‘Bu...’
Güneri Civaoğlu 01 Ocak 1970
BİR süredir şöyle bir söylem rahatsız edici yaygınlık kazandı:
“Bu ülke!..”
“Bu millet!..”
Sanki özenle, bilerek ve isteyerek “Türkiye” denilmiyor.
“Türk milleti” kelimeleri telaffuz edilmiyor.
İnce ayarlı bir “politik duruş” seziliyor.
Fransa’da De Gaulle’ün başkanlığında “la France” ve seslenişlerinde “Fransızlar” sözcükleri topluma heyecan verir, konuşmasına “kolektif tavır” ağırlığı kazandırırdı.
Daha sonraki başkanlar da bu söylem geleneğini sürdürdü/sürdürüyorlar.
Almanya’da da bu söylem kürsü bayrağı gibidir, birleştiricidir.
Amerika’da başkanlar “Amerikalılar” diye seslenirler.
Hiçbirinde “bu ülke, bu millet, bu toplum” gibi anonim ve kişilik yoksunu söylemler yoktur.
Atatürk de nutuklarında “Türk gençliği, Türk milleti, Türkiye” vurguları yapardı.
“Ne mutlu Türk’üm diyene” ve “Türk milleti büyüktür, Türk milleti çalışkandır” gibi seslenişleri birleştirici ve ortak şuur yaratıcısıydı.
Daha sonraki liderler de onu izlediler.
Örneğin...
9’uncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in daha ilk başbakan olduğu yıllardan başlayarak sık sık hedef olarak dile getirdiği -özgün telaffuzuyla- “Böyyük Türkiye” söylemi...
Hatta içeriğini çok da benimsiyor olmasam bile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “yeni Türkiye” vurgusu bu açıdan bir artıdır.
“Aşırı milliyetçilikten, şovenizmden, ırkçılıktan” söz etmiyorum elbette.
Sadece Türkiye’de doğmuş ve büyümüş olmaktan gurur duyarak yetişmiş bir kuşağın mensubuyum.
Alt kimliklerin kuşkusuz bilincindeyim, onlara saygılıyım ve haklarının verilmesi gerektiğine inanıyorum ama birleştirici üst kimlik “Türkiye” ve “Türk milleti”dir.
Bunları epeydir yazmak istiyordum.
Ancak perşembe akşamı “konuşmacı” olarak katıldığım Azerbaycan gecesinde tanık olduğum “milli şuur, ülkesine ve milletine olan kolektif tutku” beni derinden etkiledi, “bu ülke, bu millet” gibi renksiz ve kimliği alınmış anonim ifadelere tepkimi yazmayı bir görev olarak gördüm.
Aşağıda o geceyi anlatacağım.
HOCALI KATLİAMI
KARABAĞ Savaşı’nda 26 Şubat 1992 Hocalı Katliamı yaşandı.
Ermeni birlikleri, Hocalı’da 613 Azeri’yi öldürdü.
83 çocuk, 106’sı kadın ve 70’den fazlası yaşlılardı.
487 kişi ağır yaralanmıştı.
1275 kişi rehin alınmış, 150 kişi ise kaybolmuştu.
Bedenler üzerinde yapılan incelemelerde cesetlerin çoğunun yakıldığı, gözlerinin oyulduğu, başlarının kesildiği görülmüştü.
Hamile kadınlar ve çocuklara dahi işkence yapılmıştı.
..........................
ÖNCEKİ gece Beşiktaş Milli Saraylar Müzesi’nde “Hocalı Katliamı’nı Anma” etkinliği düzenlendi.
İstanbul’daki Azerilerin siyah giysilerle kadın erkek, genç yaşlı katıldıkları bir geceydi.
“Azerbaycanlı” olmanın ortak heyecanı, gururu, işgal altındaki Karabağ’ı yeniden kazanmak tutkusu nasıl da güçlüydü...
Azerbaycan’ın ünlü sanat adamı Aziz Azizli’nin kızı piyanist Meryem Azizli’nin proje koordinatörlüğünü yaptığı gecenin anlamını yansıtan bir resim sergisi açıldı.
Azeri ressamlar Hocalı Katliamı’nı bütün vahşetiyle ortaya koyan tablolar yapmışlardı.
Konuşmamda “Pablo Picasso’nun İspanya iç savaşındaki dehşeti yansıtan simge tablo Guernica tablosuna” gönderme yaptım.
“Tıpkı Guernica gibi bu tablolar da Hocalı katliamını sanat diliyle dünya milletlerine yansıtacaktır” dedim. (O tablolardan birini sunuyorum.)
“Gözü Yaşlı Hocalım” etkinliği, dünya çapında ünlü İtalyan tenoru Alessandro Safina’nın aryaları ve özellikle harika söylediği Azerbaycan’ın simgesi “Sarı Gelin” şarkısıyla sürdü.
Ona Behzat Gerçeker ve kurucusu olduğu “Enbe Orkestrası” eşlik etti.
Ve gecenin sonunda Azeri sanatçı Dilara Kazımova, Meryem Azizli’nin piyanosuyla eşlik ettiği “Laçin” şarkısını söyledi.
Laçin hâlâ Ermenistan işgali altında ne yazık ki...
“Kurtuluşunun yakın zamanda gerçekleşmesini” diliyorum.
Azeri kardeşlerime yürekten sevgiler...