Rıza Müftüoğlu 12 Eylülden önceki hayatına dair şahitliğimiz olmasa bile 12 Eylül’den sonra göz önünde cereyan eden hayatında hemen cezaevinden çıktıktan sonra Milliyetçi siyasette isminden bahsettirmiş yönetimlerde yer almış fedakâr ve cefakâr bir ülküdür. 12 Eylül’den öncesi hakkında biz herhangi bir bilgiye sahip olmasak da tutuklanıp Mamak Askeri Cezaevine konulması ve işkenceler görmesi pek de siyasete ilgisiz olmadığının işaretidir.
Rıza Müftüoğlu’nun yazmış olduğu “Copların Askerleri” adlı kitabın varlığından Raşit Demirtaş ile Mahir Durakoğlu’nun birlikte yazmış oldukları “Dava’nın Davası” adlı kitabı okurken haberdar oldum. Raşit Demirtaş ile Mahir Durakoğlu yazmış oldukları “Dava’nın Davası” adlı kitapta atıf yaptıkları 3-4 kitaptan birisi Rıza Müftüoğlu’nun “Copların Askerleri” adlı kitabıydı. Hemen aldım ve 10-15 gün sonra da okumaya başladım.
“Copların Askerleri” kitabı Ankara’da Ocak Yayınlarından Eylül 2000 tarihinde çıkmış, kitabın Genel Yönetmeni Merhum Yrd. Doç. Dr. Bahattin Ergezer’dir. Merhum Yrd. Doç. Dr. Bahattin Ergezer Rıza Müftüoğlu gibi Milliyetçi ve Ülkücü camiaya çok hizmet etmiş, Ocak yayınlarını kurarak 300 tane kitabın Türk kültür hayatına kazandırılmasını sağlamıştır. Kitap Rıza Müftüoğlunun kitabı niçin yazdığını anlatan bir “Önsöz” ile başlamakta ve hemen kitabın adı da olan “Copların Askerleri” adlı tek başlıkla devam edip 147 sayfa sonra hitama ermektedir. Rıza Müftüoğlu bu kitabını cezaevinde tuttuğu ve sağ salim dışarıya çıkarabildiği notlarına dayanarak yazmıştır. Eserini yazmasının sebebini de “Sekseninde çıplak kadın resmi yapıp karşısında bu eserini seyredenlerin bu ihtilal tablolarını da seyretmelerini ve vicdanlarıyla bir dakika dahi olsa baş başa kalmalarını istedim.” (S:3) diyerek ifade ederken iki bilgi vermektedir birincisi 12 Eylül Darbesini yapan Kenan Evren işkence gibi bir şeye göz yumarken çıplak kadın resimleri yaparak seyredecek kadar ruh hastasıdır. İkincisi de Rıza Müftüoğlu bu kitabı yazarken Kenan Evren hala sağdır ve bu kitap onu vicdan muhasebesine sevk eder diye düşünmektedir. Ama nerede darbe yapmak için görevini yapmayarak ortamın olgunlaşmasını bekleyenlerde ne kadar vicdan olur ki…
Rıza Müftüoğlu’nun Mamak Cezaevi’ndeyken araştırdığı ve not aldığı konulardan birisi de dini konulardır ve bu kitabında bu konudaki notlara ilaveler yaparak yer vereceğini ifade etmektedir ki bu durum da kitabın sadece bir hatıra kitabı değil aynı zamanda bir tefekkürün eseri olduğunu da göstermektedir. “Bu araştırma ve incelemelerimde şunu anladım ki artık bundan sonra din adamlarıyla ilim adamları birlikte çalışmalılar veya çok kuvvetli ve sürekli bir ilişki içersinde olmalıdırlar.” (S:4) İslam’ın ilk yıllarında din adamı ve ilim adamı diye ayrım yoktu, ilim adamı aynı zamanda din adamıydı, Türklerin Müslüman olduğu ve başarılı olduğu dönemlerde de din adamı ilim adamı ayrımı pek yapılmaz astronomi araştıranlar da aynı anda din adamıydı ancak duraklama döneminden sonra bu ayrım yapılmaya başlanmış ve ilim de ilim adamı da memleketten kovulmuştur.
Rıza Müftüoğlu kitabına verdiği “Copların Askerleri” adının menşeini askerden ellerine coplarla vurularak dayak yiyen bir tutuklunun “Askerler gittikten sonra iki elini dizlerinin arasına koyup, gözlerinden sızan yaşlarla birlikte biri yüksek sesle şunu söylüyordu. ‘Bu askerilerin copları… Allah kahretsin, askerlerin coplarını’ Odanın dip köşesinden birinin gür sesi büyük bir sessizlik meydana getirmişti. Uzun bir süre sadece nefeslerin sesi hâkim oldu koğuşa. ‘Ne askerlerin coplar? Copların askerleri bunlar, copların askerleri!’” (S:6) ifadelerinden kaynaklandığını ve “cop” kelimesinin diğer adının da “Kara vicdanlı” olduğunu ifade eder. Yani kitabın adı aslında “Kara Vicdanlıların Askerleri” demektir ki bu da Mamak’taki işkencelerin emir komuta zinciri içinde yukarıdan kara vicdanlı birinin verdiği emirle işlendiğini ifade etmektedir.
Alparslan Türkeş’in daha teslim olmadığı günlerde Rıza Müftüoğlu’nu Gençlik Müşaviri arar ve “Hasta, Hastaneye yatmak istiyor, senin tanıdığın doktora bir sor, yatsın mı hastaneye” Rıza Müftüoğlu “Yani teslim olsun mu demek istiyorsun.” Diyerek cevaplandırınca Gençlik Müşaviri “Evet” diyerek cevap verir. (S:7) Buradaki Hasta Alparslan Türkeş Gençlik Müşaviri de Yaşar Okuyan’dı.
“Türkeş daha Rıza Müftüoğlunun teslim olup olmaması yönündeki araştırması teslim olmuştur. Ancak Rıza Müftüoğlu askeriyedeki Biri binbaşı ve diğeri albay olan iki milliyetçi ile yaptığı görüşmelerden sonra umudu tükenmiştir. “Genel Kurmay istihbarat subayı binbaşıdan anladığım kadarıyla bizimkiler ve bize yakın olanların hepsi ihtilalin oluş biçiminde kaybolmuşlar ve bu oluşuma teslim olmuşlardı. Emir komuta zinciri içinde yapılan ihtilal bütün cuntaları ve özellikle de bizimkileri tesirsiz hale getirmeyi başarmıştı.” (S:9) Yaşar Okuyan’ın organizasyonu ile Halil Şıvgın’ın evinde kalan Türkeş karar vermiş ve kendi evine geçerek teslim olmuştur.
Rıza Müftüoğlu’nun Alparslan Türkeş’in teslim olmasıyla ilgili de şüpheleri vardır ve bu şüphesini de “Türkeş teslim mi oldu? Yoksa teslim olmaya mecbur mu edildi? Kanaatim odur ki Türkeş mecbur edilmişti.” (S:9) Rıza Müftüoğlu’nun şüphesinde ima yollu anlattığı kişiler olarak okuyucun aklına; önce Türkeş’e saklandığı günlerde eşlik eden Yaşar Okuyan, daha sonra da ordu içindeki Milliyetçi Ülkücü subayların ilgisizliği ya da başarısızlığı akla gelmektedir.
MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davasında delil olarak kullanmak üzere ta 1979 yılından başlanmıştı sahte evrak üretmeye, ihtilal gecesi de daha ihtilal başlamadan saatler önce MHP Genel Merkezinin bulunduğu sokağa giren tank elektrik direğine çarpmış muhitin elektrikleri kesilmiş, yine ihtilale birkaç saat var iken MHP karanlıkta el fenerleriyle aranmış, Zeki Kaman, Dürüst Okta vs. şaibeli ve işkenceci oldukları bilinen POL-Der mensubu polis ekibi tarafından yapılan aramada MHP yönetiminden kimse bulunmadığı gibi partide o an bulunanlar da gönderilmiş, daha sonra da MHP’de silah bulunduğu iddia edilmiş, silahlar ve resimler 1987 yılında mahkeme biterken bile ortaya çıkarılamamıştı. Bu kanunsuzluğa örnek olabilecek bir olayı Rıza Müftüoğlu belki sadece kendi bürosunda yapılan gayrikanunî bir uygulama olarak şu şekilde anlatıyor. “Özel harp Dairesinde olduğunu söyleyen kendisini Altan diye tanıtan biri eskiden beri şirkete geliyordu. O gün de bir çuval dolusu silahla gelmişti. Muhasebe müdürü Ahmet Yalav’ın odasına gelmiş, çuvalı bırakmıştı. Ahmet Yalav yanıma gelip: Hepsi kirli silahlarmış. Burada birkaç gün saklanmasını istiyor, dedi. Hepsini şimdi alıp gitsin, hemen dedim. O silah dolu çuvalı alıp gitti. Ertesi gün şirket basıldı. Polisler ve askerler şirkete geldiler ve şirketin her tarafını aradılar. Şirketin bütün evraklarını çuvallara doldurup aşağı indirmeye başladılar.” (S:11) Rıza Müftüoğlu ve şirket personeli titizlikleri sayesinde İstihbaratın kurduğu oyundan kurtulmuşlardı.
Ülkü Ocakları genel Sekreteri Ahmet Bilgin yanlışlıkla C-5’e gitmeden Mamak Cezaevine getirilmiş, Rıza Müftüoğlu ve koğuştakiler de kendisinin C-5’e götüreleceği düşüncesiyle ona işkenceye karşı nasıl direnileceği konusunda telkinlerde bulunup sorguda söylemek istemediklerini gizlemek için istediğini söyleyerek işkencecileri her şeyi söylediğine inandırması gerektiği anlatılmış Ahmet Bilgin bu taktikle işkenceye 22 gün dayanmıştır. Rıza Müftüoğlu onun için “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davasında bildiklerini söylemeyen belki de tek kişi Ahmet Bilgin olmuştu.” (S:20) demektedir. Rıza Müftüoğlu’na göre Mamak’ta Önder adlı gencin arkadaşını kurtarmak için suçunu üstlenmesi gibi işkence altında isnat edilen her suçu kabul edenler (S:21) de vardı.
Rıza Müftüoğlu cinayetle yargılanan herkese “Cinayetler nasıl işleniyordu. Size bir yerden emir mi geliyordu.” sormuş ve şöyle bir neticeye ulaşmıştı. “Aldığım samimi cevaplarda hiç biri cinayetin bir emirle işlenmediğini anladım. Genelde üç beş kişi bir araya gelip kendilerince karar veriyorlardı. Zaten Türkiye’de büyük ses getiren cinayetlerin hiç biri ülkücüler tarafından işlenmemişti. Daha doğrusu cinayeti işleyen ülkücü de olsa o emri teşkilattan almamıştı. Bir görünmeyen el bu cinayetleri işletiyordu. Bir el veya birkaç el ya da eller.” (S:21)
C-5 işkence hanesi ve zülüm yeri Mamak cezaevinde yatarken sanki bataklıkta açan bir gül misali insani bir duygu yeşerir ve Rıza Müftüoğlu ile eşi Semahat Hanım arsında duyguya dayalı bir hal telepati ile cereyan eder. “Soğuk ve yağışlı bir gün, eşim görüşten sonra koğuşumuzun karşısındaki duvarın dibinde saatlerce durmuş ve bende bir ızdırap içersinde onu seyretmiştim. Arkadaşıın Rıza Rençberoğlu ‘Burada durarak ıslanmayın, hastalanırsınız, Rıza^da seni görmüyordur’ diye uyardığında, eşim ‘O beni ne yapar yapar görür, ben bekleyeceğim’ diye cevaplamıştı. B Blok’un komutanı, askerlerin uyarısına aldırmayan eşimi şikâyet eden askerlere ‘Bırakın bu yağmurda duran da akıl mı olur. Varsın dursun’ demişti. Demişti ama yine de çok uzun süre durdurmadılar. O benim sadece koğuşumun penceresini görebilirdi, ama ben onu tam olarak yağmurun altında ıslanırken görüyordum.” (S:29) Bundan daha büyük bir aşk olabilir mi? İçerde yatan tutsak yârine helalinden sunulan bir teselli görünmesi ki gönülleri bir birine kilitleyen bir görünme. Eşe duyulan sadakat ve bağlılık, yağmur ve soğuğa rağmen. Dostların, Asker ve Komutanların ikazlarına rağmen eşine görünebilmek için direnmek. O şartlarda sunulabilecek en teselli verici hediye. Allah razı olsun bize insanlığımızı hatırlatan Rıza Müftüoğlu ağabeyim ile Semahat Hanım yengemden, ablamdan.
Mamakta aynı koğuşta kalan komünist teröristlerin ülkücülerin ileri gelenlerinden birini öldüreceği ta dışarıya kadar yayılınca, bunu duyan Rıza Müftüoğlu’nun Hanımı Semahat Hanım tanıdık Yarbay Reşat Pasin ile birlikte Mamak Cezaevi Müdür Albay Raci Tetik ile görüşmeye gider. Komünistlerin eylem yapıp Ülkücü ileri gelenlerin birini öldüreceği hakkında duyduklarını söyledikten sonra koğuşların ayrılmasını ister. Raci Tetik “O zaman solcuların koğuşlarına girmemiz zor olur.” (S:38) diyerek 12 Eylül’den önce sükûneti sağlamak, terörü durmak babından gösterdikleri zaafın Mamak’ta içeride de devam ettiğini itiraf etmiştir.
“Aslında hepimiz bir siyasi patinin mensubu olmaktan çok Türk Milletinin milli refleksleri içersinde yer alan insanlardık. Bu milli refleksin elemanlarıydık. Kendimize en yakın MHP’yi görmüştük. MHP’nin yönetimine kim gelmiş, yönetimden kim uzaklaştırılmış bizi pek ilgilendirmemişti. Sadece Türkeş bizim için önemliydi.” (S:41) Rıza Müftüoğlu burada Ülkücülerin ülkücü olmasının gerekçesini açıklıyor. Bu gerekçeye etki eden kişinin de tek başına Türkeş olduğunu ifade ediyor. Yani Ülkücüler Türk Milletinin yaratılış mizacına uygun davranışları göstermektedir, bu mizaca uygun hareket eden de MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş olduğu için Türk’ün evlatları da MHP’li ve ülkücü oluyorlardı.
Rıza Müftüoğlu 12 Eylülden önce ülkücüler tarafından yapıldığı söylenen eylemleri; ülkücü olanların genel merkezden ve yerel teşkilattan habersiz yaptıkları eylemler ve suçlar, kendi şahsi meselelerinin intikamını almak için yapılıp ülkücüler işledi intibaı verilen eylemler ve suçlar (S:42), polis ve mit mensuplarının aralarına sızdığı teşkilat mensuplarına işlettikleri veya birlikte işledikleri suçlar olarak sınıflar ve polis mit sızmalarının çok fazla dillendirildiğini ve herkesten şüphelenilir duruma gelindiğini ifade eder. Örnek olarak da “MHP Yürütme Kurulu Üyesi olan Murat Bayrak’ın Sıkıyönetim tarafından arananlar listesinde olmaması bile çok şeyler çağrıştırıyordu. Çünkü MHP Genel İdare Kurulu üyelerinin tümü aranacaklar listesindeydi ama bu kişi savcılık tarafından hiç listeye bile alınmamıştı. Kullanılanların yanında özel olarak hareketimize görevli gelenlerin olduğuna da inanıyorduk.” (S:43) dediği olayı anlatır.
Rıza Müftüoğlu’nun Mamak ve C-5 günleri için azdığı hatıratı bu güne kadar yazılmış hatıratlardan biraz farklı. Fakı şu ki bundan önce okuduğum onlarca hatırat sadece Ülkü Hareket ve Ülkücülerin C-5 ve Mamak’ta yaşadıkları işkence ve zulüm olarak ele alıyordu. Rıza Müftüoğlu bu günleri yazarken aralara eşine yazdığı şiirleri ve mektupları da serpiştirerek yâre duyulan hasret ve işkence altında bile bitmeyen sevgiyi anlatıyor. Belki ötekiler ya böyle anlatılacak yazılacak bir eşleri bir sevgilileri olmadığından, belki mücadele günlerinde olduğu gibi sevgiliye zaman ayırmayı akıl edememekten belki de onları bu insanlığın uğramadığı yerden uzak tutmak için yazmamışlardır. Ama Rıza Müftüoğlu insan olmanın gereği olarak çocuklarına ve eşine duyduğu hasreti ve kavuşma arzularını yazarak onların da hayat tutunmalarını sağlıyordu.
Mamak’ta hafta iki görüş olduğunu bunu birisinin eş, çocuklar ve anne baba gibi birinci derece akrabalar ile olduğunu birisinin de sanık avukatlarıyla olduğunu ancak sanık avukatlarının çoğunun da bu görüşmelere gelmediğini ifade eder. “… tabi çoğunun avukatı gelmiyordu. Zaten bunlar öylesine tutulan avukatlardı. Teşkilat tutuyordu. Çok az bir ücretle yakınlar tutuyordu. Az bir ücretle tutulan avukat da Mamak’a çok nadir geliyordu.” (S:57) burada “öylesine tutulan avukatlardı” ifadesine katılmak mümkün değildir. Birincisi avukatı tutan teşkilat yöneticisi veya akrabalar bu niyette değillerdir. İmkânları elvermediği için bu yüzde düşük ücretli avukat tutabilmişlerdir. Avukat’a iş savsakla mış gibi yap dememişlerdir. Aslında avukatın yapması gereken ya bu ücreti kabul etmemesi gerekirdi, ya da ücret ne olursa olsun üzerine aldığı iş en iyi şekilde yapması gerekirdi. Namuslu adamların yapacağı iş bu şekildedir. Hem düşük ücrete razı olup ücret kadar iş yaparım demek ahlaki bir davranış değildir.
Ülkücülerin Komünistlerle aynı kefeye konulması ve savundukları devlet tarafından yargılanmaları hep tartışılmış, hiçbir ülkücü bu duru hazmedememiştir. Bu konuda Rıza Müftüoğlu’da “Devleti yıkmak, rejimi yıkmak isteyenlere karşı mücadele edenler şimdi ne gariptir ki devleti yıkmak suçuyla karşı karşıyaydılar.” (S:65) düşüncelerini dile getirmiştir.
İnsan kendisinin olana karşı çıkmaz. “… çeşidi ne olursa olsun genelde eylemleri solcular yapıyordu. Ülkücülerde ise hala daha devlete karşı bir eylem fikri yoktu.” (S:73) Ülkücüler de devleti sahiplenmişlerdi. Onu şikâyet ve ya ona karşı yıkıcı, zarar verici bir eylem düşünmüyorlardı. Ancak devlet kendisini savunan Ülkücüleri yıkmak isteyenlerle aynı kefeye koymuş işkence hanelerde zülüm yapıyordu.
Rıza Müftüoğlu MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davasının başladığı ilk mahkemede Başbuğ Alparslan Türkeş’in salona girerken Ülkücülerin ayağa kalkıp İstiklal Marşı’nı okumalarını beklide en iyi anlatan kişi, “Copların Askerleri” de en iyi şahsi hatırattır. Rıza Müftüoğlu İstiklal Marşı okunmasının mahkeme heyeti ve ülkücüler üzerindeki farklı tesirlerini felsefi derinliğiyle ortaya koymuş ve Mahkemenin seyrini nasıl etkilediğini de izaha çalışmıştır.olarak
“Copların Askerleri” kitabı başlarından itibaren yarısına kadar sanki birinci bölümde sadece Rıza Müftüoğlu’nun hatıralarından oluşmuş diyecek kadar yoğun hatıra içerirken yarıdan sonrası için de ikinci bölümde daha çok ilmi tartışmalar, ayet ve hadisler, İnsanın yaratılışı, Ruh hususunda okuduklarından çıkardığı neticeler ile koğuşta yapılan tartışmalardan oluşan açıklayıcı fikirlere yer veren, sadece hatırattan oluşmayan bir kitap görünümündedir.
Bir gün gardiyanlar koğuşa bir adam getirilir, Ülkücülerin koğuş kıdemlisi Malatyalı Mehmet Kurşun adamı tanır. “Adam MİT mensubu Ergin Örgügören’di MHP’nin faşist bir siyasi parti olduğu izlenimi veren bir bildiriyi İstanbul’da Beşiktaş ilçe teşkilatı marifetiyle yayınlanmasının mimarıydı.” (S:124) Solcular kendi grupları içine almayınca ülkücüler de bir plan yaprak aralarına alıp onunla planlı bir samimiyet kurup konuşturmak isterler. Nitekim bir dereceye kadar da başarılı olurlar. Rıza Müftüoğlu MİT mensubu Ergin Örgügören’e şu teklifi yapar. “Gel sen mahkemede bir ifade ver. Bu ifaden MİT’i de sıkıntıdan kurtarsın. Sen eğer, ‘ben MHP’nin faşist bir siyasi parti olup olmadığını test etmek için bu bildiriyi hazırladım ve dağıttım. Tepkilerin ne olacağına baktım’ dersen kendin de kurtulursun, herkes de.” (S:125) Rıza Müftüoğlu ve arkadaşları mahkeme gününe Ergin Örgügören’i hazırlarken devlet de boş durmuyor onları takip ediyor. Ve mahkemeye 4 gün kala Ergin Örgügören’i Ülkücülerin koğuşundan alıp Sol görüşlü Prof. Dr. Sadun Aren’in koğuşuna verir. Ergin Örgügören de mahkemede planladıkları ifadeyi vermez. Ülkücüler koğuşun takip edilip edilmediğini ortaya çıkarmak için koğuşta nöbet tutarlar ve solculardan üç kişinin aynı asker ile devamlı gece geç saatte görüştüğünü tespit ederler.
Rıza Müftüoğlu önce selamlaşarak başladığı irtibatla solcu bir mühendis ile sohbet edecek duruma gelmiş ve sohbetlerinin ortak neticesi “Fikir hareketlerinin aslında bir toplumun seviyesinin yükselmesi v geleceği kucaklaması için gerekli ve faydalı olduğunda mutabıktık. Bu açıdan ülkücü ve solcu aydınların yetişmesi ve sayısının çoğalmasında yarar görüyorduk. Ama bu kavga ve öldürmelerin aslında fikir hareketlerini de öldürdüğünü düşündüğümüzü birbirimize anlatıyorduk.” (S:129) düşündüklerini ancak Rıza Müftüoğlu’nun sol görüşlü mühendise silahlı mücadele hakkında “Ama ne zaman ki Komünist Parti 1978 Moskova kararlarını aldı, o kararlarda artık Ülkücüler Rusya için ve komünizm için büyük tehlike olarak görülmüştü. Kararlarda ülkücülerin silah dâhil her türlü yollarla sindirilmesi meselesi yer almıştı, ondan sonra solcularla ülkücüler arasında silahlı çatışmalar başladı ve bu doruk noktaya ulaştı.” (S:129) şeklindeki bir ifadeyi solcu mühendise söylemiştir. Solcu Mühendisin Rıza Müftüoğlu’na anlatmış olduklarından yukarıdaki ifadelerin cevabı olabilecek cümleleri ise şöyledir. “Gerçi bazı şeyleri hissediyorum ama tespit ettiğim bir şey yok. Benim gördüğüm sol cephede silahtan hoşlanmayanlar çoğunlukta. Ancak size karşı olan bir cephede yer almamız solun silahlı eylemlerine sahip çıkma gibi bir durum doğurmadı değil. Solun silahlı aktif fraksiyonları bu açıdan hepimize yön verebiliyor diyebilirim.” (S:130)
MHP Genel Başkan Yardımcılarından biri savcılığa dilekçe vererek tekrar ifade vermek istediğini bildirmiş, bu genel Başkan yardımcısı “Türkeş’i suçlayan bir ifade verip kendini kurtarmak istiyormuş.” (S:133) Alparslan Türkeş bütün partileri toplayıp “Arkadaşlar herkes istediği gibi konuşabilir. Ancak bilmediği hiçbir şeyi söylemesin. Bildiği ne varsa söylesin. Ben kurtulurum diye yalan ya da bilmeden konuşursa bunun hiç kimseye faydası olmaz. Hem buradan sırayla hepimiz çıkacağız. Sonra çok mahbup olursunuz.” (S:133) diyerek uyardığını ve bu kişinin hanımının da Alparslan Türkeş’i suçlayıcı ifade vermek isteyen MHP Genel Başkan Yardımcının kendisini uyararak “Bu sana yakışmaz” diyerek böyle bir ifade vermemesini istemiştir.
Rıza Müftüoğlu Alparslan Türkeş’in “Eğitimcilerin başı olan zat bir gün tabureyi hızla masaya ve yere vurarak Türkeş’e dönmüş ve şunları söylemiştir. ‘Bütün bunları senin yüzünden çekiyoruz. Sen adi bir insansın. İşlediğin suçları bize yüklemenin anlamı ne’ diyerek bağırmış, çağırmış. Maksat idaredeki subayların duyup bunu üstlerine rapor etmeleri ve kendisinin bir ihtimal kurtulmasını sağlamakmış” (S:133) şeklinde yaşadığını anlatmıştır. Eğitimcilerin başı Namık Kemal Zeybek idi ve aynı zatın hanımı da Mamak Askeri Mahkemesinde salondan eşlerini görmek için askerden şahsi izin almış bir ülkücünün hanımına “çekil oradan ben eşimi görecem” gibi kaba ve sert bir ifadeyle edep dışı bir davranış sergilediği “Dava’nın Davası” adlı kitapta yazmaktadır.
“Ben ikinci sırada oturuyordum. En ön sırada Türkeş ve partili arkadaşları oturuyordu. Bir ara tam Türkeş’in arkasına gelecek şekilde yerimi değiştirdim. Görevlilerden kimse bunu fark etmedi. (…) Ben dışarıdan eşim vasıtasıyla Ferruh’tan ve asker emeklisi olan avukatım Münir Tüfekçibaşı’ndan aldığım haberleri kendisine iletiyordum. Aldığım haberler mahkememizin sonucunun şimdiden belli olduğu ve kimlerin ne zaman tahliye olacağının da tespit edildiği hususlarını kapsıyordu. Türkeş kendisine de aynı bilgilerin geldiğini, Dil ve İstihbarat Okulu’nda bunu arkadaşlarına ‘Hepiniz tahliye olacaksınız, en son ben tahliye olacağım’ şeklinde ilettiğini anlattı. (…) Türkeş o meşhur siyah pardösüsünü çıkarırken, daha önceleri Türkeş’im yanına kendilerinden başka kimseyi yaklaştırmak istemeyenler hiç oralı olmuyorlardı. Türkeş pardösüsünü kendi çıkarıyor kendi giyiyordu. Bu duruma çok bozuluyordum. Bir gün karar verdim ve Türkeş geldiğinde pardösüsünü çıkarırken ben elimle tuttum ve yardımcı oldum. Giyerken de yine pardösüyü tutuyor ve giymesine yardımcı oluyordum. Bir ay bu böyle devam etti. Hiçbir görevli bir şey söylemedi. Türkeş’te buna memnun olmuştu. Benim içimi yakan Türkeş güçlü iken yanında dalkavukluk derecesinde bulunanların şimdi umursamaz tavırlarıydı. Bir ay sonra C-1 Blok sorumlularından Yanık lakaplı Yüzbaşı ben yine Türkeş’in pardösüsünü tuttuktan sonra yanıma geldi. ‘Bir daha palto tutmayacaksın. Çok meraklıysan git sen de Dil ve İstihbarat Okulu’na o zaman tutarsın. Yasaklıyorum tamam mı” dedi.’ (…) Ancak en azından o gün, Türkeş’in pardösüsünün tutulmasını temin etmek istiyordum. Bir de bu sol görüşlü olduğu söylenen Yüzbaşı ile mücadele etmek istiyordum. Ben yerimi Kırıkkaleli bir arkadaşla değiştirdim. Kırıkkaleli arkadaş tam Türkeş’in arkasına benim yerime oturdu. Ben sıranın en ucuna geçtim. Yaptığımız plan şuydu. Öğleyin bu arkadaş pardösüyü tutacak, yanık yüzbaşı terslediğinde ‘Ben bilmiyordum efendim, bundan sonra tutma ‘ denecek, akşama doğru ise yan sıradan D Blok’tan yine Kırıkkale’li Hasan Ersanlı tutacaktı. Hasan Ersanlı B Bloktan benim koğuş arkadaşımdı. Planımız aynen yürüdü. İlk pardösü tutuşundan sonra yanık yüzbaşı hışımla geldi 2Ben palto tutulmayacak demedim mi’ dedi. Cevap ‘Ben bilmiyordum. Daha tutmam’ oldu. Akşam mahkeme bittiğinde yanık yüzbaşının gözü Türkeş’in üzerindeydi. C Blok’tan kimse tutmamıştı ama bu sefer D Blok’tan Hasan Ersanlı tutmuştu. Yüzbaşı bir örgütlenme olduğunu fark etmişti. Çok sinirlendi. Başını sallamaya başladı.” (S:134)
Bu kadar uzun bir hatırayı neden mi yazdım? Bir davaya bağlılığın insana anında vazife yüklediğini ve davasına sadık insanların zor şartlarda bile davasına ve liderine sadakatten ayrılmadıklarını göstermek için yazdım. Daha önce MHP’li olduğunu zannettiğimiz bir takım karakteri zayıf insanın Dil ve İstihbarat Okulu’nda hiçbir ayrıcalık uygulanmadan kendileri gibi tutukluyken Alparslan Türkeş ve davaya karşı takınmış oldukları suçlayıcı ve küçük düşürücü tavırlar sergileyen zatların dava adamlığından ne kadar uzak olduklarının görülmesi ve sonradan gelecek nesillere aktarılması için yazdım.
Rıza Müftüoğlu bu ikaz la kurtulamaz 3 gün hücre cezası alır. İlk gün hücrede her on beş dakikada bir gelerek on dakika cop ile ellerine vurarak ayrıca işkence ederler. Asıl işkence ise bu yüzden daha büyük bir ceza almasıdır. “O gün mahkemede rahatsızlığımı beyan ederek, revire çıkmak istediğimi bildirdim. Maksadım amcamın oğlu Dr. Faruk’u görmekti. Çünkü Mahkeme Heyeti Başkanı Tuğgeneral Yaşar Selamoğlu 9 aydır tahliyemi istediği halde heyet buna katılmıyordu. Canım sıkılmıştı. Doktora çıkığımda amcamın oğlu ile bir araya geldik, ancak beni oraya getiren Başçavuş bizi hiç yalnız bırakmıyordu. Sonunda [Amcam oğlu Dr] Faruk Başşavuş’u dışarı çıkardı ama kapı açık bırakıldı. Tansiyonuma bakarken ‘Yakında tahliye olursun sanırım. Daha önce olacaktın ama palto tutman buna engel oldu. Türkeş’in paltosunu tutmasaydın aylar önce tahliye olmuştun’ diyerek bana bilgi verdi.” (S:145) Rıza Müftüoğlu herkesin bir gün bir saat, bir saniye önce tahliye olmak için can attığı işkence haneden lideri Alparslan Türkeş’e olan bağlılık ve saygısıyla paltosunu giyinip çıkarmasına yardım etmesi yüzünden 9 ay gibi uzun bir süreyi özgürlüğünden olarak içerde geçirmiştir. Bu yönden her türlü övgü ve saygıyı hak eden bir kişidir.
Rıza Müftüoğlu’nun yazmış olduğu “Copların Askerleri” adlı hatırat ve fikir kitabı içerdiği hatıralar ve fikri felsefi yazılar dolayısıyla türünün tek örneği olma özelliğini taşıyor. Rıza Müftüoğlu MHP’nin Eğitimcilerinden biri olması dolayısıyla okuyan yazan bir kişi olarak sadece olayları anlatarak bir macera kitabı yazmamıştır. O hatıralarının arkasını düşünce ve gerekçelerle besleyerek okuyanların kendilerine bir ders çıkaracağı fikir kitabı yazmıştır.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.