Ülkücü Harekette Genel Başkan olarak hizmet etmiş kişilerin röportajlarının Mahmut Metin Kaplan tarafından kitaplaştırıldığı “Başbuğ Türkeş” kitabından sonra bu gün elimizde aynı metotla hazırlanmış ancak röportaj yapılanlar arasında sadece genel başkanlık yapanlar yer almamış, bazı genel başkanlık yapmışlarla birlikte ülkücü harekete hizmet etmiş ismi ülkücü hareketle anılan isimlerin de yeraldığı bir kitap var “Türk Milliyetçiliğinin Özel Hali; ÜLKÜCÜLÜK”
“Türk Milliyetçiliğinin Özel Hali; ÜLKÜCÜLÜK” kitabının sevindirici olan tarafı, bu kitabı yazanlar genç nesilden, bir 1996 diğeri 1997 doğumlu olan Furkan Sin ve Erkan Özben, kitap Yüzde İki Yayınları tarafından Mart 2019 yılında 234 sayfadan ibaret birinci baskısı yapılarak kitap dünyasına kazandırılmıştır.
Kitapta; Salih Dilek, İbrahim Doğan, Yılma Durak, Aysel İzgi, Muharrem Şemsek, Sami Bal, Hasan Çağlayan, Lütfü Şehsuvaroğlu, Selim Kaptanoğlu, Servet Avcı, Ulvi Batu, Azmi Karamahmutoğlu, Hakan Ünser ile yapılan röportajlar yer almaktadır.
Alparslan Türkeş’i kaymakamının daveti üzerine Söğüt ilçesine ilk yayla şenliklerine katılmak üzere Salih Dilek ve kırk arkadaşı da gider. Sabah beşte herkes evinden kahvaltı etmeden çıkmıştır. “Rahmetli Muzaffer Türkeş Hanımefendi, Dündar Taşer’in hanımı Asuman Taşer ve Rahmetli Muzaffer Özdağ’ın hanımı, bunlar ellerinde yarım ekmek köfte yapmışlar, geceden hazırlamışlar. Sabah beşte geldiler bize bu köfte ekmeği dağıttılar” (S:18) Muzaffer Türkeş Hanım lider hanımıyım diye kendini kenara çekip protokolde boy göstermez, evlatlarım dediği gençlerin açlığını tokluğunu düşünür ve onların yemeğini kendi elleriyle hazırlar. Diğer yöneticilerin hanımları da taşın altına ellerini koyarlar ve erlerinin ve evlatlarının hemen yanında sorumluluk yüklenirler. O zaman ekonomi de hazır gıda almaya müsait değildir, lider ve yöneticilerin hanımları elbirliği ile hallederler. Alparslan Türkeş ve Türkçülerin her adımının millet menfaatine olduğunu “Bizim o hareketimiz Yörük ve Türkmen hareketinin Türkiye’de duyurulmasına, Ertuğrul Gazi’nin, bilen az sayıda entelektüelin dışında, halk tarafından da bilinmesine vesile oldu. Söğüt yürüyüşümüzün medyaya ve kamuoyuna duyurulması da Türkiye’de Türkçü hareketine bir ivme kazandırdı diyebiliriz.” (S:19) Söğüt seyahati gösteriri.
“1969 yılında zaten komünistlerin Moskova’da toplanan komünter toplantısında Türkiye’de Kürdistan kurulmasını destekleme kararı almışlardı. Sovyetlerin bu kararından sonra benim Türkiye’de bildiğim “Nurcu Kürtçüler “ bile bir gecede “Komünist Kürtçü” oldu. Yani Türkiye’deki bölücüler de dini yapıları ne olursa olsun Kürdistan’ın kurulması için komünistlerle işbirliğine girdiler.” (S:35) Bizim de Üniversitede okuduğumuz yıllarda lisede okuyan bir Ülkücü genç olan Metin adlı bir gencin alıp getirdiği Nurcu bir genç “Milliyetçilik” küfür diyor ama kendisinin savunduğu “Kürtçülüğü” meşru görüyordu. Meşruiyetini de Nurculuğun İslamcı bir hareket olmasından ve Ümmetçilik üzerinden anlatıyordu. Ancak Türk milletinin de Müslüman bir millet olarak ümmetin mensubu olduğunu söylediğimizde de Türk ve Kürt kardeşliğini kabul etmiyordu.
Aysel İzgi Erciyes Zafer Kurultayı için “Bence bu tip kurultayların önemi birlik beraberliğe sağladığı katkıdır. (…) Ülkücü Hareketin gücünü, dosta düşmana göstermesi için bir fırsattı. (…) Bu nedenle de keşke kurultaylarımızın kaldırılmasına sebep olan olumsuzluklar giderilse de, yine kurultaylarda bir araya gelerek birlik ve beraberliğimizi tüm dünyaya gösterebilsek diyorum.” (S:76) diyor. Bu günlerde ihtiyacımız olan birlik ve beraberliğe katkı sağlayacağı muhakkaktır. 1980 sonrası toplanmak birlik duygusunu artırmak, insanların bir gün olsun ailesi ile topluca piknik havasında toplanıp kaynaşması için tertip edilen Kayseri Zafer Erciyes Kurultayından sonra Bursa Kocayayla şenlikleri, Mersin Erdemli Çamlığı Kurultayı ve Samsun Kocadağ Kurultayı da sayılabilir. Azmi Karamahmutoğlu Kayseri Zafer Erciyes Kurultayının kuruluş amacından fazla anlam yüklendiğini ve Panayır havasında geçtiğini, insanların tanışmak ve hasret gidermekten ileri bir fayda temin edemediklerini, Avrupa’dan gelen insanların yeterli sosyal tesislerinin olmaması dolayısıyla imkânsızlıklar içinde kaldığını, insanlara faydalı olacak hale getirilip devam etmesi gerektiğini ifade emektedir. “Kaldırılması hatadır, fakat yüklendiği anlam da gördüğü işten biraz fazladır.”(S:204) kanaati Kurultayın ıslah edilerek devamı yönündedir.
Muharrem Şemsek 12 Mart döneminden sonra Ülkücü gençlik arasında Lider-Teşkilat-Doktirin, Türklük, Müslümanlık, Türkçü, İslamcı, Şaman gibi tartışmaların olduğunu, bunların giderilmesi, birliğin temin edilmesi için bazı tedbirler aldıklarını ifade ederek bu tedbirlerden birinin de Lider-Teşkilat-Doktirin olduğunu ve çıkış sebebinin bazı arkadaşlarımız “Lider yanlış yapıyor”, bazı arkadaşlarımızın “doktrin yanlış”, bazı arkadaşlarımız da “teşkilatımız yanlış dediklerini ve fikir birliğinin sağlanamadığını ifade ettikten sonra şöyle “Biz de her arkadaşımızı dava halkası içinde tutacak şekilde bir tanımla; arkadaşlara, bunlardan herhangi birini kabul edenin Ülkücü olabileceğini söyledik. (…) Biz, Lider-Teşkilat-Doktirin meselesini masaya yatırırken aslında daralmak için değil, genişlemek; demokrasi ve hoşgörü anlayışı ile her arkadaşımıza kapımızı açabilmek, her arkadaşımızı hareketin içinde kardeşçe kucaklamak istedik.”(S:92-93) der ve ekler sonradan bu ilkenin amacından saparak tartışılmazlık halini aldığını ifade eder. “Davamız hiçbir ferdini dışlamadan, yabancılaştırmadan, kimseyi düşmanlaştırmadan, herkesten yararlanabilse eminim ki hareketimiz daha da güçlenir.”(S:93)
Hasan Çağlayan kendisine yöneltilen “Milliyetçilik kavramı ve yaşayışıyla ilgili geçmişe nazaran bir fark görüyor musunuz?” sorusuna Milliyetçiliğin 1970 yıllara kadar maneviyattan uzak, Türkçülük ve cihangirlik olarak algılandığını ancak 1970’lı yıllardan sonra ise Türk milleti cesurdur, kahramandır, ilkeleri vardır, akıllıdır ve bu özelliklerini İslam’ın bayraktarlığını yapmak için kullanacaktır, takvada en üstün millet olup Allah’ın kılıcı sıfatını üstlenerek çalışmak gayesi güden milliyetçilikten sonra tamamen Allah davasına hizmet eden milliyetçilik anlayışına evrildiğini ifade eder. “Günümüzde bu konuda zafiyetler olduğunu düşünüyorum. Milliyetçiler, milliyetçiliği nasıl yaşayacaklarını net biçimde ortaya koyamıyor ve üzülerek söylüyorum ki fraksiyonlaşıyorlar.” (S:117) ifadesiyle de milliyetçiler bölünmelerin yaşandığını ortaya koymaktadır. Milliyetçiler arasında Türkçü-İslamcı kavgasının yaşanmadığını, bu davanın başında 1970’li yıllarda olduğu gibi1980’li yıllarda da Türkeş’in bulunduğunu ve fikrin tekâmül ettiğini, birinin söylediği cümleyi başka birinin tamladığını şeklinde kavgadan ziyade birbirini tamamlama şeklinde hareket edildiğini ifade etmiştir.
Hasan Çağlayan “Türkeş bir Parti Genel Başkanı değildi, bir liderdi. Liderlerle parti başkanları arasında fark vardır. Biri partisini yönetir, görevi biter yerine başkası gelir. Lider ise bir fikir ortaya koyar, o fikrin etrafında insanlar yetiştirir, ölünceye kadar da o insanlar onun arkasından gider. Türkeş Bey bir liderdi ve Türk siyasi hayatına da lider olarak girenlerdendi. Bazen parti yöneticilerini lider olarak görmemek lazım, siyasi hayatında hem liderlik hem de parti başkanlığı yapan nadir insanlardan biridir. Atatürk de öyledir, kitleleri arkasından getirebilmiştir.” (S:129) Demirel ve Ecevit’in öldükten sonra fikir ve partilerinin takipçisi kalmadığını ancak Türkeş’in vefatından sonra bile partisinin hala onun ismi üzerinden ve onun fikirleri doğrultusunda siyaset yaptığını, hala kendisini Türkeşçi olarak adlandıran insanların olduğunu da ilave ediyor.
Mevki Hastanesinde kurulan mahkûm servisine şef olan Selim Kaptanoğlu birkaç gün sonra Başbuğ Türkeş’i cezaevinden bir şekilde buraya aldırır ve tahliye olduğu güne kadar üç buçuk yıl burada kalır. Hemen hemen her gün birliktedirler, Selim Kaptanoğlu tam mahkûm servisinin karşısına mutfak, banyo ve tuvaleti olan bir büro yaptırır, Türkeş Bey de ziyaretçi misafirlerini burada ağırlamaya başlar. Selim Kaptanoğlu üç buçuk yıl her gün beraber olduğu “Türkeş Bey’in hastanedeki hayatı ise şöyleydi; sabah saat 06,00 da uyanırdı, nazmını kılardı, iki saat Kur’an okurdu, öyle boş değil ha çok iyi Arapçası vardı. Ondan sonra birkaç saat tarih okurdu, tarih bilgisi gerçekten çok iyiydi. Öğleden sonra da ekonomi okurdu.” (S:167) diyerek günlük hastane hayatı hakkında bilgi verir. Buna benzer bir açıklamayı da Samsunlu Hacı Mustafa Bağışlayıcı yapmıştı; biz birlikte cezaevinde birlikte yattık, 24 saatimiz birlikte geçerdi ben Alparslan Türkeş’in İslam’a aykırı bir halini görmedim.
Servet Avcı 12 Eylülden sonra çıkarılan “Bizim Ocak” dergisi etrafında teşkilatlanmış olan ülkücülerin 1988-1988 yıllarında Bizim Ocak Genel Başkanlığın atanmış son genel başkanıdır. Servet Avcı’ya göre 12 Eylülde kadroları örselenmiş bir kısmı hala içerde olan ülkücü teşkilatlar üniversite gençliğinin ruh üflemesiyle ayağa kalkmıştır. “ Ülkücü Hareketin 12 Eylül’den sonra toparlanmasının mimarı üniversite gençliğidir. Çok büyük fedakârlık yaptı o gençlik… Birçok yerde partiden önce ocaklar açıldı. Türkiye’nin hemen hemen her tarafında Bizim Ocak Dergisi etrafında teşkilatlar kurulmaya başladı. Klasik örgütlenme biçimi; Başkan, Başkan yardımcıları, Muhasebe sekreteri ve diğer organları vardı. (…) Daha sonra büyük adam olacak, Bakanlık ya da Milletvekilliği yapacak olan birçok insan o yıllarda kapısı çalındığında ‘hala siz bu işlerle mi uğraşıyorsunuz’ derlerdi. ‘Bu iş bitmedi mi? Misyonunu tamamlamadı mı?’diyerek, alaycı tavırlarla kapılar ülkücülerin yüzlerine kapanırken, o ülkücü üniversite gençliği ‘hayır’ dedi ve bedenini bu taşın altına soktu. Resmen enerji üfledi, o enerji ile hareket ayağa kalktı.” (S:176) Bursa’da aynen böyle oldu. 1975 yılında Arap Şükrü sokakta Havranın bitişiğinde kiralanan üç katlı Yurtoğlu apartmanında kalan Ülkücü gençler 12 Eylüle rağmen kesintisiz gayrı resmi olarak Ülkü Ocakları Başkanlığını devam ettirmiş, buradan üniversite teşkilatlarını yönetmiş ve yedi sekiz otobüs ile ülkücü öğrencileri kaynaştırmak için pikniklere götürüp, herkesin istediği değil de rast gelen kitabı alacağı kitap çekilişleri ile katılan kişilere istinasız bedava kitap dağıtmış, daha sonra da bizzat Başbuğa Bizim Ocak Dergisi Temsilciliği olan Ülkü Ocaklarını açtırmıştı. O günlerde üniversite gençliğinden başka belki birkaç kendine inanmış adam vardı Başbuğun çevresinde.
“Yanlış yaptığımı düşündüğüm anlardan bir tanesi 1992 ayrılığıydı. Keşke ayrılmasaydım diyorum. Benim açımdan büyük yanlıştı. Kendimi şöyle tanımlıyorum yanlış bindiği minibüsten ayıp olmasın diye inemeyen adam. (…) Yola çıktık bir kere 3-4 durak gitmeden olmaz. Koca tabelayı görmedin mi binerken derler. O yüzden çaktırmadan biraz gidip öyle iniyoruz.” (S:182) Bu kadar net 1992 ayrılığını kendisi açısından açıklayan görmedim. Servat Avcı’ya helal olsun. Hep başkalarının ağzından ayrılanların pişman oldukları yönünde bazı açılamalar duyduk, ancak bu kadar net kimse ifade etmedi. Sessizce geri dönenler oldu. Siyaset, basiret ve sabır işidir. İleriyi görmek gerekir.
1992 Ülkü Ocakları Başkanı olan Ulvi Batu diğer genel başkanların itiraf edemediği gerçeği itiraf etmiş. “Ben Atatürk’ü ve Başbuğ’u çok severdim. Yanında bulunduğum süre içersinde kendimi, tarihteki Türk Kağanlarının yanında bulunan emir eri gibi hissettim, ona göre davrandım.” (S:187) Buradaki kendini “emir eri” hissetme mecburiyet veya zorlamadan değil tamamen saygıdan ve Başbuğ Türkeş’e verdiği değerden kaynaklanmıştır. “Ömrümüzü, mutlak bağlılıkla geçirdik ve inanın eksiksiz söylüyorum dönemindeki asker için Atatürk neyse Fatih Sultan Mehmet neyse benim için de Başbuğ o idi.”(S:187) Bu güne kadar açıklama yapan en gerçekçi Ülkü Ocakları Genel Başkanı Ulvi Batu’dur.
Azmi Karamahmutoğlu Başbuğun Bozkurt işaretini kullanmaya başlamasının hikâyesini şöyle anlatıyor.“Trakya’da küçük bir ilçenin kongresindeyiz, (Süleyman Demirel ile Azerbaycan’a yaptığı) geziyi anlatıyor. Başbuğ (Azerbaycan Bakü’deki Azatlık Meydanında Bozkurt işareti yapanlara) oradakilere işaretin ne olduğunu sormuş. Oradakiler de “biz bunu Gagavuzlardan öğrendik” demişler. Malum Gagavuzya’nın bayrağı kurt başıdır., o kurt başını simgeleyen el işaretini yaparlarmış. Azerbaycan Türkleri de kurt başını simgelediği için bu işareti kullanmaya başlamışlar. Başbuğ’u bununla selamlıyorlar, Başbuğ orada “ben sizi bu kurt selamıyla, bozkurt selamıyla selamlıyorum” diyor ve bu simge böylece yerleşiyor ve kullanıla geliyor.” (S:208)
Sağ Partilerin Ülkücü Kadro ve seçmeni kullanmaları ve sık geçişlilik Azmi Karamahmutoğlunu rahatsız etmiş ve 1970’li yıllarda Başbuğun söylediği “Sağ ile olan kavgamızı geriye bıraktık” sözü üzerinde bu kadro ve oy devşirmeciliğine bir dur demenin zamanın geldiğini düşünerek, Başbuğa haber vermeden bu minval üzere yazı yazacak kişiler ile görüşün yazılan yazıları topladığını ve dergiyi çıkardığını “Derginin kapağına da Başbuğumuzun o sözünü yazdım. ‘Sol’un ihanete varan o davranışları içersinde sağ ile olan kavgamızı ertelemek zorunda kaldık’ sözünü başlık olarak atıp altına ‘Sağ ile olan ertelenmiş kavgamızı başlatıyoruz’ yazdık. Dergi matbaadan çıktı, ben dergiyi götürdüm Başbuğun önüne koydum.” (S:213) Başbuğun kendisinden habersiz yapılan bu politik çıkışa karşılığı memnuniyet ve destek olmuş. O zaman ANAP ve DYP içinde siyaset yapan Ülkücü-Milliyetçi kökenli siyasetçiler durumdan rahatsız olmuşlar.
Servet Avcı’nın “Kindar değildi. 12 Eylül sonrasında kendisinin beklemediği işleri yapanları da affetmiştir.” (S:181) sözü de şu yorumumuzu haklı çıkarmaktadır. Ülkücü Hareketin 12 Eylülden önceki durumuna ve Alparslan Türkeş hakkında yapılan yorumlara bakarken o zamanın etkin ve ünsiyet ortamında uzaklaşmış insanların yeni hallerini, aldıkları yeni pozisyonlarını açıklamanın derdinde olduğunu da göz ardı etmemek gerekir.
“Türk Milliyetçiliğinin Özel Hali; ÜLKÜCÜLÜK” kitabı “Başbuğ Türkeş” kitabına göre başlık olarak daha geniş bir konuyu işleyecek intibaı uyandırmaktadır. Ayrıca Ülkücü Hareketin kültürel mücadelesinden ziyade fiili mücadelesini, komünistlere karşı yapmış olduğu savunma mücadelesini anlatmaktadır. “Türk Milliyetçiliğinin Özel Hali; ÜLKÜCÜLÜK” kitabına röportaj vermiş olanlardan “Başbuğ Türkeş” kitabına da röportaj vermiş olanların anlattıkları ve anlatış üsluplarının aynı olduğu görülmektedir ve bu özellik “Başbuğ Türkeş” kitabının tekrarı gibi olmuştur.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.