Bu hikâyelerin yazarı olan taş ustaları, İslam öncesinin “balbal”larını İslamî anlayışa taşımışlardı.
İşte Ahlat Selçuklu Mezarlığı, ulaştıkları yüksek medeniyetin ifadesi olarak karşımızda durmaktadır. Buradaki sanat eserleri İslam’la buluşmanın Türkistan’dan başlayan yürüyüşün Avrupa’ya taşıdıkları “köz”ün hikâyesini anlatmaktadır.
Atalarımız, kadim ejder motiflerini de İslamî dönemin nefis geometrik süslemelerini, bitkisel motiflerini, hat sanatını yan yana kullanmışlardı. Mezar taşı olmanın çok ötesine geçen bu sanat eserlerinde tasavvufî bir tavırla dünyanın geçici olduğunu, Tanrı’dan yansıyan güzelliği aramayı, iyi olmayı ve iyilik yapmayı öğütlemişlerdi.
12. ve 13. yüzyılların büyük kargaşalarının içinde mezar taşlarına varana kadar yüksek bir medeniyet inşa eden Selçuklular’ın son kolu da 1308 yılında yıkılmış, sanatlarını, tasavvufu, medreselerini, Ahiliği, vakıflarını, devlet ve ordu teşkilatlarını Osmanlı Türk Devleti’ne miras bırakarak tarih sahnesinden çekilmişlerdi.
Müslüman Türk şuuru ,Osmanlı şuurunda, mülkü ya da vatanı şen etmek, insanca yaşanacak şehirler kurmak bir vazifeydi.
Türk milleti şehirleri kurarken, yeni hayatın merkezine; dini, bilgiyi, tasavvufu, temizliği, ekonomiyi koyarak şehir imar etmeye başlar, Cami, medrese, hamam, hanlar yapar, dergâhlar kurardı.
Doğu Roma’nın başşehrini elli yılda “Türk İstanbul” yapan bu anlayıştır. Bursa’da böyle bir Türk şehri olmuştur.
Atalarımız, insanın vazifesinin dünyayı güzelleştirmek olduğuna inanırlardı.
Bu ruh ve imanla kurulan bu şehirlerin bir özelliği de ihtiyacın ötesine gitmeyen, mütevazı, sade ama güzel evleriydi. İnsanı küçültmeyen, saygılı sokaklarıyla tasavvuf ruhunun inşa edilmiş olmasıydı.
Allah’ın varlığı karşısında bir zerre olduğunu bilen bir derviş gibi… Mütevazı… Güzel…Sevimli…
Sultan Alparslan’ın Malazgirt Meydan Muharebesiyle Doğu Roma karşısında kazandığı zafer Anadolu kapılarını Türklere açtığı gibi bu coğrafyada cereyan edecek pek çok tarihi hadisenin başlamasına da vesile olmuştur.
Anadolu Türkler’in tarihî mecrasında önlerine açılan ve Türkiyeleştirdikleri bir vatandır. Bu mekânın vatan oluşunda ise birçok olay ve kişinin emeği vardır.
Türkistan Irmağı’nın Anadolu’yu Türkiye eyleyecek bir kolu bu zaferden sonra Rum ülkesinde açılmıştır. Çağının büyük tarihçilerinin kendisine “Cihân Sultanı” (Fatihler Babası) ve “Sultanül Adil” unvanını verdikleri Sultan Alparslan’ın büyük fetihleri ve İslamiyet’e hizmetleri dolayısıyla şahsiyeti dini efsanelere bürünmüş ve “Gazi- Şehit” sıfatlarıyla anılıp, Yavuz Sultan Selim Han gibi velilik kerametleri atfolunmuştur.
Büyük Türk Hakanı Sultan Alparslan hükümdarlığının dokuzuncu yılında Ceyhun tarafında Berzem Kalesi kuşatmasında Hicri 465 yılının Sefer ayının son günü (m. 14 Kasım 1072) Berzem Kumandanı Yusuf Berzemî tarafından şehit edilmiştir. Tarihi kaynaklarda bu suikast sonucu Merv’de defnedildiği nakledilse de ne yazık ki bu büyük Sultan’ın kabri de kayıptır. Sultan’ın kayıp kabrine Fatihalar yollarken devletimizin bu mezarın bulunması konusunda başlattığı çalışmaların yeniden hızlanarak sonuçlanması en büyük temennimizdir.
Anadolu’nun kapısını Türklere açan Sultan Alparslan’dan, Gazi Mustafa Kemal’in kabrine, vatan uğrunda fedayı can eyleyen tüm şehitlerimizin ve atalarımızın mezarlarıyla bu vatanda biz oluruz.
Bu manada Sultan I. Kılıç Arslan’ın Silvan’da yer aldığı bilinen ama tam yeri ilgililerince bile meçhul mezarlar gibi niceleri bizi bu vatanda millet kılmaya devam ediyorlar.
Menkıbeler halk muhayyilesinde masalsı boyutlara kavuşsa da çekirdeğinde gerçeği barındırır.
Bu abide şahsiyetlerin menkıbevi hayatları sosyal vicdanın yaratmış olduğu şahsiyetler olduğu için tarihî hakikatlere uygun olmasa da büyük bir sosyal kıymete maliktir.
Bu kayıp mezarlardan birisi de bahsi geçen menkıbevi hayatlardan birini yaşamış olan yanardağ ruhlu, çelik iradeli, kahraman Celaleddin Harzemşah’a aittir. Moğol istilalarının yakıp yıktığı Türkistan coğrafyasında taş üstünde taş ,boyun üstünde başın bırakılmadığı bir cehennemi hava yaşanmaktadır. Celaleddin Harzemşah işte böyle bir hengamede yıkılan, dağılmış Harizmşahlar İmparatorluğu’nun enkazı üzerine sahneye çıkmıştı.
Mavera’ün Nehir, Mazenderan, Harizm, Horasan, Güney Türkistan, Irak-ı Acem, Azerbaycan; hasılı bütün İslam memaliki istila ve kıyımlarla boğuşuyorken destanlar çağından kopup gelmiş gibi asrının yüzüne bazen gurur bazen de acıyla gülümseyen bu büyük kahramanın Moğollara karşı amansız savaşlarda saydığımız coğrafyalarda atının nalının değmediği tek bir karış toprak kalmamış gibidir.
Hayat ve mücadelesini “Bizler zafere değil sefere memuruz, zafer Allah’ın takdirindedir.” Şiarıyla sürdürmüştür. Yaşadığı çağda mahşeri vicdan onun kılıcında hem zülfikarı hem AfrÂsiyap’ı görmüş her ikisinden de izler bulmuştur. Nitekim Kemal İsfahanî’nin:
“Senden başka hangi sultandı ki
Atını Tiflis’te otlatmış, Umman’da sulamış olsun”
mısraları bu mahşeri vicdanın şairane ifadesidir.
İndus Nehri kıyılarında Cengiz Han’ın bizzat kumanda ettiği Moğol ordusunun kuşatmasını yararak yaralı bir aslan gibi “Beni sevenler hayatta ve ölümde benimle beraber olurlar” diye haykırarak Moğollar’ın içine dalıp atının sırtında olduğu halde yirmi metre yükseklikten kendini İndus Nehri’ne atan ve karşı sahile ulaşan İslam’ın bu büyük kahramanına Cengiz Han hayranlığını şöyle ifade edecekti: “Böyle bir oğula sahip olan babaya ne mutlu! Su ve ateş gibi iki bela girdabından kendini kurtarıp sahile vardı. Onun karşısında akıllı bir insan nasıl gafil durabilir.” (Cüveyni;116)
Cihangirliği kadar talihsizliği ile de bilinen bu büyük kahramanın akıbeti çok hazin olmuştur. Eb’ul Farrac ve Nesevî’ye göre Silvan civarında Moğollarla yaptığı muharebede mağlup olması üzerine yalnız başına çekildiği Sufnaya Dağları’nda üzerindeki elbiselere tamah eden eşkıyalar tarafından katledilmiştir.
Bu büyük cihangirin mezarının bulunması da hem tarihe karşı borcumuzu ödememizi sağlayacak hem de Türkistan Türklüğü ile Anadolu Türklüğü’nün, Diyarbakır’la Harizm’in arasında yeni gönül köprülerinin açılmasına yol açacaktır.
Bu mezarların binlercesi kaybolmuş birkaç tanesi kalmış olsa da o muhteşem fatihlerin aziz hatıralarını yaşatmaya yetecektir.
Malumlarınız olduğunuz üzere Alparslan'ın Anadolu kapılarını açan zaferinden sonra burada pek çok beylikler ve devletler kuruldu. Türkiye Selçukluları bunların en önemlisi ve Osmanlıya geçişteki en büyük devletimizdir.
Bu devirde Rum ülkesi bizzat batılı kaynaklarda Türkiye diye anılmaya başlayacaktır. İşte bu devletin büyük Sultanı I. Kılıçarslan devletin kökleşip gelişmesinde, Haçlılarla mücadelede büyük gayretler içine girmiştir.
Nihayet giriştiği bir hâkimiyet mücadelesinde hayatını kaybeden bu Sultanın mezarı yurdun kapısını açan Sultan Alparslan gibi bugün malumumuz değildir. En azından mevcut bilgilerimizle yerini bilmiyoruz.
I. Kılıçarslan'ın mezarı meselesinin hikâyesini hatırlamak icap ederse; “Kılıçarslan'ın el-Cezîre ve Kuzey Suriye'de hâkimiyet kurmasından rahatsızlık duyan Mardin Artuklu Beyi Necmeddin İlgazi ile Halep Meliki Rıdvân ona karşı Çavlı ile birleşerek Kılıçarslan'ın hâkimiyetini kabul etmiş olan Rahbe'yi ele geçirdiler (24 Ramazan 500 / 19 Mayıs 1107) Bunu haber alan Kılıçarslan, Çavlı üzerine yürümeye karar verdi. Kılıçarslan ordusunun önemli bir kısmını Balkanlar’daki bir gaileden dolayı Bizans’a yardıma göndermiş bölgeye az bir kuvvetle gelmişti. Kılıçarslan'ın yanındaki beyler Çavlı'nın askerlerinin çokluğunu fark edince savaşı göze alamayıp çekildiler.
Kılıçarslan'ın kuvvetinin iyice azalmasından yararlanan Çavlı hemen saldırıyı başlattı (20 Zilkade 500 / 13 Temmuz 1107). Kılıçarslan, sayılarının azlığından dolayı daha savaşın başında moralleri bozulan askerlerinin savaş alanından kaçmaya başlamaları üzerine artık başarıya ulaşmanın mümkün olmadığını anladı. Esir düşmemek için karşı kıyıya geçmek amacıyla atını Habur suyuna sürdü. Fakat zırhlı olduğu için Habur'u geçemeyip atıyla birlikte sulara gömüldü.
Cesedi birkaç gün sonra Habur'un Şemsâniye köyü yakınlarında bulundu. Cenazesi Silvan (Meyyâfârikin)'a götürüldü. Atabegi Humartaş burada onun için “Kubbetü's-sultan” adıyla meşhur olan bir türbe yaptırdı. Oğlu Sultan I. Mesud 1143-44 yılında babasının mezarını Konya'ya nakletmek istemişse de bu gerçekleşmemiştir. (Işın Demirkent, Kılıçarslan, DİA., c.25, s. 399.)”
Devam edecek…
*Bu yazı 15-18 Ekim 2021 tarihleri arasında Diyarbakır Dicle Üniversitesinde gerçekleştirilen “Uluslararası Silvan ve Sultan 1. Kılıçarslan Bilgi Şöleni”nde 16 Ekim 2021 tarihinde sunduğumuz “KAYIP SULTAN MEZARLARINDAN VATANA” başlıklı tebliğimizin 2. bölümüdür.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.