LAİKLİK VE SEKÜLERLİK
Durmuş HOCAOĞLU 26 Aralık 2006
Hakîkaten tam bir patolojik vak'a; sürekli olarak kendisini kendi insanına karşı korumak üzere adetâ "su uyur düşman uyumaz" kavli muktezâsınca bir gözü açık teyakkuz vazıyetinde bekleyen bir devlet; sürekli olarak "öteki" kesim üzerine tehditler savurarak yürüyen ve gözdağı veren bir "beriki" kesim; yetmedi: Bu devletin ve bu milletin bu coğrafyadaki bin yıllık varlığı Avrupa Birliği'nin potasında "varlığım AB'nin varlığına armağan olsun" sloganıyla eritilir ve bu ülke bir sömürge eyâleti gibi her gün AB'li "sâhiplerimiz" ve "metbû-u mufahhamımız efendilerimiz" tarafından murâkabe ve teftiş edilirken, veya ordumuzun en güzîde on bir subayının başına Amerikalılar tarafından çuval geçirilirken yüzlerinden tüy kıpırdamayan, hattâ tüy kıpırdamak ne kelime, kervanın en başına geçmek için yeldir yepelek koşuştururken, sıra "başka" - bu "başka" faslını, bilâhare ele almak üzere şimdilik boş bırakıyorum - mevzûlara gelince arslan gibi "Türkiyeci" kesilenler; bu memleketin fidan gibi gençlerinden neredeyse her gün üçü-beşi vatan hâinlerinin kurşunları, bombaları, mayınları ile şehit edilir veya sakat bırakılır, neredeyse her gün üç-beş eve şivan düşürülürken, veya bin yıllık Türk yurdu Anadolu'nun Diyarbakır gibi, bin yıllık Türk beldeleri "burası Türkiye değil, burası Kürdistan" diyerek Türklere meydan okuyan âsiler tarafından alâmeleinnâs kurtarılmış bölge îlân edilirken, veya bu ülkeyi savunmak için nâmus borcu olan askerlik vazîfesini "askerlik yapmak onurumla bağdaşmıyor, vicdânımla uyuşmuyor" diyerek açıkça şerefsizlik ve vicdansızlık addederek reddedenler kahramanlar gibi gezerken yollara düşüp kitlevî bir tel'inde bulunmayı aklına bile getirmeyenler, sıra "başka" mevzûlara gelince yanardağlar misillû gür sesleriyle kükreyerek gök kubbeyi yere indirenler... ... ve bu gibi kişiler bu memleketin, benim ülkemin, Türkiye'min gerçek sâhipleri; kendilerini öyle görüyorlar; "ötekiler" ise "parya", Cumhuriyetin Paryaları; onları da öyle görüyorlar.
Bu, bir patoloji; değilse patoloji ne?
O hâlde patoloji ne?
Benim memleketimde neredeyse bütün Cumhuriyet tarihini kapsayan bir rejim krizi var; ben doğmadan önce de vardı, ben beni bildim bileli var, hayâl-meyâl hâtırladığım çocukluk yıllarımda da vardı, gençlik yıllarımda da; altmışıma merdiven dayadım hâla var; kabûl edilemez bir durum: Bu memlekette en istikrarlı şey, rejim krizi!
Bu, bir patoloji; değilse patoloji ne?
O hâlde patoloji ne?
İmdi: Krizler gerginlik (kabz) hâlleridir, tıpkı yüksek ateşlilik gibi ârızî (aksidandantal) ve geçici (muvakkat) hâl rejimleridir; kalıcı olmamalıdırlar, ama eğer kalıcılık vasfını taşımakta iseler, bu keyfiyet, yâni, sürekli olmaması gerekenin süreklilik sâhibi olması, ortada süreklilik arz eden bir hastalığa delâlet eder ve de ancak ona delâlet eder. Bu, bedihîdir ki, gayri tabiî olanın tabiîleştiği bir durumdur ve bu da bir patolojidir.
Nedir işbu süreklilik arz eden gerginliğin sebeb-i aslîsi derseniz, belki de hemen herkesin mutâbık olarak vereceği cevap, rejimin, kendisini sürekli tehdit altında görmesidir.
"Akıl olmazların zoru içinde / Üst üste sorular soru içinde" diyen Şâir'e kulak vererek soralım: Nereden geliyor bu tehdit? Dışarıdan mı? Hayır. Gelse bile orası mes'ele değil, yek vücut olur def'ederiz. İçeriden, evin içinden. Tehdit içeriden geliyor. Kimden? Etnik bir damardan mı, yâni mes'elenin kökünde etnik bir problem mi var? O da hayır! Etnik problemin içinde böyle bir damar var olabilirse de ne etnik problemin ve ne de rejim probleminin aslî hüviyetini teşkîl etmediği kesin; burada şüphe yok.
Öyleyse kimdir bu tehdîdin kaynağı; kimdir bu memleketin rejimini mütemâdî sûrette tehdit edenler, kimdir bu memleketin rejimi için sürekli olarak potansiyel bir tehdit ve tehlike unsûru niteliği taşıyanlar? Muhâcir veya yerli bir etnisite olmadığına göre, kaçak gelen birtakım yabancılar mı?
O da hayır!
Kim öyleyse?
Besbelli ki, bu ülkenin aslî vatandaşları; yâni, Türkler; her mânâda Türkler: Soy kütüğü ne olursa olsun, ister Türk asabiyesinden, ister bir başkasından, Anayasa tanımınca, Türk ıtlak olunan bilumum "Türkiye Ahalisi" [1924 Anayasası, Beşinci Fasıl, Md.88].
Şimdi de soru içinde bir başka soruya geçelim:
Nedir işbu süreklilik arz eden rejim krizinin aslî hüviyeti?
1921 ve 1924 Teşkîlât-ı Esâsiye Kanunlarında "Hükûmet Şekli" olarak tanımlanmış iken 1961 ve 1982 Anayasalarında "Devlet Şekli" olarak değiştirilen Cumhuriyet midir problem olan; yâni Türkler, Cumhuriyet'e karşı bir kalkışma içerisinde midirler?
Hayır; vâkıa, "alelumum Türk ıtlak olunan Türkiye Ahalisi"nden bir kesimin böyle bir kalkışması var; hem de tâ bidâyetinden beri ve en nihâyettir de yirmiiki yıldan bu yana 'ne hikmetse' bir türlü bastırılamayan bir kalkışma, ama bu kalkışmanın hedefi Cumhuriyet, yâni rejim gibi tâlî bir mes'ele değil, doğrudan doğruya Devlet'in fizikî varlığı ve hükmî şahsiyetinin ta kendisi gibi aslî bir mes'ele ve dahi, beri yandan da indifâ hâlindeki volkanlar gibi kükreyenler onlara karşı kükremiyorlar; yine 'ne hikmetse'.
O hâlde?
Üst üste sorulara devam edelim...
Üst üste sorular soru içinde; ancak biz bunları basite indirgeyerek, Devlet'i vatandaşlarından bir kısmına - hem de aslına büyükçe bir kısmına, omurgasına - karşı sürekli teyakkuz durumunda tutan ve aralarındaki mukavele probleminin çekirdeğini oluşturan nedir diye soracak olursak, hiç kuşkusuz cevap "Laiklik Problemi" olacaktır. Biz bu problemin ne idüğünü burada, yazıyı bir destana dönüştürmemek için, ancak özün özü (lübbü'l-lübb) şeklinde hulâsaten ele alacağız ve ilk soruyu da şöyle soracağız: "Üzerinde bunca kavga açılan ve bu memleketi gerim-gerim geren işbu Laiklik nedir?" Lâkin soru yine de çok ağır; o sebeple daha basite inerek, modelimiz olan Batı'da vazıyet nasıldır diyelim ve bu soruyu da yine "lübbü'l-lübb" şeklinde cevaplandıralım. Bunun için yeni bir yazıya hâcet duymuyorum şimdilik; müsaadelerinize sığınarak, eski bir yazımdan hemen-hemen aynen aktaracağım ["Batı'da Din ve Devlet: Laiklik ve Sekülerlik"., Ayyıldız., 09 Kasım 1999, Salı., s.09].
Batı'da hem bir kavram ve hem de bir kamu nizamı olarak Laiklik (Laisite) yanında bir de Sekülerlik (Sekülerite) vardır ve Fransa dışında en ziyade bilinen ve uygulananı Sekülerlik'tir. Yâni, bizde sâdece "Laiklik" adı ile tanınan ve yaygın olarak, Batı'da da aynı şekilde homojen olarak kabûl görüp uygulandığı sanılan kavram, Batı'da çok kereler birbirinin tıpa-tıp aynısı kavramsal içerikle dolu olmayan iki ayrı ad altında tanınmaktadır: Daha ziyâde Katolik kültürün hâkim olduğu Latin kökenli ülkelerde (Akdeniz ülkeleri; İtalya, Fransa...) 'Laiklik' ve, Protestan kültürün hâkim olduğu Germen ve Anglo-Sakson kökenli ülkelerde (Almanya, İngiltere, A.B.D...) 'Sekülerlik' olarak. Bütün dünyada bir anayasal sistemi olarak ise, Laiklik, sâdece şu dört ülkede vardır: Fransa, Rusya, Hindistan ve Meksika; buna mukabil Seküler kavramının hâkim olduğu ülkelerde "Sekülerlik" bir anayasa sistemi değildir.
Laiklik ve Sekülerlik arasındaki fark sâdece bir kelime farkı değildir, önemli ortak noktalara sahip olmakla beraber, aralarında çok önemli ve derin farklar da vardır. Ancak, yine de, bu iki terimin arasında önemli kesişme noktaları bulunduğuna ve zaman-zaman birbirinin yerine kullanıldığına da dikkat etmek gerekir.
Laiklik ve Sekülerlik, Batı'nın kendi tarihî gelişim sürecinde geliştirmiş oldukları birer "dünyevîleşme" modelidir.
Laiklik, bir anlamda, "Latin/Katolik tarzı bir dünyevîlik"tir ve katı bir ideoloji ve baskıcı bir devlet politikası haline getirilmiş şekli olan "Laisizm" ise, kendisine karşı rüştünü ispat etmek için çok kavga ettiği Katolisizm gibi serttir; toleransı azdır ve bu tolerans tarih boyunca zaman-zaman yok olma sınırına kadar da gerileyebilmiştir.
Laik ülkelerde Din-Devlet-Toplum münâsebetleri her zaman için gergin olmuştur. Söz gelimi, Fransa'da bugün dahi hâlâ bu gerginlik belirli bir ölçüde devam etmektedir. Sekülerlik ise, birçok anlamı yanında, aynı zamanda, esas hüviyeti olarak bir "Anglo-Sakson-German/Protestan tarzı dünyevîlik" da tanımlanabilir; Seküler ülkelerde Din ve Devlet münâsebetleri daha mûtedil ve daha insancıldır.
Sekülerlik'e nazaran daha sert bir tepki olması dolayısıyla Katolik dünyevîleşmesi demek olan Laiklik ve onun katı ve sert bir ideolojiye inkılab etmiş şekli olan Laisizm, Din'e karşı daha sert tavır almış, terimsel anlamda Ateizm'den ayrı olmasına rağmen O'na meyilli ve bir 'gayri dinîlik' halini alabilen bir 'lâ-dinîlik' olmuştur. Laik düzende Din, dâimâ potansiyel bir tehlikedir, Sistem'in dışında ve karşısındadır. Buna karşılık, Protestan dünyevîleşmesi demek olan Sekülerlik'deki, 'gayri dinîlik' karakteri daha zayıf olup, 'lâ-dinîlik'e ve hattâ nisbeten "dinîlik"e daha yakın addedilebilir. Seküler düzende Din bir potansiyel tehlike değildir; çoğunlukla da Sistem'in içinde ve yanındadır.
Gerek Laiklik'de ve gerekse de Sekülerlik'de 'Din' denen sosyal vâkıa reddedilmemiş, yani dine doktriner olarak cephe alınarak Ateizm'e gidilmemiştir; fakat, her ikisinin de içerisinde ateist ve anti-teistler bulunmaktadır; her ikisinde de din ile hayat arasındaki bağlar asgarîye indirilmeye çalışılmıştır. Önemli ölçüde dünyevîleşmesi sağlanmış olan bir Hristiyanlık mezhebi olan Protestanlık'da bu bağ, daha canlı ve aktif hâle getirilmiş olduğu için dinin, dünyevîleşmiş Protestan dünyasındaki rolü de nispeten daha canlı ve faal olmuştur. Max Weber'in, 'Kapitalizm' ile 'Protestan Ahlâkı' arasında kurmuş olduğu bağ da bu temele dayanmaktadır.
Laiklik ve Sekülerlik, Hristiyan Batı'da ortaya çıkmıştır ve çıkmış olduğu ortamın kültürel ve siyasî tarihi ve Kilise-Devlet ilişkileri ile de yakından ilgilidir.
Laiklik / Sekülerlik, özet olarak ifâde edildikte, "dünyevîleşme"dir. Burada "dünyevîleşme" ibaresi ile kastedilen şey, "bu-dünya ile barışılması", "dünyalı olunması"dır. Bu ise, kısaca, Dünya'nın kanunlarının, esas olarak, bizzat Dünya'nın kendisinden çıkarılması, yani Dünya'nın referansının yine Dünya olması demektir. Ancak, Fransız tipi laiklik dışındaki diğer laik ve seküler uygulamalarda, dinî kaynaklara yöneltilmiş bir hayli referanslar bulunmaktadır.
Laiklik tipi dünyevîleşme özellikle "Fransız İhtilâli" ile aktüel bir şekilde dünyanın gündemine girmiştir. Sert ve müsâmahasız bir hareket olarak gelişen ve hâl-i hâzırda da bu kimliğini koruduğu söylenebilecek olan "Fransız tipi laiklik", yâni Laikçilik veya en radikal ideolojik kimliği ile "Laisizm", bizim açımızdan da ayrı bir önem taşımaktadır. Zira, Türk Laikleşmesi, en temel unsurlarını ve zihniyetini büyük ölçekte oradan almıştır.
Batı'nın kendi tarihi ve kendi şartları içerisinde gelişen Laiklik ve Sekülerlik, Batı Modernitesi'nin muhtelif etkileri dolayısıyla Türkiye'ye de intikal etmiş, ve, uzun bir süreçten sonra 1937 tarihinde Laiklik bir anayasa hükmü olarak vaz' edilmiştir. Fransız anayasasında Laiklik hükmünün vaz' edilmesine nispetle on yıllık bir kıdemi bulunan ve bu bakımdan dünyada ilk olan Türk Laikliği, toplumsal bir mutâbakatın değil Devlet tazyıkinin bir netîcesi olarak tarih sahnesinde yerini almış olup, esas îtibâriyle Fransız Laikliği'nin bazı tâdilâtlarla Türkiye'ye uyarlanmış bir versiyonu olarak nitelendirilebilir.
Ancak buna rağmen her iki laiklik arasındaki bu farklar bâzı bakımlardan fevkalâde mühimdir ve nevi' şahsına münhasır (sui generis) nitelik taşımaktadırlar; öyle ki, Türk Laikliği, bâzı bakımlardan Türkiye'nin hâlâ - en azından "bir tür" ve yine "nevi' şahsına münhasır" - bir İslâm Devleti olduğunu ihsas ettirmektedir dahi denebilir.
Fransa hâricindeki Batı ülkelerinde "Laiklik" terimi pek bilinen bir terim değildir; zaman-zaman literatürde, "Fransız Tipi Sekülerlik" olarak da anılmasının sebebi budur[1]. Bu farklı husûsiyeti ile temâyüz eden ve "Fransız Tekilliği" olarak da anılan Fransız Laikliği, Ayrımcılık modelinin en radikal tatbîkat sâhası olmakla kesin bir istisnâ niteliği taşımaktadır. "Kilise ve Devletin Ayrımı" (Séparation de L'Église et de L'État") prensibi üzerine müesses Fransız Laikliği'nin bu prensibi bir anlamda "Din ve Dünya Kürelerinin Temassızlığı" şeklinde, en aşırı haddine kadar da yorumlanabilmektedir ki Laisizm (Laikçilik) denen şey de esas olarak budur ve yine bu sebepten dolayıdır ki Laiklik, aynı zamanda jakoben bir cumhuriyetçilik üzerine müessestir de.
Laiklik'in bu en katı şeklini dile getiren Regis Debray'ın ifâdesiyle, Laik sistem için aslolan Demokrasi değil, öncelikle Cumhuriyet'tir; Cumhuriyet, Demokrasi'nin ilâvesidir, artısıdır ve Laiklik, Tanrı'nın elinden iktidarın alınmasıdır. Demokrasi'yi ancak Laik Cumhuriyet'in yerleşmesiyle tatbîkata konabilecek bir nevi' lüks gibi gören ve bu bakımdan Laisizm'in sözcüsü sayılabilecek olan Debray'ın şu fikirleri dikkate şâyandır[2]:
"1958 (veya 1946) anayasamızın girişine göre "bölünmez, laik, demokratik ve sosyal bir cumhuriyet" olan cumhuriyetimiz, Avrupa'da tuhaf bir şey!"
"Bu hak durumu, bir olgu durumunu meşrulaştırıyor. Tek olan bir tarihe tek olan, biricik olan bir anayasa! Bundan dostlarımız ve komşularımızın eğlendikleri bir dizi âdetlerimiz, bastırmalarımız, tutku ve ödevlerimiz çıkmaktadır. En ciddi Avrupa gazetelerinin "başörtüsü olayı"na tahsis etmiş oldukları şaşkın ve alaycı makalelerinin de gösterdiği gibi bir İngiliz veya bir Danimarkalı için Fransızlar bir defa daha kafadan çatlaklıklarını göstermişlerdir. Haksız değiller. 1789'dan veya daha tam olarak bazı delillerin ilk defa olarak Tanrı'nın elinden insanların dünyanın bir bölgesindeki yönetimini almak cüretini gösterdikleri 1793 yılından bu yana akıntının tersine yüzen "marjinal"leriz. İki yüz sene sonra ve bütün görünüşlere rağmen cumhuriyetimizin Avrupa'da gerçek bir paraleli yok! 1889'da kıtamızda sadece iki cumhuriyet vardı: Fransa ve İsviçre. Etrafımızda bazı isim değişikliklerine rağmen 100 sene sonra bugün de durumun fazla değişmemiş olduğunu iddia ediyorum."
"Dünya kamuoyunda bizi yine suçlu listesine koydular. 170 tane hükümran devletten 100'den fazlasının dinsel diye adlandırılabileceği bir dünyada laik devletler küçük bir azınlık teşkil etmektedir. Dünyevileştiğı söylenen Avrupa Topluluğu'nda laiklik hiçbir yerde bir anayasa ilkesi değil. O ne anayasada yapılan bir değişikliğin ancak kiliseler ve devletin birbirinden ayrılığını tesis ettiği Amerika'da, ne de 60 yıl boyunca bir devlet dinini, Marksizm-Leninizmi (kiliseler, hiç şüphesiz klerikalizmin tekelinde değildir) egemen kılan Rusya'da öyle. İsa'nın haçı İspanya'da okullarda asılı olmaya devam ediyor. Hıristiyansızlaştırma küçük Danimarkalıların okullarda sabahları derse ve mezmurla başlamalarına engel değil. Yine o Anglikanlığın devlet dini olduğu Büyük Britanya'da "Tanrı Kraliçeyi Korusun"un yankılanmasına engel teşkil etmiyor. Aynı şekilde o, Alman Ceza Kanunu'nun 166. maddesinin Tanrı'ya karşı küfretmeye bir yaptırım getirmesine de engel değil. Hollanda'da, yani hoşgörünün ülkesinde Selman Rüşdi Tanrı'ya karşı hakaretleri cezalandıran; ancak peygamberlerine karşı yapılmış olan hakaretleri cezalandırmayan aynı ceza kanununun 147. maddesine dayanılarak yayınlanabilmiştir. Fransa'da Tanrı'ya karşı küfretmenin 1791'den bu yana bir suç olmaktan çıktığını hatırlatalım."
[1]. Bkz., msl: Michel Troper., "French Secularism or Laïcité"., Cardozo Law Review., Vol. 21, February 2000., pp.1267-1284
[2]. Regis Debray., "Cumhuriyetçi misiniz Demokrat mı?"., Çeviren: Prof. Dr. Ahmet Arslan., I. Bölüm: Zaman., 01.11.1989, s.15 [ "Étes-vous démocrate ou républicain?"., Le Nouvel Observateur., 30.11-6.12.1989]
Türkiye'de alelumum zannedildiğinin aksine, Batı'da Din-Devlet münâsebetleri, Batılıların daha yaygınca kullandıkları tâbirle Kilise-Devlet münâsebetleri, yer-yer birbirinden hayli farklı olabilen üç ana modelde toplanmaktadır: Ayrımcılık (Seperationizm), Birlikçilik (Unionizm) ve İç-içecilik, veya Karmacılık (Confusionizm).
Bu ülkerden meselâ Amerika, nevi' şahsına münhasır bir "ayrımcı seküler" sisteme sâhip olup, "Kongre, bir din tesis edecek veya bir dinin gereklerinin özgürce yerine getirilmesi yasaklayacak şekilde bir kanun yapamaz" şeklinde ifâde edilen 1791 tarihli ve 1 numaralı Anayasa tâdilâtı (Amendment I) hükmü ile (Congress shall make no law respecting an establishment of religion....) Devlet ve Din (Kilise) alanlarını birbirinden dikkatle ayırmıştır. Ancak, 1930'a kadar, bu anayasa hükmünün sâdece Federal Devlet'i bağladığına hükmeden bâzı federe devletler (eyâletler) resmî bir din kabul edebildikleri hâlde bu tarihten îtibâren bu hükmün genelleştirilmesiyle federe devletlerdeki bu uygulama kaldırılmıştır. Yine ancak, Debray'ın târiz bâbında dile getirdiği üzere, Amerikan Milleti'nin inşâında olduğu gibi kültürünün temelinde ve siyâsetinde de Din'in, "sivil din" kavramı ile de ifâde edilmesine yol açacak kadar derin bir te'siri bulunmaktadır.
Resmî bir anayasası bulunmayan İngiltere ise Birlik (Union) Modeli'nin en mümtaz örneklerinden olup, aynı zamanda, gerek Kilise Kaanunları'nın (Canonic Laws) hâlâ muayyen bir miktar cârî addedilmesi, gerek Kral'ın hem Devlet'in ve hem de Kilise'nin başı olması ve grekse de daha birçok şekilde Kilise'nin sistem içinde yer almasıyla, bir tür teokratik yapılanma sâhibidir.
Lutherianizm'in diğer din ve mezheplere göre imtiyazlı din sayılması, hattâ Kral ve hükûmet üyelerinin bu kiliseye bağlı olmak mecbûriyetinde olması bakımından İsveç; kezâ, Anayasa hükmü olarak (madde: 4) Lutherian-Evangelikanizm'in "resmî ve imtiyazlı din" olması, Devlet tarafından desteklenmesi ve Kral'ın ve hükûmet üyelerinin bu kiliseye tâbî bulunmak mecbûriyetinden dolayı Danimarka; yine, Anayasa hükmü olarak (Madde: 62), resmî Lutherian-Evangelizm'in resmî din olmasından dolayı İzlanda; yine Anayasa hükmü olarak Ortodoksluk'un ülkenin "hâkim dini" şeklinde tescîl edilmiş olmasından dolayı Yunanistan; Anayasa hükmü olarak Katolisizm'in resmî din olmasından dolayı Monako, Din (yâni Kilise) ve Devlet'in iç-içe olmaktan da öte bir Hristiyanî Şerîat (Teokrasi) Sistemi oluşturacak kadar iç-içe bulunduğu Batılı ülkelerdir.
Bunların yanında; Anayasa'nın 44. maddesinde "Devlet, halkın ibadet etmesinin kaadir-i mutlak olan Allah'a karşı bir vazifesi olduğunu şükranla tasdik eder" ifâdesinin yer aldığı İrlanda; Anayasa niteliğindeki "Millî Hareketin Prensipleri"nin 1 numaralı maddesinde, Roma Katolik Kilisesi'nin doktrinlerinin ülkenin kaanunlarının ilham kaynağı olarak kabul edildiği ve Katolisizm'in "imtiyazlı birinci din" olduğu İspanya; Anayasa'nın 45nci maddesinde "Devlet, Tanrı'ya ve insanlara karşı sorumludur" ve 46ncı maddesinde ise "Katoliklik Portekiz milletinin geleneksel dinidir; Katoliklik hukukî bir varlık olarak kabul edilir" ifâdelerinin yer aldığı Portekiz; bir "din sözleşmesi" olan 1929 tarihli Lateran Konkordatosu ile, Papa'nın Vatikan Devleti üzerindeki tam hâkimiyeti ve Katolik Kilisesi'ne birçok sivil alanda imtiyazlı konuların resmen kabûl edildiği ve Katolisizm'in resmen "imtiyazlı birinci din" hüviyetini hâiz olduğu İtalya da, Yarı-Teokrat denebilecek bir yan-yana sistemin geçerli olduğu ülkelerdir.
Batı'daki Kilise-Devlet (Din- Unionism) ve İç-içecilik /veya/ Karmacılık (Confusionism) olmak üzere üç kategoride mütâlea edildiğini belirtmiş ve bâzı örnekler vermiştik. Bunlardan da görüldüğü gibi, Batılı ülkelerin ekseriyetinde hâkim ve cârî olan sistem İç-içecilik veya Birlikçilik olup bir kısmında ise anayasal olarak bir "resmî kilise" vardır ki, bu, Hristiyanî literatürde Kilise'nin anlamı göz önüne alındığı takdirde, "resmî din" olarak yorumlanabilecek bir statü demektir. İsveç, Danimarka, İzlanda, Yunanistan, Monako, İspanya, İtalya kadar olmasa da yine de dinin bâriz bir ağırlığının görülmekte olduğu Almanya'da Anayasa'nın dibâcesinde, Hristiyanlığa atıfta bulunularak, "Alman halkının Tanrı ve insanlar karşısında sorumluluğunun bilincinde olduğu"nun yer almakta olması da, Türkiye'de yaygınca sanılanın ve propaganda edilenin aksine, Batı'da bizim bildiğimiz anlamda bir laikliğin mevcut olmadığının delillerindendir; öyle ki, millî irâdenin temsilcisi olarak Millet'ten aldığı vekâlet ile iktidâra gelen bir siyâsî partinin buna benzer bir ifâdeyi Anayasa'ya eklemek üzere teşebbüste bulunması durumunda nelerin meydana gelebileceğini tahmîn etmek için en alt düzeyde bir zekâ dahi kafî olsa gerektir.
Hakîkaten, din ile çatışmaların yüzyıllarca sürmüş olduğu Batı'da bugün gelinen noktanın Türk Laikliği ile derin farklılıkları o denli fazladır ki, söz gelimi İngilizce'de, bire-bir tercüme edildiğinde "laik adam" mânâsına gelmesi beklenebilecek "layman" kelimesinin bizim anlayacağımız bir karşılığının bulunmayıp, "laik" kelimesinin kökenine uygun olarak "halk adamı", "sıradan adam" anlamına geldiğini söylemek de ayrı ve düşündürücü bir başka örnek olacaktır.
Kısaca özetleyerek bitirelim: "Laiklik" ibâresinin yer almadığı anayasasının, dinî cemaatlerin Devlet ile olan ilişkilerinin düzenlenmesini kantonlara bırakmış bulunduğu İsviçre'de bir tür iç-içe ilkesi geçerli olup, Kantonlar, yaptıkları muhtelif düzenlemelerle, çoğunluğunda Katolisizm olmak üzere, Hristiyanlığın muhtelif mezheplerine çok geniş haklar tanınmış olup, hattâ Unterwalden ve Tessin gibi bâzı kantonlarda bir "resmî kanton dini (kilisesi)" dahi vardır.
Ayrımcılığın, yâni Kilise ile Devlet'in birbirinden irtibatsızlığının hayli yumuşak bir türünün geçerli olduğu Belçika'da, meselâ İspanya gibi "birinci din", "imtiyazlı din" bulunmamaktadır, ancak yine orada da "laiklik" şeklinde bir anayasa hükmü mevcut değildir; Anayasa'nın muhtelif maddeleri de her türlü dinî inanç, ifâde ve ibâdet hürriyetini kanun te'mînâtı altına almıştır.
Bütün bunlar içinde Fransa, "Fransız Tekilliği" olarak da anılan resmî laiklik sistemi ile kelimenin tam ve hakikî mânâsıyla bir istisnâ olarak durmaktadır. Sert ve agresif bir karakter taşıyan Fransız Laikliği, ilk doğuşundan bugüne kadar Din'i dâimâ potansiyel bir tehdit ve tehlike olarak telâkkî etmiştir ve etmektedir. Bu, nevi' şahsına münhasır özelliği, hiç şüphesiz nevi' şahsına münhasır tarihî gelişiminin, Fransız Katolisizmi'nin, Fransız Aydınlanmasının ve Fransız milletinin karakterlerinin bir bileşkesidir. Aşırı derecede tutucu - 'muhâfazakâr' değil 'tutucu' - olan ve hiçbir yumuşamaya yanaşmayan ve yine bu sebeple de Fransa'nın, "Katolisizmin Öz Kızı" ünvânını kazanmasına sebep olan, Roma Katolisizmi'nin "Kayzeryopapist" konumuna karşı mağrur Galya rûhunun başkaldırmasının bir sembolü olarak ortaya çıkan ve bunun içindir ki dinî olmaktan ziyâde siyâsî-millî bir niteliği bulunan ve bu niteliği dolayısıyla da Fransız Millî Katolisizmi olarak da anılan Gallikanizm tecrübesine rağmen Fransa üzerindeki ağır gölgesi yerinden sökülemeyen Fransız Katolisizmi ve çok güçlü materyalist, ateist, deist bir yapısı bulunan Fransız Aydınlanması bu gerginlikte fevkalâde belirleyici olmuştur. İhtilâl'i müteâkiben, kısa bir müddet sonra doğrudan doğruya Din'i hedef alan Hristiyanlıktan Çıkarma hareketi ve bunun mütemmimi olarak aydınlanmacıların Akıl Dini olarak da isimlendirdikleri Tabiî Din'den Devlet) münâsebetlerinin Ayrımcılık (Seperationism), Birlikçilik (mülhem Vatan Dini'nin îcad edilmesi ve hattâ resmî din şekline sokularak mâbedlerde âyinler yaptırılması ve bu çılgınlık döneminin kapanmasından sonra bile Din'e karşı dâimâ müteyakkız davranılması, Komünist ülkeler hâriç, bir başka yerde görülmüş değildir.
İşte, Türkiye'nin, bâzı hususlarda farklılıkları olmakla berâaber, kendisine örnek ve model aldığı ülke Fransa'dır ve bu da laiklik konusundaki bitmeyen tartışmaların en büyük sebebini oluşturmaktadır: Bu tartışmalar maaelesef, bu sebeple, asla bitmez bu toplum da asla huzur bulamaz; çünkü Devlet ile Din arasındaki münâsebetleri tanzim eden bu şekliyle Türk Laikliği, Devlet ile Millet arasındaki rızâî bir mutâbakatın ve bu mutâbakat üzere taraflarca benimsenen ve sadâkat gösterilen bir mukavelenin değil, bir başka ülkede, başka şartlarda, başka kontekstlerde olgunlaşmış ve vücut bulmuş bir sistemi Türkiye'de güce dayanarak tatbîkata koyan ve aynı şekilde güce dayanarak ayakta tutan Devlet'in tek yanlı otoritesinin bir ürünüdür.
Bir önceki yazımızın sonundan devam edelim: Ülkemizde bitmek tükenmek bilmeyen tartışmaların kaynağı, her konunun önünde ve öncesinde, hattâ çok kereler hürriyet ve istiklâlden, devletin, milletin, vatanın birlik, bütünlük ve bekasından bile daha önde ve daha öncelikli olmak üzere, bir numaralı ehemmiyet atfedilen ve bu sebeple de asla gündemin ilk sırasından düşmeyen ve düşmeyecek olan; dâimâ gerginliklere medâr olan ve olacak olan bir numaralı problem, sâhasında tekil olma hüviyetini muhâfaza eden Fransız Laikliği'nin, bir miktar tâdîlât ile uyarlanması ve kendi sâhasında bir ölçüde tekil bir nitelik taşıdığı söylenebilecek olduğu için "Türk Laikliği" olarak da tescîl edilebilecek Laiklik mes'elesidir ve bu mes'elenin bu kadar çetrefilli bir problemler örgüsüne dönüşmüş olmasının sebeb-i aslîsi de, Devlet ile Toplum arasında rızâî bir mutâbakata dayanan bir mukavele, "aslî mukavele" mahsûlü değil, Devlet'in, tek yanlı kararının mahsûlü olmasıdır.
İmdi suâli şu noktaya çevirelim: Nedir Aslî Mukavele?
Aslî Mukavele, iç-içe iki mukaveleyi kapsayan bir mukaveledir: Bir hukuk oluşturmak üzere birleşme anlamına gelen Cemiyet Mukavelesi veya İçtimâî (Sosyal) Mukavele, ve, bu hukukun devamlılığını sağlamak üzere belirli bir otoriteye tâbî olmayı gerektiren Siyâset Mukavelesi veya Siyâsî Mukavele.
İnsan için cemiyet hayâtı bir zarûrettir ve bir cemiyet teşkîl etmek üzere bir araya gelen insanların en başta ihtiyaç duydukları şey, Hürriyet, Adâlet, Emniyet ve Mülkiyet gibi temel varlık şartlarının ve hakların korunması için bir hukuk nizâmı yaratmak maksadına mâtuf olarak aralarında bir anlaşmaya varmalarıdır; İçtimâî Mukavele budur. Fakat, tabiatiyle zımnî bir nitelik taşıyan bu mukavele hükümlerinin cârî olabilmesi için üçüncü bir kişinin olması îcap eder ki bu, hakîkî değil hükmî bir kişi olan Devlet'tir. İşte bu sûretle de bir devlet yaratan bir mukavele olarak Siyâsî Mukavele doğar ve tabiatiyle bu da zımnî bir mukaveledir. Buna göre, Devlet ile Toplum arasında mevcut olan mukavelenin sıhhati ve tarafların mukaveleye sadâkati, devlet ve toplum hayâtının sıhhat ve selâmeti demek olmaktadır. Hürriyeti, adâleti, emniyeti ve mülkiyeti, kendi gönül rızâsıyla te'sis edilmiş olan devlet tarafından korunan bir topluluğun devlete olan bağı ve bağlılığı başka türlü olacaktır elbette, aksi olanın da başka.
İmdi; yukarıda işbu mukavelerin zımnî olduğunu söylemiştik, yâni bir kira mukavelesi gibi iki veya daha fazla kişi arasında rûberû ve ferden ferdâ aktedilen alenî bir mukavele değil ve tabiatiyle olamaz da; o hâlde bir mukavele nasıl mümkün olur denirse cevabı basit sayılır: Toplumun haklarını bihakkın koruyan ve onun dünya görüşü ve inanç sistemi ile uyum içinde olan bir hukuk ve cemiyet nizâmı te'sis etmek, devlet için, mukavele akdetmek demektir ki bu zımnî mukavele ile de Sosyal Mukavele'den Siyâsî Mukavele'ye geçilmiş olur ve bu sûretle teessüs eden devlete de Mukavele Devleti tâbir edilir.
Türkiye'de batılılaşma döneminden evvel mevcut olan Devlet ile Toplum arasındaki zımnî mukavele bu dönemle birlikte bozulmaya başlamış, tek taraflı bir ilga dönemi yaşanmıştır. Ortaya çıkan vazıyetin hulâsasının, Devlet'in, mevcut toplum ile bir mukavele yapmak yerine kendi projelerine uygun bir toplum inşâ etme süreci olduğu da söylenebilir ki kısmen muvaffakıyyet kazanılmasına rağmen topyekûn ele alındığında bu muvaffakıyyet kaybolmakta ve hâlâ gücünü koruyan toplum katmanlarından çoğunlukla da deklare edilmemiş olarak yükselen muhâlefetler sarsıntılar yaratmaktadır.
İmdi; Cumhuriyet Laikliği'nin boşlukta, vakum ortamında ânîden vücut bulmadığı, en az iki asırlık batılılaşma/modernleşme sürecinde seküler/laik bir gelişme trendi yaşayan Türkiye'nin bir bakıma tabiî sayılabilecek bir sonucu olduğu açık bir husustur. Burası bir hakîkattir elbette, ancak, Batı tipi sistemler içerisinden asıl olarak belirli birisinin, Fransız Laikiliği'nin - her ne kadar bire bir kopyası olmasa da - model alınmış olması tabiî ve kaçınılmaz bir gelişmenin sonucu olmayıp, daha evvelce de belirtmiş olduğumuz gibi, yönetenler ile yönetilenler, yâni, Toplum ile Devlet arasındaki organik bağ olan Mukavele'ye muhâlif bir durum yaratmak sûretiyle, Huntington'ın tâbiriyle Türkiye'nin bir "bölünük ülke" hâline gelmesine sebebiyet vermiştir. Bölünük Ülke demek "çatal kazık" demektir ve hikmet dolu bir Türk atasözünde vurgulandığı üzere de, çatal kazık yere girmez; yâni bu işin sonu yoktur.
Yapılması gereken, Aslî Mukavele'nin rûhuna uygun olarak, esas îtibâriyle, Türkiye Cumhuriyeti'nin resmen îlân edilmiş bir dininin olması değil - ki bu imkânsız olduğu gibi gereksizdir de - O'nun vatandaşlarının ve bâhusus aslî kurucu unsurunun ve omurgasının, milletinin bir dini olduğunu ve Devlet'in aslî görevinin de - bu rûha uygun olarak - "Müslüman Devlet" olmamakla berâber "Müslümanların Devleti" olmakla, milleti için var ve ona hizmet etmek demekten ibâret olan "devlet olma"nın, milletinin birçok maddî ve mânevî unsuru ve değeri gibi dinini de saymak ve korumak ve onu "potansiyel tehdit ve tehlike" değil, sayılması, korunması ve hizmet edilmesi gereken bir unsur ve değer olarak gören düzenlemelerin, Batı'daki birçok örneğinde hulâsaten anlattığımız şekilde yapılması, yâni, Türk tipi bir iç-içe seküler sistemin geliştirilmesidir.
Aksi takdirde, Toplum ile Devlet arasında alenen îlân edilmiş olmamakla berâber fiilen var olan bu bölünüklük hâlinin bir gün her ikisinin birden sonunu getirme ihtimâli gözden ırak tutulmamalıdır.
Yeniçağ Gazetesi, 2/12. 6. 2006 tarihleri arasındaki 6 yazısı