Bu ne biçim seçim?
Şahin Alpay 01 Ocak 1970
Malumunuz, II. Tayyip Erdoğan ve yandaşları demokrasiyi seçime indirgeme eğiliminde. Diyorlar ki, seçimleri kazanan dilediğini yapar; gerekirse hukuku çiğner, cadı avı bile yapar.
Bu anlayışın en ilkel demokrasi tanımına uygun düştüğü söylenebilir ama çağdaş demokrasi kavramıyla zerre kadar ilgisi yoktur. Çağdaş anlamıyla demokrasi, belki en iyi tanımını AB’nin Kopenhag siyasi kriterlerinde bulur: Demokrasiyi (yani seçimle gelen iktidarı), insan haklarını, hukuk devletini (yani insan haklarına dayalı hukuku) ve (dinsel ve etnik) azınlıkların korunmalarını ve saygı görmelerini güven altına alan kurumların istikrar kazandığı rejim.
Bir an için demokrasiyi iktidarın seçimle belirlenmesinden ibaret bir rejim olarak kabul edelim. Bu takdirde bile seçimin demokratik sayılabilmesi için hür ve adil olması gerekir. Hür ve adil seçimler öncelikle bütün ergen yurttaşların eşit oy hakkına sahip olmaları, düzenli olarak yapılmaları, oylamanın gizli oy–açık sayım ilkelerine dayanması, iktidarların el değiştirmesine izin vermesi anlamına gelir. Ama hür ve adil seçimlerin gerekleri asla bunlardan ibaret değildir.
Türkiye’de seçimlere gölge düşüren düzenlemelerin başında, parlamento seçimlerinde uygulanmaya devam eden % 10’luk seçim barajı geliyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyen bu baraj yüzünden 2002 seçimlerinde kullanılan oyların % 45’i boşa gitti; AKP oyların yaklaşık üçte biriyle Parlamento’daki sandalyelerin yaklaşık üçte ikisine sahip oldu. Seçim çevrelerinin saptanmasında az nüfuslu kırsal bölgelerin kayırılması nedeniyle, temsilde büyük adaletsizlik var. 2011 seçimlerinde İzmir 110 bin dolayında, Tunceli ise 29 bin dolayında seçmene 1 milletvekili çıkardı.
Partilere Hazine yardımı yapılmasının demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmadığı başlı başına bir tartışma konusu. Bizde % 7 üzerinde oy alan partilere Hazine yardımı yapılması ise açık bir adaletsizlik. Bu yüzden dördüncü büyük parti HDP bile Hazine yardımından dışlanmakta. Türkiye’de seçimlerin demokratikliğine ağır bir gölge düşüren uygulama ise milletvekili adaylarının tek-seçici genel başkanlar tarafından belirlenmesi. Bu uygulama milletvekillerini halkın değil parti başkanlarının temsilcileri haline getirdiği gibi, başkanları da partilerin sahibi kılmakta.
Partilerin siyasi çalışmalarının finansmanı konusunda tam bir karanlıktayız. Uluslararası Şeffaflık Derneği, Türkiye başkanı Oya Özarslan’ın belirttiği üzere siyasi çalışmaların finansmanı ve kamu adına denetimi konusunda yasal düzenlemesi bulunmayan çok az sayıda demokrasiden biriyiz. Cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi dolayısıyla, adayların seçim kampanyalarının finansmanı ile ilgili olarak ilk kez bir yasal düzenleme yapıldı. Bu düzenlemenin nasıl istismar edildiğiyle ilgili haberleri her gün okuyoruz. Adaylardan birinin, kampanyasında devlet imkanlarından yararlanan başbakan olduğu dikkate alınırsa, bu düzenlemenin adil seçime ne kadar katkıda bulunabileceği de ortada.
Seçimleri, bu arada 10 Ağustos’ta yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimini adil olmaktan uzaklaştıran hususların başında, yurttaşların ödediği vergilerle finanse edilen, yasası uyarınca tarafsız olmak zorunda olan, fakat son yıllarda tam anlamıyla iktidarın borazanı haline gelmiş olan TRT’nin adaylara ayırdığı sürelerindeki eşitsizlik var. Adaylardan Selahattin Demirtaş’ın bu yöndeki eleştirilerine karşılık TRT genel müdürünün kendisini yayınlarda yer vermemekle tehdit etmesi ise gerçek bir skandal.
Sandığa hile karıştığına dair iddiaların 1950’den bu yana hiçbir zaman 30 Mart yerel seçimlerinde görüldüğü kadar yaygın olmadığı da dikkate alınırsa Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) cumhurbaşkanlığı seçimlerini gözlem altına almış olmasında şaşılacak bir şey yok. Bu ne biçim seçim diye sormak da haksızlık olmaz.