Bal tutana parmağını yalamak serbest olunca…
Nuh Gönültaş 01 Ocak 1970
Türkiye’den Ahmet Sağırlı herkesin bildiği bir konuyu çok ilginç bir soru ile gündeme taşımış:
Sokaktan geçen 100 insanı çevirip ayda bir milyon lira ödeyeceksin, seni şuraya belediye başkanı yapacağız desek ne derler acaba?
Kesinlikle çoğunluk “kabul” der.
Oysa bir belediye başkanının maaşı nedir ki, 5–10 bin lira.
Aynı soruyu milletvekilliği, başbakanlık, bakanlık hatta Cumhurbaşkanlığı için de sorabiliriz.
Siyasilerin maaşları asgari ücret ile kıyaslandığında yüksek görünüyor ama kaziyeyi anha öyle değil. Bir milletvekili, bir başbakan, bir belediye başkanı aldığı maaş ile o makamı gerektiği gibi yürütemez.
İşte bu yüzden Türkiye’de siyaset yapmak bir zenginleşme aracı olarak görülmektedir.
Siyasette bir noktaya gelmeden önce;
- Köhne bir mahallede küçük bir evde oturan,
- Otomobilinin kırık tamponunu yaptıracak para bulamadığı için iple bağlayıp süren,
- Çocuklarını zengin işadamlarının verdiği bursla okutanlar işbaşına geldikten sonra ışık hızıyla zenginleşiyorlar.
Nasıl oluyor bu?
Siyaseten gelinen makamlarda çok büyük maaşlar mı alınıyor?
Hayır?
Çünkü Türkiye’de, bal tutan parmağını yalama hürriyetine sahip.
Halk da o parmağı yalamaya ses çıkarmıyor. Zira kendisi de o makamlarda olsa aynısını yapacak, ballı parmağı yalayacaktır.
Bu aforizma yayında olduğu sürece bu iş böyle gider.
Oysa parmaktaki balı yalamak da hukuken bir tür hırsızlık.
İslam’da buna “gulül” deniliyor ve cezası Kur’an’da belirtiliyor: Allah’ın huzuruna o görevi yaparken haksız elde edilen mal-mülk, her neyse onlar boynunda asılı olarak çıkmak!
Beyaz Saray’da yenilen yemeğin faturasını başkan ödüyor!
Hayır, Batılı bunun tedbirini almış. Makam-mevki sahiplerine iyi maaş veriyor ama her türlü masrafı da onlardan alıyor.
- Hatırlıyorum, rahmetli Mehmet Ali Birand İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher ile yaptığı bir röportaj öncesi, başbakanın röportaj için yaptığı makyajın parasının istendiğini büyük bir şaşkınlıkla söylemişti!
Orada başbakanın vereceği röportaj için yapılan masraf da şahsi harcama kabul ediliyor, burada devletlular bal tuttukları parmağı sadece kendileri değil, bal parmağına daldırıp daldırıp yandaşlarına da yalatıyorlar.
- Ronald Reagan başkan olduktan sonra birinci ayın sonunda kendisine getirilen faturayı maaşından öderken, karısı Nancy anılarında “Kimse bize başkan ve eşinin Beyaz Saray’da yaşarken yedikleri yemeklere ve kullandıkları günlük malzemelere para ödemek zorunda olduklarından bahsetmemişti” diye yazmıştı.
- Clintonlar da öyle. Hillary Clinton Beyaz Saray’da iki dönem başkanlık yaptıktan sonra kendi evlerine dönerken beş parasız ve borç içinde olduklarını” söylemişti!
Bu yargının neresine güveneyim derken?
Valla cümle bu. Kendi ağzıyla söyledi:
“Ben bu yargının nesine güveneyim.”
Gerekçe haklı görünüyor. Mahkeme, bir ihaleyi verilmesinden iki yıl sonra bozuyor.
Tamam da…
Anayasa’ya aykırı olduğu bilinen ve iptaline kesin gözüyle bakılan yasalar çıkarıp o yasalar iptal olana kadar icraata devam etmek ne oluyor?
Süreci şöyle işletiyorlar:
- Hükümet Anayasa’ya açıkça aykırı bir yasa çıkarıyor.
- Yasa yürürlüğe girdikten sonra Anayasa Mahkemesi’ne götürülüyor.
- Ancak mahkemeden karar çıkana kadar yasanın gereği yapılıyor. Atı alan Üsküdar’ı geçiyor. O yasa ile yapılan her neyse artık o işten geri dönülemiyor!
Şimdi birilerinin de çıkıp “Anayasa’ya açıkça aykırı yasa yapıyorlar, ben bu yasamanın nesine güveneyim” dese, buna ne buyrulur acep!
Bunun çözümü yargıdan şikayet etmek değil, yargıya intikal eden hususlarda karar verilene kadar beklemek, beklerken de yargıyı hızlandıracak tedbirler almaktır. Yargıtay Başkanı’nın Özel Kalem Müdürü’nü bile hükümetin atayacağı yasalar çıkarmak değil!