« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

20 Ara

2006

MİLLÎ KÜLTÜRLER-MOZAİK KÜLTÜRLER VE BÖLÜCÜLÜK II

Nevzat KÖSOĞLU 20 Aralık 2006

Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma dönemlerinde diğer Müslüman unsurlar gibi Kürtler de, Kürt Teali Cemiyeti gibi dernekler kurdular. İngilizler, Fransızlar, Ruslar, bütün unsurları karıştırdıkları gibi, onlara da el attılar. Fakat bu yabancıların el atması, yani propaganda yapması, doğrusunu isterseniz Müslüman halk arasında çok fazla yer tutmadı; bunu bilelim. Çünkü bu, Müslüman mahallesinde salyangoz satmak gibi oluyordu. El altından ve Hıristiyan kesimler içerisinde yapıyorlardı. Yani Osmanlı düşmanlığını Hıristiyan Araplar yahut Arnavutlar kanalı ile yapmaya çalıştılar. Ermenilere, Rumlara yahut Bulgarlara kurdukları yabancı okullarda yahut doğrudan halk içinde propaganda yapabiliyolardı. Fakat Kürtlere o şekilde giremediler. Çünkü Kürtlerin arasında Hıristiyan yoktu. Onlara bu açıdan milliyetçilik fikri pek giremedi. Onların okumuş yazmışlarından, Avrupa görmüşlerinden yahut İstanbul’a gelmiş, âyan üyesi olmuş, milletvekili olmuş yahut gazeteci olmuş kesimlerden girmeye başladılar ve onları teşkilâtlandırmaya çalıştılar. Doğudaki toplumsal yapı ve özellikle dinî duyarlıklar ve tarikat ağı, yabancı güçlerin nüfuzunu azaltıyordu. Ayrıca bin yıllık tarihî ve toplumsal beraberlik, Osmanlı yapısının dışında bir şey düşünülmesine imkân vermiyordu. Bazı okumuş Kürtler arasında görülen bu tür gayretler halk kesimlerine hiçbir zaman yayılamadı. Kürtlerde, Arnavut yahut Araplardaki anlam ve derinlikte bir “Osmanlı çökerse ne yapacağız?” korkusu da yaşanmadı; onlar Türk unsurla aynı durumda idiler ve farklı bir duyarlık yahut endişeleri de yoktu. I. Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar aynı durum devam etti. Kürt Şerif Paşa gibi, bazılarının zaman zaman İngiliz desteğinde çıkış gayretleri olduysa da, yayılamadı. Bu yıllarda Mevlanzade Rıfat Beyin, Said Nursi’ye yazdığı mektup, yukarıda anlatmaya çalıştığımız tutumun bir ifadesi olmak bakımından ilgi çekici bir örnektir. Mevlanzade diyor ki, Osmanlı artık yıkıldı; herkes kendi kavminin yanına gidip onlar için çalışmaya başladı, biz de Kürdistan’a gidelim ve orada bir şeyler yapamaya çalışalım. Said Nursi’nin cevabı, muhtemelen bütün Kürt halkının duygularını dile getirir gibidir: “Osmanlıyı yeniden kuracağını söyle, bu yolda canımı vereyim…”

Doğu Anadolu’da yabancı tesirlerin istedikleri sonucu alamayışlarında bu coğrafyayı bin yıldır Türklerle paylaşmanın ve o bin yılın getirdiği ortaklıkların çok etkili olduğunu düşünebiliriz. Çünkü biliyorsunuz, Anadolu’da ilk Türkleşen bölge Güneydoğu Anadolu bölgesidir. İlk Türk devleti orada kurulmuştur; Artukoğulları Osmanlıların amca çocuklarıdır, Kayı boyundandır. Akkoyunluların, Karakoyunluların merkezi Amik ovası, Diyarbakır ve çevresidir. Burası çok yoğun Türk bölgesidir. Sonra 16. yüzyılda Şah İsmail’in devlet kurması döneminde ve Akkoyunlu, Karakoyunlu çekişmelerinin de etkisiyle Türkmen boyları Azerbaycan’a doğru çekilmişlerdir. Zaman içerisinde orada kalan birçok Türk boyu da Kürtleşmiş, öyle kalmıştır. Ziya Gökalp’in yaptığı çalışmada da belirttiği gibi, Diyarbakır ağzı Azerî ağzının bir devamıdır; hâlen de öyledir. Dıyarbakır’dakilerin Türkçe konuşanlarına dikkat edin, Kerkük, Azerbaycan hattındaki bir ağızla konuşurlar.

Bu bin yıllık beraberlik ve yakınlıkların getirdiği duyguyla Anadolu Kürt’ü farklı bir şey düşünmemiştir; Türk ne düşünüyorsa o onu düşünmüştür ve öyle de davranmıştır. Yani Millî Mücadele’ye Mustafa Kemal başlarken, Erzurum’da, Erzurum Kongresi’ne katılan, meselâ İzmir’den delege yoktur ama, Dersim’den delege vardır, bilmem Bitlis’ten delege vardır. Yani böyle başlamış, böyle de gelip gitmiştir.

Cumhuriyetin ilk başlarında, tabiî özellikle İngiliz’lerin Musul meselesi dolayısıyla doğuyu çok fazla kurcaladıklarını bugün biliyoruz. Musul meselesi, biliyorsunuz, Lozan’da halledilemedi, sonra Birleşmiş Milletler Cemiyeti’nin kararına havale edildi. Derken referandum yapılma ihtimali belirdi. Bir yandan da İngilizler Doğu Anadolu’yu karıştırmaya devam etti. Sason isyanı, Nasturi isyanı filân o dönemde çıkmış isyanlardır. Bildiğiniz, Şeyh Sait İsyanı olarak anılan isyan da yine bu dönemde çıktı.

Şeyh Sait İsyanı üzerinde hâlen daha tartışılır; yani sebepleri üzerine kesin hükümler vermek biraz zordur; ama Şeyh Sait’in öyle çok fazla Kürtçülük endişesiyle hareket ettiği kanaatini ifade etmek de biraz zordur. Çünkü o ciddi bir Nakşî şeyhidir. Harekette biraz Müslümanlık gayreti, -çok muhafazakâr bir Müslümanlık anlayışı hâkimdir- biraz belki Osmanlı saltanat gayreti, belki biraz Cumhuriyetin zaafından yararlanarak bağımsızlık kazanma düşüncesi ve İngiliz tahriki, hepsi birlikte düşünülebilir.

Bu hareketler, ne yazık ki, bizim çok zayıf zamanlarımızda oldu. Yani, bizimkiler bir devlet kurmuşlar, Türkiye Cumhuriyeti. Şu kadar boğazlaşmadan, yokluklardan, zorluklardan sonra bir devlet ortaya çıkmış; tabiî o devleti kuran insanların o devletin varlığı üzerine nasıl titrediklerini anlamak zor değil. En ufak bir tehlike halinde bile şiddetle sarsılıyorlar. O dönemde Şeyh Sait İsyanı patlak verdiği zaman, Başbakan Fethi Okyar’dır. Fakat, isyan haberi gelince Fethi Okyar indirilerek İsmet İnönü başbakanlığa getiriliyor. Fethi Okyar da asker olmakla birlikte daha liberal eğilimli ve meselelere suhuletle yaklaşmak temayülünde. İnönü daha titiz ve sert davranmıştır. Bu sertlik bugün tabiî bize biraz uygunsuz gibi geliyor ama, bu duygu yanıltıcıdır. Şu kadar didişmeden sonra bir devlet kurulmuş, Musul gibi bir vatan toprağının ve zenginlik kaynağının mücadelesi verilirken isyan etmek, hangi gerekçelere dayanırsa dayansın, o gün için affedilebilecek bir şey değildir ve affedilmemiştir.

İsyanlar bitti; ama, konuşulmasa da, etkileri ve acıları alttan alta günümüze kadar sürdü. Sonra demokrasiye geçtiğimiz yıllarda “particilik” dediğimiz ve bir türlü hazmedemediğimiz kavrama yeniden bulaştık. Bu particilik işi, hem demokrasinin vazgeçilmez bir gereğidir; hem de başımızın belâsıdır. Çünkü, ortaya çıktığı zamandan beri, yani tâ Meşrutiyet döneminden beri sürekli bir didişme ve toplumu yıpratma alanı oluşturmuştur. Aslında, toplumdaki bütün çelişkiler ve zıtlaşmalar bu şemsiye altında toplanarak kavga konusu yapılmıştır. Türk milletinin enerjisinin yüzde 80’ini tüketen particilik hareketidir. Hatta Millî Mücadeleye baktığınız zaman, en büyük handikabının particilik olduğunu görürsünüz. Birinci Meclisteki gruplaşmaların bile temelinde fikrî duyarlıklardan çok particilikten doğma duygu bakiyelerinin olduğunu söyleyebiliriz.

Particilik çekişmeleri içerisinde bu duygular yavaş yavaş yeniden canlanmaya başladı. Elbette ki, yabancıların parmağı hiçbir zaman durmadı. Dünyaya açıldık; İngiltere’den, Fransa’ya, Belçika’dan, Almanya’ya kadar her yana Türkiye’den Kürtler gitti. Bunlardan kimisi okudu, kimisi okumadı; kimisinin ekmek parası olmadı ve bir sürü gizli servisin, açık servisin tuzağına düştü, ele geçirildiler. Lobiler oluşturuldu, gizli, açık yayınlara girişildi. Anadolu’daki Kürtlere dönük yayınlar yaptılar, propaganda yaptılar ve 1980’lerden sonra iş iyice çığırından çıktı. Görünen o ki, ilgili servislerinde desteğini alarak Kürtçülük yapmak kolay olduğu dar da kârlı bir eylemdi.

Burada, 1980 öncesinde yaşanan acı tecrübeleri kısaca bir daha hatırlamak ve değerlendirmekte yarar vardır; çünkü, Kürtçülük hareketinin gelişmesinde bu dönemin özel bir yeri vardır. 1980’den önceki olaylar, görünürde sol-sağ gibi diye kabaca ve aptalca bir ayrım üzerinde mücadele yapılıyormuş gibi gösteriliyor idi. Olayın bir sol-sağ kavgası olmadığını Türk milliyetçilerinden başka anlayan gerçekten yol muydu, hâlâ emin değilim. Çünkü, en aşırı anlamlarını yükleseniz bile sağ ve sol kavramları için bu tür bir mücadelenin yapılamayacağı bizim için açıktı… Temelde, Türk milleti adına Türk milliyetçilerinin, Rus sömürgeciliğine karşı savaşı vardı; sosyalizmle, komünizmle değil, Rus emperyalizmiyle. Çünkü Rusya, 16. yüzyıldan itibaren Moskova’nın yakın çevresinden itibaren Bütün Sibirya, -Sibir hanlarının ülkesi, Türk ülkesi yani- ; Urallar, bütün Türkistan, Kafkaslar, Kırım ve Tuna’ya kadar bütün bu bölgeleri Türklerden aldı. Yani Rusların bütün büyümesi, bütün gelişmesi Türklerin çekilmesi ile Türk toprakları üzerinde oldu.

Onun için Türk Devleti’nin iki yüz yıllık temel problemi Rus korkusuydu; 1990’lara kadar. Türk milliyetçilerinin mücadelesi de bu tarihî gerçekliğe dayanıyordu. Soğuk savaş dünyanın her yerinde vardı; ama bizde bir başka türlü vardı. Niye başka türlü vardı? Çünkü Ruslarla mücadele vardı. Türkiye’deki soğuk savaşın, dünyanın herhangi bir yerindekinden çok farklı olduğunu, bizden başka anlayan olmamış mıydı? Bunun cevabını veremiyorum. Fransa’da, Almanya’da ve Avrupa’nın diğer birçok ülkelerinde bizimle hemen hemen aynı zamanlarda başlayan öğrenci hareketlerinin kısa zamanda sona erip , marjinal hale gelmesi ile bizdekilerin gün geçtikçe büyüyüp toplumu tehdit etmesi arasındaki farkı kimse görememiş miydi? Türk milliyetçilerinin kurumsal olarak da, toplumsal kökenleri itibariyle ve duygusal olarak da sosyalizmle çok da fazla sorunlarının olmayacağını kimse anlamıyor muydu? Sosyalizmin ideolojik bir sömürü aracı halinde kullanıldığını Türk milliyetçilerinden gayrı gören yok muydu? Türk milliyetçileri tarihe mi takılı kalmışlardı, yoksa bu milletin okumuş bir kesimi körleştirilmiş miydi?

Bu soruları çoğaltmak mümkündür; ama gerekmez. Şunu söylemeliyiz ki, Rusya eğer Türkiye’yi düşürseydi Sovyetler çökmezdi; bunu bilin. Afganistan’ı düşürdüğü gibi Türkiye’yi de düşürseydi, ki çok fazla kalmamıştı; gelişmeler çok farklı olurdu. 1970’lerde neredeyse :Doğan Avcıoğlu’nun sivil-asker cuntası Türkiye’yi düşürecekti. Bir iki askerin idrakiyle kurtuldu; Allah rahmet eylesin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç. 1980’lerde de eğer bizim o acı mücadelemiz olmasaydı Rusya Türkiye’yi düşürebilirdi ve Türkiye’yi düşürdüğü zaman da böyle gitmezdi. Rusya’nın Türkiye’yi düşürmesi, Osmanlı’nın Viyana’ya girmesi gibi olurdu. Eğer Osmanlı Viyana’ya girebilseydi, medeniyetimiz yeni bir çiçeklenmeye başlardı, yeni bir imparatorluk doğardı; olmadı. Rusya’nınki de olmadı; burada bizim, Allah’a şükür, çok büyük payımız vardır. Kim ne derse desin, Türk milliyetçiliğinin kavgası, tarihin bir dönemecini belirlemiştir…

İkinci bir nokta daha vardı. Biz Türkiye’deki sol hareketin Kürtçülüğü ileriye taşıdığını görüyor ve o günden, uygun üsluplarla söylüyorduk. Sonradan, bu taşıma işini yüklenenler de dahil, kırk türlü insan bu lâfları tekrarladı ama, iş işten geçmişti. 1980’lerde Mamak ihtilal mahkemelerinde bar bar bağırdık, gelen sosyalizm değil, Kürtçülüktür, diye. Ve Türk milletini bölmekle suçlanan arkadaşlarımızdan birisi orada kalktı, “Bölücü sizsiniz” dedi, “ben Kürt’üm ve Türk milliyetçisiyim!”

Türk Milliyetçilerinin söylediklerinin, nasıl bu kadar ortada kaldığını anlamak kolay değildir. Dahası var: Komintern (dünya komünist partilerinin kurultayı) toplantılarında, milletleri kendi ağlarına düşürmek için, nerede, hangi politikaları uygulayacaklarını tek tek karar haline getiriyor ve yayımlıyorlardı. O kararlar Türkiye’deki bir takım sosyalist dergiler tarafından aynen yayımlanıyordu; ülkesine göre kır gerillası yahut şehir gerillası taktiklerine kadar her şey sergileniyordu. Sadece Türkiye’yle ilgili bölüm, bir iki paragraf halinde boş bırakılıyordu; “Siz anlayın onu” demeye getiriyorlardı. Nihayet o boş kalan kısmı da Behice Boran, çıkardığı derginin bir sayısında doldurdu; Türkiye’yi düşürmek için neler yapılması gerektiğinin stratejisini hatta taktiklerini veriyordu. Bunun içerisinde Kürtçülük hareketleri de vardı ve Türkiye’de sağ ve sol çatışıyor söylemi devlet yönetiminde –egemen olmakta devam ediyordu…

O zamandan beri sosyalist hareketler Kürtçülüğü daima arkaladılar. 1980’den sonra, kurulan zemin üzerinden Kürtçülük, Apo hareketiyle yeni bir ivme kazandı ve bildiğimiz noktalara kadar geldi. Apo 1970’lerde Türkiye’yi Rusya hesabına düşürmeye çalışan Deniz Gezmiş’lerin yoldaşı idi. Ve hâlâ Türk televizyonlarında bu insanların ağıtlarını dinleriz…

Türkiye gerçekten tuhaf yollardan, sarp gabanlardan geçti; ama Allah Türkiye’yi korudu…

Bir şey daha söyleyeyim; 1980 öncesinde Ülkücü Hareket’in doğudaki yayılışı hızlı idi; hemen her vilayetimizde ülkücü gençler çığ gibi büyüyorlardı; bunların çoğu Kürt’tü ve olağanüstü bir rahatlıkla “Ben Türk milliyetçisiyim” diyebiliyorlardı.

Başka bir şey daha söyleyeyim: Doğuda 20-30 yıl evveline kadar canlı bir şekilde devam eden medreseler vardı, buralarda eski usul dinî eğitim veriliyordu. Buralarda eğitim verenler de, alanlar da Türk Devletine bağlı idiler. Bunlar gizli eğitim yaparlardı; ama, devlete sadık insanlar yetiştirirlerdi ve buralardan yetişenlerin halk içindeki nüfuzu fazla idi. Son 30 yılda bu medreseler adım adım kaybedildi; yani Kürtçülüğün eline düştüler. Şimdi ne kadar var bilmiyorum ama, var olanların hepsi de Kürtçülüğün merkezi haline geldiler.

Türk tarihinde tarikatların sosyal yapımızdaki yeri zannedildiğinin çok üstünde değerlidir; bunlar olumlu ve olumsuz yönleriyle çok etkili kurumlardır. Bu kurumlar, tâ Horasan’daki yahut Kaşgar’daki bir insanla İzmir’deki adamı manen birbirine bağlar. Masonluk yahut Rotaryenlik gibi uluslar arası örgütlerden çok daha güçlüdürler. Bir Nakşî halkasının yarattığı bağ, sözü geçenlerle kıyas kabul etmeyecek ölçüde güçlü olur. Aynı şeyhe bağlıdırlar ve bu, geçici bir çıkar ilişkisi değildir. Tarikat ilişkilerinin oluşturduğu bu manevî ağ, bütün Türk Dünyasını sarar ve bir bütünleşme oluşturur. Bu, çok önemli bir yapıdır ve bu yapı her zaman Türklüğe bağlı kalmıştır. Doğuda da genellikle Nakşîlik tarikatı hâkimdir. Nakşîlik Türk tarikatıdır ve Kürtler arasında da hâkimdir. Bu tarikatların da şimdiki hâlleri nedir; irdelenmeye değer.

Türk Dünyasının açılması dediğimiz Sovyetlerin dağılması, ilgisiz gibi görünse de Kürtçülük hareketlerine Avrupalı devletlerin ilgi ve desteğini artırdı. Çünkü, daha önce de dokunduğumuz gibi, büyük bir Türk dünyası gerçeği bu ülkeleri, en azından tedirgin ediyor ve Kürtleri bir koz olarak elde tutmayı ihmal etmiyorlardı. Şimdi, zannediyorum Avrupa’da Kürdoloji Enstitüsünün olmadığı belki vilayet bile yok; o kadar yaygın destekleniyorlar.

Üzücü olan şu: Bizim Kürtler zannediyorlar ki, gerçekten kıymete bindik… Biz yıldır bu Türklerle beraber yaşadık, bir olduk da bizim kıymetimizi bilmediler; bak Avrupalılar nasıl da arkamızda dolanıyorlar… Anlamıyorlar ki, yüzyıldır, iki yüz yıldır bu kadar ülkeyi nasıl karıştırdı, bu kadar insanı nasıl kullanıp kırdırdıysa, seni de aynı maksatlar için kullanıyor. Günümüzde insan hakları ve toplumların kültürel bağımsızlıkları gibi değerler, bu amacın malzemeleri olarak kullanılmaktadır; ama, umar ve dileriz ki, insanlık gerçekten bu düzeye gelmiş olsun ve bu değerleri sömürgeciliklerinin bir aracı olarak kullanmasınlar. Bunu ümit etmek insan olarak hakkımız; ama, Irak’ta Saddam Kürtleri kırdı; Barzani-Talabani kapışıyor, PKK’ya karşı harekât yapılıyor yine Kürtler kırılıyor; Türkiye’de hepimiz acı çektik, ama Kürtler de çekti ve kırıldılar; Suriye’de ve İran’da en ufak hareketlerinde kırılacaklar. Bütün bunların bir anlamı yok mu? Kürtlerin bunu anlaması gerek. Avrupa yahut Amerika’ya kaçanlar kurtuluyor, bu da unutmamamız gereken günümüz gerçeği… Fransız Cumhurbaşkanı’nın muhterem eşi, kedi-köpeği sever gibi bizim Kürtleri seviyor; bu onun hobisi olabilir, ama milletler arası mücadelelere yansıması çok zor… Eğer Avrupalı dostların sicilleri bu kadar bozuk olmasaydı; meselâ Suriye’nin Cezayir’in yakın geçmişini unutabilmiş olsaydık Kürtlere olan sempatilerini de yüksek medeniyetlerinin bir tezahürü olarak görebilirdik. Ne yazık ki, bugün ancak iyi dileklerimizden ve ümitlerimizden söz edebiliyoruz.

Burada hakikaten Kürtler hesabına da, bizim hesabımıza da büyük talihsizlikler var.

Biz bu coğrafyayı, bu toprakları vatan yaptığımız yıllardan beri hiç bu kadar can kaybetmedik. Savaştık ülkeler aldık, savaştık ülkeler kaybettik, ama böyle kan kaybetmedik ve böyle bölünmedik; kendi insanımızla böyle bölünmedik. Bunu batılılar başardılar. Yeri geldi insan hakları adına dediler, yeri geldi Avrupa Birliği’ne girmek adına dediler; sonuçta onlar başardılar, biz bu gelişmeleri okumakta bile başarısız kaldık…

Bu noktada Kürtlerin bir etnisite olup olmadığını tartışabiliriz. Buna girmeden önce, bu etnisitenin önemi nereden geliyor, onu bilelim. Etnisitenin varlığı, bağımsız bir millet varlığının temelini oluşturuyor.Yirminci yüzyılın başlarından beri de, her millete bir devlet yani siyasî bağımsızlık ilkesi esmekte olduğu için, etnisitenin kabulü, siyasî bağımsızlığa çıkışın kapısını aralıyor. Görünüşte olay sadece kültürel bir varlığın, varlığını rahatça sürdürebilmesi şeklinde ortaya konuluyorsa da, bir kesim için gizlenen, öbür kesim için rahatsızlık veren nokta, bunun bir basamak olarak kullanılması ihtimalidir. Türkiye için, Kürt etnisite iddiaları da aynı durumdadır. Bin yıldır Anadolu da Kürtçe konuşmuşlar, kimsenin de bundan duyduğu bir tedirginlik olmamış; her şey doğal gidişinde olmuş.Bugün Kürtçe türkü söylemek insanları huylandırıyorsa, Kürtçe söylendiği için değil, bu türkü, suyun üstündeki kısımdır diye şüphe edildiği içindir. Bu gidiş siyasî parçalanmayı doğurur diye korkulduğu içindir. Devletin birliği ve vatanın bütünlüğü hâlâ en üstün toplumsal değerimiz olduğu içindir. Olayın gelişmelerine, Avrupa’daki destekçilerine ve dökülen kanlara bakıldığında, bir paranoya olmadığı kolayca görülebilir.

I. dünya Savaşı öncesinde İttihat ve Terakki Fırkası, bugünkü etnisite anlamındaki cemaatlerin toplumsal bir yapı olarak varlıklarını kabul etmekle birlikte, “asla siyasî hak” iddia edemeyeceklerini ilân etmişti. Osmanlılık içinde kültürel gerçeklik olarak varlıkları kabul edilmekle birlikte, siyasî varlıkları yoktur; her fert kendi başına bu hakka sahiptir. Hatırlatalım ki, bu cemaatler gayrimüslim etnisitelerdir…

Şimdi, kimliklerinin tanınmasını isteyen Kürtlerin, Türk toplumunun dışında, gerçekten bağımsız bir kimlikleri var mıdır; bağımsız bir kültürleri ve yaratıcılıkları var mıdır? Bu sorulara soğukkanlı cevaplar bulunmalıdır.

Bilindiği gibi, bir toplumun nesnel kimliği, o toplumu başka toplumlardan ayıran kültür varlıklarının tamamıdır; dili, dini, mimarisî, musikisî, tarihi, bütünüyle yaşama tarzı. İnsanları da Türk, Fransız yahut Rus yapan, bu millî kimliğin bireylerdeki yansımalarıdır; Türkçe konuşur, türkü söyler vs. bu adamın Türk olduğunu anlarsınız. Yerleşim yerlerinin de kimlikleri vardır; uzaktan minareyi gördüğünüzde buranın bir Müslüman yeri olduğunu anlarsınız; biraz daha yaklaşıp minarenin özelliklerini görebildiğinizde, bir Türk yerleşim yeri olduğunu bilirsiniz…

Yüzyıllardan beri bu kültür içinde birlikte yaşamaktan ve onu birlikte yaratmaktan ötürü de, bu muhitte yaşayan insanlar kendilerini o kültürün kimliğinde hissederler; yani Türkiye’de Türk hissederler, Fransa’da Fransız hissederler. Türk bayrağı altında yaşadıkları, Türkçe konuştukları, türkü söyledikleri, Müslüman oldukları vs. için, kendilerini Türk hissederler. Bu hissediş de öznel kimliktir. Sağlıklı olan, kişinin hangi kültür içinde yaşıyorsa, hangi kültür içinde toplumsallaşmış ise, kendini o kimlikte hissetmesidir. Kendisi belli bir kültür içinde kişiliğini bulmuş, o millî kültürün yansımalarını almış ama kendisini bir başkası olarak hissediyorsa, bu durum patolojiktir.

Toplumsal/kültürel tabandan yoksun bir öznel kimlik duygusu hastalıklıdır ve etkili bir propagandanın ürünü olabilir. Böyle bir kimlik duygusu dayanıksız, zayıf ve her an çökmeye hazırdır; ama, var olabilir. İnsanlar, elma oldukları halde armut olduklarına, belirli bir süre için de olsa, inandırılabilirler. İşte Türkiye’deki bütün etnisite iddialarının durumu budur ve yukarıda anlattığımız Çerkezlerin Kafkasya’ya gidişleri, propagandaya dayalı yüzeysel bir öznel kimliğin çabucak çöküşünün güzel bir örneğidir.

Kürt kimliği ne durumdadır; tarihî, kültürel bir toplumsal tabanı var mıdır, yoksa o da propagandaya dayalı yüzeysel bir öznel kimlik iddiası mıdır? Kürtlerin nüfus ve yoğunluk itibarıyla böyle bir iddiayı ileri sürebileceklerini ifade etmiştik.

Kürtlerin ayrı bir soydan olmadıkları da ileri sürülmüştür. Ancak, soğukkanlılıkla bakıldığında, ya bu insanların, Türklerin Anadolu’ya gelişlerinden çok önce buralara Orta Asya’dan gelmiş olduklarını, yahut nereye bağlanacakları tartışmalı olsa da ayrı bir soydan geldiklerini kabul etmek gerekir. Türkistan yazıtlarında Kürt diye bir topluluktan söz edildiği ortadadır. Döguyni de, Türklerin, Moğolların ve sayir Garbî Tatarların Tarihi Umumîsi isimli eserinde Macaristan’a gelen Hun boyları içinde Kürt boyunu kaydetmektedir. Bütün bunların anlamı nedir? Kürtler, Saka kavimleri içinde yahut da Sümerlerin geliş dönemlerinde Orta Doğu’ya gelmiş olabilirler mi? Bu iddiaların en az, Kürtlerin Asur yahut benzeri bir kavmin artıkları olduğu kuramları kadar irdelenmeye, araştırılmaya değerdir. Soy bakımından kesin olan bilgiler, dünyamızın bu coğrafyasında Türklerle Kürtlerin birbiriyle son derce karışmış olduklarıdır. Anadolu’nun tâ Abbasîlerden itibaren ilk Türkleşen bölgesi, bugün Kürtlerin ağırlıklı olarak yaşadığı bölgelerdir. On birinci yüzyıldan, on altıncı yüzyıla kadar Türk nüfusunun en yoğun ve hareketli olduğu bölge burasıdır. Daha önce de bir vesileyle dokunduğum gibi, bu bölgede sadece birey ve aile düzeyinde değil bütün bir boylar arasında Kürtleşmeler olmuştur. Eğer soy bir anlam ifade ediyorsa, Güneydoğu Anadolu’nun en belirgin gerçeği budur.

Nesnel bir kimlik iddiasında bulunabilmek için, bir millî kültürü oluşturan bütün unsurlara en kalabalık şekliyle sahip olmak gerekmese de, önemli bazılarının tartışmasız bir biçimde olması gereklidir. Kürtlerde bu önemli ögelerden biri olarak dil konusu da tartışmalıdır. Bir yanda Avrupa’daki Kürdoloji enstitüleri Kürtçe sözlükler yayımlarken, bir yandan da araştırmacılar, on bin kelimelik Rusça-Kürtçe sözlük üzerinde yaptıkları çalışmada, bağımsız bir kökten kelime bulunmadığını ileri sürmektedirler. Bu incelemeye göre, söz konusu on bin kelimenin yarısı kadarı Farsça, geri kalanın da yarısına yakını Türkçe, Arapça ve Urduca köklerden gelmekte, az bir kısmının da kökeni tespit edilememektedir. Buna, Kürtçe’nin fevkalâde farklı diyalektlerinin bulunduğu ve bunların birbirlerini anlamadıkları da eklenirse, ortada bir kültür dilinden ne ölçüde söz edilebilecektir? Pigmeler de kendi aralarında anlaşmak için sözcükler kullanırlar. Bir Kürt edebiyatının varlığını sormuyoruz; Kürtçe yazmış bir Fuzulî, bir Veysel bilmiyoruz. Yaşar Kemal, “Ben Kürk kökenli bir Türk romancısıyım” diyor; işte katı gerçek budur. Eğer Kürtler on dokuzuncu yüzyılda, az veya çok, mevcut birikimleri üzerinde bir millet oluşturmanın çabalarına girebilselerdi, belki bugün, Finlilerin Kalevela destanından bir dil ve millet yaratmaları gibi başarılı olabilirlerdi. Ama, bugün artık çok geç değil mi? Üstelik böyle bir Kürt destanını da bilmiyoruz. Prof. Fahretdin Kırzıoğlu, Oğuznâme’de, bizlerin kitaplarda ancak okuyabildiğimiz Alper Tunga sagusunun, Doğu Anadolu’daki Kürt aşiretlerinde Türkçe ninni olarak söylendiğini yazıyor;
Alper Tunga öldü mi, / Issız acun kaldı mi…

Kürtlerin Müslüman ve genellikle Sünnî oldukları biliniyor… Peki farklı bir Kürt müziği olduğu ileri sürülebilir mi? Kürt müziği adı altında Kürtçe türkü söylemekten başka yapılan bir şey mi vardır? Ayrı bir Kürt mutfağı duydunuz mu yahut Kürt mimarîsinden söz edildiğini? Hangi camie bakarak bunun Kürt eseri olduğunu söyleyebilirsiniz? Bin yıldır Türklerden ayrı bir bayrak taşıdıkları, Türklerden farklı bir tarih yaşadıkları ileri sürülebilir mi? Aşiretler arasındaki çekişmeler hariç, hangi savaşta Türkler yanlarında olmaksızın ölmüşlerdir? Kürtlerin, hayatın herhangi bir alanında Türklerden farklı bir üslup geliştirdiklerini, farklı bir hayat kurduklarını kim iddia edebilir?

Aklı başında hiç kimse. Sadece propaganda bunu yapabilirdi ve yapmıştır; onlara yüzeysel bir öznel kimlik vermiştir. Hiçbir tarihî ve kültürel toplum tabanına dayanmayan bir kimlik iddiası ile Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalama ufku onlara kazandırılmıştır. Ve Kürtler, bütün dünyanın gözleri önünde oynanan oyunda hangi güçlerin sıradan bir aleti olarak kullanıldıklarını görememektedirler; özellikle de okumuş kesimleri. Burada bile Türklere benziyorlar; çünkü, onların da önce okumuş kesimleri batıdan estirilen rüzgârlara tutulurlar…

Bütün bu tespit ve tahlilleri yapmamış olsak, bunların hiçbirinde gerçek payı bulunmasa bile, Kürtler tarihen, vicdanen ve dinen Türkiye’de bir etnisite iddiasında bulunmak hakkına sahip değillerdir. Onlar, bir paranın öbür yüzü gibi, Türk milletinin öbür yüzü olarak kendilerini hissetmek ve bu idrakle, bu coğrafya ve bu devlete sahip çıkmak zorundadırlar. Bir Kürt, kendisini bir Karadenizli gibi hissettiği zaman, bu tarihî, vicdanî ve dinî sorumluluğunun gereğini yapmış olacaktır. Bu sorumluluğa daha önce temas etmiştik. Sorunun, Kürtçe konuşmak yahut şalvar giymek olmadığı bilinmektedir; bu tür duyarlıkları, şu kadar birikimli tarihî tecrübesi olan bir millet tartışmaz bile. Ama, uyanık olmak, hele günümüz dünyasında uyanık olmak hepimizin sorumluluğudur. Türkler bir acı çekeceklerse, Kürtler daha çoğunu çekeceklerdir; aklı olanlar için bundan daha açık gerçek yoktur; başka milletlerin bayağı aleti olmak hacaleti de alınlarındaki damga olacaktır.

Başlangıçta işaret ettiğimiz ilkeyi unutmayalım: Siyasî varlığın da, toplumsal varoluşun da temeli bütünlüktür. Kürtlerle yeniden bütünleşmenin her türlü imkânı denenmelidir ve bir çatışma, zıtlaşma psikolojisine hiçbir zaman düşülmemelidir. Devletin, hiçbir anlamda ve hiçbir kesime istismar imkânı vermemesi, kötüye kullanmaları durdurması gerektiği de açıktır.

Türk Ocakları Genel Merkezi’nde Verdiği Konferans’tan
Türk Yurdu Dergisi, Sayı: 202, Sh: 13-18

Ziyaret -> Toplam : 125,07 M - Bugn : 90482

ulkucudunya@ulkucudunya.com