« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

22 Ara

2014

Cemaat'i Bitireyim Derken...

Sedat Laçiner 01 Ocak 1970

17 Aralık Türk siyasi hayatı için gerçek anlamda bir milat oldu… Dengeler geri dönülmez bir şekilde yerinden oynadı… Tam bir siyasi deprem gerçekleşti… Kimin haklı, kimin haksız olduğu bir yana, AK Parti ile Cemaat arasındaki güçlü koalisyon 17 Aralık’ta tamamen dağıldı… Böylece Hükümet-karşıtı cephe genişleyip sertleşirken, Hükümet’in kuşatılmışlık hissi daha bir arttı.
Muhalefet ve Cemaat, yaşananlara “yolsuzluk ve rüşvet operasyonu” derken, Hükümet çevreleri 17 ve 25 Aralık’ı “darbe girişimi” olarak değerlendirdi, iki taraf da birbirini suç işlemekle suçladı… Bugün de aynı zıt yaklaşımların çarpışması sürüyor…
Dediğim gibi kimin haklı kimin haksız olduğu tartışması daha uzun süre devam edecektir. Beni asıl ilgilendiren Hükümetin ve devletin bu süreçteki davranışları ve hataları. Çünkü Cemaatin hatalarıyla bir şekilde baş edebilirken, devlet büyük hatalar yaparsa onu şikâyet edebileceğiniz başka bir makam yoktur. Yani ben bu noktada hata yapan devleti ehven-i şer gören ve “Cemaat’e devleti tercih ederim” diyen araftaki bazı aydınlardan ayrılıyorum. Devletin bilerek hata yaptığı yerde şikâyet makamı kalmaz, devletin taraf haline geldiği bir ortamda kimi kime şikâyet edebilirsiniz ki?
Dolayısıyla ben, meseleye bir Cemaat olayı veya bir darbe girişimi olarak bakmıyorum, devletin adil ve demokratik kalması gözüyle bakıyorum. Mücadele ettiğiniz ister Cemaat olsun, isterse en azılı katil, eğer düşmanınızın büyüklüğü nedeniyle özgürlükleri askıya alıyor, hukuku dosdoğru kullanmıyor, bu uğurda ifade ve basın özgürlüklerini sınırlıyorsanız o işin götürüsü getirisinden fazladır.
Taraf olmuş ve intikam alan bir devlet kadar tehlikeli hiçbir şey yoktur. Bu nedenle, darbe yapmaya kalkan bir Cemaat mi, yoksa o cemaatten her yolu kullanarak intikam alan, onu her yolu kullanarak bitiren bir devlet mi derseniz yozlaşmış bir devlet kadar tehlikelisi yoktur derim. Eğer devletin doğası değişir ve güç kavgalarında taraf hale gelirse sözde büyük bir tehlikeyi bitireyim derken, kendinizi yozlaştırırsınız ve geri dönemeyeceğiniz bir noktaya varırsınız.

CEMAAT’LE MÜCADELE TEMEL İLKELERE ZARAR VERİYOR
Kanaatimce 17 Aralık’tan sonra da böyle oldu: Tamamen savunma pozisyonuna geçen AK Parti ve Hükümet, eline geçen ne varsa karşı tarafa fırlattı. Bunu yaparken kendisine darbe yapıldığını düşünüyorlardı ve darbeyi engellemek için ne gerekiyorsa yapılması gerektiğine inanıyorlardı.
Aslına bakarsanız Cemaat de aynı duygular içindeydi ve onlar da ellerinden geleni arkalarına koymadılar. Ancak dediğim gibi, beni Cemaat’in yaptıklarından çok, devletimin yaptıkları ilgilendiriyor. Kadı haklarıma tecavüz ederse, benim başvuracağım neresi kalacak ki? Eğer devlet, kanunları bir kereliğine ihlal ediyorsa, sıra bana geldiğinde benim garantim kim olacak ki?
“Cemaati bitiriyorum” diye liberal ekonominin en temel ilkesi olan mülkiyetin dokunulmazlığı ve diğer serbest piyasa ilkeleri ihlal ediliyorsa orada bin tane cemaati bitirseniz geriye kalan ülkeden ne beklenebilir ki?
Bu bağlamda, Cemaat’ten intikam alma ve ‘onu bitirme’ adı altında hukukun en temel ilkelerinin dahi sıkıntıya düştüğünü düşünüyorum. Örneğin Koza Madenciliğin sırf Cemaat’e yakın bir sahibi var diye iş yapamaması, Cemaat’e yakın firma ve kişilere ayrı muamele yapılması bahsettiğim hak ve hukuk ihlalleri arasındadır. Sahibini bir kez olsun görmedim, kendisine bir yakınlığım da hiç olmadı, ancak bir ülkede bir maden ocağı iktisadi kurallarla değil de siyasi kurallar ile çalışabilirse orada maksadını aşmış bir Cemaat’ten daha büyük sorunlar başlamak üzeredir. Bunun liberal ve sağ bir parti olan AK Parti’nin temel ilkelerine de aykırı olduğunu düşünüyorum. Siyasi kavgalar nedeniyle esnaf ve işadamları iş yapamaz hale gelirse orada iktisat ile siyaset içiçe geçer ve oradan çıkabilmek iökansız hale gelir...

MEŞRU MUHALEFET VE GAYRİ-MEŞRU DARBE
Bu süreçte Hükümet partisinin paniğe kapıldığı ve o panik ile maksadını aşan önlemler aldığı görülüyor.
Gezi Olayları, 17-25 Aralık Süreci ve Soma benzeri sosyal patlamalar; dışarıda Ukrayna ve Mısır gibi ülkelerde yaşanan rejim karşıtı çatışmalar sonucunda iktidar çevrelerinde her an kendilerine karşı da darbe olabileceği korkusu etkisinde yasadışı darbe ile sert muhalefetin sınırlarının karıştırılmaya başlandığı anlaşılıyor…
Her olayın arkasında gizli güçler ve dış parmak görmeye başlayan partinin bazı ideologları bu konudaki sağlıklı çizgiyi zorladılar. Bu bağlamda CHP, MHP ve BDP gibi yasal partilerin dahi zaman zaman ‘dış güçler ile işbirliği içindeki hainler’ olduğu dile getirildi. Aynı şekilde her taşın altında Cemaat aranmaya başlandı…
Devlet ile Abdullah Öcalan ve PKK’nın komuta merkezi olan Kandil arasında görüşme ve müzakerelerin sürdüğü bir dönemde dahi 6-8 Ekim Olayları’nın arkasında Cemaat’in olduğunun söylenmesi, Cemaat ile terör örgütü arasında ilişki olduğunun ifade edilmesi bu korkuların sonucudur. Hatırlayınız, Türk bayrağını indirme olayını dahi Cemaat’in düzenlediği iddia edildi. Oysa ki olayın sorumlusu yakalandı ve eylemin tipik bir PKK eylemi olduğu ortaya çıktı. Bu da bizlere gösteriyor ki sorun artık makul çizgilerini aştı ve paranoya düzeyine ulaştı, ya da bilerek her konu aynı noktaya taşınıyor…
Her an Hükümet’in düşürüleceğini düşünen, belki iyi niyetli ama panik halinde hareket eden bir grup Cemaat’e zarar vermek ve onu bitirebilmek için her yolu mubah görüyor. Oysa ki böyle bir tepkisellik günün sonunda en çok panik ile hareket edene ve elbette ülkeye zarar verir.
İşin en kötüsü ise “durun yapmayın, bu doğru bir yöntem değil” diyenler dahi bu süreçte taşlanmaya başlandı… Tarafsız, insaflı ve objektif kalemler konuşmakta zorlanıyor… Kutuplaşma öylesine sert ki mesele doğruları söylemek değil, bir tarafı desteklemek… Bugün Mevlana, Yunus Emre, hatta büyük halifelerden biri gelse dahi kendisini anlatamaz, kutuplar arasında kısa sürede taşlanırdı herhalde…

14 ARALIK OPERASYONU
14 Aralık Operasyonu’na gelecek olur isek, gözaltına alınanların büyük kısmı gazeteci, yazar, yapımcı, senarist, yönetmen vs. Hatta gözaltına alınanlar arasında bir televizyon dizisinin grafikeri, stajyeri ve oyuncusu da var…
İddialara baktığımız zaman, suçlamaların böylesine gürültülü bir operasyon için yeterli olmadığını görebiliyoruz. Yukarıda saydığımız kişileri Terörle Mücadele timleri ile basmanın ve Emniyet’e büyük bir operasyon havası içinde götürmenin anlamını çözebilmek zor görünüyor…
Nitekim gözaltı gerekçelendirilirken ‘makul şüphe’den bahsedilmesi yargıya, Hükümet’e ve ülkeyeçok zarar veriyor. Operasyonu dışarıdan izleyen bir kişinin aklına hemen şu soru geliyor: “Madem bu insanlar bu kadar suçluydular ve darbe girişiminde bulundular neden 17 Aralık operasyonundan tam 1 yıl sonra gözaltına alındılar? Neden Mart’ta, Ağustos’ta değil de tam 1 yıl sonra buna gerek duyuldu?”
İşte, bu soruların cevapları süregelen kavganın varacağı yer konusunda insanı her türlü endişeye sevk etmeye yetiyor: Savunma makamı diyor ki, operasyonun şimdi olmasının ilk nedeni intikam almak ve yolsuzluk iddialarını unutturmak… Bir diğer cevap ise yargıda istenilen düzenlemeler tamamlandıktan sonra bu operasyonun yapıldığı, yani yargının yanlı hale geldiği.
Doğrusunu isterseniz her iki cevap da çok vahim ve sadece bağımsız ve adil yargı ilkelerine değil, AK Parti’nin bizzat kendi ilke ve değerlerine de çok ciddi zarar verici nitelikte… AK Parti siyasi hayatına yolsuzlukları temizlemek ve hukuku yüceltmek, özgürlükleri bir üst seviyeye çıkarmak için başlamıştı. Bir yıldır yaşananlar ise kanaatimizce bu değerlere zarar veriyor, en kötüsü parti içindeki erdemli insanları gereksiz zanlar altında bırakıyor.

SİYASİ Mİ, HUKUKİ Mİ?
Operasyonun Tahşiyeciler adlı bir gruba dönük olarak yapılan operasyonlar ile gözaltına alınanlar arasındaki bağlantıdan kaynaklandığı iddia ediliyor. Öcelikle iddianın çok zayıf olduğunu belirtmeliyim. Çünkü, Tahşiyecilere yapılan operasyonda döneminde içişleri Bakanı’nın ve Emniyet Genel Müdürü’nün onayları var. Hatta operasyon üzerine internetten izlediğim bir videoda dönemin İstanbul Emniyet Müdürü ve geçen yılın İçişleri Bakanı Muammer Güler, Tahşiyecilerin ‘terör örgütü’ olduğunu dahi iddia ediyor (İlgili video için bkz.: http://www.internethaber.com/tahsiye-nedir-muammer-guler-tahsiyeyi-anlatmisti-747871h.htm).
Yani mesele sadece dar bir boyuttan ele alınamayacak kadar geniş…
İkincisi, kamuoyunda gazetecilere ve polislere düzenlenen bu operasyonun Tahşiyeciler nedeniyle yapıldığını düşünen kayda değer bir kitle olduğunu sanmıyorum. Nitekim olaydan sonra bizzat Cumhurbaşkanlığından ve Başbakanlıktan yapılan açıklamalar da operasyonun Cemaat’e karşı yapıldığını teyid ediyor. Anlıyoruz ki en son operasyon da Hükümet ile Cemaat arasındaki çarpışmanın son dalgasıdır, olayın Tahşiyeciler veya başka bir konu ile ilgisi pek azdır…
Anladığımız kadarıyla bundan sonra da farklı gerekçeler ile ama özünde Cemaat’i sona erdirebilmek için çeşitli operasyonlar yapılmak istenecek…

HÜKÜMET’İ DEVİRMEK İSTEĞİ VE DARBE
Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, bir partiyi yasa dışı yöntemlerle ve zorla alaşağı etmek isterseniz, bunun için şiddet kullanırsanız bunun adına ‘darbe’ denir… Ancak meşru ve yasal yollarla bir partiyi hükümetten düşürmek herkesin doğal hakkıdır ve demokrasilerde siyasi partiler arasındaki yarı rakibini devirmeyi hedefler.
Bir hükümeti düşürmek sadece siyasi partilerin değil, sivil toplum aktörlerinin de hakkıdır. Dolayısıyla Fethullah Gülen cemaati veya bir başka sivil yapının veya derneğin hükümeti devirmek istemesini ahlaken veya dinen caiz görmeseniz dahi, bunun yasadışı olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Cemaatlerin de siyasi görüşleri olabilir ve vardır da… Bunların görüşlerini hükümetleri değiştirecek kadar ileri götürmeleri yasal sınırlar içinde kalmak kaydıyla gayrimeşru değildir…
Aynı şekilde, bir insanın bir dine, mezhebe veya bir meşrebe bağlanmasında da yasal bir sorun yoktur. Problem o kişinin işine inançlarını, yasaya muhalefet ederek karıştırmasıyla başlar. Başka bir deyişle, bir cemaatçi memurun, hocaefendisi öyle dedi diye hırsızlık yapmaması, rüşvet almaması, işini dört dörtlük yapması suç değildir… Eğer o görevli, sırf hocası öyle dedi diye rüşvet alıyorsa, adam kayırıyorsa, masum insanlara zarar veriyorsa işte o zaman yapılan suç olur… Buradaki cezalandırma kıstası ise kanaatlerimiz değil, kanıtlarımızdır.
Başka bir deyişle, Cemaat’in AK Parti’yi ve AK Parti’nin Cemaat’i sevmemesinde bir sorun yoktur. Sevmeyebilirler, hatta birbirlerinden nefret dahi edebilirler. Örgütlenerek birbirlerinin başarısızlığı için çalışabilirler de. Ancak burada sınır, hukuktur. Suçlamalar da cezalandırmalar da hukuka ve delillere göre olmak zorundadır.
Bu mücadelede ilkelerini ve hukuku çiğneyen bunun bedelini kendisine ve ülkesine zarar vererek öder.
Başka bir tabir ile bu yolun sonunda AK Parti Cemaat’i bitirebilir belki, yokedebilir de, ancak bu işlemin kendisine ve ülkeye maliyeti ne olacaktır? Cemaat’i bitireyim derken ifade özgürlüğü ve liberal ekonominin özü zarar görürse buradan geriye dönülebilecek midir?
Bu çerçevede ben yaşanılanları insanın yüzüne konan sineği balyozla öldürmesi girişimi gibi görüyorum… Kanaatimce Parti ve devlet kademeleri kızgınlık, öfke ve yaşanılan tehlikenin büyüklüğü ile birileri tarafından manipüle de ediliyor. Buna karşın doğruları söyleyebilecek tarafsız ve insaflı kişilere karşı ‘cemaatçi’ ve ‘paralel’ etiketleriyle öylesine kirli yaftalar hazırlanıyor ki hiç kimse doğruları objektif bir şekilde ortaya koymaya cesaret edemiyor... ‘Ya bendensin, ya da düşmanımsın’ yaklaşımı tarafları uçlarda, yani uçurum kenarlarında gezdiriyor.

CEMAAT-MUHALEFET
Bu noktada STV, Bugün gazetesi, Zaman gazetesi ve diğer yayın kuruluşlarının görüşleri ne olursa olsun basın-yayın işi yaptıkları unutulmamalıdır. Bu tür medya kuruluşlarını terörle mücadele timleri ile basmak, görüşlerini savunmalarına izin vermiyor izlenimi oluşturmak günün sonunda demokrasiye zarar verir.

Aynı şekilde, bugün geldiğimiz noktada Cemaat Türkiye'nin en büyük siyasi muhalefetlerinden bir haline gelmiştir. Dini yönü dursa da, bir siyasi parti olmasa da Cemaat'in etkinliği açısından en güçlü Hükümet karşıtı hareket haline geldiğini söylemek dahi mümkündür. Bu bağlamda, Cemaat'e yakın kurumlara ve kişilere karşı yapılacak olan polis operasyonları ile söz gelimi CHP veya MHP Genel Merkezi'nin terörle mücadele timleri eşliğinde basılması arasında herhalngi bir fark kalmayacaktır. Çünkü toplum ve dünya kamuoyu Cemaat'i artık önemli bir muhalif grup olarak görmekte ve ona karşı yapılan baskıları da muhalefetin susturulması gibi değerlendirebilmektedir. Bu da Hükümet'i güç durumda bırakabilmektedir.

YOLSUZLUK İDDİALARI
Son olarak, 17 ve 25 Aralık’ta ortaya atılan yolsuzluk ve rüşvet iddiaları olduğu yerde duruyor. Reza Zarrab ve 4 eski bakan hakkında kamuoyundaki soru işaretleri giderilebilmiş değil. Oysa ki bu kişiler hakkında toplum vicdanında beliren sorular cevaplanmadıkça pek çok masum ve erdemli kişi de zan altında kalıyor… Yani, Cemaat’e verilen zarar bu alandaki iddiaları ortadan kaldırmıyor, tam tersine şüphelerin güçlenmesine yol açıyor…
Cemaat yanlısı kişiler, 17/25 Aralık iddialarını Hükümet’e zarar vermek veya devirmek için ortaya atmış olabilir, ancak ortada somut iddialar ve gerçekleştirilen polis operasyonları var. Elde edilen deliller de ortada… Eğer bu iddialar toplum nezdinde aklanamaz ise ve iddialar bağımsız ve tarafsız bir yargı sürecinde ele alınamazsa bunun bedeli kanaatimizce herkes için ağır olacaktır…

GÖRÜNTÜ ÜZÜCÜ
Özetleyecek olur isek, vatandaşlarına karşı tarafsız kalabilen bir devletin zarar görmesinden daha büyük bir tehlike olamaz…

Cemaatle veya başka bir tehditle mücadele ederken hukuktan ayrılmak, ifade özgürlüğüne zarar vermek, yargının bağımsızlığını zedelemek ‘Cemaat tehlikesi’nden fersah fersah daha büyük tehlikelerdir…

Bu bağlamda gazetecilere, televizyonculara, yapımcılara, oyunculara, senaristlere ve bazı polislere dönük gerçekleştirilen 14 Aralık Operasyonu demokrasimiz için son derece tehlikeli olmuştur. Ayrıca dış dünyaya verilen Türkiye görüntüsü turizmden ekonomiye, ikili ilişkilerden diğer alanlara kadar Türkiye’nin ulusal çıkarlarına zarar verecek bir boyuta ulaşmıştır…

Hangi mücadele verilirse verilsin, tüm aktörler hukuk çerçevesinde haraket etmeli, düşünceyi ifade özgürlüğüne ve tarafların en temel haklarına saygı gösterilmelidir. Siyaset siyasetin kurallarıyla, ekonomi ekonominin kurallarıyla, hukuk ise hukukun kurallarıyla işlemeli, tüm bu alanlar karıştırılıp bir çorba haline getirilmemelidir... Kısacası Cemaat ile kavga edeyim derken ülkemizin hukuk ve demokrasi yolculuğuna zarar verilmemelidir.

Ziyaret -> Toplam : 125,26 M - Bugn : 17875

ulkucudunya@ulkucudunya.com