« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

19 Oca

2015

Saray ve inhitat?

A. Turan Alkan 01 Ocak 1970

O meşhur tâbirle, ‘Hiçbir masraftan kaçınmayarak’ ama bu arada kamuoyundan gizlice yaptırılan saray, siyasi hayatımızda yeni bir dönemin sembolü oldu.

Alelacele saray sıfatı verilen bu bina aslında Başbakanlık binası olarak kullanılacaktı ve ilk hazırlıkların o niyetle yürütüldüğünü öğreniyoruz; eğer Başbakanlık ofisleri olarak hizmete girseydi, imar ve çevre mevzuatına takılan kısımları hariç bu bina bu kadar konuşulmayacaktı; çünkü her Ankaralı bilir ki şimdiki Başbakanlık binası küçük ve mütevazı bir yapıdır ve genişleyen bürokratik yapının taleplerini karşılayamıyor.

Evvelâ yapının, saray kelimesinin içini dolduran şatafatta bir bina olmadığını peşinen belirtelim. Üçüncü sınıf otellere bile vaktiyle “Palas, saray” adı yakıştırılan bir ülkede canı isteyenin, binasına veya apartmanına saray unvanı vermesi şahsi tercihe kalmış bir şeydir. Kaldı ki bir binanın pahalıya çıkması, çok geniş ve büyük olması, iç aksamına ve dekorasyonuna su gibi para harcanması onu saray yapmaz. Benim gözümde saray değil, abartılı bir cumhurbaşkanlığı binasıdır. Adının “Aksaray” konulması ise ilk hecesindeki açık gönderme sebebiyle yakışıksız, talihsiz bir özeniş; ilk cumhurbaşkanlığı değişiminde bu ismin tarihe karışacağından şüphem yok.

Saray, tek kelimeyle bir özentinin eseri.

Tâ Atatürk’ten başlayarak Abdullah Gül’e kadar tam 11 cumhurbaşkanı, son derece mütevazı sayılabilecek fakat gerçek ağırlığını içinde yaşayan insanların tarihi özgül ağırlığından ve hâtıralarından alan Çankaya Köşkü’nde oturmakta mahzur görmediler. Şu andaki başbakanlık binası da mütevazı ölçüler taşır. Otuzlu yıllarda Ankara’da yükselen cumhuriyetin ilk resmi binaları, ketum ve sağlam Alman mimarlığının izlerini taşıyan karakterli eserlerdir.

*

Tarihte debdebeli saraylar yaptırma merakı, yönetimin göz kamaştırıcı, şaşaalı ve gösterişli alâmetlerle kendine bir meşruiyet inşâ etmek gayretini gösterir ve direkt yoldan yönetenle yönetilenler arasındaki uçurumun vurgulanması amaçlanır. Bir fiyaka yapısı olarak herhangi bir sarayın başkaca hiçbir fonksiyonu yoktur: Saray’a girenler veya binasını uzaktan görenler huşûa kapılmalı, içindekilere ve temsil ettikleri güce hayranlık ve saygıyla karışık bir korku duymalıdır. Birkaç aydan beri gündemi nâhak yere işgal eden Ankara’nın yeni sarayı, 12. Cumhurbaşkanı’nın şahsi eğilimlerini aksettiriyor ve bunlar bana göre Cumhurbaşkanı’nın kaprisleridir. Siyasi karizmasını yeni saray ile parlatarak binayı, Ortadoğu merkezli yeni bir liderlik arayışının mekânı haline getirmek istiyor. “Pahalı ve lüzumsuz gösteriş unsurlarıyla dolu” eleştirilerini ise hemen her gün birilerini saraya davet edip ağırlayarak hafifletmeye çalışıyor. Güyâ 16 Türk devletini temsil eden cengâver üniformalı gençlerle yapılan yeni tören modeli ise, zihindeki yeni başkanlık modelinin, tarihi derinliklere doğru bir referans arayışının yansıması...

Eleştirilecek yanı bile yok; naif şeyler bunlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin saygıdeğer ve köklü bir yapı olduğunu göstermek için müsâmereye benzeyen kostümlü gösterilere ihtiyacı yok. Bir devletin, tebâsı ve dış dünya nazarında itibarlı görmesi için hangi kriterlerin gerekli olduğunu herkes biliyor: Evvelâ hukuk devleti ve insan haklarına saygı, ardından sağlam ve üretken bir ekonomi, eğitim, sağlık ve altyapı hizmetlerinde kalite; adil bir yönetim vb...

*

Bir başka mesele daha var ki, dillendirmemeyi temenni ederdim: Saraylar, devletlerin kuruluş ve yükseliş dönemlerine mahsus eserler değildir. Devletler ve medeniyetler yükseliş dönemlerinde, artık bir tarih hatırası olarak kalması gereken böyle çocuksu oyuncaklara ihtiyaç duymazlar.

Saraylar inhitâtın sembolüdür; yani çözülüş ve gerilemenin...

En yakın örneğe kendi tarihimizden bakalım: XIX’uncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı sultanlarının kapıldığı pahalı ve rüküş saray merakı, devletin dış itibarı ve içeride fiili iktidarı ile ters orantı içindeydi. Pâyitahtta fiyakalı saraylar yaptırarak diğer devletler nazarında itibar kazanmak mümkün olsaydı, Osmanlı devleti bilinen âkıbetine uğramazdı. O saraylar borçla yaptırıldı ve bedelinin borcu, fukara ahalinin ızdırabı ve alın teriyle ödendi.

Fransız İhtilâli’nin yerle bir ettiği kraliyet sarayı devrinin en görkemli binalarından biriydi fakat saraylardan halkın acılarını ve sıkıntılarını görmek zordur. Fransa’da bugün yerinde sadece bahçesi kaldığı için yerinde yeller esen Tuileires ve Versailles sarayları, yıkılıp giden Fransız monarşisinin mezartaşı gibidir.

St. Petersburg’da Rus çarlarının kışlık sarayı olarak inşâ edilen ihtişamlı Hermitage sarayı, Rus monarklarının gücünden ziyade fukara Rus köylüsünden toplanan vergilerin nasıl debdebeye dönüştüğünü gösteren ve taşlarından adeta kan sızdıran bir ibret binasıdır.

Daha eskilere gidelim; İslâm halifeleri, sahâbe neslinin tevazu ve mahviyetkârlığını terk edip “Kisrâ”lar gibi saraylara heveslendikleri günden beri çağdaşları diğer devletlerinden farksızlaştılar ve bir saltanat yönetiminin sultanları oldular; devletle birlikte kendilerinin de izzet ve itibarı azaldı. İdare ettikleri insanlara ‘İslâm devleti’nin diğer yönetimlerden farklı, çok daha âdil ve güvenilir bir idare olduğu tezine çabucak sırt döndüler.

İran şahı Rıza Pehlevî’nin de mutantan sarayları, emrinde uçakları, koruma birlikleri ve bir uçak dolusu parası vardı; bugün ardından hayırla yâd eden belki sadece öz evlâdı kalmıştır!

Bu, acı bir bahis. Saray kelimesinin, ‘halk idaresi’ mânâsında demokrasilerde geçerliği yok. Saray özlemleri, sadece meraklısının demokrasiden pek hazzetmediğini gösteren bir işaret.

*

Kaldı ki bizler Müslüman’ız ve taşıdığımız Müslüman sıfatının tabii yansımaları olmalıdır. Müslüman israf etmez meselâ; deryanın kıyısında abdest alacak olsa iktisada riayet eder. Tevâzu sahibidir; tevâzuu gösteriş için değil, kibre düşmemek için bir deri gibi karakterine geçirir, üzerinde tabiileştirir. Diğer insanlarla ‘tarağın dişleri’ gibi eşit yerde ve yükseklikte bulunmayı, onlar gibi çalışıp tüketmeyi ve yaşamayı, kul hakkına ilişmemeyi dininin şiarı bilir.

Siyer derslerinde öğretiliyor bunlar; derse ne hâcet, siyer kitaplarında var...

*

Aniden depreşiveren bu saray düşkünlüğü, bu cafcaflı tören merakı, halkın vergilerini şaşaa uğruna havaya savurmak bana hayra alâmet görünmüyor. Daha iyi ve âdil bir yönetim için saraya ihtiyaç yok; hukuka saygılı ve vicdan sahibi yöneticilere ihtiyacımız var.

Ziyaret -> Toplam : 125,30 M - Bugn : 59387

ulkucudunya@ulkucudunya.com