Özer Ravanoğlu Türk Milliyetçiliği davasına inanmış bu uğurda yıllarını vermiş, kamu kurumlarında çeşitli hizmetlerde bulunmuş, ömrünün yirmişbeş yılını Ata yurdu denen topraklarda soydaşlarına hizmet yolunda harcamış, bu esnada çocukluk ve gençlik hayalleri olan Ata yurdunu görme, gezme arzusuna uygun olarak fırsat buldukça gezmiş, hem hasret gidermiş hem de gelemeyip hasret çeken arkadaşlarına ve gönüldaşlarının gönül yangınlarını giderecek bir damla su serpmek babından gözlemlerini önceleri sözlü anlatım ile daha sonra bu eseri meydana getirerek önümüze koymuştur.
Özer Ravanoğlu Ağabeyi Samsun Türk Ocağı olarak 25 yıllık hatırlarını canlı canlı aktarsın, anlatsın diye Samsun’a çağırdığımız günlerde il dışında olmam dolayısıyla dinleyememekten dolayı çok üzüldüm. Çünkü böyle fırsat her zaman insan önüne çıkmaz. Hem kendisi canlı bir tarih olan Özer Ravanoğlu ağabeyi görmekten muhabbetini dinlemek şerefinden mahrum kalmış hem de ata yurdumuz ve kardeşlerimiz hakkında özel sohbetlerde söyleyeceği belki bu kitapta yazmadığı, yazamadığı bir takım özel bilgilere kavuşmaktan mahrum kalmıştım. Bu mahrumiyeti bu kitabını okuyarak bir nebze olsun hafifletmeye çalışmaktan başka önümde bir çıkar yol kalmadı.
Özer Ravanoğlu’nun “Tanrı Dağları’nın Gözyaşları – Türkistan’da 25 Yıl” kitabının elimizdeki baskısı Ötüken Neşriyat tarafından Ekim 2016 tarihinde yapılmış, kitap gayet hacimli ve 574 sayfadan oluşmuştur. Önsözden sonra 1. Bölüm Türk Dünyasından İzlenimler, 2. Bölüm Kırgızistan Günleri başlığı 2 ana kısıma Bölünmüş 1.Kısım Bişkek’ten Güney Kırgızistan’a Seyahat, 2. Kısım Bişkek’ten Isıkgöl’e Yolculuk’tur. Kitabın 3. Bölümü ise Batı Kazakistan başlığını taşımaktadır bu başlıkların altında daha çok ve daha farklı alt başlıklar ile okuyucuya sunulmuştur. Kitap yer yer anlatılan konularla bağlantılı fotoğraflarla muhteva yönünden zenginleştirildiği gibi anlatılanlar desteklenerek güçlendirilmiş, insanların görsel hafızalarına kaydedecekleri materyal de sunulmuştur.
1990 yılında bağımsızlıklarına kavuşan Türk Cumhuriyetlerinin nasıl Komünist Rusya tarafından geri bırakıldığının bir işaret olacak hatırasını Özer Ravanoğlu ağabey şu şekilde aktarıyor. “Aslan Usta bir yıl önce müteahhit ile beraber çalıştığı için onun fikirlerine itibar ediyorduk. Mesela Aslan Usta kürek bulmakta çok zorlandıklarını hatta istenilen evsafta ve miktarda kürek bulamadıklarını söylediği için onbeş, yirmi adet kürek almıştık. Belki bu gün için komik olabilir ama otuz kilo kadar da yemeklik tuz almıştık. Çünkü Aslan usta sofralık rafine tuz bulunmadığını söylemişti. Gerçekten de rafine sofralık tuz yoktu. Aral Gölü’nden çuvallarla getirilerek satılan tozlu, topraklı, boz renkli tuzları görünce durumun haklılığını daha iyi anladık. Garip değil mi? Almatı’nın kuzey batısındaki Baykonur Uzay Üstün’den aya adam gönderen, dünyaya hâkim olma iddiasında bulunan bir ülkede tuz olmayışı garip değil mi? ” (S:28) Bu hatıranın yaşandığı yıl 1994 ve yine Özer Revanoğlu Ağabey bu gün için değişim büyük olduğunu daha iyi olduğunu ifade de ediyor.
Özer Ravanoğlu Ağabeyin 1960’lı yıllarda Mehmet Emin Alpkan ile Uygur Türkleri Lideri İsa Yusuf Alptekin arasında geçen bir konuşmayı Kazakistan’da karşılaştığı Uygur Türklerine şöyle aktarır. İsa Yusuf Bey şehir şehir gezerek Uygur davasını anlatır. O yıllarda Mehmet Emin Alpkan Bey ve milliyetçi camianın da maddiyat yönünden durumları pekiyi değildir. İsa Yusuf Alptekin Bey’in evi kiradır ve ailesi zorlanmaktadırlar. Mehmet Emin Alpkan Bey kırmadan incitmeden İsa Yusuf Bey’e “İsa Bey sana münasip bir iş bulalım, biraz da çoluk çocukla ilgilen!” (S:36) der. O gece geç saatlerde İsa Yusuf Alptekin Bey ulaşımın zorluğuna ve uzaklığına rağmen Mehmet Emin Alpkan Bey’in evine gelir ve kapıyı çalar. Mehmet Emin Alpkan Bey İsa Yusuf Bey’i görünce telaşlanır olağanüstü bir şey mi oldu diye. Eve içeriye davet eder ve ev halkı da yattıkları yataklarından kalkarlar. Çaylar hazırlanır ve içilirken İsa Yusuf Bey uyumadan sana anlatmam gerektiğini düşündüm dediği Çin’den kaçışlarını, karlarla ve dağlarla boğuşarak uzun bir kaçış yaşadıklarını, bu yolculuk sırasında atların ayaklarının bilekten kırıldığını ve zaman zaman da açlıktan öldüğünü, ayakları kırılan atları geride bırakırken atların terk edildikleri için ağladıklarını gördüğünü, ölen atlarda ki yüklü eşyaları bırakmak zorunda kaldıklarını, zaman zaman açlıktan dolayı atlarını kesip yediklerini, bu at etlerinden atlarına da yedirdiklerini yiyen atların yaşadığını yemeyenlerin açlıktan öldüğünü anlatır. Kaçan kafile tam Hindistan sınırına yaklaşırken Çin askerlerinin arkalarından yetiştiğini ve kafile ileri gelenlerinin aralarındaki müzakerelerden bir sonuca varamadıkları bir sırada grup içinden Yiğitbaşı Murat adlı bir genç “yapılacak bir tek çözüm yolu var ben ve beş gönüllü arkadaşımız şu boğazı keseriz ve size beş altı saat zaman kazandırırız siz de bu zaman zarfında Hindistan’a girerisiniz” der. Herkesle vedalaşırlar tam ayrılacakken Yiğitbaşı Murat, İsa Yusuf Bey’e “İsa efendi sana çok güveniyorum. Eğer bir gün Uygur davasını unutur da evlad ü ıyal derdine düşersen bil ki kıyamet gününde iki elim yakanda olacak. Bunu sakın unutma, İsa Efendi. Bana söz ver. İsa Efendi bir gün de olsa Uygur davası yerde kalmayacak ve sen çoluk çocuk derdine düşmeyeceksin, bana söz ver.” (S:37) der. Kim bilir Yiğitbaşı Murat ve beş gönüllü arkadaşı Çin kuvvetlerini oyalarken şehit oldu, bir mezarları bile olmadı arkada kalıp da defin edecek kimse olmadığından, kuşa kurda yem oldu beklide cesetleri. Ama biz Türk Milliyetçileri ülkücüler olarak şahidiz ki İsa Yusuf Alptekin Bey ömrü boyunca kendi çoluk çocuk iyal derdine düşmedi.
Vatanından ayrı düşmüş hangi boydan olursa olsun Türkler için vatan ne Türkiye ne Azerbaycan ne Kazakistan, ne Özbekistan, ne Kırgızistan ne de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetidir. Bu bilir bunu savunuruz. Vatanından cüda bir Türk bağımsız herhangi bir Türk yurduna giderse o göçmen değil vatanına dönmüş bir Türktür. Özer Ravanoğlu Ağabey bir gün yaptıkları cami inşaatında çalışanların istirahatlı olduğu bir zamanda çayını tazeleyen aşçı Kazak kızı Güla’ya şakayla takılır. “Güla ben buraya neden geldim biliyor musun?” Merakla kendisine yönelen Güla’ya “Benim dedelerim buradan gitmişler. Dedelerimin malına mülküne sahip çıkmak için geldim. Senin neyin varsa yarısı benim!” der. Güla kendisine takılan Özer Ravanoğlu ağabeye “Tamam. Yalnız senin Türkiye’de neyin varsa onun da yarısı benim.” diyerek cevap verir. Bunun üzerine Özer Ravanoğlu Ağabey “Olmaz, ata malı miras olur fakat kardeş malı miras olmaz!” deyince aklı başında bir insan olan Güla düşünüp “Makul!” diye cevaplar. (S:41) Bu davranış Türklerin yurt anlayışının Turan olduğunun bir işaretidir.
Türk Cumhuriyetlerinden Cami ve İlahiyat Fakültesi inşa etmek için çabalayan Türkiye Diyanet Vakfı heyetine hangi Türk Cumhuriyetine gitseler izzeti ikramdan geri kalmıyorlar. Aynı Türkiyede olduğu gibi yemek yerken misafire iyi hizmet etmek, hoşnut etmek düşüncesiyle yemek yeme hususunda daima bir ısrar ve daha fazla yemeyi teşvik var. Hele çay içelim diye yapılan davetlerde yemekten sonra bile olsa masanın üzeri lebalep Ceviz, badem, elma, kuru üzüm, bal, kaymak, tereyağı, birkaç çeşit reçel, elma, yaş üzüm,samsa (içi et ve soğan ile doldurulmuş üçgen börek) boğursak (Biraz kalın açılmış 3 cm kadar hamurun yağda kızartılmış hali), çeşitli salatalar, kola, fanta, kımız, mineral voda (maden suyu), meyve suları en önemlisi de birkaç yudumda biten sık sık servis edilen çay. Çay ikramı çok çeşitli ve bom miktardadır. Çay da misafire fazla hizmet etmek ve sıcak sıcak içirtmek için piyale denilen fincan doldurulmaz, az konulup misafir ile daha sık ilgilenilir, daha sık servis edilir.
Sovyetler Birliği Komünizmi başarılı göstermek için dış dünyaya ne kadar parlak bir rejim olduğunun pahalı propagandasını yaparken içeride ki vatandaşlarını yoksul bir halde bırakmış, uyguladığı asimilasyon, demografik yapının değiştirilmesi gibi politikalarla da Türk nüfusu dağıtmış aileleri parçalamış, erkeleri asker olarak kullanırken geride kalan erkekler ya alkol ya da uyuşturucuya esir kılınmış, kadınları ve çocuklar sefalet içinde kocasız ve babasız sahipsiz bırakmış olduğu yıkılıp gittikten sonra insanların başka ülkelere seyahat etmeleriyle yaşadıkları ülkeyi kıyaslamaya başlamaları ve Özer Ravanoğlu Ağabey gibi iş insanları ve seyyahların yazdıklarıyla ortaya çıkmıştır. Özer Ravanoğlu Ağabeyin aktardığı “Pazarda Bir Karabağlı” (S:85)adlı yirmi yedi sayfada kısaca anlatılmış Karabağ’daki Ermeni zulmünden kaçmış kocası Şehit olmuş üç çocuğuyla birlikte hamile olarak Kazakistan’a ve burada Kazak ve Türkiye Türklerinden kardeşlerinin desteğiyle ayakta durmaya çalışan Rahime (S.85-111) hanımın bir hikayesi var ki başlı başına bir kitap olacak yaşanılmış gerçek bir dram hikayesi ve Türklük dayanışması örneği.
Türk Dünyasının birliği derdi olmayan Türkiye’deki iktidar mensubu başbakanlar ve bakanlar yanında kurum yöneticileri hiçbir hizmetleri olmadığı halde kendi kendine oluşan kaynaşma ve ilişkileri de uyguladıkları politikalarla geçmişte de günümüzde de baltalamış ve baltalamaya devam etmektedirler. Özer Ravanoğlu’nun aktardığına göre THY Türkiye’den direk seferler düzenlediği Bişkek uçuş biletlerine o kadar bir fahiş fiyat uyguluyor ki iki üç ülke aktarmalı olarak gelen üç kişilik aileler tek yönlü bir uçuştan bile 1000 dolar tasarruf ediyorlar. Bu durum ilgiler iletilmesine rağmen THY Genel Müdürlüğü “şirket menfaatini düşünmek zorundayız” (S:123) cevaplar vermiştir. Daha sonraki yıllarda Pegasus firması uygun ücretli seferler düzenlemeye başlayınca THY da ücrette indirim yapmış ancak o gün kaybedilen ve Arap ülkelerine kayan Bavul Ticareti yapan insanları geri kazanmak mümkün olmamış. “şirket menfaatini düşünmek zorundayız” diyen THY Genel Müdürlüğü dediği gibi yapmış şirketin âli menfaatlerini düşünmüş ancak
Türk dünyasının birlik beraberlik yolundaki ali menfaatlerini baltaladığı gibi o gün on milyar doları aşan ticaretin de yok olmasına sebep olmuştur. Hem Kırgızistan hem de Türkiye’den bavul ticareti yapanların ekmeklerine engel olmuştur. “Tanrı Dağı’nın Gözyaşaları” Türk Dünyasının beldelerinin birbirlerine duydukları hasretlikten akıttığı mecazi gözyaşları veya Tanrı dağlarının yüce zirvelerinde yağan ve biriken karların erimesinden dolayı akan serin kar sularının kastedildiği manayı değil bekli de tam bunu, Türk milletinin çektikleri dolayısıyla yaşadığı zulümler karşısında çoğu kez içine zaman zamanda dışarıya akıttığı gözyaşlarını ifade ediyordu. Rahime’nin hikâyesini okurken ben de hıçkıra hıçkıra, salya sümük gözyaşlarımı akıtarak sesli ağladım. Beni ağlatan sebep yüzde otuz Rahime’nin çektiği ıstırapsa, yüzde yetmiş de Karabağ’dan Ermeni zulmünden kaçıp gelen bir şehidin evlatlarına ve eşine durumları pek içi açıcı olmasa da bir tas su bir parça kuru ekmeği paylaşma bahasına Kazakistan Türk kadınları ve Türkiye’den gidip de sırf Türk Dünyası yardımlaşmasına katkı sağlayacak işleri dolayısıyla oralarda buluna Özer Ravanoğlu ve arkadaşlarının dayanışma ve sahip çıkma şuurudur.
“Tanrı Dağları’nın Gözyaşları” kitabında Özer Ravanoğlu Ağabey Kırgızistan için iki büyük tehlikeye dikkat çekmektedir. Birincisi Çin’in 100 bini aşan Çinli nüfus ile yürüttüğü planlı işgal ve ikincisi de batılı ülkelerden gelen, kendisine bile telkinde bulunan Hıristiyan Misyonerler. Daha 2001 yılında resmi kanaldan sorarak Hüsamettin Korkmaz adlı arkadaşının aldığı resmi cevaba göre Kırgızistan’da açılan kilise sayısı 971 adettir. Bu kiliseler Ortodoks Rus vatandaşların ihtiyacı için açılanlardan başkadır.(S:147) “Kendi inançlarını anlatmak ve tesir alanlarını genişletmek için birçok kuruluş temsilcileri buralara akın ettiler. Hıristiyan ve İslam dünyasından hemen hemen her fraksiyondan temsilciler; Yahova Şahitleri, Babtistler, Krişnalar, Bahailer, Vahhabiler, Caferiler, hatta Budistler bölgede at oynatmaya başladırlar” (S:144)
Özer Ravanoğlu “Tanrı Dağları’nın Gözyaşları” kitabında sadece yaşadıkları ve gözlemledikleri hatıralarını anlatmakla yetinmemiş, Moritanyalı Şeyh Muhammed Emin Efendinin 1911 yılında Libya’da katıldığı Trablusgarp savaşı sırasında Binbaşı Mustafa Kemal’e Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından 12 yıl önce “ Sen gelecekte sultan olacaksın” (S:155) diyerek devlet kuracağını müjdelemesini ve TİKA’nın Kırgızistan’da yaptığı yardım ve desteklerin detaylıca araştırılarak yardım çeşitleri ve yapılan yardımların maddi büyüklükleri hakkında verdiği araştırma bilgileri hem okuyucuyu daha önce haberdar olmadığı konularda bilgilendirmiş hem de maddi ve manevi yardımlaşma ve dayanışmanın ulaştığı boyutları görmemizi sağlamıştır.
Türkiye’den farklı illerden giden üç adamın açtığı pastaneye Özer Ravanoğlu Üç Hilali Pastane der. Rus emekli generalin açılış sırasında gürültüden rahatsız olduğunu söylemek için geldiği sırada açanların Türk olduğunu öğrendikten sonra kızarak “Kars, Ardahan’ı elimizden aldınız şimdi de burayı elimizden almak için mi geldiniz?” (S:185) demesi üzerine tabelasının üst tarafına bir inat olarak üç hilal amblemi konulmuştur. Ancak işleriyle doru dürüst ilgilenmeyen ortaklar bir süre sonra işyerini kapatmak zorunda kalırlar. Yerine farklı bir kişi tarafından bir eczane açılır ve eczane tabelasının üç hilal bulunulan yerine de bir haç işareti konulur. Özer Ravanoğlu bu haç’ı görünce Mehmet Emin Resulzade’nin “ Yükselen Bayrak bir daha inmez” (S:184) sözü aklına gelir ve Üç hilalin yerinde haç olmasını sindiremez. Ama bazı milli işaretleri olur olmaz şekilde sırf ticari gayelerine destek için kullananların başarısızlıklarının faturası milli sembollerin silinmesine yok edilmesine hata tahkir edilmesine de sebep olmaktadır. Herkesin Özer Ravanoğlu gibi milli hassasiyeti gelişmiş olmuyor.
Özer Ravanoğlu 1994 yıllarında yayın yapan TRT INT televizyonunda yayınlana programların Kırgızistan’da halk nezdinde Türkiye aleyhine bir duruma sebep olduğu ve komünist propagandası yapan, içki içen kadın ve çocukları göstererek özendiren aile yapısına uygun olmayan filimler yayınladığını ve Oş pazarında gezerken rast geldikleri bir Ahıska Türkü’nün kendinse yaklaşarak sessizce “Kinoya (filmlere) dikkat edin” (S:196) ideyerek ikaz ettiğini. Bu Ahıskalının Türklere bir söz kondurmamak için kulağına kimsenin duymadığı bir ses tonuyla söyleyerek uyardığını aktarmış ardından bir başka Ahıskalının bu filmlerini durumunu şu sözlerle savunduğunu da eklemektedir. “Nasıl Burada bir sürü Hıristiyan varsa bunlar da Türkiye’de yaşayan kâfirler, bakmayın Türkçe islimleri olduğuna dedim” (S:197)
Özer Ravanoğlu’nun Manas Üniversitesinde İnşaat daire Başkanı olarak görev yaptığı sırada üniversiteye rast gele öğretim üyesi alındığı, alınan bu öğretim üyelerinden birisinin Türkçe ile ve diğer iki dilde eğitime ne gerek var, dünya dili olan İngilizce olarak eğitime devam etmek gerek dediği, başka birinin de burada Türk Dili ve Edebiyatı, Tarih gibi derslere ne gerek var, önce milletin karnını doyuracaksın açacaksın mühendislikleri diyenler görev almıştır. Bazıları ramazan ayında elinde çay ve sigara kapıda kötü örnek olduğu gibi rektör namaz kılıyorsa hemen arkasında namaz kılan ama rektör değişip namaz kılmayan rektör geldiğinde namazı bırakan, tekrar namaz kılan rektör gelince de tekrar namaza başlayan karakterler yanlış örnek olmuşlar. Bazı Profesör olmuş adamların ortak Üniversitenin kuruluşundaki gayeye hizmet etmediği gibi Türk Kırgız kaynaşmasına, Türkiye ve Kırgız Türkçelerinin kaynaşmasına vesile olması görevlerini hatırlamadığını hatta böyle bir görevi olduğunu hiç bilmediği anlatılanlardan çıkardığımız sonuçlardır. Bu konuda “Buraya gelen insan milletini temsil ettiğini bilmeli ve ona göre davranışlarını tanzim etmeli. Çünkü hiç kimse Ahmet şöyle yaptı, Mehmet böyle söyledi demiyor. Türkler şöyle yaptı, böyle yaptı diyor. Yani fatura bütün millete kesiliyor. Bunu düşünemeyen insanın burada ne işi var? Bu durumu idrak edemeyen insan, hangi rütbede, hangi makamda olursa olsun en hafif tabirle gaflet ve dalalet, hatta hıyanet içindedir.” (S:261) diyerek halı olarak tepkisini de gösteriyor. Biz, Türk Cumhuriyetlerinde çalışan insanların bazısında akademisyen olarak yabancı ülkeye çıkma, hem Türkiye’deki Üniversitesinden devam edecek maaş ödemesini alarak hem de görevli çıkmış olduğu Türk Cumhuriyetindeki Üniversiteden dolar üzerinden maaş alarak zengin olma hesabında olanlarında olduğu kanısındayız. Türk devletlerinin birliğini, ortaklığını artırmak, yekvücut bir Türk milleti oluşturmak onun umurunda değil. Bütün tecrübelerinden sonra Özer Ravanoğlu ortak üniversite kurulmasını, dört dille eğitim yapılmasını, internet ilanıyla amacı üniversitenin amaçları örtüşmeyen sadece adı Prof olanların görevlendirilmesini sakıncalı görüyor, tavsiye olarak da her şeyinin Türkiye tarafından karşılandığı üniversitelere tek yöneticinin Türkiye’den atanması ve Türkçe eğitim veren Türk üniversitesi olmasıdır.
Türkiye’de faaliyet gösteren bütün cemaat ve tarikatların Türk Cumhuriyetlerinde de kendi başına kontrolsüz hizmet götürmesini kendi yanlış ve eksiklerini İslam olarak öğretecekleri düşüncesiyle sakıncalı görsem de kitabın yazarı Özer Ravanoğlu tarafından Kur’an Kursları eğitimi ve öğrenci yurtları konusunda yaptıkları hizmetler konusunda memnuniyet duyduğunu anlatan detaylı bilgiler verilmiştir. Ayrıca buralarda misyonerlerin gayet rahat ve serbest misyonerlik faaliyetleri yaptıklarını da öğreniyoruz. Ancak en memnuniyet verici olan ise Türkiye Cumhuriyetinin birkaç Türk Cumhuriyetinde açmış olduğu Üniversiteler ve buralarda eksik aksak da olsa verilen hizmetlerden ve Türkiye Diyanet Vakfının verdiği hizmetler ile açtığı camilerden de haberdar oluyoruz.Türk Dünyası Araştırmaları Vakfının açtığı lise seviyesindeki okullar ile üniversite ve Türk Ocaklarının vekaletle kurban kesim ve halka dağıtım hizmetleri gönlümüze su serpen faaliyetler olarak kitapta yer bulmaktadır.
Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Namık Kemal Zeybek zamanında Oş şehrinde bulunan Memleket Üniversitesi ile Kırgız – Özbek Üniversitesinde H.Ahmet Yesevi Üniversitesi tarafından finanse edilen Türkçe bölümleri açılmıştır, fakat Namık Kemal Zeybek Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanlığından ayrıldıktan sonra tasarruf etmesiyle meşhur Türkiye Cumhur Başkanı Ahmet Nejdet Sezer tarafından görevlendirilerek (S:340) yerine geçen emekli General Çetin Doğan zamanında bu iki Türkçe bölüm kapatılır.(S:329) Nihayetinde bir general de olsa milli ruhtan mahrum olan bir insan ancak bu duruma sebep olarak anılarak tarihe geçmeyi göze alabilir. Eğer bu bölümlerde yılda bir öğrenci bile Türkiye Türkçesi öğrense yarın ülkesindeki insanlara Türkçenin öğretilmesine ya da Türkiye ile iyi ilişkilerin gelişmesinde sağlayacağı fayda iki kardeş ülke açısında hiçbir maddi karşılıkla değerlendirilemez. Demek ki en milli duyguya sahip kişi olması gereken Sayın General Türkiye ile Kırgızistan’ın birbirine yakınlaşmasına müspet bakmayan bir zihniyete sahip birisiymiş. Hiç iş yapmayan hata yapmaz. Türkiye de Ahmet Nejdet Sezer ve Kırgızistan’daki Üniversitenin mütevelli heyeti başkanlığına atadığı Çetin Doğan da Türklükten tasarruf etmişlerdir. Ama hiç hata yapmaktan kurtulamamışlar Türklükten tasarruf ederek en büyük hatayı yapmışlardır.
MHP milletvekilliği de yapan Prof. Dr. Mustafa Erdem ve kardeşlerinin hayrına yaptırdığı Kırgızistan’ın Oş şehrindeki üniversitenin İlahiyat Fakültesi Camii Özer Ravanoğlu’nun koordinasyonunda yapılırken Bahtiyar adlı bir kişi cami inşaatına gelmiş ve işçiler ile konuşuyor. Özer Ravanoğlu’nu görünce selam verip “Ben, akşam Oş televizyonun seyrederken Türkiye’den gelen kardeşlerimizin bizim için cami yaptıklarını öğrendim. Çok memnun oldum. Sizlere teşekkür etmemeye, Allah (c.c.) razı olsun demeye geldim.” der ve “Benim adım Bahtiyar bu da benim oğlum.”, “Ben Lölöyüm, siz Türkiye’de Çingene diyorsunuz. Namazımı hiç geçirmem, elimden geldiği kadar iyi bir Müslüman olmaya çalışıyorum. Mekke’ye de gittim, hacıyım. Bize izin verirseniz bu mübarek işte bizim de katkımız bulunsun, oğlumla birlikte beraber Allah (c.c.) rızası için bir gün çalışmak istiyoruz, vereceğiniz her işi yaparız.” (S:344-345) diyerek Türkiye’den kendi memleketine hizmet etmeye gelmiş kardeşlerini samimi bir Müslüman olarak hem takdir ediyor hem de işe gücünün ve aklının erdiği kadarıyla samimiyetle katkı vermeye çalışıyor.
Devletin ev vermesi, kira ödem derdinin olmaması, şehir içi telefon görüşmelerinin bedava olması (S:373) gibi hususlara bakıp hemen komünizmin ne iyi bir devlet rejimi olduğunu düşünmek ilk etapta doğru görünse de insan komünist rejimde yaşamış insanların sefilliğini, garibanlığını, yoksulluğunu, korkularını görüp, ülkesi içinde kendi iradesini kullanmak için hürriyetini isteyen binlerce, milyonlarca insanın nasıl öldürüldüğünü düşünen duyan için zulmün sebebi bir rejim oluyor. Vatandaşını kendisine düşman gördüğü zaman hiç acımadan katliamlar yapan, sürgünler yapan acımasız bir sisteme dönüşen canavar. Komünizmin gayri medeni bir rejim olduğunu göstermesi bakımından şu hatırasını da aktaralım. Moskova’da serbestliğin ilk günlerinde bir mitingde Moskovalı bir şahsın “Biz aya gitmek istemiyoruz. Bize elimizi yıkamak için sabun verin.” (S:378) Bir yerde aya gidecek teknolojiyi yakalamış bir kesim, bir yerde elini yıkamak için sabun bile bulamayan bir halk. Eğer uzay teknolojisine ulaşırken halk da bu bilgi seviyesine uygun şartlarda yaşayacak adalet, hürriyet, ekonomik seviyeleri yakalasaydı askeri güç bakımında süper olan bir ülke yıkılır mıydı?
Özer Ravanoğlu Kırgızistan’da işçilerin vize iznini halletmek için gittikleri Narın şehrinde, işlemlerin saat 16.00 da biteceği o zaman gelip almaları söylenince kendisine devamlı yardımcı olan Marat Bey’in PTT müdür arkadaşının yanına giderler. Müdürün ufak bir kız vardır. Özer bey kızı sever ve gelini olması gerektiğini söyleyince kız çocuğunun annesi “Kalan gerek” der. (S:431) Kalanın ne olduğunu sorunca bunun Türkiye’deki başlık parasının aynısı olduğunu öğrenir. Sonra bu “kalın” kelimesinin bizim doğu ve güney doğu bölgesinde yaşayan insanlarımızın arasında da kullanıldığını görünce şöyle bir yorum yapar. “Ya bu tabirleri kullanan Kırgızlar Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da uzun yıllar yaşamışlar, sonra gidip Kırgızistan’a gidip yerleşmişler ve giderken de bu benzerlikleri beraberinde götürmüşler. Ya da bu doğulu vatandaşlarımız oralardan gelmişler. Oradan buraya göçler her zaman olmuş. Ama buradan oraya böyle kitlesel göç hiç olmamış. Bu tip benzerlikler ayrılığımız değil birlikteliğimizi anlatır.” (S:432) diyor ve sonra da “Sizce de makul değil mi?” diye soruyor. Makul ve doğru. Hem Türkiye’de bu bölgede yaşayan Kürt denilen insanlarımızın bizden farklı olmadığının alâmetifarikası hem de Kırgızistan’daki Türklerle bir farklarının, farklarımızın olmadığının alâmetifarikasıdır. Bu ülkede yıllarca nevruz bayramını kutlayan halkımızla aynı duyguları paylaşarak Nevruzun Türk Bayramı olduğu için sahiplenen, kutlanmasına iştirak eden Ülkücülere Nevruzun ateşperestlerin bayramı olduğu gerekçesiyle kâfir, dinsiz damgası vururlar. Halkın kutlamasını da önlemeye çalıştılar. Bu bayramın PKK tarafından ayrılıkçı emeller için bir bölgenin bayrımı gibi gösterilip kültürel bir fark oluşturulmasına sebep oldular. Daha sonra Türk Cumhuriyetleri bağımsızlığına kavuşup da oralara kendi zihniyetlerini yaymak için gittiklerin de görmüşlerdir ki Nevruz bir Türk bayramıdır. Bütün Türk Cumhuriyetlerindeki Türk Milleti tarafından kutlanmaktadır. O zaman Nevruzun Türkiye’de de resmi Bahar Bayramı olarak kutlanması için kanun çıkarılmıştır. Bu zümre Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlığını kazanmasından sonra şunu da görmüştür ki Kırmızı Yeşil mavi gibi canlı renkleri sadece Doğu ve Güneydoğudaki halkımız kullanmıyor. Bütün Türk Cumhuriyetlerindeki Türklerde bu renkleri yaygın olarak kullanıyorlar. Hata Samsunun Vezirköprü ilçesinin bazı köyleri ile Bafra ve Alaçam ilçesinin bazı köyleri ve Kastamonu’nun bazı köyleri hata ege bölgesinde de kullanılıyor 50 yıl önce hepsinde daha belirgin kullanılmaktaydı.
Komünist mantık Turizm sektöründe çuvallıyor. Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesine ait Turan Otel’de konaklamak üzere Japon bir Turist kafilesinin başkanıyla kişi başı 50 dolara anlaşan Türkiye’den giden Balıkesir Üniversitesinde Turizm hocası Yaşar Bey, Kazak Elmira’ya akşam kafile başkanına meyve, kola ve çerez ikram etmesini söyler. Ancak Elmira sabah ilişiğini kesmek için hesap ödemeye gelen kafile başkanına sunduğu listeye akşam ikram ettiği meyve kola ve çerezin ücretini de ilave eder. Tabi haklı olarak kafile başkanı ben bunları sipariş etmedim, sizin ikramınız ödeme devre Elmira ile arasında tartışma çıkar. Olaya şahit olan Yaşar Bey müdahale eder ve listeden söz konusu ikramları listeden siler ve ödeme biter ancak Elmira’nın aklı almaz bu işe. Yaşar Hoca ile aralarında şu konuşma geçer. “Bak kızım, biz bu kafile başkanı ile anlaşarak kişi başına elli dolar aldık. Hâlbuki biz otelde kalanlardan kahvaltı için 100 tenge, öğle ve akşam yemeği için 300 tenge, otel ücreti olarak 200 tenge olmak üzere toplam olarak takriben beş dolar tahsil ediyoruz. Bu turistlerden ise 50 dolar alıyoruz. Yani şahıs başına 45 dolar fazladan bir gelirimiz oldu. Bunu da bu kafile başkanı sayesinde kazandık. Biz onu memnun edersek o da bize yeni müşteriler getirir. Üniversitemizde para kazanmış olur deyince Elmira, “ama hocam biz parayla aldık, fakat parasız veriyoruz.’diyor. Yaşar Bey, ‘Hadiseyi tekrar tekrar anlattım amma o hala biz parayla aldığımız şeyi niye parasız veriyoruz?” demekten vazgeçmediğini söylüyor.(S:509)
Prof Dr. Rahmankul Berdibayev Ahmet Yesevi Üniversitesinde bir konferans verir. Konferansta bir insan tipini tarif eder. “Bazı insanlar vardır, dış görünüşlerinde bize benzerler; bizim gibi giyinirler, bizim gibi konuşurlar, ama hep kendi milletinin düşmanları ile birlikte olurlar. Bu tip insanlar için ne demek lazım uzun süre düşündüm, araştırdım. Ve nihayet aradığımı Manas destanında buldum. Manas destanında bu tip insanlar için “GÖZKAMAN” tabiri kullanılıyormuş.” Sonra Prof Dr. Rahmankul Berdibayev hoca sözlerine şöyle devam eder. “Belki şu anda beni dinleyenlerin içinde de birkaç tane gözkaman vardır!” (S:515) İslami literatür de Gözkaman’nın tam karşılığının münafık olduğunu vurgular Özer Ravanoğlu. Ayrıca Mankurt ile gözkaman arasındaki farkı da “Mankurt’un aklı başında değil, o ne yaptığını, kime ne zarar verdiğini bilmiyor, zavallı bir insan. Ama gözkaman her şeyi bilerek yapan bir hain. 150 senedir milletimiz gözkamanlardan neler çekti, hala da çekiyor.” (S:516) şeklinde ifade eder.
Kendisi mütedeyyin bir insan olan Özer Ravanağlu “son Ramazanoğlu Beyi Hasan Efendinin torunu 20. Asrın en büyük velilerinden Mahmut Sami (Ramazanoğlu) Efendi Hazretlerinin yeğeni” (S:539) Orham Ramazanoğlu Bey ile Çimkent’te dost olmuşlar ve sabahlara kadar sohbetler ederek “horozları öttürmeden yatmazlarmış.” (S:540) Bir gün eve geldiğinde Orhan Ramazanoğlu’nun tansiyonu çok düşmüş konuşurken dili dolaşıyormuş. Özer Ravanoğlu ile on - onbeş dakika sohbet ettikten sonra düzelmeyi fark eden Özer Ravanaoğlu tansiyonun tekrar ölçülmesini söyleyince Orhan Ramazanoğlu tansiyonunu ölçer ve tansiyonun normale döndüğü görülür. “O günden sonra bu mevzuda her söz açılışta Orhan Ağabey hayretle ‘Azizim tansiyonum beşe düşmüştü. Çok sıkıntılı bir durum daydım. O sırada Özer Bey geldi. Beş on dakika konuştuk. Benim tansiyonum düzeldi. İnanmazsınız beş on dakikada nasılda tansiyonum normale hale geldi. Hem de bu hal bir defa değil, birkaç defa yaşandı.” (S:545) diyerek insanların sevdiği kişilerle sohbet etmesinin hasta kişinin kendi psikolojisini ve sağlığını düzeltmeye katkı sağladığını ispatlıyor.
Cengiz Hanı küçümseyen Karahanlı Hükümdarı ordusunu birkaç küçük parçaya bölerek her parça orduyu kaleleri savunmak üzere çeşitli kalelere yerleştirmiş. Cengiz Han bütün kaleleri almış ancak Otrar kale komutanı teslim olmadığı için çok uğraşmış ve nihayet içerden kale kapısı komutanın ihaneti ile kaleyi fethetmiş. Kale komutanı huzura getirilince Cengiz Han sormuş, “Bu ihanet eden kapı komutanını niçin görevlendirdin?” Kale Komutanı “Ben bunu tanımam ama onun babası burada hatırı sayılır, sevilen birisidir. Onun hatırı için görevlendirdim. İhanetinin sebebini babası bilir” der. Cengiz Han babayı çağırır ve “Bu kişi senin oğlun mu?” diye sorar. İhanet eden Kapı Komutanın babası “Evet benim oğlumdur” diye cevap verince Cengiz Han “Peki senin bu oğlun kendi vatanına neden ihanet etti.” diye sorar. İhanet eden Kapı Komutanın babası kafasını öne eğer düşünür ve şöyle cevap veriri. “Benim 14 çocuğum vardı. Mali Durumun bu 14 çocuğa bakacak, onların ihtiyaçlarını karşılayacak durumda değildi. Onun için ben bunu amcasının yanına gönderdim. Bunu amcası büyüttü. Bu oğlum Otrar’a sonradan geldi. Otrar’ın ekmeğini yemdi, Otrar’ın suyunu içmedi, Otrar’ın havasını teneffüs etmedi. Bu ihanet herhalde bu sebepten kaynakladı.” (S:565) der. Gerçi bu gün ekmeğini yediği, suyunu içtiği, havasını teneffüs ettiği halde ihanet eden ve hala vekil statüsü taşıyıp bir de üstüne üstlük maaş alanlar var ya ne dersin.
Özer Ravaoğlu’nun “Tanrı Dağları’nın Gözyaşları” kitabı Türkler arası sosyal ilişkiler, Türk Cumhuriyetlerinde Türkleri kaynaştırma rehberi ve farklı kaynaklardan da derlediği bilgilerle ansiklopedik bir mahiyeti olmanın yanında gezi ve gözlem hatıralarıyla da anlatılan ülkenin sosyal durumunu tespit eden antropoloji ve kültürel inceleme kitabı vazifesi görecek, gelecek nesillere sosyal bilimler alanında aktarım vazifesi görecek bir kitaptır. Anlatılan yerleri ve insanları gidip göremeyenlere bir pencere aralayan, okuyucuya sevgi ve kardeşlik aşılayan bir anlayışla kaleme alınmış anılar kitabı “Tanrı Dağları’nın Gözyaşları” yokluk ve eksikliklerimize rağmen ülkelerimiz ve insanlarımız arasında samimi bir hava estiriyor.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.