İsmail Kara’nın “Sözü Dilde Hayali Gözde - Portreler 1” ve “Dağ Ne Kadar Yüce Olsa - Portreler 2” kitaplarını yazdığım kitap tanıtım ve analiz yazıları daha mükemmel olsun isteyen oğlum Hüseyin Alperen alıp hediye etti. Ben de merakla okumaya başladım. Gördüm ki her iki kitap da İsmail Kara’nın tanışıp görüştüğü kişilerle yaşadığı birtakım hatıralarından oluşmaktadır.
1955 yılında Rize-Güneyce’de doğan İsmail Kara İlkokulu Güneyce’de okudu. Hafızlığını bir yılda 1967 de tamamladı. 1973 yılında İstanbul İmam Hatip Okulu'ndan, 1977 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü'nden ve 1986 yılında da İstanbul Edebiyat Fakültesi Tarih bölümün mezun oldu.. Uzun yıllar Dergâh Yayınları'nda editörlük ve yayın yöneticiliği, St. Pulcherie Fransız Kız Ortaokulu'nda din dersi öğretmenliği yaptı. "İslâmcılara Göre Meşrutiyet İdaresi 1908-1914" başlıklı teziyle siyaset bilimi doktoru, ardından 2000'de doçent, 2006'da İslâm Felsefesi profesörü oldu. Çalışma alanı çağdaş Türk düşüncesi ve çağdaş İslâm düşüncesidir. Osmanlı-Türk düşünce tarihi, din-modernleşme ve din-siyaset ilişkileri üzerindeki araştırmaları Hareket, Dergâh, Tarih ve Toplum, Toplum ve Bilim, İslam Araştırmaları Dergisi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Kutadgubilig, İslamiyat, Toplumsal Tarih, Türklük Araştırmaları Dergisi, Diyanet İlmî Dergi, Derin Tarih, gibi dergilerde yayınlandı.
Ezel Erverdi ile birlikte yayına hazırladığı “Nurettin Topçu'nun Bütün Eserleri”, “Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi (I, 1986; II, 1987; III, 1994)”, yayına hazırladığı “Hüseyin Kâzım Kadri’nin Ziya Gökalp’ın Tenkidi (1989)”, “Mızraklı İlmihal’i (1989)”, “Meşrutiyetten Cumhuriyete Hatıralarım - Hüseyin Kazım Kadri (19919”, Ali Birinci ile yayına hazırladığı “İstanbul'dan Ben de Geçtim - Selim Nüzhet Gerçek”, “Amel Defteri”, “Biraz Yakın Tarih Biraz Uzak Hurafe”,”Şeyh Efendinin Rüyasındaki Türkiye”, “Bir Felsefe Dili Kurmak: Modern Felsefe ve Bilim Terimlerinin Türkiye'ye Girişi (2001)”, “İslâm Siyasi Düşüncesinde Değişme ve Süreklilik-Hilafet Risâleleri (6 C. 2002)”Din İle Modernleşme Arasında: Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri (2003)”, “Sözü Dilde Hayali Gözde (2006)”, “Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslâm I(2008)”, “İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz (2011)”, “Nurettin Topçu-Hayatı ve Bibliyografyası (2013”, “Saz ü Söz Arasında, Cinuçen Tanrıkorur'un Hatıraları”, “Mahya & Müslüman İstanbul’a Mahsus Bir Gelenek (2016)”, “Cumhuriyet Türkiyesi'nde Bir Mesele Olarak İslâm II (2016)”, “Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak: Çağdaş Türk Düşüncesinde Din, Siyaset, Tarih, Medeniyet (2017)”, “Dağ Ne Kadar Yüce Olsa - Portreler 2” yazdığı ve yayına hazırladığı 80 yakın kitabın önemli gördüklerimizden bazıları.
“Sözü Dilde Hayali Gözde - Portreler 1”in ilk baskısı Dergâh Yayınlarından 2005 yılında çıkmış, elimizdeki beşinci baskı 2019 yılında yapılmış ve 271 sahifeden ibarettir. Kitapta edebiyat ve kültür dünyamızdan ahirete göçmüş olan büyüklerden; Rize Müftülerinden dersiam Yusuf Karali’yi anlatan “Kaybolmuş Bir Hal Tercümesi”, Nurettin Topçuyu anlatan “Bir Kâseden Bir Neşva Peyda”, Osman Turan, Ali Nihat Tarlan, Mehmet Kaplan, Cemil Meriç, Tahsin Banguoğlu’nu anlatan “ Mahabbet ve Mehabet Mülkünün Sultanları” , Abidin Nesimi’yi anlatan “Aslen Giridî, Meşreben Bektaşî, Nisbeten Yesarî”, Veli Ertan’ı anlatan “Bir Eski Zaman Yadigârı Daha Sessizce Çekildi”, İsmail Arar’ı anlatan “Bir Kitap Dostuyla Birkaç Uzun Saat”, Ali İhsan Yurt’u anlatan “Konya Çerkezleri Türkleşmiştir!” Orhan Şaik Gökyay’ı anlatan “El-Muhacim Daima”, Ziyad Ebuzziya’yı anlatan “Bu Kaçıncı Ebuzziya?”, Hafız Abdurrahman Gürses’i anlatan “Fehm-i Muhsin”, Cinuçen Tanrıkorur’u anlatan “Saz ü Söz Arasında”, Şinasi Akbatu’yu anlatan “Melâmimeşrep”, Ahmet Yivlik’i anlatan “Muhtasar Yivliknâme”, Muhammed Hamidullah’ı anlatan “Gurub Etti Güneş, Dünya Karardı”, Annemarie Schimmel’i anlatan “Doğu’nun Batı’daki Türbedarı da Öldü!”, Kevser Atay, Bedri Özmen, Ahmet Özmen’i anlatan “Ahir Zamanda Kılıç Artığı Birkaç Mevlevi” isimli başlık ve bölümlerde bahisler açılmıştır. En sonda da Umumi Fihrist bulunmaktadır.
“Sözü Dilde Hayali Gözde - Portreler 1”'i okudum inşallah “Dağ Ne Kadar Yüce Olsa - Portreler 2”yi de ilk fırsatta okuyacağım. Bu tür hatıra kitapları okumak okuyucuya iki fayda sağlıyor. Birincisi hiç bir yerde bulamayacağınız bilgi kırıntılarını buluyorsun. Beyninde birbirine bağlanmayı bekleyen zincir parçaları gibi bilgi öbeklerini bulduğun bilgi kırıntısı zincir halkalarıyla birbirine bağlıyorsun ve beyninde bağlanmayı bekleyen bilgi parçalarını bütünleştiriyorsun. İkincisi ise büyüklerin birbirlerine ince, nazik, zarif davranışlarını görerek artık piyasadan kalkmış, kabalaşmış olan ahlak ve edebin unutulmuş örneklerini öğrenerek medeni insan nasıl olur onu kavrıyorsun. Bu kitapta ayrıca Orhan Şaik Gökyay ve Muhammed Hamidulah merhumlar hakkında birinci kaynaktan orijinal bilgiler edindim.
Orhan Şaik Gökyay içlerinde Alparslan Türkeş’inde bulunduğu arkadaşlarıyla 10 Mayıs 1944’de Türkçülük-Turancılık suçlamasıyla tutuklanarak İstanbul’a gönderildi. 11 ay tabutlukta diğer Türkçüler ile tutuklu kaldıktan sonra beraat etti. Ancak beraat etmesine rağmen 1950 yılına kadar kendisine resmi bir görev verilmedi. Orhan Şaik Gökyay’ı Ortaokul mu?, Lise mi? şimdi tam kesin hatırlayamadığım Türkçe ya da Edebiyat ders kitabında yer alan meşhur “Bu Vatan Kimin?” şiirinden dolayı hafızamıza kazımışız. Ders kitaplarında yer aldığı için ve resmi törenlerde okunduğu için çok meşhur olan “Bu Vatan Kimin?”şiirini de biz evimizin önündeki briket duvara çıkar avazımız çıktığı kadar bağırarak mahalleye karşı zaman zaman duygularımız coştukça okurduk. Bu duvar üzerinde şevk ve coşku ile diğer okuduğumuz da ezan idi. Bir kıtası şöyle, vatanı çocuk ruhuyla bana bırakıyor, şuuruna erdiğin için senin diyor.
“Tarihin dilinden düşmez bu destan
Nehirler gazidir, dağlar kahraman
Her taşı bir yakut olan bu vatan
Can verme sırrına erenlerindir.”
Üniversite hocalarını yazdığı sarsıcı ve öğretici tenkit ve eleştiri yazıları ile meşhur olduğu için “el-Muhacim daima” (Her zaman hücum ve saldırı halinde olan) ismini almıştı. Âşık Çelebi Tezkiresi üzerine verdiği bir tebliğde kitapta geçen kalıp ifadelerden “Nefes Evladı”nı açıklamak isterken “Diyelim ki benim çocuğum olmuyor, nefesi kuvvetli bir zata gidiyorum, okuyup üflüyor ve çocuğum oluyor, işte bu çocuğa ‘nefes evladı’ denir ve ekseriyetle okuyan zatın adını alır.” (S:140) der ancak İsmail Kara hocanın “Nefes Evladı”nı açıklamak için “diyelim ki benim çocuğum olmuyor” dediğinde söze böyle başladığı için bir tedirginlik yaşadığını, kısa bir müddet durduktan sonra artık geri dönülmeyeceğini de hesap ederek olsa gerek “hala olmuyor ya!” diyerek konuşmaya devam ettiğini, “salonda hocanın çocuğunun olmadığını bilmeyenlerin bu inkıtanın ve ara cümlenin ne manaya geldiğini muhtemelen anlamadı”klarını ifade eder.
İsmail Kara’nın Orhan Şaik Gökyay için yazdığı “İlk dikkatimi çeken hususiyeti, 80 yaşındaki Hoca’nın heyecanı, ilim aşkı, takip fikri ve çalışma azmi oldu. Evde çalışıyor, Süleymaniye Kütüphanesi’ne koşuyor, ders veriyor, gözünü dolduran talebelerle evde metinleri mukabele ediyor (karşılıklı okuyor), yeni kitapları takip ediyor, ziyaretçilerle konuşuyor, seminerlere katılıyor…” (S:141) ve kendisine Doktora tezi bir divanın edisyon kritiği için gelen bir delikanlının cesaretini beğenmiş, ancak habersiz geldiği için de dört beş gün üzerinde çalıştıktan sonra ders bitimi bir gün “Böyle çalışıp duruyoruz, beni günlerdir meşgul ediyorsun, ne vereceksin bana bütün bunlara karşılık?”(S:143) demiş, şaşıran doktora talebesi kem küm etmeye başlamış. Hoca “Ne yani bu kadar emeklerimiz boşa mı gidecek, bana bir şey ödemeyecek misin?” (S:143) diye sorunca talebe hocanın para istediğine kanaat getirerek “olur hocam, ne emir buyurursanız vermeye çalışırım, verebilecek gücüm olursa tabii…”(S:143) diyerek tedirgin bir halde cevap verir. Orhan Şaik Gökyay hoca terlemeye başlayan yüzüne kan yürüyen talebeye sesini daha da ciddileştirerek “Bana Bak! Senden çok şey istemeyeceğim, sadece bir şey isteyeceğim, bilmem yapabilir misin? Yapamayacaksan söyle, işi burada hemen bitirelim: Sana öğrettiklerimi başkalarına da öğreteceksin, hem de hiçbir karşılık beklemeden! ” (S:143) der. Son cümleye kadar artık talebenin durumunu siz düşünün, aklından neler geçti ne korkular çekti.
İsmail Kara Orhan Şaik Gökyay hocanın“Üniversite hocalarının, hele işin daha başında asistanların ve gençlerin azla yetinmelerine, tez elden şöhret ve makam peşinde koşmalarına, doçent veya profesör olunca da hemen defteri kapatmalarına hiç tahammülü yoktu.”(S:147) diyor. Biz de halkın gittiği kahvehanede biraz abartılı olacak ama akşama kadar okey oynayan üniversite hocalarını görünce Hocanın kızmakta ne kadar haklı olduğunu anlıyorum. İsmail Kara, sonra Orhan Şaik Gökyay hocanın “Çalışmıyorlar, sormuyorlar, araştırmıyorlar. Aşk yok. Çalıştığı, uğraştığı meselenin aşığı olmuş ne kadar az insan var memleketimizde! Bu işler birden olmaz ki! Soru sormayı öğrenmek ilmin en mühim usul meselelerinden biridir. Metni anlamak için ona soru sormayı bileceksin. Ne demişler: ‘Bilmez ki sorsun, bilse sorardı; sormaz ki bilsin, sorsa bilirdi.’ Nerelere nasıl bakacağını öğreneceksin. Ama bunlar da kendi kendine olmaz ki, hoca lazım, hocalar lazım.” (S:147) dediğini de aktarıyor.
İsmail Kara, Abdülbaki Gölpınarlı hocanın 50 yıl bir metinde rastladığı “Düğün bitti yüz bardak beş paraya” mısraını yanında ve kafasında gezdirdiğini “Ne demek istiyordu acaba bu metin?” sorusunun peşinden gittiğini bu metne ilk etapta kendisi ve arkadaşlarının “her şey ihtiyaç duyulduğunda nadir ve kıymetlidir, o an geçtikten sonra hem çok bulunur hem de kıymeti olmaz” anlamı verdiklerini ancak Abdulbaki’nin ısrar ederek “Bu kadar basit şeyi şair niçin söylesin?!” (S:154) deyip arkasında gelenek, teamül, menkıbe, atalarsözü, atıf arayarak bulamadan vefat ettiğini söylüyor. Orhan Şaik Gökyay hocanın da “Takip ve ısrar fikrinin yılmaz, yorulmak bilmez mümessillerinden biri de kendisi olmuştu.” (S:154) diyerek ilimde ısrarını dillendirirken Elbistan Ekinözü köyünde Türkçe muallimliği yapan Sabri Koz’a mektup yazarak “kaytaban” ve “sarıyılan” hakkında Aydın Türkmenlerine bilgi sormasını istediğini de bize aktarıyor.
*** ***
Muhammed Hamidullah’ı ortaokul yıllarında okulda yapılan sınıflar arası bilgi yarışmasında birinci olduğum için verilen bir dolma kalem ve üzerine başarımızdan dolayı takdir ifade eden birkaç cümle yazarak verdikleri “Resulullah Muammed” kitabından tanıyordum. Daha sonra lise de okurken Akaid dersi hocamız Rıfat Yılmaz bey “İslamiyet’ten önce hak ve batıl ki bütün dinlerde Peygamber efendimizin geleceğine dair yazılanlar” üzerine çalışmamızı ve yaptığımız çalışma notlarını sınıfta okutacağını söyledi. Ben Muhammed Hamidullah’ın “Resulullah Muhammed” kitabında arkalı önlü dört teksir kâğıdı sekiz sayfa bir bilgi bulmuş, el yazısıyla yazarak okula götürmüştüm. Rıfat Yılmaz hocam vermiş olduğu çalışmayı yapıp yapmadığımızı sordu. Sınıfta sadece ben parmak kaldırıyordum. Yaptım diye. Ders dışı bir ödev olduğu için olsa gerek. Başka kimse konuya bakmamıştı. Sınıfta başka kimse de verdiği konuya çalışmayınca Rıfat Yılmaz hocam bana yazdıklarımı okutmuş ve sözlüden on üzerinden on vererek bir de eğer sınıfı geçmen için tekrar ihtiyacın olursa bir on daha vereceğim demişti. Bu olay da Muhammed Hamidullah hocaya ve onun yazdığı “Resulullah Muhammed” kitabına daha severek bakmama ve yaklaşmama sebep olmuştu.
Türkiye’de kendisini eleştiren Sadrettin Yüksel, Sadi Çöğenli ve Ali Bayram, Zeki Çıkman, Necip Fazıl Kısakürek, Yüksek İslam Estitüsü müdürlerinden Ahmet Davutoğlu, Erzurum eski Müftüsü Osman Bektaş, Hüseyin Hilmi Işık gibi bazı ilahiyatçılar Muhammed Hamidullah hocayı daha çok “dinde ıslahatçı” olarak gördükleri için eleştirmişlerdir.
Türkçeye çevrilen binlerce sayfa tutan onlarca eseri makaleleri arasında muhtevalı bir koca kitap olan “İslam Peygamberi” belki dünyada eşi benzeri olmayan bir kitaptır.
Kendini eleştirenlerin aksine İsmail Kara ve ağabeyi Mustafa Kara’yı Muhammed Hamidullah’ın derslerine ve kitaplarına ısındıran Emin Işık hocadır. Zeki Velidi Togan onu Paris’ten Türkiye’ye yerleşmesi ve üniversitelerde ders vermesi için davet etmiştir. İsmail Kara ve ağabeyi Mustafa Kara’ya göre Muhammed Hamidullah “Zaten bildik manada dünyaya ait değildi; hadis-i şerifte beyan buyrulduğu vechile ‘geçici bir süre için ağacın altında gölgelenen’ bir yolcu gibi yaşadı.” (S:213) Ayrıca onun “Münzevi” ve “Ehl-i takva” bir kişi olduğunu da söylüyorlar. Takvaya mugayir gördüğü için fotoğraf çektirmekten sakındığını ve eli ile yüzünü perdelediğini ancak yine de çekilen fotoğraflarda sanki karşıdaki birilerine selam veriyormuş gibi çıktığını da aktarıyor İsmail Kara.
“Hamidullah hoca yayınladığı çoğu orijinal kitap ve makalelerini sürekli tashih ve tadil etti; sonradan muttali olduğu yeni bilgileri ekledi, yanlış ve eksiklerini tahsis etti. Bu sayede kitaplarının yeni baskıları bir önceki neşrine göre daha ihatalı, dili daha muhkem, kıvama daha yakın bir şekilde okuyucuların karşısına çıktı. Herhalde hiçbir kitabının ve makalesinin defterini nihai olarak kapatmadı.”(S:225) İsmail Kara’nın bu aktardıklarından ancak şunu diye biliriz “meyve veren ağaç taşlanır” ya da “Kedi uzanamadığı ete mundar der.” Bizim aydınımız da duygusal yaklaşımlar ya da saltanatının sona ereceği korkusuyla bilimsel eleştirilere başladığı için bilim eleştirilerinde metin eleştirisinden ziyade şahsiyet ve karakter eleştirinse yönelmişlerdir. Eleştirdikleri kişilerde de ne din kalıyor, ne de iman insanı kâfir yapıp çıkıyorlar.
İsmail Kara, Muhammed Hamidullah’ın Türkiye hakkındaki kanaatlerini de “Pek aziz saydığım Türkiye’ye ve Türk milletine karşı pek az kimse tarafından bilinen özel bir hissiyatım v ardır. (…) Türklerin kitaba karşı duydukları büyük tutku ve zevk hakkında bende büyük bir tesir husule gelmiştir. İstanbul ise sahip olduğu kütüphane zenginlikleri ve ilmî muhitlerde tanıyabildiğim faziletli âlimlerin yüksek seviyeleri ile gönlümü son derece heyecanlandırmıştır. Burada tanıdığım kimseler arasında üstad Şerafettin Yaltkaya (Diyanet İşleri Başkanı), İsmail Saib Sencer, Profesör Helmut Ritter, Osman Rescher ve diğerleri de bulunmaktaydı. Bu kardeş ülke benim ikinci ilim yurdum olmuştu.” (S:230) olduğu şeklinde aktarmıştır.
Hüseyin Hilmi Işık’ın tahkir ve tezyiflerine karşı gösterdiği olgunluk ilim yolcuları için bir ders niteliğinde olan herkesin gösteremeyeceği davranıştır. Kitabı “İslam Peygamberi”nde efendimizin zevcelerinden bahsederken iki Ebu Süfyanı karıştırdığı için Hüseyin Hilmi Işık hocanın cehaletinden başlamış imanından çıkmıştır. Muhammed Hamidullah ise “Allah İstanbullu Hüseyin Hilmi Işık’tan razı olsun; çünkü o kaleme aldığı bir makalesinde Ebu Süfyan’ın sütkardeşliği meselesinin sebep olduğu güçlüğe dikkat çekti. Hz. Peygamber Ebu Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe ile evlenmişti. Hz Peygamber’in [sütkardeşi] izdivaç ettiği Ümmü Habibe’nin babası [meşhur] Ebu Süfyan değil de Hz. Peygamberin bir amcaoğlu olan Abdulmuttalib’in oğlu el- haris’in oğlu Ebu Süfyan’dır. Hemen tashih ediyor ve bütün okuyucularımdan bu dikkatsizliğimden doğan hatadan dolayı beni mazur görmelerini ve kitaplarının sahifelerini tashih etmelerini rica ediyorum.” (S:234) İlim adamındaki vasıf Muhammed Hamidullah gibi hatasını söyleyene müteşekkir olmaktır.
Büyük adamların hatıralarını okumak İsmail Kara’nın tabiriyle “bilgi ve görgü itibariyle istifade ettiğim, dünya tasavvurları hakkında fikirler ve intibalar edindiğim, bir ilmi ve fikri çabanın nasıl yürütüleceğiyle alakalı tutamaklar” (S:5)yakaladığımız, kendimizi yeniden inşa etmemize vesile olan bilgi kırıntılarıdır. Okumak bir devirdeki üstadları tanımayı sağladığı gibi okuyana yol yordam öğretir.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.