Akil adam-makûl şüpheli
Mümtaz’er Türköne 01 Ocak 1970
“Makûl şüphe”nin gölgesinde Yargı Paketi’ni tartışırken, bugün Akil Adamlar uzun bir aradan sonra tekrar toplanıyor.
“Akıl” sadece ortak payda değil, yokluğunun bile akla uygun bir açıklaması olmalı. Akil adamlar, Başbakan’ın çağrısı ile toplanıyor ve eşzamanlı olarak bütün ülke “makûl şüpheli” haline geliyor; ancak gerçekçi bir sinema filmi gibi her sahnesi, her detayı hepimizin gözleri önünde cereyan eden tarihin en büyük yolsuzluk soruşturması tek kalemde kapatılıyor. Bu kadar akıl dışı bir durumu akıl ve mantık sınırları içinde nasıl açıklayacaksınız?
17 ve 25 Aralık soruşturmaları devletin tepesindeki siyasetçileri hedef almıştı. Bugün kapatıldığına göre makûl açıklama, iktidardaki politikacının elindeki gücü bu soruşturmaları durdurmak için kullanması. Tepetaklak olan sonuçta ülkenin Başbakan’ı idi; üstelik sandık desteğini bu soruşturmalar başladıktan sonra tazelemeyi başarmıştı. Elindeki gücü her yolu deneyerek kendisini ve çevresindekileri korumak için kullanması doğal ve akla yakın bir tepki gibi duruyor. Sadece akıl yürütmeyle değil, son on ayda doğrudan yargıyı hedef alan düzenlemelere bakarak aynı sonuca varabilirsiniz. Sırf bu soruşturmaları durdurmak için kaç kanun çıktı, kaç atama yapıldı? Medya mutfakları kaç yalan haber üzerinde çalıştı, resmî binalarda kaç kriz toplantısı yapıldı, kaç plan ve operasyon kararlaştırıldı ve uygulandı.
Yine de bu açıklama yeterli görünmüyor. Devletin hırsızlar ve üçkâğıtçılar tarafından bütünüyle teslim alınması, geride kalan söz sahibi her bürokratın bu yolsuzluklara çanak tutması lâzım. Olup bitenlere tepki duyup bu iddiaya sarılmak kulağa hoş geliyor. Peki doğru mu? O kadar geleneği ve kurumuyla koca Devlet, bir avuç ‘Haramî’ye teslim olur mu? Devlet’in içinde namuslu adam kalmadı mı? O çok güvendiğimiz kurumlar ve en önemlisi devlet aklı izin alıp bu süre zarfında tatile mi çıktı?
İşleyen bir Devlet Aklı’nın her şeye rağmen hükümferma olduğuna inanmaktan başka çaremiz yok. Ergenekon soruşturması, doğrudan devletin içinden sızan bilgi ve belgelerle yürürken, işte bu akıl devredeydi. “Devlet aklı” tek bir kişinin veya kurumun uhdesinde değil; objektif şartlara uygun olarak bu ülkenin çıkarlarını korumaya azimli güçlü bir devlet geleneği var. Bu gelenek bürokrasinin, hatta siyasetin dar mahfillerinde yaşıyor ve bir kriz çıktığı zaman bu objektif şartlara uygun çözümleri ortak bir aklın ürünü olarak üretiyor. Yerleşik sermaye çevreleri, kendi çıkarlarını korumak için bu akla refakat ediyor. Sonuçta devlet aklı krizlerde, varlığını her şeyin üstüne çıkartan o soğukkanlı canavarın refleksleri olarak devreye giriyor.
Devlet aklı tecrübe biriktiriyor ve bu tecrübeyi kurumlaştırıyor. 2000 ve 2001 krizleri, sadece halkı yoksullaştıran bir soygun olarak yaşanmadı; aynı zamanda ülke çıkarları uluslararası sahnede derin bir yara aldı. Galiba en büyük hata, içi boşalan bankalara ve bankacılara mer’î kanunların uygulanması idi. Birçok banka kurtarılabilir, finans krizi bu kadar derinleşmeyebilirdi. Daha esnek ve geniş bir tutumla az zararla atlatılacak bir kriz böylece derinleşti ve Türkiye tam anlamı ile çöktü.
Erdoğan’ın bu evrede devlet aklı ve halk nezdinde avantajı, istikrarı, dolayısıyla birçok çıkarı temsil etmesiydi. Yolsuzluk soruşturmalarını kendisine değil, ülkeye yönelik bir saldırı olarak nitelerken çok yakından takip ettiği bu denklemi kullandı.
Eğer bu muhakeme doğru ise yolsuzluk soruşturmaları tamamen durdurulmuyor, sadece erteleniyor. Bu arada sihirli kase yani istikrar yavaş yavaş el değiştiriyor. Öyleyse Davutoğlu’nun çağrısı önem taşıyor. Başbakan, herkesi Barış Süreci’ne sahip çıkmaya davet ediyor. Demek ki yolsuzluk dosyalarının tam karşısında, tahterevallinin ucunda Barış Süreci duruyor.
Görülmemiş hesaplar bekleyebilir mi? Barış Süreci bu bekleyişin bedeli ise neden olmasın? Başından itibaren bu süreci takip eden biri olarak, işte bu gerekçe ile Başbakan’ın çağrısına olumlu cevap veriyorum.