Siyaset kimin işi?
Mümtaz’er Türköne 01 Ocak 1970
Söyleyen, bir ara başbakanlık için adı geçen Binali Yıldırım: “Cemaatlerin görevi irşat etmektir, yönetecek siyasettir.” Demek ki herkesin yeri ve görevi belli; yönetmek siyasetçinin işi.
“Siyasete müdahale etmek”, hatta “siyasetçi gibi davranmak” son zamanların en yaygın sapma hali olarak görülüyor. O kadar ki, zihni bu konularda çok açık olan Ruşen Çakır bile “Sivil olması gereken Gülen Cemaati’nin gözü siyasal alanda...” eleştirisi getiriyor. Tuhaflığın altını çizmek için bir cümleyi olduğu gibi nakledelim: “Eğer siz Gülen cemaatinin gözünü siyasi alana, yani devlete dikmiş olduğunu ıskalarsanız, AKP ve Erdoğan’ın gözünü sivil alana, yani cemaatlere dikmiş olduğu yolundaki haklı eleştirileriniz inandırıcı olmaktan uzaklaşır ve değerini kaybeder.” Bu cümlede tuhaf olan ne? Asgari şartlarda demokrasinin varlığından bahsedebilmek için herkesin, ama herkesin “gözünü siyasi alana dikme hakkı”nı, tanımanız gerekir. Ya “gözünü devlete dikme” suçu? Siyaset yapma hakkının asıl sebebini oluşturduğuna göre, böyle bir suçtan kimse bahsedemez. Gözümü devlete dikiyorum, siyaseti siyasetçiye bırakmıyorum, gücüm yettiği kadar müdahale ediyorum, gerekirse örgütlenip baskıda bulunuyorum. İster bireysel, ister bir dernek veya cemaat olarak. Var mı itiraz eden? Benim siyasete müdahil olma, siyaset yapma hakkım var. Sınırsız siyaset hakkına sahibim. Devletin benim istediğim gibi düşünmesini, davranmasını istiyorum. Neresi tuhaf bu isteğin? Kanunlarda “devlete gözünü dikmek” diye bir suçtan neden hiç bahsedilmez? İktidarı eline geçiren, “siyaset benim işim” diyorsa bunun tek anlamı vardır: Denetimden, hesap vermekten kaçmak. Devlet iktidarını kullananlar, kendilerini denetlemeye ve hesap sormaya çalışanları engellemek için “devleti ele geçirmek” diye kanunda yeri olmayan bir suç icat edince, neden sesimi çıkarmadan boyun eğeyim?
Herkesin olduğu gibi, bir cemaatin de gözünü siyasal alana dikme hakkı vardır. Ve bunun tam tersine devlet iktidarını kullananların gözlerini sivil alana dikme hak ve yetkileri yoktur ve devlet gücü ile sivil alana müdahale demokrasi ile bağdaşmaz. Demokrasi neydi? Sadece temsil mi? Katılımcı demokrasi, müzakereci demokrasi, çoğulcu demokrasi, sivil denetim, sivil toplumun devlet karşısında güçlendirilmesi laflarını -Erdoğan da dahil- hepimiz yıllarca neden ettik?
Yolsuzluk rezaletleri ayyuka çıkmışken, iktidarın denetlenme çabaları “paralel yapının devleti ele geçirmesi” yaftası ile durduruldu. Devlet gücü silindir gibi sadece bir cemaatin üzerine yönelince geri kalanlar sessiz kaldı. Demokrasi standartlarını, hukuk prensiplerini, az-buçuk ağzımızda gevelediğimiz kuramları aniden ne kadar kolay kaybettik? 1980’lerde ve 90’larda sivil toplumu ayağa kaldırma gayretleri ne çabuk unutuldu? “Cemaatten sivil toplum olur mu?” muhabbetine çanak tutanlar, “paralel yapı” hayaletinin tam da sivil toplum fonksiyonu ve denetimine karşı üretildiğini neden göz ardı ederler? Hırsızlıktan, yolsuzluktan, denetimden yakınan bir cemaat, “dindar” bir iktidara karşı devleti nasıl ele geçirme suçu işlemiş oldu?
Erdoğan devlet iktidarını sonuna kadar kullanarak sivil toplumu muhasara altına aldı ve sıkıştırmaya başladı. Türkiye’nin en güçlü sivil dinî geleneğini temsil eden Risale-i Nur’ların Bakanlar Kurulu kararı ile devletleştirilmesi, aslında başlı başına bütün sivil toplum alanının karşı karşıya olduğu tehdidi gösterdi. Erdoğan’ın 2012’den itibaren adım adım uygulamaya geçtiği totaliter devlet projesi, sivil alanın bütünüyle ele geçirilmesine dayanıyor. Yolsuzluk dosyaları patlayınca iktidarın üstüne çöken kriz, “paralel devlet hayaleti” ile sivil alana yönelik genel taarruz için bir fırsata dönüştürüldü. Tarihsel olarak en köklü sivil geleneği temsil eden cemaatlerin devletleştirilmesi veya yok edilmesi teşebbüsüne, tahterevallinin tam denge noktasında durarak “devlet cemaat, cemaat devlet olmak isterse?” sorusuyla bakmak tarafsızlık mı? Din veya dindarlık ortadaki durumu açıklamadığına göre geriye ne kalıyor? Demek ki siyasal alanla sivil alan çatışıyor.