Bernard Lewis okumaya devam ediyoruz. Bernard Lewis’i iddialı orta doğu uzmanı bir isim olarak bazen sathi bulsam da Ortadoğunun batı tarafından şekillendirilmesinde, dostluk ve düşmanlıklar şeklinde taraf olunmasında fikirlerinin etkisinin azımsanmayacağını da idrak edenlerdenim. Yani Bernard Lewis’i okumadan orta doğuyu eksiksiz anlamak pek mümkün değil gibi gözüküyor.
Bernard Lewis’in yazıdığı Türkçe olarak yayınlanmış kitaplarının haberim olan hemen hemen hepsini almışımdır. Ancak “Orta Doğu’da Irk Kavramı ve Kölelik – Tarihsel Bir İnceleme” kitabından önce “Hata neredeydi? - Doğunun 300 Yıldır Cevabını Aradığı Soru”, “Tarih Notları – Bir Orta Doğu Tarihçisinin Notları”, “İslam’ın Siyasal Söylemi”, “İslam’ın Krizi – Bitmeyen Savaş”, “Orta Doğu’da İnanç ve İktidar”, “Müslümanların Avrupa’yı Keşfi”, “Tarih – Hatırlanan, Yeniden Canlandırılan ve Kurgulanan”, “Çatışan Kültürler – Keşifler Çağında Hristiyanlar – Müslümanlar – Yahudiler” kitaplarını okumuş ve birer tanıtım ve değerlendirme yazısı da yazmıştım. İnşallah okumadığım birkaç kitabını da peyderpey okuyacağım. Ancak okumalarım onun kitaplarını yazıp yayınladığı tarih sıralamasına göre olmayıp ilgilimi çeken konusuna göre olduğu için Bernard Lewis’in tarihi değişimi ve değişim seyri hakkında bir söz söylememiz, söylemem mümkün değildir. Aslında Bernard Lewis’in tarihi değişim seyri hakkında bir söz söyleyebilmek için makalelerinin ve kitaplarının İngilizce yayın tarihi sırasına göre incelenmesi gerekir. Çünkü bazı kitaplar yayın tarihi sırasına göre Türkçeye çevrilmemiş olabilir. Türkçe yayınlanan kitaplar hakkında da mütercim tarafından hemen kitabın başında bir tarihi yol analizi yapılması gerekirken böyle bir çalışma da yoktur.
Bernard Lewis’in yazıdığı “Orta Doğu’da Irk Kavramı ve Kölelik – Tarihsel Bir İnceleme” kitabı Özgür Balkılıç tarafından tercüme edilmiş ve ikinci baskısı Akılçelen Kitapları tarafından 2018 yılında yapılmıştır. Bernard Lewis’in beyanına göre bu kitap 1970 yılında Encounter’de yayınlanmış, genişletilmiş ve gözden geçirilmiş ikinci baskısı 1971 yılında New York’ta “İslam’da Irk ve Ten Rengi” olarak yayınlandıktan sonra tekrar gözden geçirilmiş ve sadece İslam ile ilgili olmaktan çıkarılıp, genişletilerek Hristiyan ve Yahudi vs. diğer dinlere ait toplumları da içine alacak şekilde Orta Doğu’yu kapsar bir hale getirilmiştir. Kitap “Önsöz” ile başlayıp, “Kölelik”, “Irk”, “Arabistan’da İslam”, “Önyargı ve Dindarlık, “Literatür ve Hukuk”, “Fetihler ve Köleleştirme”, “Etnolojik Gezintiler” “Afrika’nın Keşfi”, “Siyah ve Beyaz”, “Silahlı Köleler”, “On Dokuzuncu Yüzyıl ve Sonrası”, “Köleliğin İlgası”, “Eşitlik ve Evlilik”, “İmaj ve Kişilik”, “Mit ve Gerçeklik” başlıklarından oluşmakta, kitabın sonuna da “Notlar”, “Belgeler”, “Görselin Kaynakları”, “Dizin” eklenerek 286 sayfa da bitirilmiş, ancak en sona İslam el yazmalarından alınmış renkli gravürler konularak anlatılanlar görsel olarak desteklenirken kitap zenginleştirilmiştir.
Bernard Lewis köleliği Irk kavramı ile ele almakla hata yapmıştır. Çünkü kölelik bir ırk meselesinden ziyade ferdi ve devlet bazında güç meselesidir. Ki zaman zaman soylu kişilerinde köle olduğu, köle durumuna düştüğü bilinir. Hatta masallarda, hikâyelerde soylu insanların köle durumuna düşüşleri ve kölelikten kurtuluşları anlatılır. Kölelik karın tokluğuna bir nevi cebri işçilik yaptırmaktır. Kölelik uygulamasına doğru diyemeyiz ancak ırkçılıktan doğduğunu da söyleyemeyiz. Nitekim Bernard Lewis “… ilk köleler savaş tutsaklarıdır. (…) Köle nüfusu ayrıca küçük çocukların satılması, terk edilmesi ve kaçırılmasıyla da ortaya çıkmıştı. Özgür insanlar da kendilerini satarlardı ya da daha sıklıkla görüldüğü üzere kendi evlatlarını köle olarak satarlardı. Kendisini borcuna karşılık rehin olarak öne sürenler köle olabildikleri gibi iflas nedeniyle de köle olabilirlerdi. Bazı sistemlerde, özellikle Roma’da, özgür insanlara çeşitli yasal ihlaller nedeniyle de köleleştirilebilirlerdi.” (S:2) diyerek bizim düşüncemiz yönünde bir kölelik oluşumundan bahsetmektedir. Buradan çıkarılacak sonucu birincisi devletlerarası güce dayanan savaş esirlerinin köleleştirilmesi, ikincisi ekonomik bir borç ödeme metaı olarak görülerek insanların köleleştirilmesi, üçüncüsü de insanları köleleştirmeyi bir hukuki ceza olarak gören devlet sistemlerinden kaynaklanan kölelik olarak sayabiliriz. Bernard Lewis İslam toplumundaki köle nüfusunun oluşum kaynaklarını da “Gördüğümüz üzere, köle nüfusu dört yoldan oluşmaktaydı: [savaşta] esir almak, [kendi ülkesi kralı tarafından yapılan anlaşma gereği başka bir ülkeye] haraç bedeli [olarak verilmek], doğuştan kölelik [Köle ailede doğmak], [zengin kişilerin işlerini gördürmek üzere para ile işçi mahiyetinde köle] satın almak.” (S:12) şeklinde sıralamaktadır.
Bernard Lewis İslamiyet’ten önce de köleliğin olduğunu “Yahudiler, Hristiyanlar ve benzer şekilde paganlar köle edindiler ve kendilerine dini inançları tarafından verilen hakları ve yetkileri uyguladılar.” (S:4) ifadeleriyle dile getirirken aslında köleliğin hak veya batıl ayırmaksızın dini bir kurum olduğunu da tespit etmektedir. Aslında buna en güzel cevabı Kur’an veriyor. Ra’d Suresi 11. Ayette “… Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez. Allah bir milletin fenalığını dileyince artık onun önüne geçilmez. …” (Diyanet Eski Meal) buyurarak aslında dini gibi görülen uygulamaların toplumun kendi arzusuyla uygulandığını, ancak kendini değiştirmek isteyenlerin değişim isteklerinin Tanrı tarafından kabul buyrulup değiştirildiğini göstermektedir. Yani kölelik tanrı buyruğu değil insanların seçip gittiği bir yoldur. Nitekim Kur’an’dan sonra başka bir kitap inmediği halde bugün kölelik beşer eliyle uygulamadan kalkmıştır. Her ne kadar köleliğin kaldırılması beşer eliyle de olsa bu da bir şekilde Tanrı buyruğudur. O istemezse hiçbir şey olmaz.
Bernard Lewis İslam’ın köle uygulamasını kabul etmekle birlikte Hristiyan, Yahudi ve paganlardakinden daha insani uygulamalar, haklar getirerek köleleştirmeyi zorlaştırdığı gibi insan hakları babından haklar verdiğini, savaş esiri haricindeki diğer köle edinme yollarını kapadığı için köleleşmenin azaldığını, köle azadını teşvik ile de köle sayısının düştüğünü (S:5,6,7,8,9) ifade ettikten sonra İslam dünyasında kölelerin azalmasının sebepleri içinde; iğdiş etmeyi, asker kölelerin kariyerlerinin bir aşamasında özgür kalmaları ve çocuklarının özgür doğmalarını, düşük kademedeki hizmetçiler, ev çalışanları ve beden işçilerinin evlenmelerine izin verilmemesi dolayısıyla azalmayı, kölelerin geldikleri ülkelerde bağışıklık sistemlerinin uygun olmaması dolayısıyla yüksek oranlı ölümlerini (S:13) de saymaktadır.
Osmanlı İmparatorluğunun büyüyüp genişlemesi ile köle ticaretinin yolu ve köle edinme kaynaklarının değiştiğini söyleyen Bernard Lewis, yeni köle temin sisteminin Osmanlı tarafından sürdürüldüğünü ancak köle temin yeri ve kaynağının değiştiğini, Afrika kaynaklı siyah köle ve Asya kaynaklı beyaz köle ediniminden Avrupa’ya yöneldiğini “Osmanlı İmparatorluğu fetih ve ele geçirme yoluyla köle edindi ve çok sayıda Balkanlarda yaşayan Hristiyan zor yoluyla Osmanlının hizmetine koşuldu. Özgün bir Osmanlı Kurumu olan devşirme, Hristiyan köylü nüfusundan alınan oğlanlar, eski İslami hukuk ve pratiklerin aksine, ele geçirilen bölgelerin tebaasından köleler edinmeyi olası kıldı.” (S:16) şeklinde ifade etmiştir. Ancak burada Bernard Lewis’in göz ardı ettiği huşular bulunmaktadır. Birincisi Osmanlı Devşirme teşkilatı zeki ve mahir olan çocukları alıyor, Müslüman bir ailenin yanında eğitip yetiştiriyordu. Yani onları ağır işçi gibi kullanmıyor, maharetleri doğrultusunda eğitiyordu. Tabi ki bu sırada tebliğ vazifesi de yapılıyor çocuk Müslümanların gelenek ve göreneklerini öğrenip Müslüman oluyordu. En önemlisi de Bernard Lewis’in kendisinin de “Devşirme köleler hizmetçi ve sıradan işlere sürülenler değildi, ancak askeri ve sivil alanda devlet hizmetine verilmişlerdi. Uzun bir zaman boyunca sadrazamların birçoğu, Osmanlı askeri kumandanları bu yolla devşirilmişti.” (S:16) ifadeleriyle söylediği gibi köleden bugünkü manada başbakan, bakan ve komutan olur mu ancak denilebilir ki Türkler; Müslüman olan ve yetenekli kişileri başına geçirmekten gocunmamışlardır. Devşirme ve köle denilen bu kişiler Türkleri yönetmiştir. Hatta Osmanlı ve daha öncesinde Türkler askerî erkânı Türklerden seçmeye özen gösteren bir millet idi. Askerin devleti kuran millete mensup olduğu-olması gerektiği kanaati hâkimdi. Azınlıklardan asker alınmaz, cizye vergisi karşılığı korunurlardı. Bugünün paralı askerleri manasında yabancı asker almazdı. Çünkü Türkler askerliği vatanı korumak ve yeni yurtlar fethetmek vazifesi olarak görüyorlar, kendileri için de yabancı askerlerin yurtlarını korumayacağını, yeni yurtlar fethetmeyeceğini düşünüyorlardı. Osmanlı Devleti’nde görev yapan 235 vezir-i azam (sadrazam)’dan 150’si Sırp, Hırvat, Rum, Ermeni, Rus vs. kökenli devşirmedir. Bu uygulama ancak Osmanlı devletinin ilay-ı kelimetullah yolunda bir çabasıdır. “Güzel kızlar hareme alınıyorlardı.” (S:16) hareme alınanlar eğer bir erkek çocuk dünyaya getirirlerse ileride sultan anası olmak şerefine yükseliyorlardı. Çoğu Osmanlı sultanlarının anneleri de hareme alınan bu devşirme kızlardandır. Ancak aynı dönem de diğer Müslümanlar ve Türklerden köle düşenleri “Daha şansız olanlar[dı], mesela Avrupalı deniz güçlerinin eline düşen Müslüman [ve Türk] tutsaklar kadırgalarda [kürek mahkûmu olarak] çalışıyordu.” (S:16)
Irk kavramı Antropologların tarif ettiği manada en doğru tarif olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu gün millet denilen insan topluluklarını ırk üzerinden tarif eden yaklaşımlar mevcuttur. Aslında ırk anatomik ve biyolojik bir tarif olması gerekir. Antroplogların yapmış olduğu ırk tarifini “saç, pigmentasyon, kafatası ölçümleri, uzunluk ve diğer fiziksel özellikler gibi bazı görülebilir ve ölçülebilir nitelikleri paylaşan bir grup insan anlamına gelir.” (S:24) şeklinde Bernard Lewis Amerika’da da kullanılan ırk teriminin “beyaz, siyah, Moğol ve benzerleri”ni ifade etmek için kullanıldığını ifade etmektedir. Modern dönemde ırkı tarif eden araştırmacıların “ırklara dayalı gerilim ve düşmanlık keşfettikleri yerlerde dil, kültür ve din tarafından tanımlanan Mısırlılar, Asurlular, İsrailoğlulları ve diğerleri gibi etnik ve ulusal gruplar için kullandıkları ırk sözcüğü” (S:24) sosyolojik ırk kavramını oluşturmaktadır. Mesela Timur da Türk Yıldırım Beyazıt da Türk’tür. Ancak her ikisi de Antropoloji ve sosyolojik olarak aynı ırka mensup olmakla birlikte ayrı devletlerin mensubu ve birbirine düşman oldukları için bunlara farklı bir ırk muamelesi yapmamız mı gerekiyor. Antropolojik, Biyolojik, Anatomik, Genetik özellikler yaratılıştan gelen ve insanların değiştirmesi mümkün olmayan taraflarını içerir, ve doğru bir tanımlama ile ırkı belirlerler. Dil, Din, Kültür ise insanoğlu tarafında değiştirilebilecek, yenilenebilecek, geliştirilebilecek vasıflardır ki bu insanı geçici olarak tarif eder. Arnold Toynbee’nin “Study Of History” (Tarih Çalışması) adlı kitabından bir metin aktararak ırkçılık yapılmadığını (S:27-28), “Bin Bir Gece Masalları”ndan bir metin aktararak da Müslümanlar tarafından ırkçılık yapıldığını (S:29-30) göstermeye çalışan Bernard Lewis bu ırkçılığın sebebini “Her iki tür de etkileyici bir biçimde İslami kaynaklardan beslenmiştir. Irksal eşitliğin nedeni İslam dininin neredeyse homojen anlatısı-hem tanrıya hürmetin teşvik ettiği, hem de kanunların buyruğu- tarafından sürdürülmüştür. Ama aynı zamanda eşitsizlik ve adaletsizliğe dair bir resim de Müslüman halkların edebiyatı, sanatı ve folklorunda renkli, bir şeklide yer alır. Çoklukla başka yerlerde olduğu gibi burada da İslam’ın söylediği ile Müslümanların-en azından bazılarının- yaptığı arasında dikkat çekici bir zıtlık vardır.” (S:30) İslam’ın emrettikleri ile Müslümanların yaptıklarının uyuşmamasının sebebini de “İlk başta, İslam (Hz.) Muhammed Peygamber’in öğrettiği ve Kur’an olarak bilinen Müslüman vahyinde vücud bulan din… İkincisi, İslam sonrasında gelenek ve büyük İslam hukukçuları ve teologlarının eserleriyle gelişmiş [din]… Üçüncü olarak, İslam Hristiyanlığın değil Hristiyan alemin emsalidir. … İslam Müslümanların inandıkları ya da neye inanmaları gerektiği değil, aslında ne yapıp ettikleridir.” (S:31) şeklinde açıklamaktadır.
Kur’an’da sadece iki ayette “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” Rûm Suresi 22. Ayet ve “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” Hucurât Suresi 13. Ayette olduğu gibi ırklar ve ırksal tutumlara değinildiğini (S:33) ifade eden Bernard Lewis, Kur’an’ın bu ayetlerinden önce dönemlerde ve İslam’ın ilk zamanlarında ırklara dair bir ön yargının olmadığını ancak Kur’an’da ve kadim Arap şiirinde bir farklılık bilincinin olduğunu (S:34) ifade eder. Rûm Suresi 22. Ayette antropolojik ve sosyolojik ırk manasına gelebilecek “dillerinizin ve renklerinizin” kelimelerinin kullanıldığını görürüz. Hucurât Suresi 13. Ayette ise “Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık.” şeklinde sadece bir farklılık bilincinin verildiğini ancak bu farklılıkların insanda üstünlük manasına gelmediğini, Allah katında üstünlüğün takvada olduğu vurgulanmıştır. Yaratılıştan gelen özelliklerin üstünlük oluşturmadığı ancak insanın yapıp ettikleri amelleri ile üstün olabileceğini dile getirir.
Arabistan’da Etyopyalı bir anne ile Arap soylu bir erkekten dünyaya gelmiş adı “Antara” olan rengi koyu bir kişi daha sonra meşhur cahiliye şairlerinden bir olur. Antara’nın yazdığı söylenen “Düşmanlarım tenimin siyahlığından beni yererler, /Ancak karakterimin beyazlığı siyahlığımı örter.” Mısralarda antropolojik ırkçılığın kendisini üzdüğünü, aslında niyet ve ahlakını kastettiği karakterinin düzgün olduğunu dile getirmiştir. (S:39) Aslında ırkçılıktan yakınan Antara daha sonra bir şiirinde kendisi anasına karşı ırkçı bir tutum sergiler.
Bernard Lewis ırkçılık ile ilgili günümüz anlayışına uygun en doğru ilk tespiti “İnsanların tercih hakkında bulundukları kendi eylemleri için övülebileceğini ya da suçlanabileceğini, öldürülebileceğini veya cezalandırılabileceğini”, “Ancak uzunluk ve kısalık, Zanjların siyahlığı ve Yunanların beyazlığı Allah’ın eseri olduğu için, insanlar bu gibi nitelikleri için suçlanmamalı ya da cezalandırılmamalıdır, çünkü Allah bunu engellememiş veya yasaklamamıştır.” (S:53) şeklinde al-Şahib Ibn Abbad’ın yaptığını ortaya koymuştur.
Araplar İslam’ın ilk zamanlarında köleliği insani anlamda düzenleyen haklar getiren ve azat edilmesini teşvik ederek kalkması yolunda tavsiyede bulunmasını nasıl olsa fethedilen yerler Arap coğrafyası ve katılanlar da Arap olduğundan ilk başta Araplık ve Müslümanlık fiili olarak farklılıkları dini olarak hoş görüyorlardı, ancak fetihler sonucu Arap olmayan bir sınıfın ortaya çıkmasıyla bu anlayış değişmeye başladı. “İslam doktrinine göre Arap olmayan müminlerle Araplar arasında bir fark yoktu ve daha tevekküllü olanlar Araplardan daha üstün olabilirdi.” (S:61) diyen Bernard Lewis bu anlayışın İslam fetihleri ile yeni yerlerin fethedilmesiyle Müslüman olarak İslam toplumu içine katılan yerli halkın aleyhine bozulduğunu savunur. “Araplar ele geçirdikleri halklar ile eşit görülmek istemiyorlardı ve ellerinden geldiği kadar, kendi ayrıcalıklı konumlarını muhafaza etmeye çalışıyorlardı. Arap olmayan Müslümanlar daha aşağı görülüyorlar ve mali, toplumsal, siyasi, askeri ve diğer alanlarda ayrımcılığa maruz kalıyorlardı.” (S:61) Fetihlerle Müslüman olarak İslam toplumuna katılanlara azat edilmiş insanlar, köle manasında (mawla) (Mevali) denmeye başlanmıştır. “Elbette ki şeriat özgür Müslümanların köleleştirilmesini katiyen yasaklamıştı ve köle elde etmek için akınlar düzenleyenlere bundan vazgeçmeleri ve diğer bölgelerdeki paganlara yönelmeleri konusunda zaman zaman uyarılarda bulunmuştu.” (S:89) diyen Bernard Lewis köle edinme faaliyetlerini Müslüman siyah Afrika da devam ettiğini ve siyah Müslümanların dinin emirlerinin aksine Müslüman Araplar tarından köleleştirildiğini ifade etmektedir. Orta çağlarda siyah ve beyaz köleler için farklı kelimeler kullanılmaya başlanmıştı. “Normalde beyaz kölelere, ‘sahibi olan’ anlamında Arapça bir kelime olan ‘mamluk’ [memlük] denirken, siyah kölelere ‘abd’ deniliyordu. Zaman içinde ‘abd’ kelimesi sadece siyah köleler için kullanılmaya başlandı ve nihayet birçok Arap lehçesinde ister köle, isterse özgür olsun sadece siyahlar için kullanıldı.” (S:94) “Azat edilmiş beyaz köleler için sınır yoktu, özgürleştirilmiş bir siyah köle ise çoğu zaman ve yerde toplumsal basamakları nadiren tırmanabilirdi.” (S:102) “Fetihlerle başlayan İslam’ın merkezi bölgelerine siyah köle ithalatı on dokuzuncu yüzyıla kadar ve bazı bölgelerde de yirminci yüzyıla kadar kesintisiz devam etti.” (S:100)
Bernard Lewis köleliğin 19.yüzyıldan sonra da devam ettiğini 1912 yılında Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı savaşmak üzere bulunan Enver Paşa’nın günlüğünde “Büyük Senusi Sidi Ahmad Sharif’den gelen özel bir elçi yoldadır, Büyük Senusi’nin selamlarını ve hediyelerini getirmektedir: iki zenci kadın, fildişi ve diğer şeyler. Allah’ım, ben siyah kadınlarla ne yapacağım? Ayrıca kendisinin kutsadığı silahını da getirmektedirler.” (S:123) şeklinde yazdığı siyah kadınların hediye edilmesinden çıkarmaktadır.
“İngiltere’de ve sonra diğer Batı ülkelerinde güçlü bir kölelik karşıtı tepki on dokuzuncu yüzyıl boyunca İslam topraklarını da etkilemeye başlamıştı. Mesele ilk başta kölelik kurumunun ilgası değildi, yumuşatılması ve özellikle köle ticaretinin sınırlandırılması ve nihayetinde ilgasıydı. Antik ve kolonyal sistemlerin aksine İslam hukuku kölelere belirli bir yasal statü ve köle sahibine bazı haklar kadar yükümlülükler de vermişti. Müslüman toplumunda … kölelerin konumu birçok açıdan klasik antikiteden ve on dokuzuncu yüzyılda Amerika’dakilerin durumundan daha iyidir.” (S:131) Aslında kölelerin daha insanca yaşadığını itiraf etmekle birlikte söylemek istemediği bir husus vardır ki İslam köle azad etmeyi her ne kadar normal şartlarda Müslümanların isteğine bırakmış olsa da kendi kusurlarının kefareti olarak -mesela yeminini bozmak gibi- işlemiş olduğu en ufak kusurların affı için kefaret olarak köle azadını bir ceza olarak koyması ile de pek Müslümanların gönüllü azadına bırakmamıştır. “Siyah kölelerin özgürleştirilmesi için emir veren ilk Müslüman yönetici Tunus Beyiydi, kendisi Ocak 1846’da isteyen her köleye bir azat sözleşmesi verilmesini buyurmuştu. (…) Türkiye’de köleliğin ilgası süreci 1830’da başlamış gibi görünmektedir.” (S:133) 1830 ilk Hristiyan kölelerin özgürleştirilmesi fermanı yayınlanmıştır. Daha çok isyan eden Yunanlılardan köleleştirilenleri kapsıyor, bunlara Padişahın bir affı mahiyeti taşıyordu. “1847’de İngilizler, siyah kölelere dair Osmanlı hükümetinden bazı ödünler koparmayı başardı ve 1857’de önemli bir ferman elde ettiler. Ferman Hicaz hariç bütün Osmanlı topraklarında siyah köle ticaretini yasaklıyordu.” (S:134)
Bernard Lewis İslam inancında ırkçılık olmadığı için Irklar arası evliliğini yasaklanmadığını ancak fiiliyatta “kafâ’a” yasal doktrininin ortaya çıktığını ve bununla evlenecek eşlerin denkliğinin arandığını ve Kafâ’a’nın amacının saygın ailelerin onayını almadan yaptıkları evliliklerde veya onaylı da olsa bir durumun ortaya çıkmasında kızı korumak ve istedikleri takdirde uygunsuz evliliklerinin önüne geçmek için evliliği sonlandırmak, aileyi yeni durumlara karşı güçlendirerek korumak olduğunu ifade etmektedir. (S:145) aslında İslam aileyi ve kızı korumaktadır ancak bu koruma Müslüman bir damat ve ailesine karşıdır. Çünkü Müslüman toplumlar ırkçılığa karşı olmakla birlikte tamamen toplumsal ve sosyal nedenlerle savunmasız kız çocuklarının dini farklı kişilerle evlenmelerini yasaklayarak onları korumaya daha doğrusu baskıyla kızın dininin değiştirilmesinden korumayı amaçlar. Müslüman olan başka ırklardan kişilerin evlenmesinde bir beis yoktur. Bernard Lewis “Müslüman erkekler Hristiyan veya Yahudi kadınlarla evlenebilirdi; Hristiyan veya Yahudi erkeklerin Müslüman kadınlarla evlenmesi ise ölüm fermanı demekti.” (S:147) şeklinde ifade ettiği evlilik yasağını ırkçılık temeline dayandırmakla hatalı bir yorum yapmıştır. Bu Müslümanları evlilik yoluyla dini inancını baskı altına alınmasını ve değiştirilmesini önlemek için alınmış bir tedbirdir.
Bernard Lewis Orta Doğu edebiyatında siyah kölelere geleneksel ve klişe suçlamalar yöneltildiğini, siyah kölelere yöneltilen bu suçlamaların aptal, saldırgan, güvenilmez, namussuz, kötü alışkanlıklara sahip, şeytani bir koku yayan, fiziksel görünüşlerinin çirkin, çarpık, korkunç (S:159) olduğu, cinsel yönden siyah kadınların yatakta işe yaramadığı (S:161), hoppa ve kaygısız oldukları, canavar ve öcü (S:166), hatta siyah kölelerin cinsel yönden “Muhteşem yeteneklere sahip ve cinsel olarak yorulmak bilmeyen siyah köleler bazen sahiplerinin eşleri ve kızlarını kandıran veya onları zorla elde eden kişiler, bazen de doymak bilmez ve hüsran dolu beyaz hanımların gönüllü ve gönülsüz kurbanları” (S:162) olarak sayar ve tarif eder. Siyah köleler için ise en olumlu özellik olarak onların ritim tutkusu ve dans bilgisi ve düşkünlükleri ile dindarlıklarını (S:162) sayar. “Buna benzer birçok betimlemeye karşın, İslam dünyasında batılı ırkçıların yaptığı gibi fiziksel bir reddiyeye pek rastlanmaz” (S:161) demesine rağmen Bernard Lewis kölelikle ilgili incelemelerini objektif ve bütün tarihi boyunca farklı inanç ve milletlere şamil yapıyormuş izlenimi vermeye çalışsa da genelde Arap ve İslam toplumlarından örnekler vererek onları ırkçı ve kölelik taraftarı gösterirken Hristiyan, Yahudi ve diğer çoktanrılı ve ilkel din mensuplarına fazlaca temas etmez.
Arap ve özellikle İslam’ın köleliği şartlarını ve durumlarını iyileştirmekle birlikte ırkçı bir tutumla kabullendiğini savunan Bernard Lewis İslam toplumlarını aşan bir genelleme yaparak “Ortadoğu halkları, o dönem de Güney Afrika’da ortaya çıkan ya da ABD’de yakın zamana kadar devam eden ırkçı zulüme hiçbir zaman başvurmadılar.” (S:171) diyor ve ABD’nin köleler ırkçı bir zulüm uyguladığı şeklindeki bir gerçekliğe dikkat çekiyor. Bernard Lewis yukarıdaki cümlesi ile çelişen bir cümle kurarak kendisinin tutarsızlığını ortaya koymaktadır. “[Alfred von] Kremer’in İslam toplumunda ırksal önyargı ve ayrımcılığın bulunmadığını söylemesi elbette abartıydı” (S:173) diyerek İslam toplumlarını ırkçılıkla suçlamaktadır.
Bernard Lewis İslam ve Araplara yönelik tespitleri dışında önceki okuduğum kitaplarından tespit ettiğim şekilde daha genel ve sathi bilgiler verirken İslam ve Arap toplumundan verdiği bilgiler ile bu genel hükümleri açıklamaya çalışmış ve ırkçılık ve köleliği bir nevi İslam’da ırkçılık ve kölelik olarak anlatmıştır. Ancak kitaptaki hava umumi manada bir ırkçılık ve kölelik anlatımını ele almıyormuş izlenimi vermektedir. Okuyucu onu anlamak için daha ince bir satır arası okuması yaparak, bu satır aralarına sıkıştırdığı umumi bilgileri ayıklamak zorunda kalabiliyor.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.