grupların kültürel bağımsızlıkları ve kimliklerini koruyup geliştirme hürriyetleri savunulmakta, hatta bizim gibi bazı ülkeler zorlanmaktadır.

Farklı olduğunu iddia eden, korunma ve kültürel bağımsızlık isteyen herkese evet mi diyeceğiz; yoksa bu taleplerde bulunabilmek için belirli bir toplumsal yapıya sahip olmak mı gerekir? Bu yapının nesnel ölçüleri var mıdır? Bu soruların cevapları verilmelidir. Eğer, nesnel ve ilmî ölçüler ortaya konulmadan talepler sıralanmaya başlarsa, bu, büyük toplumun parçalanmasına yönelik bir propaganda savaşı olmaktan öte anlam taşımaz ve bu tesbite göre davranılması gerekir.

Önce şunu ifade edelim ki, etnik grup iddiası taşımadığı sürece, bireysel çerçevede herkes kültürel varlığını/kimliğini sürdürmekte, açıklamakta ve geliştirme gayretlerinde özgürdür. Esasen bizim ülkemiz de dahil, toplumların bu konuda bir sıkıntısı yoktur. Adam, iki yüz yıldır Türkiye’de yaşıyor, bu toplumun bütün macerasını onunla birlikte ve bütün heyecanlarıyla yaşadığı, fedakârlığı, kahramanlığı ve ihanetleriyle onun bir parçası olarak günümüze geldiği halde; onun kültürünü detaylarına kadar paylaştığı halde, sırf başka bir soydan geldiğine inandığı için “Ben Çerkezim” diyor ve bunun gayretini güdüyorsa, bu hak ve hürriyete sahiptir. Ancak, aynı hak ve hürriyetleri Çerkez etnik grubu adına isterse, şimdi belirlemeye çalışacağımız ölçülere sahip olmak zorundadır. Aksi halde, varlığını borçlu olduğu vatan ve millete ihanet ediyor, propagandaların kurbanı oluyor demektir ki, parçalanmaya dönük böyle bir ihanetin dünyanın hiçbir yerinde hürriyeti yoktur.

Toplum, topluluk yahut grup dediğimiz olgu her şeyden önce bir nicelik meselesidir; kaç kişi olursa, hangi yoğunlukta olursa, ayrı bir soydan geldiğine inanan bir topluluğu etnik grup sayacağız? Söz gelişi, 1917 Bolşevik ihtilalinden kaçıp Türkiye’ye sığınan ve çeşitli illerde yerleşen (meselâ iki yüz kişilik) Rus ailelerini bir etnik grup olarak niteleyebilir miyiz? Kaç kişi olsaydılar ve bir şehir yahut çevrede hangi yoğunlukta otursaydılar, bunları etnik bir grup olarak kabul edebilecektik? Görülüyor ki, benzeri soruları cevaplamak, nesnel ölçülere bağlamak kolay değildir; ancak, nesnel çözümü, rakamlarda değil, etnik kimlik yahut kültür olgusunda bulabiliriz.

Bu grup, her şeyden önce kültür taşıyıcı ve yaratıcı bir toplumsal birim olmalıdır. Bu topluluk, geçen zamana rağmen, an kitle ile uyuşmazlığını, kültürel farklılığını devam ettiriyor olmalıdır. Yukarıda işaret ettiğimiz, din, dil, edebiyat, musiki v.b. konularında ana toplumla kaynaşmamış, onun dışında ve bağımsız kalmış olmalıdır. Son olarak önemli nokta, grup, sadece geldiği yerden taşıdığı kültürü korumakla kalmamalı, aynı yönde yaratıcılığına devam etmelidir; aksi halde, bir süre sonra ana-kitle içinde kaybolacak demektir. Ancak, bu nesnel şartlara sahip olan ve ayrı bir soydan geldiğine inanan topluluklar, sayıları ne olursa olsun etnik grup olarak nitelenebilecektir.

Bu ölçülerle, yurdumuza bir kere daha baktığımızda, gerçekçi bir toplumsal tabana dayalı bir etnik grubun varlığını ileri sürmek çok zordur. Ama, ister propagandaların etkisiyle, isterse eğitim zaafımızdan doğmuş olsun, kendisini Türk saymayan, bunu yüreğinde ve kafasında duymayanları zoraki Türk saymanın da bir anlamı yoktur. Ancak, kendilerini bu durumda hisseden Türk vatandaşları için, milliyetçiliğin en ateşli zamanlarının yaşandığı Meşrutiyet döneminden verilecek örnekler vardır:
***
Osmanlı İmparatorluğu, her türlü din ve etnik ayrımı reddeden Osmanlılık kavramı üzerine oturtulamayınca, bunu gerçekleşemeyeceği fiilî gelişmeler ve etnik unsurların kendi milliyetçiliklerini güdüp, istiklâllerini istemeleri ile anlaşılınca, İmparatorluk, İslâmcılık kavramı üzerine oturtulmaya çalışıldı; esasen, geleneksel hukukî yapı da bu idi. Ancak, İmparatorluğumuz fiilen Türklerin sırtında ve yönetiminde olduğundan, bu yük ve sorumluluk bütün İslâm halklara yayılmak istenmişti. Balkan Savaşı faciasını yaşandığı yıllarda, artık bunun da mümkün olmadığı anlaşılmıştı. O günkü aydınlarımızın deyişi ile, “asır milliyet asrı idi.” İmparatorluk camiası içindeki İslâm topluluklarına da milliyetçilik akımı girmişti. Bunu, büyük ölçüde, Avrupalı devletler ve Rusya çeşitli yollardan yapmış olsalar da, fiilen Müslüman gruplar etnik milliyetçilik gayretine girmişlerdi. O dönemlerdeki ünlü Teşkilât-ı Mahsusa örgütlenmesi, Osmanlı ordusu içinde Arapçılık gayreti güden subayların tesbit edilip, ayıklanması için gerçekleştirilmişti.

Milliyetçiliğin karşı konulmaz gücünü kabullenen ve İmparatorluğumuzu Türk unsurdan başkasına dayandıramayacağımızı, büyük felâketlerin dersleri ile anlayan Osmanlı aydınları, Türk milliyetçiliği fikrine sarılmışlardır. İşte Gökalp, bu dönemde yazdığı yazılarında, milliyetçiliği içtimaî bir mikrop olarak niteliyor ve İslâm âlemini yeterince parçaladığını, artık İslâm dünyasının hizmetine verilmesi gerektiğini savunuyordu.

Bu fikir hemen bütün Müslüman aydınlar tarafından fiilen kabul görmüştü. Bu kabul, uygulama da şöyle ortaya çıkıyordu: Müslüman ve fakat farklı etnik gruplara mensup olan bir çok Osmanlı aydını, kendi memleketlerine giderek milliyetçilik yapmaya ve toplumlarını ayağa kaldırarak B atı sömürgeciliğine karşı koymaya çalıştılar. Bir çok ünlü Osmanlı aydını Mısır’a, Suriye’ye, Arnavutluğa ve Saraybosna’ya gittiler. Bu insanlar, Türk yahut Osmanlı düşmanlığı yapmadan, kendi milliyetçiliklerini yaparak toplumlarının mücadelesini verdiler. Gitmeyip Türkiye’de kalanlar ise, etnik kökenlerini bir yana bırakıp Türk milliyetçiliği yaptılar; “Ebediyen sana yok, ırkım yok izmihlal” diyen Mehmet Akif bunların önde gelenlerindendi.

Bu insanların başka türlü hareket etmeleri mümkün değildi; çünkü aksine hareket, yani Türkiye’de durup, Arapçılık yahut Arnavutçuluk yapmak, kendi etnik zümrelerine hizmet değil, Türk’e ihanet olacaktı; en üstün değer saydıkları Devlet-i Aliyye’ye ihanet olacaktı. Onlar böyle bir yanlışa hiçbir zaman düşmediler. O dönemin büyük İslâmcı aydınlarından olan Bediüzzaman Said Nursî de, “Osmanlı dağılıyor, biz de bundan sonra Kürtler için çalışalım” diyen teklifleri reddetmiş ve bu tavrı “Unsuriyetçilik” olarak nitelemiştir. Said Nursî de, zamanın milliyetçilik zamanı olduğunu, bir Ermeni komitecinin gösterdiği direnci örnek göstererek anlatır. Ancak, bu milliyetçilik İslâm’a hizmet etmelidir, der. Bir Müslüman toplumu parçalamaya yönelik milliyetçilikler unsurculuktur ve uzak durulmalıdır. Yani, Türk toplumu içinde yaşayan Müslümanlar, hangi etnik kökene sahip olurlarsa olsunlar, toplumla bütün olmak, etnik ayrımcılık yapmamakla mükelleftirler; Mısır’da yaşayan Müslümanların Türkçülük yahut Arnavutlukta yaşayanların Arapçılık yapmamaları gerektiği gibi.

Şimdi, yüz yıllardır Türkiye’de yaşayan Çerkez, Gürcü, Arnavut yahut Boşnak veya Kürt kardeşlerimizin bu gerçekleri bir kere daha düşünmeleri faydalı olacaktır.

Küreselleşme ve Millî Hayat, sh: 140-145

Ziyaret -> Toplam : 125,06 M - Bugn : 86050

ulkucudunya@ulkucudunya.com