« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Halim Kaya

27 Eyl

2021

TÜRK MODERNLEŞMESİ - Zihniyet İktisat Tarihi

27 Eylül 2021

Abdulkadir İlgen hocanın “Türk Modernleşmesi – Zihniyet İktisat Tarihi” adlı kitabı iki sebepten dolayı dikkatimi çekti. Birincisi, Sabri F. Ülgener hocanın da bu Zihniyet konusunda yazmış olduğu “İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası” ile “Zihniyet ve Din İslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı” ve “Zihniyet, Aydınlar ve İzm’ler” adlı kitaplarını daha önce alıp okumuş olmam ve bu üç kitap ile Abdulkadir İlgen hocanın kitabında geçen “zihniyet” kelimesi, ikincisi ise lise yıllarından beri yapmış olduğum “kültür değişmeleri batılılaşma ve modernleşme” başlıklı okumalarım için “Türk Modernleşmesi – Zihniyet İktisat Tarihi” gibi farklı bir kaynak buldum diye düşünmeme sebep olan kitabın isminde “Modernleşme” kelimesinin geçmiş olmasıdır.

Abdulkadir İlgen’in “Türk Modernleşmesi – Zihniyet İktisat Tarihi” adlı kitabının birinci baskısı Dergâh yayınevi tarafından 2014 yılının Kasım ayında yapılmıştır. Kitap; Önsöz, Türk Kimliği ve İktisadi Hayat: Zihniyete Dair Tarihi-Sosyolojik Bir İnceleme, Batı Anadolu’nun Dünya-Ekonomiyle Bütünleşme Sancıları ve Gayrimüslim Tebanın Rolü, Türk Modernleşmesi ve İktisadi Zihniyet: Arayış ve Tereddütler, Perdeyi Aralayan Adam: Sabri F. Ülgener, Yorumlayıcı Anlama ile Nedensel Açıklamanın Sınırlarında Ufkumuza Düşen Bir Aydınlık: Sabri F. Ülgener, İthal İkamecilikten İhracata: Türk Ekonomisinde Zihniyet ve Değişim, Kalvinizmin Gölgesinde Gelişen Bir Sınıf; Müslüman Bir Burjuvazi veya Kalvinist Müslümanlar, Cumhuriyet Türkiye’si: Bir Modrnleşme Tecrübesinin Zihniyet Kodları, Türk Modernleşmesi ve Milliyetçilik: Bir Zihniyet Yorumlaması, Sekülerleşme Üzerine, Kendinden kopartılan İnsan, Yeni İhtiyacı, Dizin başlıkları altındaki bölümleri ihtiva eden 392 sayfadan oluşmaktadır. Bu kitapta yayınlanmış makalelerin çoğu
“Türk Yurdu” dergisinde olmak üzere önceden başka yayın organlarında neşredilmiş makalelerin anlatım bütünlüğü oluşturacak bir tertip ile sıralanarak kitaba konulmuştur.

Dil olarak ağır bir dil kullanılmış, Durmuş Hocaoğlu ve Erol Güngör gibi anlaşılır, akıcı bir dilden yoksun, okuduğun cümleyi anlamak için bir çaba sarf etmen ve cümleyi anlamak için daha kısa kelime gruplarına parçalayarak ve tekrar tekrar okuyarak, sözlükten kelime anlamlarına bakarak anlamaya özel bir çaba harcamak durumunda kalınmaktadır. Sanki Abdulkadir İlgen de “Türk Modernleşmesi – Zihniyet İktisat Tarihi” kitabında felseficilerin felsefenin anlaşılmasını zorlaştırdıkları anlatım tarzını tercih etmiştir.

Türk Modernleşmesini batıdaki modernleşmeden ayıran Abdulkadir İlgen, doğu toplumuna mensup bir millet olan Osmanlıda ki modernleşmenin devletten ayrı düşünülemeyeceğini, Türk toplum yapısının “cemaat” tarzında küçük içine kapanık ancak “otom” olmayan bir parçalanmışlık içinde olduğunu, ekonomik olarak devletten ayrı bağımsız bir yapılanma içinde olmadığını, Babıâli-Kapıkulu, idareci-devlet memuru ya da Yönetici-Yönetenden oluşan iki katmanlı bir yapı olduğunu ve değişimin merkezden devlet eliyle yapıldığını ifade eder. Cumhuriyet döneminde de bu merkezi yapılanmanım “devletçilik” eliyle devam ettiğini ekler. Türk toplumunun merkezi yapıdan ayrı organize olup bağımsız ekonomik ve siyasi bir yapı kuramaması dolayısıyla “kapağı devlete atmak”, “göze girmek, gözden düşmek” deyimlerinin oluştuğunu, toplumun serveti normal ekonomik yollardan elde edilen bir meta olmadığını, ancak devletten devşirilebilecek bir rant olduğu şeklinde algıladığını söyler.

Değişim konusunda ise Abudulkadir İlgen’in düşüncesinin aksine, Türk toplumu merkezi sistem ile zoraki değiştirilemezse, “yenilik”lere devlet tarafından veya aydınlar tarafından yapılmasına bakmaksızın ilgisiz kalır, kapalıdır, değişimi kolay kolay kabullenmez. Bu özelliğinden dolayı Türk toplumu merkezi değişiklikler yapan 2. Mahmut’a “Gâvur padişah” diye bir sıfat yakıştırmıştır. Türkiye Cumhuriyetinde aydınlar, toplumu modernleştirme yönünde dönüştürmeye çalıştıkça halk yabancı gördüğü aydına karşı kendini kapatmış aydın kesimi uzun seneler halka etki edemeyip toplum iki farklı yaşam tarzı olan zümrelere ayrılmıştır. Bu durum aydınlar tarafından halkın “cahillikle” suçlamasına, halk tarafından da aydınların “yabancılaştığı” yönünde karşılıklı suçlamalara sebep olmuştur.

Batı Anadolu’da Rum, Ermeni, Yahudi gibi ecnebi nüfus yoğunlaşması yaşandığı ve 1830’dan sonra 1860 yılına kadar geçen 30 yılda bu kesimlerin nüfusu İzmir, Aydın, Manisa, Muğla şehirleri ve civarında Türk nüfusunu geçtiği, ticareti elinde tutan azınlıkların üreticiden ucuz aldığı ürünleri demiryolu ile naklederek İzmir limanından ihraç etmesi yoluyla pahalı satmasını sağlayan yabancıların elindeki demiryolu işletmesi bu azınlıkların daha fazla zenginleşmesini sağlamıştır. Demir yolu işletmesi için yapılan yatırımlar dış sermayenin azınlıkları düşünerek planladığı yatırımlardır, Türkler daha çok at ve deve kervanlarıyla nakliye gerçekleştiriyor, çok pahalı olan bu nakliye ile de ürün fiyatı arttığı için ancak nakliye parasını karşılayacak bir fiyata satılabiliyordu. Dün olduğu gibi bu gün de demografik yapı Türkiye için bir tehlike olmaktadır. Dün Osmanlı tebaası Rum, Ermeni, Yahudileri kullanarak gayrimüslim tebaayı yönlendirmek kışkırtmak için nüfus oyununu oynayanlar bu gün Suriye’den gelen 5 milyonu mülteci, yapılan projeksiyonlara göre Afganistan’dan gelebilecek 1.700.000 mülteci ve Afrika vs. diğer ülkelerden gelen mülteciler ile hem Türkiye’nin demografik yapısının değiştirilmeye çalışıldığı uzmanlarınca iddia edilmekte, hem de Türkiye ekonomisinin çökertildiği iddia edilmektedir.

Abdulkadir İlgen’in sayısal örnekler vererek karayolu, demir yolu, tarımsal üretim de modern araç gereç kullanımı hususunda anlattıklarından anlıyoruz ki; Karayolu ve Demir yollarının yapımı İzmir’den yapılan ihracatı artırdığı için Anadolu’nun içlerinden Konya’dan mal gönderilmesini sağlamış, yeni ekilecek ürünler ve ekim alanları araştırılmaya başlanmış, yeni çeşit ürünler ekmek ve ürünlerde verim artışı ile ekim alanlarının artırılmasıyla yetinilmemiş, yeni üretim teknikleri ve yeni üretim araçları kullanılması denenmiş ve üretimde teknolojik değişim sağlanmıştır. Halkın da gelirleri artarak (özellikle gayrimüslimler) refah seviyesi yükselmiştir. Halkın gönüllü değişiminde asıl etken gelir artışı olmuş, halk muhafazakâr bir tutum göstererek yenileşmeye modernleşmeye direnmemişlerdir.

Bu gelir artışı ve yenileşme modernleşmenin sonucunda olumsuz bir gelişme olarak toprakların el değiştirmesine sebep olmuştur. 1866 yılında yabancılara toprak satışına ya da diğer bir anlatımla yabancıların toprak mülkiyetine izin veren yasa (S:78) çıktıktan sonra önce İngilizler İzmir’den toprak almaya başlamış daha sonra Anadolu’nun içlerinden ve Ege adalarından gelen Rumlar, Ermeniler, Yahudiler toprak alarak İzmir’e yerleşmiş ve İzmir’in gayrimüslim nüfusu artmış, satılan toprak miktarı da 5 ila 6 milyon dönümü bulmuştur. (S:75) Abdulkadir İlgen tarım topraklarının el değiştirip gayri Müslimlerin eline geçmesinin sebebi olarak Merkezi otoritenin ayanlar karşısında başarı kazanarak güçlenmesine ve dolayısıyla toprak satışını merkezi otoritenin yaptığını ya da onayladığını (S:76) ima ile ifade etmektedir. Oysa Filistin’de Yahudilere toprak satışını merkezi otorite yasaklamış, toprak satışını önlemek için gerekli tedbirleri almaya çalışmış, buna rağmen engelleyememişti. Bu karşılaştırmadan da anlıyoruz ki devlet yani merkezi otorite halkın kalkınmasına, zenginleşmesine, üretim tekniklerinin ve araçlarının modernleşmesi gelişmesi için toprak satılmasını onaylarken vatanın bölünmesine, parçalanmasına topraklarının elden çıkarak başka bir devlet kurulmasını sağlayacak bir toprak satışına razı değildir ve gereken tedbirleri de imkânları dâhilinde almıştır.

Abdulkadir İlgen tarım üretimindeki değişim ve dönüşümün bürokrasinin beklediği hızda olmadığını ve tarım üretim biçimlerinin değişimi hususunda Müslüman ahali üzerinde oldukça ağır aksak bir seyir izlediğini (S:78) de ifade etmektedir.

Toprakları gayrimüslimlerin almasının önlenmiş olması Türk tebaanın emek-meta haline gelmesini önlediği gibi merkezi otorite küçük tarım alanlarına sahip halkı koruyucu politikaları hatta vergi borcu dolayısıyla Türk küçük çiftçilerin arazilerinin kamulaştırılmasını yasaklayarak yabancı çiftlik sahiplerine karşı destekliyordu. (S:79)

Abdulkadir İlgen Modernleşmeyi üretim tarzının değişimi ve gelişim olarak ele alıyor. Geleneksel üretim tarzında kullanılan üretim tipi ve üretim makinelerinin değiştirilmesi, bu değişim ve gelişimle de hane halkının ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik eviçi tüketime yönelik üretimin artırılarak hane halkının ihtiyacından fazlasının önce yakın çevredeki pazarlarda başkalarına, onlardan da artan üretim fazlasının daha uzak il ve ülkelere satışı, ekonomik refahı artırarak fertlerin tercihlerini değiştirmek. Bunu niçin de geleneksel üretimle kıyaslamak için uzun uzun modern üretimin artışına sebep olan sermaye ve makineleşmenin artırılıp üretim miktarının artırılmasından bahsetmektedir.

Albulkadir İlgen ekonomik tekelleşme sağlayan gayrimüslimlerin Osmanlı imparatorluğunun yıkılması ve kurtuluş savaşı sıralarında işgalcilerle işbirliği yapacak yerli unsurlar olarak görüldüğünü ve bunun içinde Rum ve Ermenilerin ekonomik hâkimiyetlerinin kırıldığını ve mübadele ile de azaltılan Rumlar yerine Türk ve Yahudilere imkân tanındığını haklı olarak ileri sürmüştür.

Tanzimat’tan beri bütün devirleri içine alan Türk Modernleşmesi dünyaya karşı duyulan “ilgi”nin “zihniyet” halinden “değer” haline çevrilmesi Batıcılık, Türkçülük, İslamcılık gibi akımların tamamı tarafından üretilen bir yığın argüman ile uhrevi olandan dünyevi olana doğru evrilen zihniyet dönüşümü “ekonomik, siyasi ve kültürel bütün değişmeler, sivil ve özerk alanlar üzerinden gelen kendiliğinden taleplerle değil, her seferinde sivil alanı gittikçe daraltan devlet enstrümanları kullanılarak yapılmaya çalışılmıştır. Bunun anlamı önceden yapıldığı gibi, her şeyi devlet eliyle yapılma isteğinin yapısallaşmasından başka bir şey değildir. Bu süreç günün her geçen gün biraz daha artıran merkezi-güçlü devlet geleneğini tahkim ederek, devlet dışı “otonom-özerk” ekonomik alanları bırakın genişletmeyi, gittikçe daraltmıştır.” (S:129)

Türk Modernleşmesinde iktisadi zihniyet bölümünde Abdulkadir İlgen’in anlattıklarından anlıyoruz ki Türk aydını tarafından modernleşme teknik yenilikler olarak algılanmıştır. Manevi normlarda her ne kadar değişmeler, dönüşmeler ve modernleşme olsa da problemin kaynağında karayolları, demiryolları ve lokomotif ve tren vs. gibi teknik gelişme modernleşmenin asıl unsuru olarak görülmüştür. Bu durum öteden beri bizim (Benim ve benim gibi düşünenler) savunduğumuz manevi moral değerlerin moderni eskisi olmaz tezimizi desteklemektedir. Eğer bir norm insanlığın faydasına ise ve toplumu davranış olarak menfi hallerden alı koyuyorsa o norm her devirde moderndir. İslam Allah tarafından indirilen son din olarak en mükemmel dinidir. Bu en azından Müslümanlar için böyle olmak durumundadır. Aksi takdirde inancımızda bir sakatlık olur. Bugün modernleşmenin temelini atmış bir inanç ola Hristiyanlık ve Yahudilik gibi dinlerin iniş sıraları ve muharref oluşları dolayısıyla İslam’a nazaran modernliklerinden bahsedemeyiz. Müslümanların modernleşmesinin asıl eksikliği teknolojik gelişmişlik düzeyidir. Ve bu teknoloji yoksunluğunun bizi yoksun bıraktığı toplumsal gelir dağılımı eşitsizliği ve ekonomik pazarlarda mal çeşitliği homojenitesinin sağlanamamasıdır. Yani modern dediğimiz batının teknolojik üretimlerini alarak kendimize adapte etmemiz bizi modernleştirecek, kültür ve ahlakımızda yozlaşmaya neden olmayacaktır.

Abdulkadir İlgen Türk Modernleşmesinin başarısızlığı konusunu Yurtdışına okumaya gönderilen ve yurt içinde açılan modern okullarda okuyup mezun olan “öğrenciler, bürokrasi içinde modern ve bilimsel tarıma dair uzmanlıklarını uygulama çabalarında, çoğu kez hayal gücü ve esneklikten mahrum bir çizgi izlemekle, henüz ekonomide hissedilmeyen ihtiyaçları karşılamaya yönelmiş oluyorlardı. Talebi olmayan bir şeyi zorla satmaya kalkışma, bu jakoben eğilim, alınan eğitimin pratikteki uygulamalarını sonuçsuz bırakmaya mahkumdu.” (S:146) diyerek eğitimin toplumun ihtiyaçlarına cevap vermediğine dayandırır. Ve çözümü “İnsanı, ya da insan ihtiyaçlarını değiştirmeden işe koyulan seçkin elitler, kitaba uygun davranışlarının mutlak manada istenilen neticeleri doğuracağına kati bir şekilde inandıkları içindir ki, bunların doğruluğu konusunda hiçbir tereddüde kapılmamışlardır.” (S:158) diyerek modernleşme ile paralel olarak insanın da değiştirilmesinde görür. Çünkü iktisat sadece ekonomi değildir ve kültürel bir bağı da vardır. Sadece bilim ya da modern bilim kitaplarının söyledikleri yapılarak modernleşmeyi sağlayamayız kitaplardaki bu verilerin topluma uyarlanması gerekir. Aksi takdir de toplum duvarına çarpar ve başarısız olur.

Modernizmden bahsedip de değişimin bir zihniyet meselsi olduğunu ortaya koyan Sabri Fehmi Ülgener’den bahsetmeden bir Türk Modernleşmesinden bahsetmek olmazdı. Abdulkadir İlgen de daha çok Sabri Fehmi Ülgener’in talebesi ve meslektaşı olan Ahmet Güner Sayar’ın kaleme aldığı “Bir İktisatçının Entelektüel Portresi Sabri F. Ülgener” adlı kitaptan olmak üzere hakkındaki biyografik bilgi yanında kimlerden etkilendiği, dünya görüşünün nasıl oluştuğu, gelenek ve modernliğe bakış açısı ve bu konulara bakışını ihtiva eden eserlerinden geniş bir muhtevada bahsederek sanki “Türk Modernleşmesi – Zihniyet İktisat Tarihi” kitabının bel kemiğini oluşturmuştur.

Abdulkadir İlgen, Sabri F. Ülgener’in ortaçağ toplum ve iktisat ahlakını mekan boyutuyla aile, meslek ve tarikat mensuplarını aşmayan ilişkiler ağı ve zaman boyutuyla da anı taşmayan, onunla yetinmeyi hayatın temel felsefesi haline getirmiş geleceğe kayıtsızlık olarak tarif ettiği mesafe şuurundaki istihaleyle açıklamaya çalıştığını söyler. Bu davranışın da bir ahlak kuralına değil de geleceğe devredilemeyecek kadar çeşitlenmemiş ihtiyaçlara, üretim tekniğinin yetersizliğine, hukuk sisteminin doğurduğu idari kısıtlara ve uzak geleceğe dair beklentilerin olumsuz olmasına dayandığını ifadeye çalışmıştır. Yani Osmanlı toplum zihniyetini “anlık ihtiyaç kadar iktisadi faaliyette bulunmak olarak” özetler. “Bu süreç nihayetinde, rızık takdirini bireyin emek ve gayret miktarıyla ölçen aktifist dini anlayıştan, bireyin emek ve gayretiyle her türlü ilişiği kesilmiş bütün faaliyetlerin, kudretine akıl ve sırrın ermediği ilahi bir kuvvete teslim edildiği kader ve tevekkül anlayışına evrilmiştir.” (S:204) Toplumun din anlayışını geleceğe devredilmeyen ve dolayısıyla da fazla bir çaba gerektirmeyen ihtiyaçların anlık oluşunun belirlediğini, yaşanılan duruma uygun bir inanç kaidesinin oluşturulduğunu görüyoruz. Üreten ve tüketen bir toplum olmak için ihtiyaçların anlık olmaktan kurtarılıp geleceğe devredilebilen çoklukta ya da üretimlerinin anı aşan bir zaman dilimine yayılacak süreç içinde mümkün olan ihtiyaçların oluşması gerekir ki insanlarda ihtiyaçlarını gidermek için daha yoğun bir faaliyet içinde olsun. Çünkü anlık ihtiyaçlar insanın kendi emeğinin ürünü olmayacak hazır ihtiyaçlardır; Su, hava, av hayvanları, kendiliğinden yetişen meyve ve sebzeler gibi ya da bunların bir tık ilerisi aile içi üretim denilebilecek aşamada üretilecekleri anlık ihtiyaçları karşılayan ürünler olarak sayabiliriz.

Albulkadir İlgen, Sabri F.Ülgener’in Aydınının Marksizm’e sığınmasını yine kolaycılığa kaçarak sendika, öğrenci örgütleri ve sair kitleye sırtını dayamak ve Marksizm’in doktriner kesinlik ve netliği ile argo zenginliğinden yararlanmak için tercih ettiğini ifade eder. “Hiçbir zaman zor bir yolun yalnız ve cefalı yolcusu olmayan aydının Marksizm’e sığınması da Ülgener’in yaklaşımıyla sendikalar, öğrenci örgütleri ve sair kitleye sırtını dayamak gibi kolayı tercih etmesinden kaynaklanmaktadır. Buna Marksizm’in doktriner netlik ve kesinliği ile argo zenginliğini, de ilave eden Ülgener.” (S:225) Yalnız aydın olmanın vasfı gelişmeci ve ilimci bir tutum ve davranış gerektirirken kesinlik ve netlikten söz edilmesi statükoculuğu, muhafazakârlığı gerektiren bir vasıftır. Yani Marksizm’e inanan aydınlar aslında tutucudurlar demek istemiş oluyor.

Albulkadir İlgen’e göre İ.Ö. 431’de yaşamış Tukudides’in Helen toplumunun çöküşünü hazırladığını söylediği “Kelimelerin alışılmış anlamlarının çarpıtılıyor, kelimeleri kullananların davranışlarını örtüyor” (Dip Not:177-S:238) olması gibi Sabri F.Ülgener de “Kavramların bu kadar içinin boşaltıldığı bir dünyada efsane (mit) halini almış söz ve deyimlere hakiki manasını vermenin” (S:238) lüzumunu duyar, der. Yani Tukudides ve Sabri F.Ülgener kavramların anlamlarının değişmesinden ve içinin boşaltılmasından yakınırlar. Günümüzde dışarıdan müdahale ile kelimelerin kullanılıp ve kullanılmaması gibi (Sakat-Özürlü-Engelli kelimelerinde olduğu gibi) müdahaleler ile kelimelerin tarih boyunca yüklendiği manalar kaybolmakta ve toplumun hafızası silinmektedir. Sırasıyla “fahişe”, “orosbu”, “hayat kadını”, “kötü yola düşmüş kadın” kelimelerinde de mana vurgusu hafiflemiş ve davranışları örter gizler hale gelmiştir.

Nihayet Abdulkadir İlgen teknolojinin cemiyete nüfuz etmediğini ona hâkim olduğu noktasına gelmektedir. Teknolojiyi idare edenlerin cemiyette sadece bir sosyal tabaka meydana getirmediklerini, aynı zamanda cemiyette idareci elit haline geldiklerini söylüyor. “teknolojik gelişme ve bürokratik yapılanmanın sadece teknik bir aygıt değil, aynı zamanda insan özgürlüğünü kısıtlayan ve nihai anlamda insanı makineye esir eden bir sürecin tetikleyici gücü haline getirmektedir.” (S:300) Teknolojinin modernleşme olduğu savından insan hayatını kolaylaştıran bir aygıt olmaktan çıkıp insan hayatını makineye esir eden bir yapıya dönüştüğünü bu durum da bilim ve din ile ahlaki değerler arasında uzlaşma aramanın da beyhude olduğu noktasına gelinmiştir.

Abdulkadir İlgen,Türkiye’de başlangıçta İslamcıların Modernleşme ve Batıcılık hususunda Kur’an-dan dayanak bularak kavramların karşılıklarını ürettikleri ve “bak bu İslam’da da var” pozisyonunda olduklarını ancak daha sonra İslamcı ve milliyetçilerin muhafazakarlık ortak noktasından batılılaşmaya ve modernleşmeye birlikte karşı olarak merkezin periferinde yer aldıklarını, resmi çizgide ise batılılaşma hareketlerinin devam ettiğini ifade eder. Yazarımıza göre yine de Milliyetçi ve İslamcıların Ziya Gökalp’in formüle ettiği Batının Bilim, teknik ve ilerlemesini alalım inanç ve yaşantısını almayalım anlayışına bağlı kalarak aslında zımnen Batılılaşmaya taraf oldukları da söylenebilir. İslam üzerine yapılan fikir yürütmelerini de “İslam, İslam geleneği ve İslamcılık ise birbirinden çok farklı anlamlara gelen kavramlardır. İslam denildiği zaman, tarih dışı ve evrensel olan nasslar (Vahyedilen İslam H.K.) anlaşılırken, İslam geleneği ilahi bildiri ile insan aklı arasındaki ilişkinin sonucu olarak ortaya çıkan sosyolojik, tarihi ve kültürel boyutlu bir birikimin adı olarak nitelendirilebilir. Bu ikincisi daha ziyade İslam’ın değil Müslümanların tarihi olarak adlandırılmalıdır. İslamcılık ise Batının ortaya attığı soru ve sorunlarla kabul ettirdiği evrensel değerlere, yine Batı’nın verdiği cevaplar doğrultusunda, İslami cevaplar bulmanın adıdır. (…) Deyim yerindeyse, tanrının iradesinin, modern devirlerin ürünü olan insani değerlerle yeniden yorumlanması söz konusudur.” (S:308-309) İslam’ı üç farklı kavramla anlatarak açıklığı kavuşturmaya çalışır.

Abdulkadir İlgen’in baştan beri anlattığı ve tarafımızdan da savunulun manada modernliği anlatan aktarımı kitabın 347. sayfasındaki Gadamar’ın modernlik ile geleneksel arasındaki ilişkiyi analiz eden “ değişim eskinin yerine yeninin geçmesine değil, eski ile yeninin birbirine karmaşık (karışık H.K.) bir biçimde eklemlendiği, hepside değişimi yaşayan bir dizi özgül oluşuma yol açar. Belki de korunanların sayısı değişenlerden fazladır.” (S:347) ve “çeşitli modern anlayış ve yapılar geleneksel olanlarla kesişir, onları yorumlar ya da onlara yaklaşır; geleneksel anlayış ve yapılar da bünyelerinde modern olanları barındırır, onları yorumlar ya da onlara karşılık veriri.” (S:348) şeklinde vermiştir. Buradan şunu anlıyoruz ki değişim geleneksel ile modernin birlikte var olmasıdır. Ayrıca geleneksel olan da moderndir. Değişime tabi olmayacak moral ve manevi değerler de vardır.

Abdulkadir İlgen, Arnold Toynbee’nin “Medeniyet Yargılanıyor” eserinde aynen Weber gibi “Batı Medeniyeti’nin mevcut durumuyla insanlığa bir çıkış sağlama imkânından mahrum bulunduğu noktasına gelerek, çareyi kutsal kitaplarda bulabileceğimiz inancındadır.” (Dip Not: 42 - S:296)

Nihai olarak biz modernleşmeyi nasıl gördüğümüzü şöyle ifade edebiliriz. Teknolojik gelişme ve makineleşme demek olan Modernlik ile manevi moral değerler muasır olabilirler. Modernlik o yüzyılda modernliği oluşturan pozitif bilimin algılanmasını sağlayan bir ölçü olan manevi ve moral değerlerin neticesidir. Modernleşme ya da Batılılaşma, muasırlaşma veya medeniyet inanç ve değerler sisteminin sunduğu bakış açısıdır. Değerler sistemi de ancak insanoğluna sunduğu mutluluk ve huzur, düzen ve saadet ile bir anlam kazanır. Modernleşme bir nevi inancın hayata akseden yorumlarının ray değiştirmesidir. Revaçtaki inancın toplumuna sağladığı refah ve sadetti sağlamak isteyen kültürlerin bu anlayışla teknoloji ve makineleri kullanmaya yönelmeleri ya da başlamalarıdır Modernleşme. Her zaman revaçtaki inanç kaidelerinin doğru nihai bir değer yargısı olduğundan bahsedilemez. İslam anlayışına göre en modern ve medeni inanç kaideleri ilahi kaynaklı dinlerdir ve bu dinlerin de en son vahyedilenidir.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

Halim Kaya

16 Ara 2024

Mustafa Çolak’ı birkaç yıl önce Samsun Türk Ocağı’nda dinlemiştim. O zaman Enver Paşa ile İttihat ve Terakki hakkında benim tarafımdan dikkat çeken bilgiler vermiş, dolayısıyla dikkatimi çekmişti.

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

16 Ara 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

28 Eki 2024

M. Metin KAPLAN

12 Eyl 2024

Nurullah KAPLAN

12 Eyl 2024

Hüdai KUŞ

22 Tem 2024

Orkun Özeller

03 Haz 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Ziyaret -> Toplam : 130,43 M - Bugn : 28180

ulkucudunya@ulkucudunya.com