BAHRİYE ÜÇOK’UN İKİ MAKALESİ
01 Ocak 1970
ATATÜRKLE GELEN KADIN HAKLARI
"Kadın hakları açısından tarihe baktığımız zaman, islâmiyetin bu yolda
kadınlar yararına getirmiş olduğu yenilikleri dünyanın başka hiç bir yerinde
ve çağındaki devrimlerle kıyaslanmayacak kadar büyük bir hamle olduğu
açıkça görülecektir. Şöy1e ki:İslamiyetten önceki kadın haklarıyla sonrakiler
arasında saptanan büyük farklar bu gerçeği açıkça gözler önüne sermeğe
yeterlidir. 6. yüzyılın Arap kadını genellikle hak süjesi değil hak objesi idi.
Nitekim cahiliye çağı denilen islam öncesi çağda kadın evlenirken velisi
tarafından satılmakta ve bundan dolayı da satın alanın, yani kocasının
mamelekinden sayılmakta idi. Öyleki, koca öldüğü zaman karıları mirasçıları
arasında bö1üşü1mekte ve oğulları üvey anneleri ile evlenmekte idiler.
Doğaldır ki, bu durumda kadının miras hakkı da yoktu. Çünkü kendisi mirasın
konularından birisi sayılmakta idi. Kocalar karılarını hiç bir şarta bağlı
olmadan boşayabilmekte idiler ve dul kadınlar da bir yıl süre ile hiç bir
temizlik yapmadan bir çadırda oturmak zorunda idiler. Ayrıca bazı arap
kabilelerinde kız çocuklarının öldürüldüğü de herkesce bilinmektedir. 7 nci
yüzyılın başlarında islamiyet âyet ve hadislerle kadına kişiliğini tanıdı.
Bundan böyle “ergin ve mümeyyiz kadın tam ehliyetli hak süjesi haline geldi.
Artık o mirasın konusu deği1 bazı durumlarda erkeğin yarısını almakla
birlikte, bu hakkın da sahibidir.Evlenmede kocanın vermesi gereken bedel,
artık kadının velisine deği1, doğrudan kendisine ödenecektir. Böylece kadın,
boşanma veya dul kalma durumları için bir tür garanti elde etmiş olmaktadır.
Kadının iktisadi ve ticari hayatta istediği gibi ça1ışabilmesi için hiçbir engel
ka1mamıştır. Evlenirken iradesini beyan etmesi şarttır. Üvey oğulları ile
evlenme zorunluluğu kaldırılmakla kalmamış, hatta yasak1anmıştır. “ilim
tahsil etmek her müslüman kadın ve erkeğe farzdır” hadisi ile de bilimsel
alanda kadınla erkeğin farklı olmadığı gösterilmek istenmiştir. Ancak tarih
boyunca büyük islam alemindeki kadınların büyük çoğunluğu kendilerine
islâmiyetin tanımış olduğu bu haklardan tamamıyle habersiz ve bu hakların
bilincine varmadan gene de erkeklerin adeta bir kölesi gibi bir çok
bakımlardan eski yaşayışlarını sürdürüp gitmişlerdir. Çünkü islam ülkelerinde,
en ücra köylere kadar eğitim, değil kadınları, erkekleri bile ele alıp yetiştirme
yollarını aramamıştır. 1926 yılında Medeni Kanununun kabulü ile ve 5 Aralık
1934’de kadınlara siyasal haklarının tanınmasıyla, Atatürk de tarihin en
büyük devrimlerinin birini gerçekleştirmiştir. Ancak büyük şehirlerimizde ve
kasabalarımızda kadınların bugün bilim, bürokrasi, teknokrasi, öğretim,
eğitim, ticaret ve ekonomi alanlarında yüklenmiş oldukları rollere bakarak
kendimizi aldatmayalım. Bugün bile Türkiyemiz kadınlarının büyük bir
bölümü Cumhuriyet'le gelen devrimlerin kendilerine tanımış olduğu
haklardan habersizdirler; hatta islâmiyetin vermiş olduğu haklardan da
habersizdirler. Bu cümlemi bir örnek vererek açıklayalım: İslam dini dinsel
bir evlenme kuralı getirmemiştir yani Hiristiyan kişilerin kilisede rahibin
önünde evlenmek istediklerini beyan etmeleri ve doğan çocuklarını vaftiz
ettirip adları yazılmış olan kilise defterinin aynı sayfasına kaydettirmek gibi
bir saptanma işlemi müslümanlıkta öngörülmemiştir. Kilise öteden beri hem
evlenmeleri hem doğumları saptayan bir çeşit nüfus kütüğü görevini
yapmaktadır. İslam hukukuna göre evlilik sadece iki erkek tanık önünde
sözle ifade edilmekten öteye gidememiş olduğundan evlilik zevalinden sonra
bile iki erkek tanıkla saptanabilmekte idi. Böylece dini bir nikâhın olmayışı
bir çok kişileri eski geleneklerine göre evlenmekte adeta serbest bırakmıştır.
Yüzyıllar boyunca osmanlı imparatorluğunda evlenecek olanlardan izinname
adı verilen bir resmi belgenin istenmesi de evlenmeleri saptama imkânı
vermemiştir. Taraflar resmi belge olmadan da aralarında bildikleri gibi
evlenmeye devam etmişlerdir ve halâ da etmektedirler. Bugün hâlâ en ücra
köylerimize kadar öğretim ve eğitimin girmemiş olması, girdiği yerlerde de
yetersiz bulunması en ilkel evlenme biçimlerinin günümüze değin geçerli
olması sonucunu vermiştir. Bence bugün kanunlarımızda kadınlarla
erkeklerin eşitliğini bozan önemli hayati bir hüküm yoktur onun için Türk
kadınını bundan böyle kadınlara yeniden haklar veya eşitIik hakları
kazanmak için bir mücadeleye atılmak zorun1uluğunda görmüyorum.
Kadınların ancak kanunlarımızın kendilerine tanıdığı hakların bilincine
varabilmeleri ve onları erkeklerin baskısından uzak, serbestçe
kullanabilmeleri için bir eğitim ve öğretim seferberliğine inmek
zorun1u1uğunu kabul ediyorum. Ta ki kadın yalnız oy verme hakkı olduğunu
bilmekle kalmasın bu hakkını kocasının veya kendi üstünde etken olan başka
erkeklerin baskısından uzak özgürce kullanabilsin."
EĞİTİMDE ŞERİAT DÜZENİ
Geçen hafta içinde Senato gündeminde bekleyen iki önemli kanun önerisi,
süresi içinde görüşülemediğinden otomatik olarak kanun1aştı. Fakat yeniden
görüşülmek üzere Cumhurbaşkanı tarafından Meclislere geri gönderildi.
Bunlardan birisi Milli Eğitim Temel Kanununun 25. maddesini, öteki
üniversiteler kanununun 52. maddesini değiştiren önerilerdi. İki yıl önce
( 13 haziran 1973), Senato'da oylanan Milli Eğitim Temel Kanunu uzun bir
sürede uygulama olanağı isteyen bir kanundu; özellikle iIköğretim konusunda
Türk toplumunu eğitimsizlik yüzünden çağın gerisinde kalmışlıktan
kurtarmayı amaçlayan bir nitelik taşıyor, ilköğretimi ülke gereksinmelerine
göre programlayıp öğrencilerin heves ve yeteneklerini saptamayı ön
görüyordu. Bizler bu yöntemi uygulamakta oldukça geç ka1mıştık. Oysa
görebildiğim Fransa'dan Almanya'dan Pakistan'a kadar uzanan ülkelerde bu
yöntemin yararları çoktan beri fark edilmiş ve Milli Eğitimleri bu yola
yönelmişti. Kuşku yok ki, bir ülkenin, bir ulusun en büyük gereksinimi ana
okulundan üniversitelerine kadar uzanan eğitim kuru1uş1arınadır. Bu
kuru1uş1arın dayandığı ilkeler o ülkenin rejimi ile uygunluk içinde
bulunmalıdır. Hiçbir ülkede hiçbir yönetim düşünü1emez ki, kendi yasalarına
hatta kendi rejimine ters düşen bir eğitimi desteklemek yolunu izlesin. Bizde
XVII. Yüzyıldan bu yana geçen her dönemde, biraz daha Ortaçağ
karanlıklarına gömülen Osmanlı imparatorluğunda ge1işen çağa ayak
uydurma çabaları ancak Tanzimat döneminde gözükebildi. Böylece bir yanda
uygarlıkta hayli yol almış olan Avrupa uluslarını geriden de olsa izleme
o1anağı, modern ve olumlu programlarla yürütülen okullar açarak sağlanması
yolu tutulurken, öte yandan fonksiyonunu yitirmiş, skolastik görüş1erin
dışına çıkamaz bir hale ge1miş olan medreseler eğitimlerini Cumhuriyet
dönemine değin sürdürmüşlerdir. Ancak, giderek Kurtuluş Savaşımızı izleyen
günlerde Türk toplumu tarihinin karanlık günlerini bir daha yaşamamak,
o günlere geri dönmemek için önce padişah1ıktan Cumhuriyet rejimine
geçmiş, sonra anayasasi ile, yasaları ile gerekli her önlemi almıştı. Bunların
başında gelenlerden biri "Tevhid-i Tedrisat Kanunu" idi. Bununla eğitim ve
öğretimdeki ikilik kaldırılıyor, Batı'ya yönelmiş, pozitif bilimlere geniş çapta
dayanan laik bir eğitim sistemi getiriliyordu. 3 Mart 1924'ten izlenen yol
Tanzimat'tan bu yana sarfedilen yenileşme, çağdaşlaşma çabalarına hız
verme olanağını engelsiz olarak sağlamıştır. Artık, Batı'nın ilerleyen
toplumlarının karşısında yaya kalmaktan kurtulmanın çareleri ülkemizde de
bulunmuştur. Tek, belirli, akılcı ve ulusal bilinç veren bir programla, yeni,
yapıcı kuşaklar yetişirilecek ve bunlar Tanzimat'tan sonra olduğu gibi
birbirine zıt eğitim kuruluşlarından yetişen kişi1erin an1aşmazlıkları içinde
olmayacaklardı; olmadılar da.
25 yıl böyle geçti. Ancak "Tevhid-i Tednisat Kanunu"nun bir maddesine
dayanılarak açılan İmam-Hatip Okulları ile ilgili Temel Egitim Kanunu'nun
bir maddesi, üzerinden sadece iki yıl gibi kısa bir süre geçer geçmez, yeni bir
biçime sokularak, yeniden Meclislerin gündeminde yer aldı. Temel Eğitim
Kanunu'nda ilköğretim iki dönemden oluşmaktadir: beş yıllık birinci dönem
ve üç yıllık ikinci dönem. Bu sekiz yıllık eğitimin ikinci dönemi olan üç yılda,
eğitimciler çocuğun yeteneklerini araştıracak ve eğilim1erini saptayacaktır.
Yoksa büyük ölçüde iş hayatına, meslek hayatına alıştırıcı bir yöntem
izlemeyeceklerdir. Bu dönemde sadece çocuğun gizli kalmış yeteneklerini
bulup ortaya çıkaracaklardır. Örneğin hekimliğe hevesi olan bir çocugun, bir
sağlık memuru gibi yara pansuman etmesi veya ilâç enjekte etmesi, ya da
yapı mühendisi veya teknisyeni olması gereken 11-12 yaşındaki çocuğu
duvar örmeye, beton dökmeye alıştırmak gibi bugün artık yanlış olduğu
bilimsel yöntemlerle ortaya çıkan bir program uygulanmayacaktır. Çünkü,
beş yıllık ilköğretimi bitiren çocuk henuz 11 yaşındadır. Üstün yetenekleri
henüz kendi de çevresi de bilemez. Onu, daha 11 yaşında bir çocuk iken
ruhsal durumu ile hiç de bağdaşmayacak bir mesleğe sokmak, coğu kez
heder etmektir. Bu hem o gencin, hem de ülkemizin zararına olur. Gene
örneğin bir yabancı dil dehası genci Birleşmiş Milletler'de senknonik
tercüman olarak, ya da büyük bir hukukcu, hekim, tarımcı, atom bilgini
olma heves ve yeteneğine sahip kişileri "ağaç yaşken eğilir", "arapça ve
farsçayı çocuk yaşta öğrensinler" diye alıp İmam-Hatip Okulunda
yetiştirmek çağdaş ülkelerin eğitim metodlarına ters düşeceği gibi, ülke
çıkarları yönünden olduğu kadar, bireylerin meslek seçme özgürlüklerini de
kısıtlayıcı bir tutum olur. Büyük bir Fransız eğitimcisi olan Jean Jacques
Rousseau, Emile adlı yapıtında, daha XVIII. Yüzyılda, çocukların
onüç-ondört yaşlarına kadar seçme yeteneklerinin bulunmadığını bilimsel
olarak açıklamıştır. Cumhuriyet Senatosu'nda görüşülmeden kanunlaşan
öneride ise, bu bilimsel verilere göre hazırlanmış olan ve henüz iki yıl önce
uygulanmasına başlanan kanunun 25. maddesi değiştiriliyor, geriye dönüş
yapılıyor; daha önce yararlı görülmediği için uygulamadan kaldırılmış olan
ve yeni kuşakIarı iradeleri dışında mesleklere iterek yaşamlarını hüsranla
sürdürmelerine vesile olacak kanun hükümleri geri getirilmek isteniyor.
Oysa Temel Eğitim Kanunu henüz denenmemiştir. Yararları, ya da varsa
zararlı, sakıncalı yönleri görülmemiştir. Konu bu açılardan dikkate alınınca
görülmektedir ki, son birkaç yıldan heri, belli bir çevrenin özellikle üzerinde
durduğu eğitim konusu adım adım bir amaca doğru yaklaştırılmak isteniyor.
Bu amaç "Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun öngördüğü modern, Batı uygarlığı
doğrultusundaki eğitimi kaldırmak ve şeriat eğitimini onun yerine geçirmektir.
Bugün şeriatla yönetilen ülkelerde bile geçersizleşen kimi kuralları ve
yasaları, uygarlıkta Ortadoğu ülkelerine örnek olan Türkiye'de yeniden
canlandırma çabaları, üzülerek söylemeliyiz ki, yadsınamaz bir gerçektir artık.
Bunu, ısrarla önünüze getirilen yasa önerisinde de açık olarak görmekteyiz.
Gerekçenin son bölumünde "imam-hatip okullarının özel bir yanı olduğu bu
okullarda Arapca ve Farsça öğretildiği, bu nedenle verimin arttırılması için
erken yaşlarda imam - hatip derslerinin okutulması gerçekdışı" açıklanmıştır.
Evet erken yaşlarda.. çünkü çocuk 11 yaşındadır, emredilen yöne kolayca
gider, bunu kendi doğal kaderi sayar. Ama sekiz yıllık temel eğitimden sonra,
hem yaşı, hem de bilgi ve görgüsü onu daha olgunlaştıracak, hayatta ne iş
tutmak istediğini, neyi seveceğini, hangi meslekte başarılı adımlar atmak,
buluşlar yapmak istediğini, sezecektir. Onu hiç de istemediği bir mesleğe
veya sanata zonlamak kolay olmayacaktır. Bunun en güzel en canlı örneğini
1971'de birinci dönemi kaldırıldıktan sonra imam - hatip okullarında gördük.
Bu meslek okulunun ikinci döneminde mesleğe gidenlenin sayısında büyük
bir düşüş olmuştur. Demek ki, gençlerin büyük çoğunluğu kendi iradeleri
olmaksızın bu mesleğe yönelti1mişlerdir. İşte bunun sonucundadir ki,
yüzmilyonlar harcanarak yetiştirilen bu gençler okullarını bitirdikten sonra
Diyanet işleri Başkanlığı kuruluşunda görev almak istememekte, ellerine
geçen fırsatlardan yararlanarak başka alanlanda çalışmaya koşmakta, ya da
böyle fırsatlar yaratmak çabası içine düşmektedirler.
Bir yazılı sorum üzerine 1974 ağustosunda Milli Eğitim Bakanlığınca
hazırlanmış, Din Eğitimi Genel Müdür1üğünün mühür ve imzasını da taşıyan
bir açıklama ile sözlerimi belgelemek isterim. İmam-Hatip Okullarının birinci
dönemini bitirenlerin yalnızca yüzde 9'u Diyanet işlerinde görev almıştır.Yani
köylere gideceklerini umduğumuz kişilerden yüzde 91'i göreve gitmemiştir.
Bunların büyük bir bölümü imam hatip'in ikinci dönemine gitmişse de yüzde
16 kadarının meslek değiştirdiği saptanabilmiştir. İkinci dönemi bitirenlere
gelince, bunlardan yüzde 60'ı ya meslek değiştirmiştir, ya da başka yüksek
okullara, örneğin Hukuk Fakültesine girerek söz konusu alanda çalışmak
istememişlerdir. Diyanet İşleri Başkanlığında görev alanlar, gene onların
açıklamalarına göre, yüzde 40 dolaylarındadır. O da son üç yıldan beri
sağlanan dolgun kadrolar sayesinde mümkün olmuştur.
Görülüyor ki, köylerde ve ilçelerde hâlâ daha pek çoğuna gereksinme
bulunduğu savunulan ve bu yüzden sayısı nerdeyse öğretmen okullarının iki
katına yaklaşan, son zamanların bütün iktidar partilerince yarışırcasına
yenileri açılan imam - hatip okulları, amaçlanmış olan hizmeti
sağlayamamışlardır; bundan sonra da hiç sağlayamayacaklardır. Ama gene de
o alanda okulların plansız olarak açılması düşünülmektedir. Bundaki amaç
nedir?
Meclislerin iki ay kadar ça1ışamaz durumda bırakılmaları ile süreleri dolup
otomatik olarak kanunlaşan bu öneriler, yalnızca Temel Eğitim Kanunundaki
25. maddenin bir iki sözcüğünü değiştirmekten ibaret bir işlem gibi
görünmekte ise de asıl amaç başkadır. Bir kez Üniversiteler Kanununun 52.
maddesini değiştiren kanun1aşan öneri ve Tevhid-i Tedrisat Kanununa aykırı
düşmektedir. Çünkü Anayasa güvencesi altında bulunan Tevhid-i Tedrisat
Kanunu imam hatip okullarının yalnız ve yalnız imam ve hatip yetiştirmek
üzere açı1abi1eceğini kesinlikle be1irtmiştir.
Ayrıca Temel Eğitim Kanununun 25. maddesini degiştiren kanunun
amaçlarını dikkatlere sunmayı da görev saymaktayım. Zira bu degişiklikler
ulusumuzu çağdaşlaşma ilkelerinden yoksun bırakmayı amaçlayanların hayal
ettikleri şeriat düzenine ulaşabilmek için eğitim sistemimiz içinde atmak
istedikleri küçümsenemeyecek ölçüde tehlikeli bir adımdır.