Dış Politikada Yalnızlık
Sedat Laçiner 01 Ocak 1970
Uluslararası ilişkilerin adil ve ahlaki bir alan olduğunu kimse söylemez… Tam tersine yaygın kanı uluslararası ilişkilerin kaotik ve çıkarcı bir alan olduğudur. Bu nedenle devletler bir diğerine asla yüzde yüz güvenmezler ve ilişkilerini dostluk, kardeşlik gibi duygusal temeller üzerine kurmazlar…
Bu açıdan bakarsanız tüm devletler bir anlamda yalnızdır, tek başınadır. İngiltere’ye atfedilen “İngiltere’nin kalıcı dostları yoktur, kalıcı çıkarları vardır” ifadesi bir yönüyle tüm devletler için geçerlidir…
Buna rağmen devletler, olabildiğince çok devlet ile iyi ilişkiler geliştirmeye çalışırlar. Diğer devletlerin öfkesini, düşmanlığını vs. üzerine çekmemek milli çıkarın en önemli ögesidir. Özellikle küçük veya orta büyüklükte bir devletseniz, diğer devletler ile iyi ilişkileri ve işbirliğini arttırmak milli güvenliğinizi sağlamak için şarttır.
Bazı devletler ise işbirliğinde oldukça ileri gitmişler ve işi belli alanlarda entegrasyona kadar götürmüşlerdir. Örneğin Kanada ve ABD arasındaki ilişkiler bir çok alanda diğer devletler arası ilişkilerden farklı bir noktaya gelmiştir. Aynı şekilde Avrupa Birliği içi ilişkiler birçok konuda uluslararası ilişkiler konusu olmaktan çıkıp adeta iç siyaset ilişkisine benzer bir hal almıştır.
Türkiye ise dünyanın en tehlikeli bölgelerin kavşağında çıkarlarını bölgesel kamplaşmalara dahil olmamak, tam tersine diğer devletlerle işbirliği imkanlarını arttırmada görmüştür. 1. Dünya Savaşı’nın neden olduğu travmanın da etkisiyle Türk Hariciyesi ülkeyi savaşa sokmamaya ve içeride kalkınma için zaman kazanmayı 1 numaralı hedef olarak görmüştür.
Gücünün, yani güçsüzlüğünün farkında olan Türkiye Cumhuriyeti dışarıda özellikle Ortadoğu çatışmalarının dışında kalmış, doğudan çok Avrupa siyasetinde yer almaya çaba göstermiştir. Turgut Özal döneminde buna bir de Orta Asya, Balkanlar ve Karadeniz’de ilişkileri derinleştirme, dış siyaseti ekonomi temelli bir hale getirme eklenmiştir. Özal’a göre milli çıkar temelde ekonomik çıkardır ve dış politika da buna hizmet etmek zorundadır.
ARABULUCU ÜLKE
Cumhuriyet’in yapıcı ve işbirliğini esas alan dış politikası çevresinde ciddi bir saygınlık uyandırmış ve birbirine düşman pek çok ülke Türkiye’yi işbirliği yapılabilecek bir ülke olarak görmüştür. Örneğin birbirleri ile kanlı çatışmalar içinde olan İsrail ve Filistin, Türkiye’yi aralarında kolaylaştırıcı bir ülke olarak görebilmişlerdir.
Aynı şekilde Türkiye, İsrail ve Suriye arasında arabuluculuğa benzer bir rolü üstlenmiştir. 2000’li yıllarda İsraillileri Pakistan ile İstanbul’da buluşturan da Türkiye olmuştur. Suudi Arabistan ile Suriye arasında buzları eriten Türkiye, AK Parti iktidarı boyunca İran ile Batı arasında kolaylaştırıcı bir rol üstlenmiş, iki tarafın da saygınlığını kazanmıştır.
Balkanlar’da anlaşamayan devletlerin Türkiye’nin kolaylaştırıcılığı ile pek çok kez biraya geldiği, savaşta iki taraf olan Rusya ve Gürcistan’ın her ikisinin de Türkiye ile ilişkilerini devam ettirebilmeleri vs. benzeri örneklerdir.
Çatışmaları azaltıcı, iletişimi ve işbirliğini arttırıcı bu dış politika Türkiye’nin ekonomik ve siyasi çıkarlarına hizmet etti, Türkiye birçok konuda söz konusu saygınlığın faydalarını gördü. Nitekim 2008 yılında Birleşmiş Milletler’de Güvenlik Konseyi üyeliği için yapılan oylamada Türkiye 151 oy alarak 2009-10 dönemi için BMGK’ne seçilmişti.
Geçtiğimiz Ekim ayının ortasında yapılan ve Türkiye'nin de aday olduğu BM Güvenlik Konseyi 2015-2016 geçici üyeliği seçimlerinde ise bambaşka bir tablo ortaya çıktı ve Türkiye adeta büyük bir hüsran yaşadı. Üçüncü tur oylamada İspanya 132 oy alırken, Türkiye sadece 60 oyda kaldı. İşin asıl üzücü olan yanı ise Türkiye'nin bu oylamada Arap ülkelerinden sadece 1 oy, Avrupa ülkelerinden ise sadece 8 oy almasıydı. Üstelik yenilginin esas mimarlarının yıllarca Türkiye’nin ‘dost ülke’ olarak tanımladığı Suudi Arabistan, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin olmasıydı…
Bazı okurlar sadece Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne yapılan bir seçimle Türk dış politikasının yargılanamayacağını iddia edebilirler, ancak bu seçim ilişkilerimizin geldiği nokta hakkında son derece öz bir tablo ortaya koymuştur ve gidişatın yönü hakkında endişe verici işaretler vermiştir.
İSRAİL: DOSTLUKTAN DÜŞMANLIĞA
Denebilir ki, dış politikada üslup kayması İsrail ile ilişkilerde başlamıştır. Aslında AK Parti’nin ilk yıllarında iki devlet arasındaki ilişkiler tarihinin zirve noktasına ulaşmıştır. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere Türkiye işi İsrail ile Müslüman dünya arasında arabuluculuk noktasına kadar götürmüştür. İlişkiler 2006 Lübnan saldırılarında etkilenmişse de, ciddi anlamda bozulmamıştır. Bozulmak bir yana, Kasım 2007’de İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ve Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, aynı gün TBMM Genel Kurulu'na hitap ettiler ve Türkiye hakkında övgü dolu cümleler kurdular. Peres, “Avrupa'nın Türkiye'ye ihtiyacı Türkiye'nin Avrupa'ya olan ihtiyacından daha fazladır” derken Abbas, “Türkiye hem ortak hem yapımcıdır. Türkiye, hem global bir mimar, hem yerel bir mühendistir” dedi.
İlişkiler neredeyse ‘mükemmel’ bir seviyedeyken İsrail’in 27 Aralık 2008 günü Filistin’e girmesine Türkiye çok ağır tepki verdi. Asıl tepki ise yaklaşık 1 ay sonra 29 Ocak’ta Davos’ta geldi ve dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, İsrail CumhurbaşkanıŞimon Peres’e çok sert bir çıkış yaptı. İsrail'in Gazze saldırısı hakkında son derece sert ifadeler kullanan Başbakan Erdoğan, “Siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” dedi, oturum yöneticisini kendisine kısa süre vermekle eleştirip “Davos benim için bitmiştir” diyerek, paneli terketti.
Bundan sonra Türkiye-İlişkileri krizden krize koştu, alçak koltuk krizi ve Mavi Marmara derken ilişkiler en azından siyasi anlamda koptu ve iki düşman ülkenin ilişkisini andırır bir hal aldı.
ARAP DÜNYASI
İsrail’e karşı kullanılan sert ve alışılmadık dil ve tavır ilk başta istisna sanıldıysa da zamanla diğer devletlerle ilişkilere de benzeri bir sertlik hâkim olmaya başladı. Geçmişin ihtiyatlı ve içişlerine karışmaktan özenle kaçınan, dış politika ile iç politika arasında belirgin sınırlar çeken Türkiye gitti, bunun yerine dış politika mesajlarını miting meydanlarına taşıyan, diğer ülkelerin sokaklarına hitap eden, başka devletlerin rejimlerini hedef alan çok sert açıklamalar geldi…
Tıpkı İsrail’le olduğu gibi Suriye ile de ilişkiler AK Parti’nin ilk yıllarında tarihinin zirvesine çıkmıştı. Ne var ki Arap Baharı ile birlikte Türkiye yıllardır Şam’a yaptığı yatırımlardan bağımsız bir dış politika izlemeye başladı.
TÜRKİYE, MISIR İÇ SİYASEETİNİN İÇİNDE
Arap Baharı veya Arap Ayaklanmaları bölgede son 50 yılda ortaya çıkmış belki de en revizyonist, yani bölge yapısını değiştirmeye dönük en güçlü hareketlerdi. Başka bir deyişle ayaklanmalar mevcut rejimleri yıkmaya dönüktü. Türkiye bu dalgada ayaklanmaları olumlu gördü ve bir fırsatmış gibi değerlendirerek bölge devletlerinin değil de, sokağın yanında yer aldı. Özellikle Mısır’da Müslüman Kardeşler ile kendisini çok yakın gören Hükümet,Mursi yönetimine tam destek verdi, Mısır’da devletlerarası ilişkileri aşan bir şekilde taraf haline geldi. Mısır’da askeri darbe yapılıp Mursi devrilirken de bu tavır devam etti ve Türkiye Mısır iç siyasetinin aktif bir aktörüymüş gibi davranmaya devam etti.
İşte bu tavır Türkiye için çok yenidir ve Cumhuriyetin dış politika davranışlarının çok dışındadır. Bu bağlamda, Türkiye’nin Mısır’a karşı Arap Baharı ve sonrasında izlediği dış politika için Türk Dış Politikası’nda keskin bir sapma diyebiliriz. Ayrıca bu sapma klasik dış politika anlayışının da çok dışında, dünya politikası içinde de istisnai özelliklere sahip bir politikadır.
Mursi, 3 Temmuz 2013’de devrilince Ankara, Müslüman Kardeşler’e açık destek verdi, yeni Mısır yönetimini ise yerden yere vurdu. Mısır’ın iç konuları Türkiye’de miting alanlarında Türkiye’nin iç siyasetiymiş gibi konu olmaya başladı. Oysa başta ABD, AB, Suudi Arabistan, Rusya ve İran olmak üzere tüm dünya devletleri yeni Mısır yönetimini tanıdı ve hatta Türkiye ile Katar dışında yapılan darbeye ‘darbe’ diyen başka devlet dahi çıkmadı.
MUHTEŞEM/DEĞERLİ YALNIZLIK
Türkiye’nin Mısır politikasında yalnız kaldığı aşikârdır. Hükümet çevreleri bu durumu ‘muhteşem yalnızlık’ veya 'değerli yalnızlık' olarak değerlendirirken, bunun nedenini daha çok ahlaki dış politikaya bağladılar. Buna göre Türkiye ahlaklı davranırken dünyanın geri kalanı çıkarcı ve gayri ahlaki davranıyor, haksızın yanında yer alıyordu...
Bu açıklamalarda gerçeklik payı olsa da Mısır’ın hiçbir dönemde demokratik bir ülke olmadığını, buna karşın Türkiye’nin Hüsnü Mübarek döneminde ve öncesinde Mısır ile yakın ilişkilerinin bulunduğunu hatırlamak gerekir. Aynı şekilde geçmişte Türkiye ile gayet iyi ilişkileri bulunan ne Beşar Esad ne de Kaddafi demokratik liderler değillerdi. Yani kötüleşen ilişkileri sadece etik nedenlere bağlamak mümkün değildir…
Diğer taraftan Mısır ile gerilen ve neredeyse çatışma noktasına gelecek olan ilişkiler Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin katılımıyla daha da büyüdü. Suudi Arabistan, müttefikleri ile birlikte darbeci Sisi yönetiminin yanında yer alırken, AK Parti’nin yakın müttefiki sayılan Müslüman Kardeşler örgütünü de terör örgütü ilan etti. Böylece Mısır’ın iç siyasetine dâhil olmak Türkiye’ye Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve bölgenin diğer statükocu devletlerini de kaybettirdi.
Bugün Türkiye’nin demokratik ve müttefik saydığı güçler Suudi Arabistan ve müttefiklerince terörist sayılırken, Suudi Arabistan ve müttefiklerinin ‘iyi’ saydığına Türkiye gayrimeşru demektedir. İlişkilerdeki uçurum bu derece derindir…
MASA KRİZİ
Türkiye-Mısır krizi Eylül 2014’de liderlerin aynı masaya oturamayacağı kadar ileri bir noktaya ulaştı. ABD'nin New York kentinde temaslarda bulunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi’yle aynı masada oturmayı reddetti ve BM Genel Sekteri Ban Ki mun'un verdiği öğle yemeğine katılmadı. Erdoğan, BM Genel Kurulu’ndaki konuşmasında da Mısır’ı ve ona karşı tavır göstermeyen devletleri yerden yere vurmuştu…
Mısır, Türkiye’yi kınarken Arap dünyasının buna tepkisi de sert oldu. Örneğin BAE, Türkiye’yi Mısır’ı taciz etmekle ve BM’yi istismar etmekle suçladı. Bunda şaşılacak bir şey yoktu, çünkü Mısır Arap dünyası için çok önemli bir ülkedir ve Mısır ile ilişkileri ‘düşmanlık’ düzeyinde bozulmuş bir ülkenin Arap dünyasında iş yapabilmesi çok zordur. Nitekim BM Güvenlik Konseyi’nde yapılan oylamada Arap dünyasından Türkiye’ye sadece 1 oyun çıktığı tahmini durumun özeti gibidir.
SURİYE VE IRAK
Ne yazık ki Türkiye’nin ilişkileri sadece Mısır ve Körfez’le değil, iki büyük komşusu Suriye ve Irak’la da beklenmedik şekilde bozuldu, hatta kriz düzeyine geldi. Türkiye, Suriye’de başlayan ayaklanmalara açık destek verip, kısa süre sonra da silah ve mühimmat desteği vermeye başlayınca Esad rejimi ile kurulan dostluk bir anda çöktü ve iki devlet arasında adeta savaş başladı.
Türkiye’nin Suriye’de beklenmedik tavrı İran’la, Irak’la ve Lübnan’la ilişkileri de bozdu. Dönemin Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Mayıs 2013’de Hizbullah için“Hizbullah'ın adını değiştirmesi lazım, 'Hizbuşeytan' yapması lazım. Hem adınıza 'Hizbullah' diyeceksiniz hem de tanımadığınız bilmediğiniz masum kadınları, çocukları, yaşlıları öldürmek için cihat ilan edeceksiniz, böyle bir saçmalık, anlayış olabilir mi?”ifadelerini kullanınca Türkiye ile ilişkileri iyi olan Hizbullah ve Lübnan’ın önemli bir kesimi de Türkiye’ye karşı tavır almaya başladı.
Böylece Türkiye, hem Şii hem de Sünni tüm statükocu güçlerle ilişkilerini bozmuş oldu. Günün sonunda Türkiye’nin müttefiki diyebileceğimiz güçlerin Arap sokakları olduğunu, bunun ise dış ilişkilerde pek az etkisi bulunduğunu kabul etmemiz gerekir.
DARALAN ÇEMBER KIRILMALI
Özetleyecek olur isek Türkiye özellikle Arap Baharı’ndan sonra sokaklara, halklara hitap etme derdiyle dış politika üslubunu geçmişte görülmedik derecede değiştirmiştir. Sertleşen söylem halka hitap arzusuyla avama yakın bir dile de dönüşmüştür.
İkinci olarak ayaklanmaları destekleyen dil, gerçekçilikten romantizme kaymıştır.
Gerçekçi tespitler ve politikalar zayıflayınca sorunları çözücü ve işbirliği arayan tavırda da zayıflamalar meydana gelmiş ve sorunlar küçülmek yerine büyümüştür.
Dördüncü olarak, Türkiye ayaklanmaları destekleyen tavrıyla bölgedeki tüm devletleri ve rejimleri korkutmuştur. Türkiye’nin Suriye ve Mısır’dan sonraki imajı ‘ülkelerin içişlerine karışan, başka devletlerin egemenlik haklarını tanımayan devlet’ halini almıştır.
Beşinci olarak Türkiye geçmişte ‘düşmanların ortak dostu’ olabilirken bugün ‘düşman devletlerin ortak rakibi, hatta düşmanı’ haline dönüşmüştür.
İşin kötü yanı Ortadoğu’da gözlenen yalnızlık Avrupa’da ve genel olarak Doğu’da da artarak devam etmiştir. AB ve ABD ile ilişkiler tarihinin en sorunlu dönemlerinden geçmektedir ve Rusya ile ilişkiler de görüntüdeki sessizliğe rağmen ciddi görüş ayrılıkları ile karşı karşıyadır.
Bu şartlar altında Türkiye’nin dış dünyada manevra alanının daraldığını ve yalnızlaştığını söylemek yanlış olmayacaktır… Yalnızlık ise Allah’a mahsustur, hiçbir devlet uzun süre bu tür yalnızlıklarla başedemez. İçeride ve dışarıda sorunların arttığı bir dönemde Türkiye’nin dış politikada ciddi bir revizyona gitmesi ve politikalarını gözden geçirmesi kaçınılmazdır. Dış politika haklılık veya haksızlık üzerine değil, ortak çıkarlar ve sürdürülebilirlik üzerine kurulmalıdır. Özellikle diğer devletlerin içişlerine müdahale anlamına gelebilecek eylem ve sözlerden kaçınılmalıdır. Çünkü, eğer siz başkasının içişlerine bu kadar girerseniz bir başkası da gelir sizin içişlerinizin ortasına oturuverir. Suriye’nin Türkiye’ye sıçrama ihtimalinin olduğu, Kürt Sorunu’nun her geçen gün uluslararasılaştığı bir ortamda bahsettiğimiz tehlike her geçen gün yakın bir riske dönmektedir. Çember daha fazla daralmadan, dış dünya iç işlerimizde taraf haline gelmeden çemberi kırmak, düşmanlıkları azaltıp iyi ilişkiler kurmak zorundayız…