Kitabın sunuş kısmında Kronik Kitap editoryası “Bilhassa bugün İslam’ı siyasal söyleminden ayrı, hatta siyasal söylemi olmaksızın düşünebilmek olanaksızdır.” (S:7) cümlesini kurarak Dünyada yaşanılan problemlere İslam’ın sunduğu çözümleri sunacakmış gibi bir tavırla kitabın önemine vurgu yapıyor. Bernard Lewis’i anlatmak veya tanıtmak gerekir mi bilmiyorum. Bence gerekmez ama sadece şunu ifade etmek gerekir ki 1998 yılında Atatürk Barış ödülünü verdiğimiz bir müsteşrik, oryantalisttir. Bernard Lewis bu kitapta İslam’ın siyasal söyleminin tarihsel ve dilsel temelini inceliyor.
Bernard Lewis’in “İslam’ın Siyasal Söylemi” kitabı 1986 yılında 29 Ekim’den itibaren Chicago Üniversitesinde vermiş olduğu konferanslarındaki fikirlerinin düzenlenip kitaplaştırılmasından oluşmaktadır. Kitabı Prof. Dr. Ünsal Oskay tercüme etmiştir. Kronik Kitabın Sunuş’u ile başlayan kitap Önsöz, 1. Bölüm Eğretileme ve İmalar, II. Bölüm Siyasal Yapı, III. Bölüm Yönetenler ve Yönetilenler, IV. Bölüm Savaş ve Barış, V. Bölüm İtaatin Sınırları başlıklarıyla devam edip Dizin ile 216. sayfada bitmektedir. Kitabın ilk yayınlayanı hakkında bir bilgi bulamasak da ilk yayınlanma tarihi 1982 yılıdır. Ancak Phoenix Yayınevi tarafından Mayıs 2007 tarihinde 1. Baskı olarak bilinen baskısı yapılan kitabın Kronik Kitap olarak birinci baskısı ise Temmuz 2021 tarihinde yapılmıştır. Kitabın yayınevi bilinmeyen 1982 baskısından elimizdeki baskıya kadar (yayınevi bilinmeyen baskı, Phoenix Yayınevi tarafından 2 baskı, Kronik Kitap tarafından 1 baskı olmak üzere) 4 Baskı yaptığı kanaatindeyiz.
Bernard Lewis Rus Bolşevik devrimini (S:11) Proletarya diktatörlüğü ile sınıfsız bir toplum için Fransız devrimindeki bazı yaşananları örnek alıp bazılarını da yinelememeye dikkat ederek bir gelecek tasarlamaya çalıştığına, İran devriminin İslam’ın doğuşunu kendilerine paradigma yaptıklarını, putperestliğe karşı ayaklandıklarını ve İslam toplum düzenini yeniden kurmak ve asrı saadeti canlandırmak gibi ihyacı bir anlayışa dayandırır.
Bernard Lewis dinin “Batıda din belirli konularla ayrılmış belirli bir hayat alanını veya hayatın diğer alanlarından ayrılan bir alanını ifade etiği halde İslam dünyasında bunun böyle olmadığını” (S:13) yani İslam’ın hayatın tamamını kuşattığını ifade eder. İran’da dine belli bir alan ayıran anlayışın yani Şah döneminin, laik İran’ının sonunun İran devrimiyle gelmesi gibi diğer İslam ülkelerinde de laik dönemlerin sonunun yaklaştığını düşünür. Hristiyanlıktaki Kilise ve Devlet otoritelerinin ayrılığının tarihi köklere dayandığını ancak Batılılaşmadan önce İslam’da Ruhani ve Dünyevi alanlardan oluşan ikili bir otorite olmadığını, bu yüzden İslam’da ruhani ve dünyevi, din dışı laik ve dinsel (dini) kavramlarda görülmemiştir. Laiklik 19. ve 20. yüzyıllarda önce Türkiye’de Türkçe olarak “Ladini” daha sonra da Araplar arasında Arapça âlem’den türetilmiş “Âlemanî” olarak, bir müddet sonra da ilm’den türetilmiş “ilmânî” kelimeleriyle yer almıştır.
İslam’ın Siyasal geçerliliğinin içsel ve dışsal olduğunu, halkın çoğunun Müslüman olduğu İslam ülkelerinde dinin Devlet Dini olduğunu ve anayasa yerine İslam’ın Kutsal yasalarının geçerli olduğunu ancak Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk’ün oluşturduğu din ile devlete ayrı varlık tanıyan anayasa türünün hala yürürlükte olmasına rağmen din derslerinin ilk ve orta öğretimde zorunlu ders yapılması, demokrasiye geçişten sonra partilerin köylerden oy toplamak için din konusunu gündeme getirmesi ve Türkiye’nin İslam Ülkeleri Topluluğuna üye olması (S:16) dolayısıyla eskisi gibi güçlü olmadığını ifade eder. Bernard Lewis din dersinin ilk ve orta okullarda mecburi tutulması laik ülkeler için laiklikten uzaklaşmanın bir sebebi olarak görmesine karşın kanaatimizce bu uygulama laik ülkelere iki fayda sağlamaktadır. Önce halkını sapkın dini düşünceden ve kökten dincilikten sonra devletini sapkın dini düşünceden ve kökten dincilikten beslenecek anarşi ve isyanlardan korumuş olmaktadır. Yani devlet eliyle öğretilecek radikal dini bilgilerin önüne geçerek devlet kontrolünde daha mutedil bir din eğitimi dolaylı yoldan laik devletin korunmasına temel oluştururken, halkını da doğrudan doğruya zararlı dış destekli etkilerden korumuş ve fundamentalist bir topluma dönüşmesini önlemiş oluyor.
Batıda insanların siyasal kimlikleri ulus merkezli belirlenirken İslam ülkelerinde din merkezli belirlenmekte, öteki dedikleri kişilerin siyasal bağlılığını cemaate göre belirlerken, batıda etnik kökene, dile, yaşanılan ülkeye göre belirlenir. Bernard Lewis İslam’da otorite kaynağını din merkezli olmaya, batıda ise güç merkezli olmaya, iktidarın meşru sayılmasını da ulusculuk, yurtseverlik veya hanedanın meşru hakkı olduğuna dayandırır. (S:17) İktidarın meşruluğunun kaynağının dini olması sadece İslam’a has olan bir şey değildir, daha önce ve sonra birçok ülkede iktidarların meşru sayılması dini inanç temellidir. Bildiğimiz kadarıyla Türkler, İslam olmadan önce de iktidarlarının kaynağını dine dayandırırlardı. Hakan’ın Gök Tanrı’dan Kut almış olduğuna inanılırsa etrafında millet toplanır ve devlet kurardı. Hakan mutlaka kendisinin kut aldığını ispat etmeliydi. Orta çağ boyunca Avrupa ülkelerinde de durum aynıdır.
Medeniyetlerin birbirinden etkilenmesi bazı kavram ve kurumları alarak kendileştirmesi normaldir. İslam Medeniyeti de Peygamber efendimizden sonraki gelişme sürecinde temas ettiği toplum ve medeniyetlerden alıntılar yapmıştır. Bernard Lewis’e göre İslam Medeniyeti de kendinden önceki medeniyetlerden bazı kurum ve kavramları aldığı gibi yaşadığı zamanların medeniyetlerinden de almıştır. Ancak Bernard Lewis’in doğrudan Kur’an da geçen Sıratı Müstakim ve Mekke için kullanılan Ümmü’l-Kura kavramlarının Romalılardan alındığını ve Sıratı Müstakim’in “sırat”ının Romalıların ip gibi düzgün yol strata, Street kelimelerine, Ümmü’l-Kura ismini de Grekçedeki metropolis kelimesine dayandırması (S:20) biraz zorlama olmuştur. Belki de bütün batılıların ve müsteşriklerin inandığı sapkın “Kur’an-ı Muhammed yazdı” inancının tesirinde kalarak Allah’ın inzal ettiği bir kitap için bile kullanmaktan çekinmemiştir. Kaldı ki Allah-ü Teala Kur’an-ı Kerimde Zuhruf Süresi 2. ve 3. Ayetinde “Apaçık Kitap'a and olsun ki, akledesiniz diye Kuran'ı Arapça okunan bir Kitap kılmışızdır” (Diyanet Eski Meali) buyurmuş ve Kur’an’ı indirilen kavimin anlaması için onun dilinde ve anlayacağı şekilde gönderildiğini ifade etmiştir. Ki Kur’an’ın nazil olduğu dönemde Müslümanlar sadece Mekke ve Medine Müşrikleri ve Yahudileri ile yoğun temas halindeydi. Yunan ve Romalılarla henüz bir irtibat kurulmamıştı. Hem Kur’an’a bu kelimelerin koyulması insan eli ile yapılmış bir işlem değildir, Allah’ın takdiriyledir, yani doğrudan her şeyi yaratan Allah’ın her şeyi bilmesi ve Kur’an’ı çağının kitabı kılmış olmasıyla da alakalıdır.
Türkiye’de içerden ve dışardan İslam’a ve Müslümanlara sıcak bakmayan İslamlaşmayı, Müslüman olmayı Araplaşmak, Arap kültürünü yaşamak, ya da zorla inandırıldığını savunan bir kesimin ileri sürdüğü Türklerin kılıç zoruyla Müslüman olduğu tezi tartışıla gelmiştir. Bernard Lewis bu konuda “Persler, Grekler ve Ortadoğu’nun diğer Eski Çağ topluluklarından farklı olarak, Türkler ve Moğollar hiçbir zaman Araplara yenik düşmüş, onların fethine uğramış topluluklar değildi. Tersine Türkler de, Moğollar da İslam âlemine fatih olarak girmişler; bazı Türk kavim ve toplulukları kendi istekleriyle İslam dinini kabul etmişler, Moğol boyları ise pagan yabancılar olarak girdikleri İslam dünyasında Müslümanlar üzerinde kendi egemenliklerini kumuşlardır” (S:23) diyerek Türklerin kılıç zoruyla Müslüman olmadığını bilakis İslam ülkelerini fethederek fatih olarak geldikleri coğrafyalarda kendi arzularıyla İslamlaştıklarını ortaya koymaktadır. Kaldı ki Türkiye’de savunulan başka bir fikre göre de Emevilerin Horasan valisi Orta Asya Orduları kumandanı Kuteybe bin Müslüm’ün zalim olması dolayısıyla Türkler İslam’a yaklaşmaktan uzak durmuşlar ve Kuteybe Türkleri Müslümanlaştırmakta başarısız oldukça zulmü daha da artmıştır.
Moğol istilası ve Türkiye, Orta Asya, İran ve Hindistan’da kurulan imparatorlukların uzun ömürlü, istikrarlı ve düzenli yönetsel yapıları imparatorlukların dillerine yepyeni kavram ve sözcüklere kazandırırken, diğer yandan İslam siyasal kültüründeki sözcük ve kavramların anlamsal yenileşmelerine sebep olmuştur. Osmanlı İmparatorluğunun oluşturduğu uygarlık Arapça, Farsça ve Türkçeyi genel ve siyasal kültürün anlatım aracı olacak biçimde uyumlu bir bütünlük kazanmış, bu dillerin karışımıyla oluşturulan siyasal kültür dili Ortadoğu’da asırlarca kültür hayatını biçimlendirmiştir. (S:24)
İki yüzyıldır İslam ülkelerinde Batı kültürünün etkisi görülmektedir, ancak bu kültürü kabullenmek eski kültürler kadar kolay olmamıştır. Rusya, Hollanda, Birleşik Britanya, Fransa gibi ülkelerin yönettiği bölgeler dışındaki Müslümanlar bu ülkelerin siyasal yönetim ve nüfuzlarına boyun eğmemiş, kurtulmaya çalışmışlardır. (S:25) İslam’ın Hristiyanlık ve Yahudilik dinlerinin büyük kısmını kapsaması dolayısıyla İslam ve Hristiyanlık kültürleri eski çağ Hint ve Çin uygarlıkları kadar birbirine uzak ve farklı değildir. (S:26) Bernard Lewis İslam’daki siyasal söylem ve geleneğin oluşmasına örnek olarak İran - Irak savaşında; İran’ın MS.680 yılında olan bir olaya izafeten Saddam’a “Yezid” demesini, Irak’ın da MS.637 Kadisiye Savaşında yendikleri Zerdüştlere benzettikleri İran’a “Fars” demesini hatta Mısır-İsrail savaşında Mısır’ın İsrail’e 1973 saldırısında müşriklerle yapılan Bedir Savaşına dayanarak “Bedir” dediğini belirterek ortaya koymaya çalışır. (S:26, Dip Not:16)
Bernard Lewis “Şiir siyaset mücadelesinde güçlü bir silah olarak kullanılmaktaydı.” (S:29) cümlesiyle Müslümanların sözlü iletişime önem verdiğini, bunun içinde şiir ve hitabetin geliştiğini, hatta klasik Arap şiirinin huzurda okunması dolayısıyla methiye ve hicviye olarak geliştiğini, methiye ve hicviye özellikleri dolayısıyla siyasal amaçlar için kullanıldığını açıklamıştır.
Cemaat, fırka ve hizb-parti kelimeleri üzerinde duran Bernard Lewis Cemaat, fırka kelimelerini birleşme, bir araya gelme, ayrılma dağılma, hizb-parti kelimesini her ne kadar Kur’an’da iki yerde Hizbullah- Allah’ın tarafında manasında olarak müspet manada kullanılmış olsa da İslam’ın ilk yıllarında daha çok olumsuz anlamda fraksiyonlar (S:33) ya da karşı çıkanlar için olumsuz anlamda kullanılmıştır. Ama Bernard Lewis’in aksine günümüzde cemaat kelimesi tek bir İslam Cemaati, Cami Cemaati manasında kullanılmamakta daha çok fraksiyon, hizbe ayrılmış kapalı devre eğitim ve etkileşim yaşayan, birbirinden farklılaşmış topluluklar için kullanılmaktadır. Bu cemaatlere girmek izne tabi olduğu gibi kendi iradesiyle çıkmak da pek mümkün olmamaktadır. Aslında İslam Cemaati ve Cami Cemaatinde istediğin zaman girer, zaten o cemaat içine doğarsın ve müsait olduğun zaman müsait olduğun kadar faaliyetlerinde yer alırsın.
Şeyh, Pir, Jön-[Genç] kelimelerinin İslam toplumlarındaki gelişimini inceleyen ve Türklerde ve Türkçede Şeyh kelimesinin aksakallı ve ihtiyar kelimeleri olarak kullanımlarını, Jön kelimesini Avrupa’daki radikal ve reformcu Türklerin “Genç Türkler” diye adlandırıldığı ve 1860 yılında kendilerine “Yeni Osmanlılar” adını vererek çıktıkları yolda 1908 yılında Meşrutiyet Devrimini yaptıklarını ve bundan sonra bütün İslam ve Arap dünyasının “Genç” kelimelerini hareketlerini nitelemek için kullanmaya başladıklarını, ama bunu tecrübesiz ve yeteneksiz manalarından ayrı olarak itibar kazandırıcı olarak, yenilikçiler olarak kullandıkların ifade eder.
Hristiyanlıktaki Paternal ve Patriarchal sözcüklerinin Hristiyanlık ve Yahudilikte’ki “Tanrı Baba” ifadesi Grekçe, Latince ve İngilizce dışındaki “baba” sözcüklerinden türetilmiştir. “Tanrı Baba” anlayışının İslam’da olmaması ve kendisini bu anlayıştan uzak tutmak istemesi İslam siyasal söyleminde sadece yönetici kişi ve devlet için kullanılan “Devlet Baba” Türklerdeki “Ata” sözcüğünün kastettiği manadan türetmişlerdir.
Batı’nın Hristiyan dünyasında kraliyet iktidarlarının göstergesi olan taç ve taht İslam siyasal dilinde çok önemli olmayan sınırlı bir yer işgal eder. Müslümanlar, Pagan geleneği olan taç giyeme ya da tahta çıkma törenleri yapmaktan kaçınırlar. (S:47) Bizim kanaatimize göre bunun sebebi İslam anlayışında İslam’dan gayrısına benzemek Müslümanın inancının sorgulanmasına sebeptir, dolayısıyla Müslüman hükümdarlar pagan inancının bir ritüeli olarak gördükleri taç giyme ve tahta çıkma merasimlerinden uzak durmuşlardır. Bernard Lewis Osmanlıdaki Kılıç kuşanma törenin bu taç giyme törenine en yakın benzeri olduğunu söyledikten sonra, kılıcın siyasal iktidarın simgesi olarak kullanılması İslam’ın ilk günlerinden beri bilinen bir gelenek olduğunu ifade eder. Ayrıca Lewis, Hristiyan kralların kullandığı taht yerine İslam dünyasının sultan ve hakanlarının serir kelimesinin ifade ettiği bağdaş kurup oturabilecekleri biraz yerden yüksek genişçe bir divan kullandıklarını da ilaveten söylemiştir.
Kitaba Aşırı iddialı bir ad konulmuş
Lewis, kitabına İngilizcedeki orijinal adını verirken tam bu “İslam’ın Siyasal Söylemi” manasını mı tercih etti, yoksa bu mana kitabı tercüme eden Prof. Dr. Ünsal Oksay’ın tercihi midir bilemiyorum. Ancak yanlış bir tercih olduğunu ifade etmek gerekir. Çünkü kitabın ilk 50 sayfasında anlatılanlar ile bu tespitten sonra okumaya devam ederken gördüğümüz bütün anlatımlar İslam’ın siyasal söyleminden, topluma önerdiği siyasi çözümlerden ziyade İslam’ın Usul, Metod olarak Siyasal Geleneğinin oluşmasını, İslam’ın Siyasal Geleneğinin oluşmasını anlatabilecek Kavramların tarihi seyir içindeki değişim ve gelişimini ifade etmeye çalışan bir isimdir. Siyasal İslam söylemi ile İslam’ın Siyasi Geleneğini ifade eden kavramlar çok farklı iki tanımdır. İlki bugün Ehli Sünnet çizginin dışına taşan bir radikal siyasi anlayışın problemlere getirdiği çözümleri ifade ederken, öteki normal bir yönetim sürecinin usul ve metot olarak değişim ve gelişimin ifade edilmesi ya da devlet yönetiminin seyrinin izah edilebilmesi, başka bir açıdan iletişimin gerçekleşebilmesi için oluşturulan kavramların ifade edilmesi veya kavramsallaştırılmasıdır. Kaldı ki mütercim kitabın İngilizce orijinal adını da kitabın hiçbir yerinde zikretmemiştir.
Kitabın İngilizce adı üzerinde bir netlik sağlamak için yaptığımız araştırma sonucu temin edebildiğimiz şu bilgileri verelim. Kitabın orijinal adı “The Political Language Of İslam” dır. Political kelimesi; Siyasal, Hükümet, Devlete ait, Hükümete ait, Politika ile İlgilenen, Devlet, Politik, Siyasi anlamlarına gelirken Language kelimesi de; Konuşulur, Mesleki dil, Dil, Lisan, Edebiyat Dili anlamlarında kullanılır. “İslam’ın Siyasi Edebi Dili” olarak ya da “İslam’ın Edebi Siyaset Dili” olarak tercüme edebileceğimiz “The Political Language Of İslam” maalesef “İslam’ın Siyasal Söylemi” olarak tercüme edilmiştir.
Siyaset Literatür, Siyaset Felsefesi, Siyaset Uygulamaları
Batı’da Siyasal yapının kuruluşuna ve biçimlenmesine Roma İmparatorluğunun yıkılışı ve Hristiyan Kilisesinin yükselişi yön vermiştir. Zira ilk Hristiyan Siyaset Kuramcısı Aziz Augustinus’a göre “…siyasal yapı insan zihninin bir ürünü olup kötü bir şeydir.” (S:53) Devlet ilk günahın ödenmesinin karşılığı ortaya çıkmıştı. Hatta ilk siteyi kuran da Kabil idi. Katolik Hristiyanların devlete meşru gözle bakabilmesi için 13. Yüzyılda Thomas Aquinas’ın gelmesi beklenecektir. Oysa İslam dünyasında siyasal analizler bir yenilgiyle değil bir zafer ile başlamış, bir imparatorluğun çöküşüyle değil, doğuşu ve yükselişiyle başlamıştır. Müslüman gözlemciler için “… siyasal otorite insani bir kötülük ya da katlanılması zorunlu bir fenalık değil; ilahi bir lütuf olarak ortaya çıkmıştır. Siyasal yapı ve onun içindeki egemen güç, sunduğu inanç bilinsin, yasaları yürüsün, muhafaza edilsin diye Allah tarafından emredilmiştir.” (S:54) Müslüman yazarların devleti ve siyaseti kötü bir şey saymaya ve devletin hizmetinde olmayı kötülüğe bulaşmak şeklinde yorumlamaya başladıklarında İslam devletindeki çöküş de başlamıştı, der Bernard Lewis. İslam Devletlerindeki siyasetin kaynağı ve siyasi otoritenin oluşması sanki İslam’dan önceki Türklerde mevcut olan “Kut alma” inancının İslam’da ki devamıdır. Bernard Lewis, İslam’ın Siyaset felsefesinin temelinde Platon ve Aristoteles’in, siyaset üzerine yazdıklarının bulunduğunu ve bunu eski Grek metinlerini tercüme ederek ve uyarlayarak sağladıklarını, hatta Eski çağ Grek felsefesi ile İslam Dini öğretisi arasındaki ikilemi gidermek için yeni görüşler ileri sürdüklerini, böylece yeni ve özgün bir [İslami] felsefi literatür yaratıklarını savunur. Hatta “… Grekçe metinlere buldukları Arapça karşılıkları kullanarak İslam’ın dinsel-siyasal geleneğin evreleri boyunca düşüncelerini ifadeye yatkın bir siyaset dili yaratabilmişlerdir.” (S:55) der. Orta çağ boyunca Hristiyan ülkelerinde sadece Ruhban sınıfından olan siyasi literatür oluşturucuları çabalarken İslam ülkelerinde Din adamları ve Devlet-Siyaset adamları olarak ikiye bölünmüştür. Din adamları siyaset felsefesi ve din felsefesi kavramları üzerinde çalışırken Devlet adamlarının yazdıkları siyaset felsefesinden çok siyaset uygulamaları ile ilgiliydi. Humeyni İran’da kurduğu siyasal sistemde bugüne kadar İslam devlet geleneğinde görülmemiş olan sanki Anayasa mahkemesinin tek kişilik en üst otoritesi gibi iş gören ‘Velayet-i Fakih’ doktrinini getirmiştir.
Şeyhülislamlık
Bernard Lewis şöyle doğru bir tespit yapar. İslam siyaset düşüncesi ve İslam’ın Devlet anlayışı konusunda iki farklı yanlış temel yanılgı vardır. “Bunlardan birsi İslam siyasal düşüncesinin ve devlet anlayışının teokratik; diğeri ise despotik, hatta diktacı olduğudur.” (S:60) İslam’da ruhbanların yönettiği bir devlet anlayışı yoktur. Ta ki Orta çağdan sonra Osmanlı dönemine gelene kadar ruhbanlık yoktur, ancak Bernard Lewis Osmanlı döneminde kurulan Müftülük kurumunu (Şeyhülislamlık müessesini) yetki bölgelerine ayrılması ve hiyerarşik yapısı dolayısıyla ruhban yönetim tarzı olarak görür. Ancak gerçekte şöyle olmuştu; İslam’ın ilk dönemlerinde Peygamber efendimiz sağ iken zaten hukuk birliği sağlanmış, tek elden yürütülmüştür. Daha sonra müçtehit seviyedeki her kesin Peygamber efendimizin ashabı olması bakımından eşit olduğu cihetinden sivil bir fıkhı düzen kurulmuştur. Zaman geçip Peygamber efendimizin terbiyesinden geçmiş alimlerin vefatıyla boşalan alana kendini yazılı kaynaklardan ve hocalarından aktarılanlarla yetiştirmiş bir nesil gelince dağınıklığı toplamak, sapkın itikatların bu başı boşluktan yararlanarak yayılmasını önlemek için Şeyhülislamlığın kurulması icap etmiştir. Bunda sonra kurulan müftülük sisteminde ihtisaslaşmış bir otorite tekeli söz konusuysa da devlet yönetiminde tek ve ilk yetkili olmamaları dolayısıyla devlete doğrudan bir ruhban devlet gözüyle bakamayız. Ancak devlete danışmanlık yapan ve vatandaşların dini müşküllerini çözen, böylece de devlet içinde fıkıh birlikteliği (hukuk birliği) sağlayarak devlet düzenine katkı yapan bir müessesedir. İslam’da doğrudan doğruya kişi ile tanrı arasında ilişki kuracak, onun affını sağlayacak bir din adamı yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır. Biz daha net olarak diyebiliriz ki İslam’da Vatikan benzeri bir devlet hiçbir zaman olmamıştır. Her ne kadar şeyhülislamlık makamı kurulmuş olsa da Bernard Lewis bu konuda “Bütün bunlara rağmen, dar anlamıyla din bilimsel nitelikte bir ruhban sınıfı ve yukarıdaki tanımlamaya uygun (din adamları sınıfının yönettiği) bir devlet İslam’da olmamıştır.” (S:62) dese de ona göre doğru bir tespitle, İslam hukuk anlayışında en üstün iktidar Allah’tır, iktidar meşruiyetinin temel kaynağı Allah’a ait olmasıdır. “… yalnızca Allah yasa koyabilirdi; siyasal iktidara da ancak Allah meşruiyet kazandırabilirdi.” (S:62) ancak yine de Bernard Lewis “Müslüman ülkelerin çoğunda din adamlarının, bir meslek kesimi olarak, iktidarı ellerine alması gibi bir uygulama olmamıştır, İslam’da Papalık diye bir kurum olmadığı gibi, İslam tarihinde bir Kardinal Richelieu, Wolsey, Mazarin ya da Alberoni de olmamıştır.” (S:62) der. Bernard Lewis İslam’daki Müftülük ve Şeyhülislamlık uygulamasını kafasındaki Hristiyan dünyasındaki Ruhban statüsüne tam oturtamamıştır. Çünkü Bernard Lewis’in düşüncesine göre yasaların temeli şeriattır. İslam vatandaşa, devlete ve hükümdara itaati hem siyasal hem de dini bir şart saydığı gibi hükümdara yasa yapma veya yasaları değiştirme veya değiştirecek biçimde eklemeler yapmak hakkı yoktur, sadece uygulamalarda yorumlar ve uygular.
Bernard Lewis, İslam Alimlerinin en üst yöneticinin görevlerini, niteliklerini ve yetkilerini tartışıp betimlerken halife anlamındaki hilafet sözcüğünü değil de İmamet sözcüğünü yeğlemiş olmalarını dikkate değer bulur. Ayrıca Ümmet kelimesini İslam’ın bütün kaidelerinin uygulandığı ve bütün Müslümanların tek cemaat olduğunun bir ifadesi olarak görmüştür. Yine o ümmet kelimesinin zaman geçtikçe etnik ya da bölgesel ayrılıkları düşünmeden tek bir İslam ümmeti Orta çağın sonlarında ise etnik gruplar için de çok seyrekte olsa kullanılmaya başlandığı tespitlerini de yapar.
Sekizinci yüzyıla gelene kadar siyasi otorite ya da yönetimi ifade için İslam Devletlerinde Medine, Emr/Emir, Miri, Beylik, Veli, Vilayet, Vali, Sultan, sözcüklerinin çeşitli şekillerinin kullanıldığını ancak Sekizinci yüzyıla gelindiğinde ise en çok ve en yaygın olarak kullanılan terim Devlet sözcüğü olduğunu söylemektedir. “Sözcüğün başlangıcındaki anlamından yola çıkarak, değişim geçirerek devri gelmek ya da devrini tamamlamak gibi devletle, hükümdarlıkla, sarayla, divanla ilgili anlamlar kazanması ile, yakın dönemde kullanılmaya başlayan devrim ve devrimci sözcüklerinin de kendi gelişme ve değişimleri arasında bir koşutluk oluşu da ilginçtir.” (S:71) Arapçadaki Devlet sözcüğünün kökü “dvl” nin Türkçedeki “Devrim ve Devrimci” kelimelerinin kökü olmadığını hadi diyelim Bernard Lewis anlamadı bunu çeviren yazar Ünsal Oskay da mı anlamadı? Herkes bilir ki Devrim ve Devrimci kelimeleri Arapça “dvl” köklü “Devlet” kelimesinden değil Türkçedeki “Devirmek” kelimesinden türetilmiş, dil kurallarına da uymadığı çeşitli dilciler tarafından izah edilmiş bir kelimedir.
19 yüzyıldan sonra hemen hemen bütün İslam ülkelerinde yönetim için hükümet sözcüğü kullanılmaya başlanmıştır. Bu yüzyılda Türklerde, Türkçede Hükümet sözcüğü yönetim, siyasal otorite, idare bazen de rejim anlamından kullanılmış, devletle onu yöneten siyasal otorite anlamından ayrılmadan kullanılan hükümet kelimesi ilk kez1837 yılında Sadık Rıfat’ın yazdığı bir muhtırada “Avrupa Devletlerinin hükümetleri (düvel-i Avrupa hükümetleri)” (S:72) tabirini kullanılarak Devlet ve Yöneten siyasi erk birbirinden ayrılmıştır. Meşruiyeti ya da Dinsel bir değerliliği olmayan askeri güç ve iktidar içinde Şevket-Şevketlü kelimesi kullanılmıştır. Şevket nasıl kaba gücü ifade ediyorsa hazret/hadra kutsal ya da tabiiyetin mistik boyutunu ifade etmek için kullanıyordu. Osmanlı İmparatorluğunda “millet/mille” teknik bir terim olarak örgütlenmiş, varlığı resmen tanınmış, kendi reislerinin yönetimi altında belirli derecede bağımsızlık haklarına sahip dinsel-siyasal cemaatleri ifade etmek için kullanılmıştır. Millet kelimesinin ağır basan yanı etnik değil, dinsel boyutudur. Ermeniler ve Museviler için etnik ve dinsel her iki boyutu da söz konusudur. (S:74) Memleket kelimesi bir hükümdarın yönettiği ülke toprak manasında siyasal bir anlam ifade ederken vatan kelimesi [bir memleketin vatandaşının, halkın, milletin fertlerinin] kişinin doğduğu, evinin bulunduğu yer manasında olup siyasi bir anlam ifade etmez. 19. Yüzyılda vatanperver/vatanperverlik ulusçuluğun etkisinde anlamlar kazanarak (S:77) vatansever manası yüklenmeye başlamıştır.
İslam ülkeleri edebiyatlarında eskiden beri var olan ulusçuluk aidiyet, etnik bir gurur, ortak bir kimlik oluşturmaz, siyasi otoritenin meşruiyetine temel alınmazdı. 20. yüzyılla ulus kavramının İslam ülkelerinde kabul görmesiyle ülkelerin siyasal hayatı değişime uğramış ve İslam dünyasının siyasal haritasını değiştirmiştir. “Türk sultanlarının evrensel İslam monarşisi yıkılmış, Pers şahlarının monarşisi değişikliklere uğramış bunların hükümran olduğu coğrafyalarda yamalı bohça gibi kendinden menkul ulus devletler ortaya çıkmıştır. (…) Avrupa’da hiçbir yerde göremeyeceğiniz, ancak Amerika haritasında görebileceğiniz geometrik dümdüz hatlar şeklinde sınırları olan bu yeni ulus-devletlerin isimleri bile çoktandır unutulmuş uzak tarihlerden alınmış ya da Batı’dan aktarılmış isimlerdir.” (S:77) Ulus olmayı hiçbir zaman düşünmeyen Osmanlı, Avrupa ya da daha genel anlamıyla Batı’nın istihbarat yoluyla ayarttığı millet ve ümmet olma bilincinden yoksun Arap şeyh ve Prensleri vasıtasıyla etnik anlamından çok dini anlamıyla bir dine mensup olanların ortak adı millet mefhumuna ihanet ettirilen Araplara kurdurdukları devletçiklerle İslam Devleti olan Osmanlıyı parçaladıklarını da bir itirafıdır bu cümlesi Bernard Lewis’in. Osmanlı parçalanmamak için Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük akımlarını bu sıra ile yaşamıştır. Osmanlı aydınları vatanlarını korumak için pratik siyasi çözümler üretmeye çalışmış ancak başarılı da olamamışlardır. Türk yoğun bölge Türkiye’de bir nebze olsun bu oyun bozulmuş ve Türkiye Cumhuriyeti kurulabilmiştir. O, akabinde bu parçalanmışlıkla birlikte toprak olma ve gözle görünen yer olma anlamından başka bir mana ifade etmeyen “ülke” kelimesinin kullanılmaya başlandığını ifade etmiştir. Aynı zamanda uluslaşmayla birlikte millet kelimesi dinsel manasını kaybederek etnik bir mana kazanarak “Nation” kelimesi karşılığında kullanılmaya başlanmıştır.
Halife kelimesinin “halifetullah” manasında Kur’an’da Hz. Âdem ve Hz. Davut için kullanıldığı ancak Hz. Davut için “Halife” manasının da kullanıldığı Peygamber Efendimizden sonra Ebu Bekir için “Halifetü Resulullah”ın kullanıldığı Hz. Ebu Bekir’den sonra Hz. Ömer’in kendisi için “Ebu Bekir’in Halifesi” tabirinin kullanılmasını istediği ancak uzun olduğu için “Emir-el mü’minin” “Müminlerin komutanı” denmesini istediğini (S:83), ancak Allah’ın Halifesi manasındaki “halifetullah”ın en kapsamlı olarak Emeviler zamanında ilk Arap Altın sikkeyi de bastıran Abdulmelik (685-705) tarafından kullanılmaya başlandığı ve Abbasiler döneminde de devam etmiştir.(S:84) Abbasi Halifesi el-Me’mun “erastian = Devleti Kiliseye üstün tutan” devlet otoritesinin dinsel otoritenin üstünde olması gerektiğini ileri süren ilk Sünni İslam Hükümdarı olarak tarihe geçmiştir. (S:85)
Her ne kadar Bernard Lewis aynı andan üç İslam halifesi yeryüzünde hüküm sürdü demese de Fatimiler (909-1171), Kurtuba Emevi Halifesi III. Abdurrahman (929-1031) ve Abbasi Halifeleri (750-1258) halifeleri birbirlerine rağmen ve bazı nüanslarla da olsa aynı anda hüküm sürdüklerini ifadeden de geri durmaz. (S:87) Aynı anda üç İslam Halifesinin hüküm sürmesi de, bize Halifeliğin Müslümanlar arasında bir dini makam ve gereklilik olarak algılanmadığını güce dayanan ve bölgesel olabilen siyasi bir anlayışın mahsulü olduğunu ortaya koyar. Moğollar Abbasi Halifeliğine son verince Mısır’da Memluklu Sultanı Baybars’ın sarayında Abbasi Halifeleri soyundan gelen bir kişi iktidarsız olarak halife ilan edildi, Osmanlı ve Hindistan Müslümanları da bu Memluklu Halifesini tanırlardı, ta ki 1517 yılında Osmanlı Sultanı I. Selim Mısır’ı fethedince Abbasi soyundan gelen halife halifeliği I. Selim’e devretmiştir.
“Emir-ul umera” tabiri eyalet yöneticileri için kullanılırken İran’daki Büveyhi hanedanı kukla halifeden daha güçlü ve gerçekten daha güçlü ve iktidar sahibi olan hükümdar manasında bir unvan olarak kullanılmaya başlanmış, bu da daha sonra Sultan kelimesinin kullanılmasının yolunu açmıştır. 11. yüzyılda Selçuklular bu “Sultan” unvanını resmen kabul edene kadar farklı mevkilerdeki devlet memuru güçlerini ifade etmek için kullanıştır. Sultan kelimesi yerine değişen zamana göre olmakla birlikte Mısır’da ilk kez “Kral” kelimesi kullanılmış, “Hidiv” kelimesi ise Mısır valilerinin diğer Osmanlı eyalet valilerinden farklı olduklarını belirtmek için kullanılmaya başlanmıştır. Daha sonra Fas, Fransa’dan bağımsızlığını aldığında Fas Kralı Hasan önceki Fas Sultanlarından daha güçlü olduğunu göstermek için “Kral” kelimesini kendisine unvan olarak almış, bunu Suudi Arabistan takip etmiş ve “Kral” kelimesini unvan olarak kullanmaya başlamışlardır. (S:99) Müslümanlar Kral ile Halifeyi daima kıyaslamışlar ve Kur’an’da geçtiği gibi adaletsizlik yapan, haksız yere halkın mallarına el koyan, yine Hz. Selman’ı Farisi ile Hz. Ömer arasındaki bir konuşmayı aktaran Tarihçi et-Taberi’ye göre de haksız yere vergi koyan ve bu vergileri haksız bir yere harcayan kral olur, halife bunların hiçbirini yapmaz. İslam dünyası dört halifeye “halife” unvanını vermiş ancak Emevi Halifeleri için “Halife” unvanını kullanmamış, sadece daha sonraki tarihçiler Ömer Bin Abdulaziz’e adaleti ve dine düşkünlüğünden dolayı halife unvanını vermişlerdir. (S:102) Bu hususu el-Cahız yazdığı bir risalede Halifelik “Hüsrevi bir krallıkla, Sezarcı bir zorbalığa” dönüşmüştür diyerek Emeviler’in yönetimi altında imamlığın Pers Krallığı’na, halifeliğin ise Bizanslı bir zorbaya benzediğini ifade etmiştir.
Fars kültürünün canlandırılmasıyla “Şah ve Şehinşah” unvanları Samanoğlulları ve Büveyhoğulları devletlerinde kullanılmış (S:103), daha sonra İslam dünyasının İran ve Türk topraklarında kurulan devletlerin hükümdarları tarafından kullanılmaya başlamıştır. “Padişah” unvanı ise Osmanlılar, Müslüman Hindistan’ın Babür yöneticileri ve İran kültürü ile Türk kültürünün yaşandığı ülkelerdeki hanedanlarca kullanılmıştır. (S:104)
Başkan ya da Şef manasına kullanılan Reis kelimesi İslam öncesinde Araplarda kabile şefleri için kullanılırken Selçuklularda kentte sivil işlerle görevli memur için kullanılır, Osmanlıda ise amiraller içim kullanılmıştır. (S:110) Osmanlının amiraller için kullanımı bugün Doğu Karadeniz Bölgesinde küçücük bir takası bile olsa kaptanlar, balıkçı teknelerinin yönetici denizcileri için kullanımı gelenekselleşmiştir. İslam Ülkelerinde Cumhuriyet yönetimlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte Reis unvanın kullanımı da yaygınlaşmıştır.
İslam ülkelerinde yönetilenler için raiyyet, tebaa ve muvatın, ehl=halk terimleri (S:111) kullanılıyordu. Osmanlıda reaya ayrıcalıklı gruplardan hiçbirine dahil olmayan unsurlar demek oluyordu. Köylerde yaşayanlar da kasabalarda, kentlerde yaşayanlar da Müslüman olanlar da Müslüman olmayanlar da reaya sayılmaktaydı. Tebaa ise Osmanlıdaki manası ile uyruk Arapça “tabi” kelimesinden türetilmişti. (S:115) Tabi kelimesi ast - üst manasına da geliyordu. 19. Yüzyıldan sonra Osmanlılarda tebaa kelimesi devletin tebaası manasındaki Yurttaşlık, milliyet manasında kullanılmaya başlanmıştır. (S:116) Halk, özgür site üyesi yerine kullanılan Arapça Muvatın kelimesinin Farsça karşılığı “hemvatan”, Türkçe karşılığı da “vatandaş”tır. (S:117)
Eşitlik ve Hürriyet
İslam dünyasında kast sisteminin olmadığını ancak aristokrasiye fırsat tanıdığını ifade eden Bernard Lewis, Aristokratların iktidarlarını, servetlerini, ayrıcalıklarını zamanla çocuklarına aktarmanın bir yolunu bulduklarını buradan yola çıkarak da İslam’da soyaçekime (babadan oğula miras kalan) dayanan grupların oluştuğunu (S:118) söylemektedir. Ancak şunu da Bernard Lewis’in söylediklerine eklemek gerekir ki İslam dünyasında aristokrasinin varlığını kast sisteminin olmayışı müspet uygulaması yanında kişilerin başarılarıyla, başkalarına devredilemez bir yükselmeyi sağlamaya çabalarken, İslam’ın kişinin vicdanı yoluyla yaptığı kontrol ve kamu tarafından yapılan bütün kısıtlayıcı tedbirlere rağmen aristokrasinin elde ettiği hakların suiistimaline tamamen engel olamamış, miras yoluyla evlatlara devrini önleyememiştir. Zira kendisi de İslam’da soyaçekime dayanan ayrıcalıklık grupların ortaya çıkmasını “İslam’da aristokrasinin ortaya çıkması, yaşanan o günlerin ideolojisinin bir uzantısı olarak değil, ona rağmen gerçekleşmekteydi” (S:118) olarak ortaya koymuştur. Bernard Lewis’e göre eşitlikçi bir toplum yapısı öngören İslam’ın Hukukun tesis ettiği ve teamülün pekiştirdiği “efendi ile köle”, “erkek ile kadın”, “Müslüman ile Müslüman olmayan [tebaa] kişi” arasında eşitsizlikleri kabul edip zorunlu kıldığından söz etmektedir. Ancak, İslam her ne kadar köleliği realite olarak kabul etmişse bile uygulamalarda köle azat etmeyi teşvik ederek zamana yaygın bir kaldırılmayı önermiştir. Kadın erkek eşitsizliği ise İslam kaidelerinden kaynaklanmaktan ziyade erkek egemen toplum yapısından kaynaklanan sapmalardır. İslam Dini kadına gereken önemi vermiş ilk kez Mehir yoluyla onun başına gelecek herhangi bir durumda geleceğini garantiye almış, nikah vasıtasıyla da iki eşitten biri kılmıştır. Ancak Mehir vermeme, devlet tarafından kontrolünün sağlanamaması, kişi ve devlet bazlı uygulama hatalarıdır. İslam’da Müslüman kadın köle (S:121) bahseden Lewis aslında şu İslam ilkesini biliyor muydu bilemem, Müslüman biri Müslüman birini köle yapamaz, köle ancak savaşlarda esir alınan gayri Müslim kişilerden olur, eğer esir Müslüman olursa kölelik müessesesinin kaldırılmasını teşvik eden yolla olmazsa kişilerin ferden bağışlanması teşvik edilerek tavsiye edilmiştir. Siyasi bir güven ve tedbir olarak kabul edinilebilecek Müslüman tebaa ve Zimmî tebaa arasındaki eşitsizlik, Zimmî tebaanın canı ve malıyla bir emanet olarak görülmesi ve askeri alanda görev verilmemesi savaşa götürülmemesi de nitekim tarih boyunca oluşmuş olan düşman tarafına geçmek gibi cephede oluşabilecek ihanetleri önlemek içindir. Hatta Bernard Lewis’in vermiş olduğu bir konferans videosunda bahsettiği Osmanlı tebaası Ermenilerin Van ilini işgal edip Ruslara vermek istemeleri gibi vukuatları önlemek için alınmış aşırı temkin içeren bir tedbir olarak görmek gerekir. Günümüz modern dünya devletlerinde de hala içlerindeki etnik kökeni farklı vatandaşlara, hele bir de aynı etnik kökenden komşu ülke var ise çok da eşitlikçi bir yaklaşım uygulandığı söylenemez. Avrupa, ABD gibi ülkeler İslam dinine inanan vatandaşlarına kısıtlar getirmiş, İslam’ı tehlike ilan etmiş, Yunanistan, Ermenistan, Rusya Türk soylu vatandaşlarına sürgünler, dillerini yasaklamak, asimilasyon hatta bazılarını kamplarda vs. öldürmüşlerdir. Hür kelimesinin karşılığı adalet anlamına geliyordu 18. yüzyıldan sonra siyasi bir kavram olarak vatandaşların hürriyeti ve adalet ile birlikte kullanılmaya başlanmıştır. Bernard Lewis İslam ülkelerinde idari görevlerde Müslüman olmayanlara zaman zaman görev verildiyse de iktidar anlamında kimseye görev verilmediği ve Müslümanların işlerinin Müslüman olmayanlara gördürülmemesi ilkesinin kullanıldığını, bu uygulamanın da zaman zaman rahatsızlıklara neden olduğunu açık eyleme dönüşmüş karşıtlık halini aldığı, en kötüsü de düşmanlığa neden olduğunu iddia eder. (S:121)
İslam dünyasında özellikle de Osmanlı da Şerif soyluluk uygulaması Peygamber soyundan gelenlere uygulanan tek tanınmış soyluluk hakkıydı. “Osmanlı Türk kültüründe Peygamber soyundan gelenlerin her eyalette, kentte ve köyde kayıtlarda adları gösterilmekte ve bu kimseler vergilerin çoğundan muaf tutulmaktaydı.” (S:123) Türk devletlerinde “Şerif”lik uygulamasından ziyade “Seyyit”lik uygulanmış ve bugünde uygulanmaktadır. “Şerif”ler daha çok Arap ülkelerinde Suudi Arabistan’da bulunmaktadır. “Mekke Şerifi” unvan olarak hala kullanılmaktadır. Seyitler soy olarak Hz. Hüseyin’e dayanırken, “Şerif”ler soy olarak Hz. Hasan’a dayanmaktadır. Seyitler Kerbela olayından sonra sağ kalan Ali bin Zeynel Abidin 21 yaşında hasta olduğu için savaşa katılmamış ve çocuklar ile kadınlar ile birlikte kurtulmuş, bu sağ kalanlar daha sonra Asya’ya Türk Yurtlarına doğru kaçmışlar ve orada soyları devam etmiştir.
İslam’ın Siyasal düşüncesinin ve uygulamasının cihat adı verilen kutsal savaşla ilişkilendirenlerden “ … ortaya çıktığı ilk günden itibaren İslam dini militan, askeri bir din; müminleri ise fanatik cengaverler olmuş, imanlarını ve hukuklarını dünyaya yaymak için silahlı bir güç haline gelmişlerdir.” (S:131) aktarımını yaptıktan sonra Bernard Lewis bu fikre katılmadığını “… klasik Arapçada cihatla, kutsal savaşla ilgili bir sözcüğün, bunların karşılığı olabilecek bir terimin bulunmadığını görmek tam tam bir şaşkınlık yaratıyor.” (S:131) ifadesiyle ortaya koymakta ancak şaşkınlığının sebebi uygulamadaki karşılaştıkları mı yoksa alıntı yaptıklarının fikirlerimi olduğuna açıklık getirmemiştir. Savaş anlamına gelen “harb” gibi bir kelimenin varlığını tespitle bunu da kutsal bir savaş manası taşımadığını izaha çalışmıştır. Kutsal anlamında kullanılan “mukaddes” sözcüğünün de klasik dönem Arapçasında Musevilikteki ve Hristiyanlıktaki bağlamıyla kullanıldığını ifade etmiştir. Kutsal Savaş anlamında cihat daha çok 20. Yüzyıl İslam ülkelerinde işgallere karşı alınmış bir savaş çağrısı olarak yer almış ancak Osmanlı ülkesinin işgali sırasındaki cihat çağrısı düşman ülkelerin ordularındaki Müslüman askerlerin orduda yer almalarını önlemediği gibi hiçbir yerde işgalci yönetimlere karşı isyan oluşturmamış olması dolayısıyla da cihat anlamını kaybettiğini de ayrıca ifade etmiştir. Ben de Lewis’in kutsal savaş görüşüne katılıyorum, gelişme, yükselme dönemlerinde sadece orduyu bağlayan cihat, gerileme döneminde ise topyekûn savaşa çağrı anlamına gelmiş ve dünyanın neresinde bir Müslüman varsa cihada katkıya çağrılmış, Osmanlı bu iş için de Halifeliği kullanmaya çalışmıştır. Haçlı savaşları anlamında kutsallık Osmanlı Devleti’nin özellikle de Abdulhamit döneminin başvurduğu bir yoldur.
“Gazi” kelimesinin Osmanlılar döneminde kullanıldığı gibi Türk Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanı [Gazi Mustafa Kelam Atatürk] tarafından da kullanılarak taşındığını ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtında ki askerlere de “Gazi” unvanın verildiği tespitini de yapmıştır.
Bernard Lewis Peygamber (s.a.) efendimiz zamanında da elçiler gönderildiğini, elçiler kabul edildiğini ancak çeşitli isimler verildiği halde bir literatür geliştirilmediğini, yüzlerce yıl sonra “Sefir” kelimesinin (S:142) kullanıldığını ve elçinin herhangi bir konu için gidip tekrar ülkesine geldiğini, Osmanlıların 16. yüzyılda ülkelerinde daimî elçiliklerin açılmasına müsaade ettiği halde 18. Yüzyıla kadar kendisi başka ülkelerde daimî elçilikler açmadığını, 18. Yüzyıldan sonra ancak açtıklarını ifade etmektedir. Konsoloslar da İslam ülkelerinde yaşayan Hristiyan halkın temsilcisi sayılır ve bu kolonilerde yaşayanların Müslüman halka karşı hata yapmamalarını temine çalışırdı. Hata yaparlarsa bunun sorumluluğu konsolostaydı, cevabını o verirdi. Osmanlı’da bütün elçiler aynı statüde sayılır sadece savaşılan ülke elçileri barış anlaşması yapılana kadar Yedikule Kalesinde ev hapsine alınırdı.
İslam hukukuna göre düşmanlar dörde ayrılıyordu, kafirler, eşkıyalar, asiler ve mürtedler. (S:143) Kafirler “harbi” olarak isimlendirilir ve cihad edilecek kişi sayılırdı. Zimmi ile harbi arasında “müstemin” denilen geçici ziyaret izni verilmiş harbiler yer alırdı. Harbilere izin çoğu kere tek tek verilirdi, zaman zaman topluca verildiği de olurdu. Yine topluca kendi ülkesine verilen izinleri ülkeler kendi vatandaşlarına tek tek verdiği de olurdu. Barış karşılığında sulh kullanılırdı. İslam’da ferdi ve devlet düzeyinde mürtedlik pek kaydedilmemiştir. Ancak 1985 yılında Osmanlı imparatorluğunun girişmiş olduğu reformlara karşı Mekke’deki ulemanın başı olan Şeyh Cemal köleliğin kaldırılmasını, kadınlara boşanma hakkının verilmesini, kadınların tesettüre uymayan kıyafet giymelerinin serbest bırakılmasının şeriata aykırı olduğunu söyleyerek Türkler kafir oldu deyip kanlarını dökmek, çocuklarını köle yapmak helal deyip isyan etmiştir. Burada bir katkı olsun babından bizim söyleyeceğimiz şu dur ki yenilikçi Osmanlı padişahı II. Mahmut (1781839) Şeyh Cemal vakasından önce yaptığı yenilikleri İslam’a uygun görmeyenler tarafından “Gavur Padişah” olarak adlandırılmıştır. 1981 yılında Mısır devlet başkanı Enver Sedat da batılı yasalar uyguladığı gerekçesiyle mürtedlikle suçlanarak öldürülmüştür. Hatta Enver Sedat’ı öldürenler “Firavunu öldürdüm” diyerek İslam öncesi zalim ve Hz. Musa’ya zulmeden bir kralı öldürdüğünü ima ederek kendilerini savunmuştur.
İslam’ın ilk vahyedildiği dönemde Peygamberin (s.a.) müşriklere olan muhalefeti dinsel ve ahlaki amaçlara yönelikken bir süre sonra ister istemez siyasal bir eylem biçimi almıştır diyen Bernard Lewis Hz. Peygamberin Kur’an’da “üsve-i hasene” (S:167) güzel bir örnek olduğunun bildirildiğini ve Müslümanlar tarafından her zaman böyle kabul edildiğini ancak buna sosyologların modern toplumbilimi terminolojisinde “rol model” dediklerini ifade eder. Ve Allah’a itaatten sonra Peygamber’e (s.a.) itaatin emredildiğini söyler.
İslam’ın modern zamanlara kadar Fransız Devrimi gibi bir yöntemle, yani ihtilal gibi zor gücüyle yıkıp yönetimi devirip yerine bir diğerinin geçmesinin meşruiyeti hususunda tek bir söz etmediği ancak isyan gibi sonradan bastırılmış davranışları “fitne” olarak gördüğünü ifade etmiştir. Hatta “Başarı kazanan başkaldırı hareketleriyse, başarıları sayesinde fitne sayılmaktan kurtulmuşlardır.” (S:172) bir nevi tarih ancak başaranların tarihidir der gibi bir yorum yapmıştır. Meşhur bir söz vardır ihtilalciler “başarılı olurlarsa kahraman, başarısız olurlarsa hain” ilan edilirler. Buradan yola çıkarak ihtilalciler başarılı olurlarsa yargılarlar, başarısız olurlarsa ihanetten yargılanır ve idam edilirler diyebiliriz.
Güç Dengesinin aleyhte bozulmasıyla kavramlardaki değişmeler
İslam coğrafyası dışındaki ülke yöneticilerine “kral” unvanı kullanılmış, bunların iyi oldukları, haklarında müspet düşünülenlere “sahib” ve “azim” sıfatları yakıştırılarak azim sahibi kral manasında ilk olarak Habeşistan’ın Hristiyan Kralı Müslümanları kabul edip himaye ettiği için “Etiyopya “Necaşisi” ya da Kostantiniye “Kayseri” (S:174) denilmiştir. “Tağut” ya da “tağiye” de İslam’a aykırı işler yapan kibirli, mağrur, Peygamberlere itibar etmeyen meliklere verilen isimlerdir. Görülüyor ki kullanılan bu isimlerin hepsi Kur’an’da ya da Hadislerde geçen kelimelerden alınarak doğrudan ya da türetilmiş isimlerdir. 762 yılında Mekke’de Abbasi Halifesi El-Mansur karşısındaki mücadeleyi kaybeden Muhammed en- Nefsüzzekiyye “haza et-tağiye” ve “aduvallah” (Tiran ve Allah düşmanı) manasındaki kelimelerle hitap etmiştir. Haçlıların Müslüman eyaletlerde kurdukları Hristiyan devletlerin hükümdarları ile Kıbrıs gibi önce Müslümanlarca fethedilip sonra Hristiyanların eline geçen yerlerin hükümdarları için sözde hükümdar, sözde kral manasına gelen “mütemellik” kullanılmış, bunlara galip gelen manasına “tegallebe” (S:175) yani mütegallibe de denmiştir. Osmanlıların klasik dönem adlandırmaları kullandığını ve Hristiyan hükümdarlara “kral”, kral eşine “kraliçe” dediğini, İran Hükümdarları kendini “şehinşah” saydığından Hristiyan krallara “padişah” dediğini, ancak Osmanlıların Padişahlığı kendilerine layık gördükleri için “Kral”ı veya “bey” kelimesini kullandıklarını ifade eden Bernard Lewis “[Osmanlıların] bu tutumları, Avrupa devletleri ile olan ilişkilerinde her zaman çok önemli bir sorun olmuştur. Fransız tarihçilerine göre, ilk defa Kanuni Sultan Süleyman zamanında Avrupalı bir hükümdar, Fransız Kralı I. François, için padişah unvanı kullanılmış ve bu Fransız diplomasisinin bir zaferi sayılmıştır. Ancak Fransız tarihçilerin bu iddiası asılsıza benziyor.” (S:176) tespitini de yapmaktan geri durmuyor. Bu tespitinde haklıdır da, çünkü Osmanlı Kanuni Sultan Süleyman zamanında en muhteşem günlerini yaşamaktadır, hiçbir Avrupa Hristiyan ülkesinin böyle bir durumu kabul ettirmesi mümkün görünmemektedir. Osmanlının çökme dönemlerinde olsa yapılan baskılar ile kabul ettirilmiş olabileceği ihtimal dahilinde olacaktır. Nitekim ilk uygulamanın 1606 yılında Zitvatorok Anlaşmasıyla Viyana Kralı denilen Kutsal Roma İmparatoru bahşedildiğini, 1774 de Osmanlı - Rus savaşı sonucu Küçük Kaynarca Anlaşması ile Rus İmparatoriçesi Katerina’ya eşit bir hükümdara verilen unvanla hitap edilmiştir diyerek sayar ve “Küçük Kaynarca Antlaşmasından sonra bağımsızlık ve eşitliğin bedeli olarak, Müslüman hükümdarların unvanlarının Avrupalı hükümdarlara verilmesi sona ermiş; Müslüman hükümdarlar, Avrupalı hükümdarların kullandığı unvanları kullanmaya başlamıştır.” (S:177) diyerek ihtişamlı günlerin bitişiyle hazinli sonun başlangıcını yazar. İhtişamlı günlerin sona ermesi akabinde gelişen kavramlar göç etmek “hicret”, sığınılacak yer “melce”, Arapçada iltica eden manasına “laci”, bütün İslam dünyasında iltica eden yerine “Mülteci” ve “Muhacir” kelimeleridir. Müslümanlar artık iltica ederek inançlarını koruma yolunu düşünür olmuşlardır. Önce İber yarım adasındaki Endülüs’ten sonra Sicilya adasından hicretle ancak inançlarını koruyacaklarını, eğer Hristiyan krallar adil olursa Müslümanlar buralarda onların yönetimlerinde kalırlarsa imanlarını koruyamayacaklarını, açık açık ifade etmemiş olsalar da mürted olacaklarını bile tartışmışlardır.
Çöküş dönemiyle başlayan Müslümanlar Hristiyan Krallar yönetiminde yaşamalı mı - yaşamamalı mı yönündeki iki farklı görüşteki tartışmalara örnek olabilecek günümüzdeki mevcut durumlardan örnek verebiliriz. 20. yüzyılın sanayi ve teknolojik kalkınmışlığının meydana getirdiği iş için göçler dolayısıyla Kuzey Afrika ve Türkiye gibi Asya ülkelerinden göçen Müslümanlar işçi olarak Avrupa Ülkelerinde yaşamaya başlamışlardır. Bu işçiler zaman zaman kısıtlamalar görseler de Müslüman kimlikleriyle yaşamaktadırlar, ya da yaşadıkları kısıtlamalar o ülkeleri terk etmelerine neden olmamaktadır. Yine Yurt edindikleri ülkelerden hicret etmeden oralarda kalarak Hristiyan hükümdarların yönetiminde yaşayan Müslümanların imanlarını koruma konusundaki genel endişeler bütün baskı ve zulme rağmen Osmanlı Balkan coğrafyasındaki Müslümanlar için geçerli olmamıştır. Çünkü buradaki Müslümanlar her halde en son vahyedilen ve bozulmamış (muharref olmayan) tek mütekamil dine mensup olmanın şuurundadırlar. Burada yaşayan Müslümanlar zaman zaman Bosna ve Bulgar ülkelerindeki gibi soykırıma uğramış, bütün hakları gasp edilmiş, hicrete zorlanmış ancak geride kalanlar azalsa da 1912’lerden beri hala 100 yılı aşkın bir zamandır Müslümanlık ve Türklüklerini korumuşlardır.
Çöküş döneminden sonra 20. yüzyıl Arap ilim adamları tarafından savunulmaya başlayan Osmanlının sömürgeciliği konusunda Bernard Lewis “… bu değişim yaşanıncaya dek, diğer uluslardaki uyruğu kadar, Arap asıllı uyruğu tarafından da evrensel İslam devletinin meşru Müslüman hükümdarı sayılan Osmanlı sultanı artık yabancı bir emperyalist olarak tanımlanmakta; Osmanlı yönetimi de, ondan önceki Türk Hanedanları da, Türklerin Araplar üzerinde egemenlik kurduğu dönemler olarak nitelendirilip kötü, kabulü olanaksız şeyler sayıldığı” nı (S:193) tespit etmektir. Bu konuyu Türk bir bilim adamı olan radikal İslamcı olduğu dillendirilen Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma’nın Arap bilim adamlarıyla birlikte katıldığı bir ilmi konferansta yaşadığı şu örnek olay da desteklemektedir. Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma'nın Arap ülkesi Kuveyt'te konferansta karşılaştığı olay üzerine yaptığı konuşmayı kendi anlatımıyla aktaralım. "Kuveyt'e konferansa gittim. Bir Arap profesör İngilizce konuşarak "Osmanlı bizi yıllarca sömürdü asimile etti" dedi. ‘Ben çıktım kürsüye Arapça konuşarak, "Osmanlı neyiniz vardı da sömürdü... Henüz petrolünüz yoktu... Size hiç dokunmadı, size hizmet etti. Ben bir Türk olarak Arapça konuşuyorum, bu salondakiler ekseri Arap... Siz bir Arap olarak İngilizce konuşuyorsunuz sömürü bu" dedim. Salonda alkış koptu...’ diyerek anlatmıştır.
Ulusçuluk tartışmalarının başlaması Avrupa devletlerindeki devlet ya da grup içindeki bireyin hürriyetinden bahseden hürriyetçi akımları organize eden liberal hürriyetçilerden etkilenerek İslam ülkelerinde de Arapça “İmbiriyaliyye” Türkçede ise “emperyalizm” yabancı ülkelerin kendi ülkelerine girmeleri, toplumu tesir altına almaları tartışılmaya başlamıştır. Osmanlı için Arapçada “imbaraturiyye” Türkçede ise “imparatorluk” kullanılmaya başlanmıştır. Osmanlı devletinden ayrılanlara “köle”nin karşıtı “hür” kullanılmamış Farsçadan alınan “serbest” kelimesi tercih edilmiştir. Arapların bağımsızlıklarını kazanmaya başladıkları zamanlarda Osmanlıda idare hukukunun bir terimi olan “istiklal” kullanılmaya başlamış ve ‘kendi başına etmek, eyleme ve başkalarından bağımsız olan’ manasında kullanılmıştır. İslam Ülkelerinde ilk Anayasa 1861 yılında halktan gelen baskılar ile Tunus’ta yapılmış, bunu Osmanlı Devleti 1876’da Kanun-i Esasiyi ilan etmiş, 1882’de Mısır ve 1909’da İran izlemiş, Birinci dünya Savaşından sonra Osmanlıdan koparılan bütün İslam ülkelerinin birer anayasası olmuştur. İslam ülkelerinde ilk zamanlarda genellikle Anayasa kavramı yerine “düstur” terimi kullanılmıştır. Daha sonra Türkçede ve Farsçada temel yasa anlamında “Kanun-i Esasi” kullanılmaya başlamıştır. Şeri hukukun dilinde “yasa” ve “kanun” terimlerinin karşılığı vardı ve çeşitli kelimeler kullanılıyordu. Ancak Şer’i Hukukta “Yasama”nın karşılığı yoktu. “Çünkü Şer’i Hukuka göre yasama insanlara düşen bir iş olmayıp vahiy yoluyla Allah’tan gelen buyruk ve kurallarla gerçekleşiyordu.” (S:203)
Ve nihayet kitabın son paragrafında Siyasal İslam denebilecek bir yorum ile kitap bitirilmiştir. “İran’da, Mısır’da ve başka ülkelerdeki “köktenci” çevrelerde yeni bir İslam Siyasal söylemi oluşmaktadır.” (S:204) Bu cümlede hem bir tehlikeye dikkat çekilmekte hem de 19 ve 20. yüzyıl İslam dünyasının Batıcı Laik anlayışını değiştiğinden kendi geçmişinden yeni yorumlara ulaşmaya çalıştığından dem vurmaktadır.
SONUÇ
Bernard Lewis’in “İslam’ın Siyasal Söylemi” kitabı her ne kadar genel bir İslam dünyasını ele almaya çalışmış olsa da Emevilerin son dönemlerinden başlayarak Abbasi Hanedanın kuruluşu ve daha sonraki Selçuklu ve Osmanlı zamanlarda İslam dünyasında sürükleyici güç, yöneten millet olarak İslam dünyasını etkileyen ve siyasal gelenek oluşunu tayin eden devlet olarak Türk devletlerinden özellikle de her kavramın gelişim sürecinin sonunda Osmanlıdan bahsetmesi, bahsetmek zorunda kalması kitabın bir nevi ‘Türklerde İslam Anlayışının Siyasal Kavramlar Haritası’ denebilecek bir nitelik kazanmıştır.
İslam sosyolojisi çalışacak olanlar için siyasi literatür kavramlarının derlenmiş olduğu, yer yer eleştiriler ile zenginleştirilmiş bir kaynak olabilir. Hem burada yanlış yorumlanmış kavramların düzeltilmesi, hem de İslam dünyasının batı menşeili bir eserden yola çıkarak sosyolojik bir eser kazanması bakımından başlangıç vazifesi görebilir.
Bernard Lewis “İslam’ın Siyasal Söylemi” kitabında zaman zaman Ruhban ve Laik sistemde İslam Devlet yönetimini nereye oturtacağında kararsız kalsa da anlatım ve muhteva olarak “Hata Neredeydi?” kitabına göre daha fazla emek vermiş ve içerik olarak “İslam’ın Devlet Yönetiminde Siyasal Geleneğin Oluşması” adını verebileceğimiz çapta bir kitap olmuştur.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.