« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

14 Tem

2014

Türkiye, Ateşle Oynuyor

Sedat Laçiner 01 Ocak 1970

Cami yakma hadiselerini Nijerya’dan, Irak’tan veya Pakistan’dan duyar, üzülürdük... Dini binaları kundaklama hastalığının ülkemize de bulaşacağını söyleseler inanmazdık.

Ne yazık ki bu da oldu ve geçtiğimiz günlerde İstanbul Esenyurt’ta daha çok Caferi vatandaşlarımızın devam ettiği Muhammediye Camii önce kundaklandı, ardından bir kez daha camiye saldıran saldırganlar binanın çeşitli birimlerini tahrip ettiler…

Olayı münferit bir saldırı olarak değerlendirmek mümkün değil. Yaşananlar bir yönüyle Musul’un veya Şam’ın devamı niteliğindedir ve Ortadoğu’da harlanan mezhep yangının ülkemize düşen kıvılcımlarıdır.

TÜRKİYE AVANTAJLARINI KAYBEDİYOR

El Kaide denen garip örgüt ilk çıktığında bu anlayış karşısında en korunaklı yerlerden biri de ülkemizdi... Örgüt, Türkiye’de eylem yapacak adam bulmakta dahi zorlanır, dışarıdan gelen birkaç adamıyla eylem yapmaya gayret ederdi.

Polis meselenin üzerine öylesine sert giderdi ki El Kaide ve benzeri yapılar örgütlenmek için 5-10 kişiye ulaştığında baskınlar düzenlenir, El Kaide’ye soluk alma fırsatı dahi verilmezdi.

Ne yazık ki söz konusu hassasiyet özellikle Arap Baharı’ndan sonra önemli oranda erozyona uğradı...

Türkiye’nin farklı öncelikleri ortaya çıktı ve Selefi grupların ülkedeki takibi etkisiz hale geldi... Bugün IŞİD uzantıları İstanbul başta olmak üzere Irak ve Suriye’deki sözde cihat için bağış bile toplayabiliyorlar...

Hassasiyetin azalmasında en önemli etken ise Türkiye’nin Ortadoğu ve İslam dünyasında gücünün ötesinde hedefler peşinde koşmasıdır…

Davos’ta İsrail’e ‘one minute’, diyen, Mavi Marmara’da İsrail’e adeta meydan okuyan Türkiye, Arap Baharı’nda da Arap dünyasını baştan aşağı yeniden dizayn etme rolüne girişti…

Ne yazık ki Türkiye’nin tüm bu saydıklarımızı yerine getirecek gücü yok!...

Türkiye, İran veya Suudi Arabistan gibi orta büyüklükte devletler Ortadoğu gibi son derece karmaşık ve sorunlu bir bölgeyi tek başlarına dizayn edemezler... Bu ülkeler bugünkü şartlarda ancak büyük bir devlet ile ittifak yapar iseler belli ölçülerde değişikliğe muvaffak olabilirler.

Eğer Türkiye gibi devletleri iktisadi, siyasi ve askeri güçlerinin ötesinde hedefleri gerçekleştirmeye girişirlerse bunun içeride çok ağır bedelleri olur…

Dış politikada güç, bir temenni meselesi değildir. Milli gücün reel kıstasları vardır ve Türkiye henüz o kıstaslara göre büyük bir güç (great power) değildir. Belki ileride bu da gerçekleşecektir, ancak güç, gelecekten avansa alınamaz.

GÜCÜMÜZÜ BİLMEK ZORUNDAYIZ

Bu sözlerimizi kadercilik veya teslimiyetçilik saymayınız lütfen. Türkiye’nin gücü ortada: Türkiye’nin gayrı safi milli hasılası ABD’nin birkaç şirketinin yıllık geliri kadar. Türkiye, hala üreten değil tüketen bir ekonomi. En önemlisi Türkiye hala birlik ve beraberliğini yeterince güçlendirememiş, sosyal yapısı yaralı bir ülke. Yani dış müdahalelere açık, kendisi ile kavgalı bir ülke.

Böyle bir ülkenin kendisine bakmadan başkalarını değiştirmeye kalkması büyük açıklara yol açar, açıyor da… Açıkların en önemlisi ise mezhepçilik ve dini fanatizmin Türkiye’ye sızması…

Türkiye’nin İsrail, Mısır ve Suriye’de başlayan ‘lider ülke’ olma hevesi gerçekte büyük bir başarısızlıkla sona erdi. İç siyasi münakaşalarda zaman zaman başarı gibi lanse edilse de Mavi Marmara ve İsrail’e meydan okuma girişimleri büyük bir yenilgi ile sona erdi.

MAVİ MARMARA: DEĞDİ Mİ?

İsrail’in kuru özrünü saymazsak Mavi Marmara’da Türkiye, İsrail tarafından silahla durduruldu ve Türk vatandaşları uluslararası sularda katledildi. Buna karşın Türkiye hiçbir şey yapamadı, olanları seyretmek zorunda kaldı. Zaten Mavi Marmara’dan sonra benzeri bir girişimde de bulunulamadı.
Olaydan sonra Türkiye büyük bir utanç yaşarken Gazze’de şartlar iyileşmedi, İsrail tüm dünyanın gözü önünde sivil asker ayrımı gözetmeksizin saldırılarına devam etti, Türkiye de bunları engellemek için hiçbir şey yapamadı. Olayın ardından artan PKK saldırıları da Türkiye’nin ödediği bir başka bedel oldu…

En önemlisi Türkiye geçmişten farklı olarak hem İsrail’de, hem de Filistin’de etkisini önemli oranda kaybetti, geçmişte oynadığı arabuluculuk/kolaylaştırıcılık rolüne veda etti. İsrail ile kanlı bıçaklı hale gelen ve kamuoyu önünde radikal tepkiler veren bir ülke olarak gösterilen Türkiye bu olaydan sonra ABD ile ilişkilerinde de çok ciddi sorunlar ile karşılaştı…

MISIR’I DA KAYBETTİK

Aynı şekilde, Mısır’da Türkiye Müslüman Kardeşleri destekledi. Ankara bu ülkede desteğini öylesine ileri götürdü ki Cumhuriyet tarihinde belki de ilk defa bir ülkenin içişlerine bu kadar yoğun karıştı. Türkiye’nin desteklediği Mursi askeri bir darbe ile devrildiğinde ise Hükümet’in buna tepkisi sanki yaşananlar Türkiye’de olmuş gibiydi. Türkiye, Mısır’da kelimenin tam anlamıyla yalnız kaldı. ABD, Avrupa Birliği, Rusya, Çin, Suudi Arabistan ve dünyanın geri kalanı Mısır’da darbe yönetimini Mısır’ın meşru idaresi sayarken Türkiye, General Sisi idaresine adeta savaş açtı. Oysa ki Türkiye’nin böylesine romantik bir dış siyaseti devam ettirecek gücü yoktu.

Bundan daha önemlisi Mısır’da gösterilen tepki ve Müslüman Kardeşler ile dayanışma Türkiye içerisine Sünni dayanışması gibi yansıtıldı, böyle bir algı oluştu…

Seçimle Devlet Başkanı seçilen Sisi yeryüzünde belki de en çok Türkiye’yi hasım devlet olarak görüyor. Nitekim Türkiye, devlet başkanlığı yemin törenine davet edilmeyen iki devletten biri oldu... Bugün denebilir ki Türkiye, Mısır’da en etkisiz aktörlerden bir tanesi. Oysa Mısır Ortadoğu'da çok önemli bir ülke ve Türkiye'nin böylesine büyük ve etkili bir ülkede sıfır-faktörlü aktör olmaya tahammülü yok...

SURİYE POLİTİKAMIZ ÇÖKTÜ

Son olarak Türkiye’nin Suriye politikası da önemli oranda hüsran ve hayal kırıklığı ile sona erdi. 2010 yılına kadar büyük bir sabır ve gayretle inşa edilen dış politika ne yazık ki Arap Baharı’nda tarumar oldu. Türkiye uluslararası toplumun olaylara tepkisini iyi hesaplayamadı ve Suriye’de yine yalnız kaldı.

Suriye’de mülteci yükünün önemli bir kısmını tek başına omuzlayan Türkiye, birbirine rakip ABD, Rusya, İran ve Suudi Arabistan’la dahi uyum içinde kalamadı. Bunda elbette tek sorumlu Türkiye değildir, ancak dış politikada sürece değil, neticeye bakılır. Günün sonunda tüm hesabı ödeyen ve eline bir şey geçmeyen ülke Türkiye kaldı.

Batı dünyası Suriye’de tarafların birbirlerini tüketmesinden memnun görünüyor. Suudi Arabistan ve İran ise olaylara mezhepçi bir bakış açısı ile bakıyorlar. Bu ülkeler Irak ev Suriye’den ellerinde hatırı sayılır bir parça kalırsa bundan memnun olacaklar. Türkiye ise tüm bu çekişmeler içinde farkında olmadan savruluyor. Esad’a karşı El Nusra ve IŞİD’in dengeleyici olmasını umacak kadar çaresiz kalan Türkiye bu ülkelerdeki çatışmaların Türkiye’ye sıçrama ihtimaline fazla emek harcayamıyor. Oysa ki dış politikanın birinci önceliği iç güvenliği korumaktır.

MEZHEPÇİLİĞİ DURDURMALIYIZ

Suriye ve Irak’ın şu anda en büyük riski Türkiye’de mezhep kavgalarını tetiklemesi ve dini fanatizmi Türkiye Müslümanları arasına yaymasıdır. Buna ayrıca Kürtçü etnik fanatizm ve terörizmin geçmişten daha büyük ve farklı olarak yeniden hortlamasını da eklemek gerekir.

Bu tehlikeler hatırlatıldığında yetkililer mutlaka “biz de bu tehlikelerin farkındayız ve önlemek için elimizden geleni yapıyoruz” diyeceklerdir. Elbette yetkili kişi ve kurumların samimiyetlerinden şüphe edilemez. Hepsi Türkiye için çalışıyorlar… Ancak burada asıl sorun kurumlarımızın mezhepçilik ve dini aşırılık tehlikesine bir iç sorun nazarıyla değil de, bir dış politika konusu gibi bakmaları ve sorunları dönemsel görüp esasa ilişkin duruş sergilemekte güçlük çekmeleri.

Açacak olur isek Ankara Hükümeti din ve siyaset konusunda daha açık ve güçlü bir felsefi çerçeve oluşturmak zorunda. Yani El Kaide, IŞİD benzeri din anlayışı ile Türkiye’nin din anlayışının farkları güçlü bir şekilde çizilmeli ve aşırı dini grupların ülke içindeki faaliyetleri yakın takibe alınmalıdır. Oysa bu hususta tüm enerji son derece yararsız ve esasında milli bir tehlike oluşturmayan alanlara sevk edilmektedir.

İkinci olarak, Türkiye böylesine sarsıntılı bir dönemde bölge veya dünya lideri ülke gibi kanaatimizce gerçekçi olmayan bir yaklaşımla Irak ve Suriye’ye eğilmemelidir. Böylesine iddialı bir yaklaşım Türkiye’yi birçok aşırı grup karşısında hedef haline getirir. Daha da önemlisi bu iki ülkedeki olaylar dünya lideri veya bölge lideri tanımaz. Nitekim ABD ve Rusya’nın olayları belli bir uzaklıktan seyretmesinin nedeni budur.

Üçüncü olarak yaşananları dönemsel ve geçici bir oyun olarak görüp mevcut aktörler ile işbirliği arayışları ölümcül olabilir. Örneğin PKK’ya karşı El Nusra’yı desteklemek, Maliki ve İran’a karşı IŞİD’den medet ummak vs. uzun vadede Türkiye’yi bölge hastalıklarına açık hale getirebilir.

Türkiye, tıpkı geçmişte olduğu gibi Şii veya Sünni kanatta yer almamalı, mezhepçiliğin panzehiri bir ülke olmaya devam etmelidir.

***

Özetleyecek olursak, İstanbul’da bir caminin önce yakılması ve ardından tekrar saldırıya uğraması hafife alınacak bir işaret değildir. Çevremizdeki yangın büyümektedir ve alevler İstanbul’u dahi yalamaktadır. Önlem almak için gecikir isek neler olabileceğini söylemeye dahi gerek yoktur.

Ziyaret -> Toplam : 125,23 M - Bugn : 116799

ulkucudunya@ulkucudunya.com