Saatlerinizi geri almayı unutmayın!
Nuh Gönültaş 01 Ocak 1970
Her sonbahar saatlerin geri alınma zamanı geldiğinde garip bir şekilde zihnime Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati” adlı yazısı gelir.
Meğer yine saatlerin geri alınma zamanı gelmiş.
Niçin böyle yapılır, bunun ne anlamı vardır, hiç düşünmeden hemen yaparız.
Çünkü biliriz ki, bir yerdeki bütün saatlerin akrep ve yelkovanı aynı rakamı göstermezse oradaki kargaşayı izah edecek bir kelimemiz dahi yoktur.
Hem her birimizin hem hepimizin, her şeyin her tarafını ve de hayatını kuşatmış olmasına rağmen, zaman denilen mefhumun gerçekte ne olduğunu kavrayamayız.
Hayatımızı ona göre şekillendirir, ona göre yaşarız. Ama neye itaat ettiğimizin farkında bile değilizdir. Varlığı bütünüyle kuşatan bir şeydir zaman, yani “Her şeyi tutan bir şey…”
Bizzat zamanın kendisinden söz ettiğimizde elbette Necip Fazıl Kısakürek’in 1936’da yazdığı “Zaman” isimli şiiri “Bundan daha iyi zaman şiiri yazılmamıştır” diyerek önümüze çıkar.
Elbette iyinin iyisi vardır ama zamanın belirsizliğini, ilerisini gerisini, arkasını önünü, bu bilinmezi ve hatta izafiliğini Einstein’dan de güzel ifade etmiş:
“Nedir zaman, nedir?
Bir su mu, bir kuş mu?
Nedir zaman, nedir?
İniş mi, yokuş mu?”
Belki de bir hırsız;
İzi, lekesi var.
Belki de bir hırsız;
O yok, gölgesi var.
Akrep ve yelkovan,
Varlığın nabzında.
Akrep ve yelkovan,
Yokluğun ağzında.
Zamanın çarkları,
Sizi yürütüyor!
Zamanın çarkları,
Beni öğütüyor.”
Müslüman Saati terk edilince Gurabahane-i Laklakan da unutuldu…
Bir toplumu değiştirmek isterseniz o toplumun saatleri ile oynamanız yeterli olabilir.
İşte belki bu yüzden Batı’da üretilen saatlerin Osmanlı’ya girişiyle yaşam biçimi de değişmeye başladı. Sağlam bir rivayete göre Batılı tip sarkaçlı ve mekanik saatlerin Müslümanlar’ın hayatına girmesi Batılılar tarafından zamanında “Sessiz bir devrim” olarak değerlendirilmiş. Zaten Ahmet Haşim “Müslüman Saati” adlı yazısında tam da bunu anlatıyor:
Osmanlı zamanında nasıl Darülaceze, Darüşşafaka, Darüleytam gibi düşkün, aciz, yetim insanlara hizmet eden kuruluşlar olduğu gibi, hayvanların düşkünü, acizi, yetimleri, hasta ve sakatları için de vakıflar kurulmuş.
İşte bu “Gurabahane-i Laklakan onlardan biriymiş. “Düşkün, garip leylekler evi” anlamına geliyor. Galiba Bursa’da hâlâ faaliyetini sürdürüyor ama mahiyetini pek bilmiyorum.
Zaman ve saat çerçevesinde okunacak kitaplardan birisi de kesinlikle ve kesinlikle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”dür. Bu romanı okumayan ağzına Türk edebiyatını almasın derim. O derece yani…
Müslüman Saati…
Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslubuna göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı.
Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları, sonunu akşamın ışıkları tayin ederdi…
Işıkta başlayıp ışıkta biten, 12 saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslüman’ın mesut olduğu günler işte bu günlerdi; şerefli günlerin vakalarını bu saatlerle ölçtüler…
Alafranga saatin âdetlerimiz ve işlerimizde kabulü ve alaturka saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkithanelere bırakılmış battal bir “eski saat” haline gelişi, hayata bakış tarzımız üzerinde korkunç bir tesire sahip olmamış değildir…
Gelen yabancılar hayatımızı bozup onu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanınmaz bir hale getirdiler. Yeni “ölçü” bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda altüst ederek, eski “gün”ün bütün setlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” meydana getirdi.
Bu, Müslüman’ın eski mesut günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve sonu gelmez günüydü.
Yeni saat, Müslüman akşamının hüzünlü ve şaşaalı dakikasını dağıttığı gibi, 24 saatlik yabancı “gün”ün getirdiği geçim şekli de bizi fecir âleminden uzak bıraktı… Halbuki fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî mânayı veren o akılları hayrette bırakan mimarîyi anlamış değillerdir…
Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da, fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir. Ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolaşmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz.
Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık.