« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

26 Ara

2006

Laikçiler ve Dindarlar

Prof. Dr. Hayrettin KARAMAN 26 Aralık 2006

Laikçiler dinin ortalarda görünmemesi ve zaman içinde ya yok olması veya insan hayatına olan etkisinin asgarî düzeye inmesi için çalışırken dindarlar, gerektiğinde demokrasi ve din özgürlüğünden de yararlanarak inandıkları gibi yaşamayı talep ediyorlar. Bu talep iki şekilde tezahür ediyor: 1. Ülkenin hâkim değeri İslâm olsun, ona inanmayanlar da inandıkları gibi yaşasınlar, ama ayıplar ve günâhlar -olacaksa- gizli, erdemler ve ibadetler açık olsun. Halk Müslüman kalarak çağdaşlaşsın; kendi medeniyetini bu çağın insanlığına bir imkân, bir fırsat olarak sunsun. 2. Çoğulcu bir toplum yapısı içinde -ki, bu verili durumdur, yaşanan vakıadır, hemen değiştirilmesi mümkün değildir- dileyen dilediği gibi yaşasın, şiddet ve başkalarının hak ve özgürlüklerine, açık ve kesin zarar verme söz konusu olmadıkça din özgürlüğü kısıtlanmasın, dindarlar insan hak ve özgürlüklerinden mahrum kalmasınlar.

Müslümanlara ait bulunan bu iki talebin birincisi bir iman meselesi olarak devamlıdır; şuurlu bir Müslümanın başka türlü düşünmesi ve inanması mümkün değildir. Bu inanç ve dâvanın adı "İslâmcılık" ise bütün dindar Müslümanlar İslâmcıdır.

İkinci talep şart ve imkânlara bağlıdır (zaruret gereğidir). İslâm müminleri, güçlerinin yetmediği bir talep ile baş başa bırakmaz, böyle bir talebi mecbur kılmaz. İslâm "dini, aklı, malı, hayatı ve nesli" korumayı hedeflemiştir. Bu koruma talepleri arasında bir denge kurulmuştur. Ölülerin din ve medeniyetleri olamayacağına göre önce hayatın devam etmesi gerekir; ümmet (Müslümanların teşkil ettiği toplu veya dağınık kitle) hayatta kalmadıkça İslâm da yaşamaz. Bu sebeple hayatî zaruret söz konusu olduğunda din (dinin emir ve yasakları) ertelenir. Hz. Peygamber (s.a.) Mekke döneminde hem ibadet hem de tebliğ (dini yayma) vazifelerini, hayatı koruma ilkesine riayet ederek yürütmüş, "gözlerimizi kapayalım, vazifemizi yapalım, ölürsek şehit, kalırsak gazi oluruz" dememiştir; imkânlar elvermediği sürece tebliği gizli olarak yapmış ve yaptırmıştır.

"Bu uygulama Mekke dönemine ait idi, sonra gelen emirlerle hüküm ve yükümlülük değişti" diyenler varsa da bu yorumun isabetli olmadığı açıktır ve "zarurete dayalı hüküm ve uygulama evrenseldir", değişmez.

Dindar Müslümanlar bir yandan inandıkları gibi yaşamak, diğer yandan çocuklarını Müslüman olarak yetiştirmek ve yakından uzağa bütün insanlara İslâm'ı tebliğ etmekle yükümlü olduklarını bilirler; bu konuda bir tereddüt, meşru bir farklı yorum söz konusu olamaz, yapılırsa tutunamaz, genel kabul görmez.

Bu vazifenin yapılabileceği siyasî ve sosyal sistem İslâm'a uygundur. Eğer laiklik ve benzeri dayatmalarla Müslümanlar bu kutsal ve değişmez vazifelerini yerine getiremiyorlarsa huzursuz olurlar, çare ve çıkış yolları ararlar. Zaruret icabı uyum göstermeleri, eksik vazife ve mahrumiyetlere katlanmaları geçici olur.

Çoğulculuk, demokrasi, laiklik, AB, ABD ve diğer ötekilerle işbirliği, İslâm ülkeleri ile bütünleşme konusundaki gevşekliğin devam etmesi hep imkân ve şartlar gereği tahammül konusudur; meşhur deyişle ehven-i şerdir.

Şimdi bu kavramları İslâm'a göre değerlendirelim.

28 Nisan 2006


Laikçiler ve Dindarlar (2)

Laikçilik anlayış ve uygulaması bakımından eski ve yeni CHP arasında bir fark yoktur; ancak yenisinin elinde, eskide olan imkânlar mevcut değildir. Bu parti, Cumhurbaşkanı, bazı üst rütbeli bürokratlar, sayısı oldukça kabarık olan akademisyenler, birkaç sendika ve halkın az bir kısmı laikçilikten yanadırlar; hedefleri dinin tesirini insan hayatından silmektir. Dine karşı değilse de dindarlaşmaya karşı savaş halindedirler. Hemen işaret edeyim ki, dindarlaşmaya karşı savaş açmak, dolaylı olarak dine karşı da savaş açmak manâsına gelir. İmam Hatip okullarına, okullarda ve kurslarda din derslerine (eğitim ve öğretimine), dindarların (namazında niyazında olan, helâl ve haram çizgisini ayırarak yaşayan müminlerin) kamu hizmetinde çalışmasına, bunun bir sonucu olarak başını örtenlerin (tesettüre riayet edenlerin) okumalarına ve çalışmalarına, faizsiz bankacılığa, kadınlara mahsus yüzme yerlerine, isteyenlerin inancı gereği tercih edebilmesi için içkisiz mekânların da bulunmasına... karşı çıkmak dindarlaşmaya karşı çıkmaktır.

Dindar Müslümanların talepleri ya imkânları göz önüne alma veya İslâm anlayışında meydana gelen değişim yüzünden eksilmiş, "İslâm'ın hâkim olduğu toplum" yerine, "kâmil manâda din özgürlüğünün hâkim olduğu toplum" büyük çoğunluğun talebi haline gelmiştir. Parti olarak bakıldığında da MNP'den Ak Partiye doğru böyle bir değişim ve dönüşüm oluşmuştur.

Laikçiler bundan bir süre (meselâ 28 Şubat) öncesine kadar "ülkede şeriatın hâkim olmasını istemeye, bunun için çalışmaya" irtica derken, bunu laikliğe aykırı olarak değerlendirirken, son zamanlarda "kâmil manâda din özgürlüğü ve buna imkân veren bir laiklik anlayışına, bunları sağlamak için istenen anayasa değişikliğine" irtica demeye, bunu "rejimi değiştirme teşebbüsü" olarak nitelendirmeye başlamışlardır. Uzlaşmadan söz edenlerin bu noktaya dikkat etmeleri gerekiyor. Laikçilerle "tam demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri" üzerinde uzlaşmak da mümkün gözükmüyor; çünkü onlar "dindarlaşmaya hizmet etmesi halinde" demokrasiyi de istemiyorlar.

Dindar Müslümanların barış ve huzur içinde yaşamak, ülkenin bütünlük ve bağımsızlığını tehlikeye atmamak, masumların kanlarının boşuna akmasını engellemek, ülkenin ve milletin düşmanlarına fırsat vermemek gibi gerekçelerle tahammül ettikleri, uyum gösterdikleri sistemin/rejimin İslâm'a göre hükmü ve durumuna şöyle bir göz atıldığında "tahammül ve tahammülsüzlük" bakımından iki kesimin farkı da ortaya çıkmaktadır.

Sekülarizmin hedefi insan hayatında dinin yerini asgariye indirmek, dini vicdanlara hapsetmektir.

Laisizmin hedefi de devleti (kamusal alanı) dinin etkisinden uzak tutmaktır. Bu da iki farklı laiklik anlayışına göre değişik olarak yürütülmektedir: 1. Laikçilere göre kamusal alanda dini görünmez kılmayı sağlamakla, 2. Mutedil (ılımlı) laikliğe göre kamusal alanla (devletin erkleriyle) ilgili düzenleme ve uygulamalarda bir dini kaynak olarak almamak ve ona inanmayan veya inandığı halde uygulamak istemeyenlere dayatmamak suretiyle. Bu ikinci laiklik anlayışında, başkalarının inanç ve hayat tarzlarına müdahale edilmedikçe, onların haklarına zarar vermedikçe kamusal alanda da dinin görünmesi ve yaşanmasında sakınca yoktur.

Hangi çeşidi olursa olsun sekülarizm ve laikliğin İslâm ile uzlaştırılması, bağdaştırılması, uyarlanması mümkün değildir. Evet, İslâm'da insanları dine inanma ve ibadet konusunda zorlama yoktur, ama İslâm’a inanmış olanların da din kurallarını serbest olarak çiğneme hak ve özgürlüklerinden söz edilemez. İslâm'ın bağlayıcı kaynakları, bütün müminlere "emir bi'l-marûf nehiy ani'l-münker" vazifesi vermektedir; bu vazife tarih boyunca kısmen devlet, kısmen de sivil toplum tarafından yerine getirilmiş, din ve ahlâk kurallarının alenen (açıkça) çiğnenmesine izin verilmemiştir.

30 Nisan 2006


Kafalar Karışmasın

İnancına uygun yaşamayan veya yaşayamayanların zaman içinde inançlarını yaşantılarına uydurdukları, böylece yaşadıkları gibi inanmaya başladıkları bir gerçektir. İnanç "dinî inanç, iman" olunca bunun, sapmış yaşantıya uydurulması demek dinî inancın bozulması demektir. Zaruretler yüzünden de olsa İslâm'a uygun düşmeyen düzenlere, düzenlemelere, hayat tarzlarına tahammül etmek, giderek buna razı olmaya, rahatsız olmamaya, hatta onları meşrulaştırmaya sebep olabilir. İslâm'a göre zaruretler bazı yasakları geçici olarak kaldırır; bu da Müslümanları sıkıntıdan kurtarır, önlerini açar, ama "zarurete dayalı hüküm ve durum"un, normal hüküm ve durum olarak kabul edilmesi, benimsenmesi caiz değildir.

İnsan hak ve özgürlüklerine saygı göstermeyen totaliter bir rejim yerine kısmen de olsa hukuka riayet eden, bu arada özgürlükleri din ve ahlâkın aleyhine genişleten liberal demokrasi tercih edilir; ama Müslümanların bu tercihleri -daha iyisine ulaşmadıkları zaman ve sürece- zarurete, kötünün iyisini tercih esasına dayanır. İslâm'a göre ideal olan, hem fert hem de toplum olarak Kur'ân ve Sünnet'e dayalı bir hayattır. Toplum içinde İslâm'a inanmayanlar kendi inançlarını hür olarak yaşarlar ve bugün insan hakları belgelerinde yer alan kâmil din özgürlüğünden yararlanırlar. Müslümanlar ise özgürlüklerini, dinin sınırları içinde kullanırlar.

Çoğulculuktan maksat "herkesin doğrusu, iyisi, hakikati kendine göredir, bunların mutlak olanı yoktur" manâsında felsefî çoğulculuk ise bunun İslâm ile bağdaşmayacağı açıktır. İslâm'ın iyisi, doğrusu, hakikati mutlaktır, evrenseldir, bütün ilâhî dinler arasında ortaktır.

Yok çoğulculuktan maksat herkesin inandığı ve düşündüğü gibi yaşaması, kimsenin kimseye kendi inancını ve hayat tarzını dayatmaması manasında sosyo-kültürel çoğulculuk ise bu da ancak kısmen, bazı kayıt ve şartlarla İslâm'a uyar.

Kur'ân'a göre "velâyet", insanların birbirlerinin veliler olmaları demektir. Veli başkasının, hukukî ve şahsî temsilcisidir. Veliyyü'l-emr (devleti temsil eden makam ve şahıs) de bütün Müslümanların ve gayr-i müslüm teb'anın velisidir. Gayr-i müslimlerin ne umumî (kamu alanında) ne de hususî ve şahsî olarak Müslümanları temsil etmeleri, ticaret, müteahhitlik vb. sırf dünya işleri dışında onlar adına hüküm vermeleri, karar almaları caiz değildir. Bu temel kurala göre de "birlik ve bütünleşme" ancak Müslümanlar arasında olabilir. ABD, AB gibi gayr-i Müslim devlet ve birliklerle belli alanlarda işbirliği yapılabilir, ama onların kültür, medeniyet ve farklı değerlerine tâbi olma sonucuna götürecek herhangi bir sözleşme -normal hallerde- meşru olmaz. Eğer buna bir zaruret varsa, birliğin sınırı da zaruretin miktarına göre belirlenir; mutlak ve sınırsız olmaz. ABD ile stratejik ortak olursak, güçlü ile zayıfın ortaklığının ne sonuç vereceği bellidir; onun stratejilerinin taşeronu olmak durumunda kalırız. Böyle yapmak yerine -en iyisi Müslümanların birleşerek dünyada caydırıcı bir güç teşkil etmeleridir ya, bunu yapamıyorlarsa- mecburiyetin ölçüsüne göre işbirliği yapılırsa azamî fayda, asgarî zarar elde etmek mümkün olabilir. AB ile bütünleşme de böyledir; gayr-i Müslim bir ülkeler topluluğuna, kültür ve medeniyet değiştirmeye varacak bir ölçüde bağlanır, bu mahiyette bir bütünleşmeye girersek "onları velî edinmiş oluruz". Onlar kendi değerleri ile bizi yönetir, hakkımızda karar ve hüküm verirler ki, bunun İslâm'a aykırı olduğunu tartışacak bir bilen çıkmaz. Kendi inanç, ideoloji ve düşüncelerine uymayanlara hayat hakkı tanımayan dayatmacı güçlere karşı AB'nin hak ve özgürlük ortamından yararlanmak için ve ipin ucunu kaçırmadan bir birliktelik zaruret sınırlarına girebilir. Ama pirinç elde edeyim derken evdeki bulgurdan da olmamaya azamî dikkat göstermek gerekir.

Son birkaç yazımda ortaya koymaya çalıştığım husus, Müslümanların "huzur, barış, adalet, hukuk ve hürriyet" içinde farklılarla birlikte yaşamak için inançlarından ve ona dayalı hayatlarından zaruret gereği taviz verdikleri, birçok taleplerinden şartlar icabı vazgeçtikleridir. Fakat ne yazıktır ki, onlar geriye çekildikçe karşı taraf ortaklığa bırakılan alanı da zaptetmekte, oraya da bayrağını dikip yeni hedeflere yönelmektedir. Dün herkes için şeriat isteyenler bugün yalnızca kendileri (dileyenler) için din hürriyeti talep ediyorlar, ama karşı taraf "sen de benim gibi olmadıkça bu ülkede barınamazsın, başka ülkeye git" diyebiliyor.

5 Mayıs 2006


Kavga ve Huzursuzluk Sebebi

İslâm'a göre ötekilerle ilişki nasıl olacaktır? İlgili âyetler, hadisler ve uygulamaya bakarak bu sorunun cevabını arayan âlimler iki farklı görüşe ulaşmışlardır: 1. İmkânlar elverdiği sürece ötekilerle savaşılacak ve egemenlik Müslümanların olacaktır; hem Müslümanların hem de ötekilerin huzur, adalet, hukuk, barış ve hürriyet içinde yaşamaları Müslümanların egemenliğine bağlıdır; bunu ancak onlar temin ederler. 2. Bağımsız devletleri olan ötekilerle de barış yapmak ve iyi ilişkiler kurmak caizdir; yeter ki, onlar antlaşma şartlarına uysunlar ve savaş sebebi olacak haksız fiillerden uzak dursunlar. Savaş sebebi olacak haksız fiiller ise "dine karşı savaş açmak ve Müslümanların yurtlarına göz dikmek, onları yurt ve yuvalarından çıkarmaya teşebbüs etmek"tir. İlgili âyetin meali şöyledir: "Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı size yasaklamıyor; çünkü Allah adil davrananları sever." (Mümtehine: 60/8) Takip eden âyette de "müminlere dinleri yüzünden savaş açan, onları yurtlarından çıkaranlar ile bunlara yardım edenleri dost edinmek" yasaklanmaktadır.

Müslümanların dini tebliğ etmek, din ve ahlâktan sapmaları ıslah vazifeleri vardır; ancak bunlar, sapanlarla kavga etmeyi gerektirmez. Önemli dini ve ahlaki sapmaları müeyyide uygulayarak düzeltme işi sıradan müminlerin değil, devletin vazifesidir. Ama Müslümanların dinlerine ve dindarca yaşamalarına karşı savaş açılırsa ve onları yurtlarından çıkarmaya teşebbüs edilirse bu iki davranış savaş sebebidir; güçleri yeterse Müslümanlar bu iki davranışı engellemek için savaşırlar.

Bu kurallar içinde ülkemizin durumunu değerlendirdiğimizde, "din ve düşünce hürriyeti tanındığı ve dindarca yaşamak isteyenlere başka ülkelerin yolu gösterilmediği sürece" dindar Müslümanların, inanç ve hayat tarzları kendilerinden farklı olanlarla hem iyi ilişkiler kurmaya, hem de onlara karşı adil davranmaya hazır oldukları görülmektedir.. Bazı aşırı gidenleri -ki, bunlar da kaale alınmayacak kadar azınlıktadırlar ve gerektiğinde bir günde etkisiz hale getirilmektedirler- istisna edersek büyük dindar kitlenin uygulaması bundan ibarettir.

Teori ve pratik olarak durum bundan ibaret olduğu halde "irtica korkusu", "dindarlardan gelecek tehlike beklentisi" neye dayanıyor. Kanaatime göre bunun iki sebebi/dayanağı var: 1. Eskiler "hâin hâif olur" derler; yani hiyanet eden, hakka ve hukuka riayet etmeyen cezalandırılmaktan korkar. Bazı şahıs ve gruplar dindar Müslümanların en tabii haklarını ellerinden almak için devamlı faaliyet içinde olduklarından -haklı olarak- karşı tarafın tepkisinden korkuyorlar. Bunun çaresi, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayanan demokrasilerde esirgenmeyen din özgürlüğünün dindar Müslümanlardan da esirgenmemesidir. 2. Bu bir savaş taktiğidir; karşı tarafı daha ziyade ezmek için -böyle bir ihtimal bulunmadığı halde- onlardan gelecek tehlikeden (meselâ yirmi sene sonra herkesin başının zorla örtüleceğinden) söz edilmekte, korku ve tehlike istismarı uygulanmaktadır. Bunun da çaresi ideoloji, hayat tarzı, dünya görüşü dayatmaktan vazgeçmek, insan haklarına dayalı demokraside buluşmak, barışmak, olabildiğince birlik ve beraberlik içinde yaşamaktır. Böyle bir sonuca ulaşabilmek için fedâkârlığın tek taraftan beklenmesi eşyanın tabiatına aykırıdır; fedâkârlık (tahammül, katlanma) çift taraflı olacaktır, olmalıdır.

7 Mayıs 2006
Yeni Şafak Gazetesi

Ziyaret -> Toplam : 125,11 M - Bugn : 139648

ulkucudunya@ulkucudunya.com