Adnan İslamoğulları’nın daha önce “Bizimkisi Bir Ocak Hikâyesi” kitabını okumuştum ama “Kuyu” adlı kitabını her ne sebep engel olduysa bir şekilde alıp okumamıştım. Bu kitabı almayışımın zihin ardındaki sebebi ise daha çok da roman olarak düşünmediğim için almadığımdı. Daha sonra üçüncü kitabı “Külhan” romanı çıkınca alıp okudum. “Külhan”ın bir nevi “Kuyu”nun devamı olduğunu gördüm. Devamlı “KUYU” ile bir bağ kuruluyor ve hikâyelerin başlangıç yeri olarak gösteriliyordu. Zihnimde oluşan bu devamlılık dolayısıyla “Kuyu” romanını da okumaya karar verdim.
Ülkü Ocaklarına ait “Bizim Ocak” gibi bir teşkilat yayınında yazdıktan sonra ülkü Ocaklarıyla alakası olmayan bir anlayışla yayın yapan çeşitli dergi ve gazetelerde yazı yazan Adnan İslamoğulları her üç romanında da ülkücülerle ilgili okunacak, sevilen, kabul gören hikâyeler yazmaktadır.
“Kuyu”yu okumaya başlayınca aklıma çok iyi bir kurgucu olduğu geldi. Çünkü romanına başlarken anlattığı otobüs yolculuğu ve rüyası bizim gibi ancak gördüğünü noksansız anlatma çabasında olanlar için cezbedici bir anlatım özelliği taşıyor ve okuyucuyu meraklandırıyor.
Adnan İslamoğulları’nın “Kuyu”su Ötüken Neşriyat tarafından ilk baskısı 2020 tarihinde, ikinci baskı ise 2021 tarihinde 461 sayfa olarak yapılmış. Kitabın sonunda Birinci Cildin Sonu yazıyor ancak “Külhan” romanına başlarken ikinci cilt ve “Kuyu”nun devamı olduğunu belirten bir ibare yok. Sadece hikâyenin devamı olduğunu bu kitaba yapılan atıflarından anlayabiliyorsunuz Külhan’ın Kuyu’nun devam olduğunu.
Adnan İslamoğulları misafir olduğu evin salonunda yapılan sohbet esnasında “Bu ülkenin ihtiyat akçeleridir. Marksist yayılmacığın karşısında canları pahasına bu ülkeyi savunmaktan geri durmayacaklardır. Çeğen Tepesi’nde Enver kim ise, Konak Meydanı’nda Hasan Tahsin kim ise, Kocatepe’de Mustafa kemal kim ise bu çocuklar da onlardır. Umarım devletimiz bir gün bu çocukları da kurunun yanında külhanına atıp yakmaz.” (S:18) şeklinde geçen ifadelerle daha başlarda bu kitabın devamının “Külhan” olacağının işaretini veriyor. Ayrıca ülkücülerin vatanın bağımsızlığı uğrunda çalışmış kahramanları Enver Paşa, Hasan Tahsin ve Mustafa Kemal’in yaptığı işleri yapan bir nesil olarak gördüğünü ancak bunların daha sonra devlet tarafından sorumlu tutulup cezalandırılacağını da ilk tespit olarak yaparak işaret ediyor.
Yukarıdaki cümleyi söyleyen ağabey hakkında toplantıya katılan komutan “Ağabey’e ciddi bilgi akışı vardı ve kendisine karşı imalı sözler sarf etmişti. ‘Allah hepimiz ihtirastan korusun’ derken ne kastediyordu? Yoksa bu kadar derin bir istihbaratı mı vardı? Eğer böyle ise bunu Türkeş’le paylaşır mıydı? Bu kötü olurdu. Bu ihtimali masaya yatırmalı ve gerekli yerlere gerekli ikazları yapmalıydı. Türkeş muhakkak devre dışı kalmalıydı.” (S:21) düşünüyordu. Romanda Ağabey olarak anılan kişi ile Ülkücü hareketim ağabeyi Galip Erdem ima edilmiştir. Ve Türkeş’in de Galip Erdem gibi istihbaratçı arkadaşları vasıtasıyla bilgi aldığı anlatılmaya çalışılmıştır. Şu bir gerçektir ki her Türkiye’yi yönetmeye talip siyasi parti Türkiye’nin değişik şehirlerinde olan olaylardan kendi çapında bilgi alarak pozisyon geliştirmeye çalışmaktadır. Doğal olarak MHP ve Türkeş de böyle davranmışlardır. Ülkücüler mağduriyet yaşayan halkın merkezinde olunca da kendilerine göre haber toplama faaliyetleri ister istemez daha organize ve daha yaygın olmuştur. Ayrıca Türk dünyası lideri olmak hasebiyle Türkeş’e daha fazla bilgi akışı olmuştur. Ancak asker Türkeş’i yeni oluşumda saf dışı bırakmak istiyor.
“Emredersiniz, diyerek çıktı odadan Ağabey. Özel kalemde oturan Başkana ‘Yürüyelim mi biraz?’ dedi, birlikte ayrıldılar genel merkezden. Reis ile paylaştığı endişelerini iletti Başkan’a.” (S:39) “Uzak durun Başkan, uzak durun çatışmadan. Hele ki mezhep çatışmasından uzak tutun ülkücüleri. Teşkilatlarını kontrol et, sızmaları kontrol et. Provokasyonlara izin verme.” (S:40) Cümlelerinde geçen Ağabey Galip Erdem, Reis Abdullah Çatlı, Başkan da Ankara Ocak Başkanı’dır. Ya da Reis Alparslan Türkeş, Başkan da Muhsin Yazıcıoğlu ya da Ankara Ocak başkanı Ali Uzunırmak’tı. Galip Erdem resmi görevli asker polis istihbarat görevlisi kişilerle irtibat kurup ve roman kahramanı Yusuf gibi kendisine haber getiren güvendiği kişiler ile kurduğu istihbarat toplama ağı sayesinde öğrendiklerini zaman zaman Ülkü Ocakları Genel Başkanlığında o an Başkan olan ve Reis Çatlı ya da Alparslan Türkeş, Muhsin Yazıcıoğlu ve Ankara Ocak Başkanı ile paylaştığı ve ülkücü gençlerin korunması yönünde alınması gereken tedbirlere bilgi sağladığı anlaşılıyor. Gerçekte tam da böyle olmasa da MHP ve Ülkü Ocakları teşkilat ve bağlıları sayesinde zaten bir şekilde ülkenin muhtelif yerlerinden bir istihbarat alıyordu.
Mehmet Selim Efendi ile Yusuf muhabbet ederken aralarında geçen konuşmada Mehmet Selim Efendi’nin Yusuf’a söylediği “Ya Hafız diyelim. Allah sizleri korusun. Dört yılı aşkın zamandır onların içindesin ve dolaylı olarak bize çok önemli bilgiler verdin ama biliyorsun ki asıl tehlikeli yola şimdi giriyorsun artık. Sana güveniyorlar. Senin üzerine plan yapacaklardır, örgütün İzmir yapılanmalarıyla ilgili. Tam da bu planların ortasına düşeceksin. Gitgide arttırıyorlar eylemlerini. Artık daha büyük hedeflere yönelecekler. Ne kadar vatan evladını kurtarırsak şükredeceğiz ve tabii bunların çanına ot tıkayacağız.” (S:57) şeklindeki cümleler Yusuf’un Komünist örgüt arasına Ağabey tarafından sokulmuş bir istihbaratçı olduğunu ve annesinin ve ailesinin kendisini komünist solcu olarak bilmesinin de bir yanıltmacanın uzantısı olduğunu anlıyoruz. “Zaman zaman görüşeceklerdi bundan sonra ve o günden sonra Yusuf bir daha ocağa gitmeyecekti.” (S:69) Cümlesiyle de artık Yusuf’un aslında Milliyetçi ve Ülkücü bir kişi olduğu netleşiyor. Ve artık Yusuf’un ülkücülüğü kesin çünkü mahalleden bir de arkadaşı vardır. “Nazif çok iyi ve faal bir ülkücüydü, zaman zaman birlikte giderlerdi ocağa.” (S:73) Nazif burada Yusuf için arkadaş olmakla birlikte sanki ülkücü gazimiz Muharrem Şemsek’in vurulup tekerlekli sandalyeye mahkûm olması gibi bir olayı kurgu olarak romana taşıyan kahramanımız. Muharrem Şemsek ağabeyden başka var mı şu ana kadar duymadım tekerlekli sandalyeye mahkûm olan ancak tabi ki çok gazimiz var, sakat kalan ve bakıma muhtaç olanlar.
“Bir vazifesi var mı Yusuf’un, yoksa Efendinin külhanında pişiyor mu şimdilik?” diye sorunca Madam Eugenie, Arekel “Var. Yusuf Marksist bir örgütün içinde Grande, bildiğiniz komünist yani Yusuf.” keklinde cevap verir ancak Madam Eugenie “Zaten bu sebeple de Paris’e gelmeli.” der ve kendisine bakanlara karşı devam eder “Ne bakıyorsunuz böyle? Bilmiyor musunuz sizin komünistleriniz hep Fransa’nın tornasından geçer. Yüz yıldır böyledir. Sizin milliyetçiler ‘Komünistler Moskova’ya!’ diye bağırıyorlar ya, külliyen yanlıştır, aslında ‘Komünistler Paris’e!’ diye bağırmaları gerekir.” (S:159) şeklinde verdiği cevapla da Türkiye’deki Komünistlerin bağlılıkları Moskova’ya olsa da yetişip beslendikleri yerin Paris ve diğer batı ülkeleri olduğu gerçeğini vurgulamaktadır.
Şimdi daha iyi anlıyorum Adnan İslamoğulları’nın “Kuyu” romanının kahramanı Yusuf’u İzmir’de sol örgütler içine girmiş bir istihbaratçı olarak yazmasının sebebini. İlhan C. Köymen ağabeyin “İstikbal Yürüyüşü” adlı İzmir’deki Ülkücü Mücadeleyi anlatan hatıratında da bahsettiği gibi Ülkücü Mücadele sırasında en fazla kayıp verilen yerlerin başlarında geliyordu İzmir. Hatta bu kayıplara dikkat çekmek ve hükümeti tedbir almaya mecbur bırakmak için kış gününde İzmir’den Ankara’ya adına “İstikbal Yürüyüşü” dedikleri bir yürüyüş bile gerçekleştirmişler de hükümet oralı bile olmamıştı. Yusuf ilk istihbaratını da ev arkadaşı enderlerin evine gittiklerinde Ender’in amcasının Teknesi ile denizde gezerken içtikleri şarabın sarhoşluğuyla ağzından kaçırdığı Ülkücü işçiler derneği lokalinin komünist militanlarca taranacağı bilgisini hemen Ülkü Ocaklarından Cem’e bildirip tedbirli olmalarını istemesiyle göstermiş oldu (S:181-182).
Adnan İslamoğulları’nın roman tekniğinde beni cezbeden bir şey de güzel ve estetik şeylere olan vukufiyeti ve mesela mobilya sanatının incelikleri konusunda romanda öğrenilmişte yazılmış hissi vermeden bu bilgilerin onun günlük yaşantısının bir parçası gibi kendiliğinden tezahür eden alışkanlıklarının bir eseri gibi sunmasıdır. Hiç verdiği bilgilerin roman üzerinde eğreti durmaması ve sanki hayatının her anı bu verilen bilgilerle geçiyormuş ve günlük yaşantısının içinden gibi olmasıdır, ya da değilse bile böyle gerçekçi bir şekilde sunmasıdır. Bir mobilya dekorasyoncusu, bir mimar vs. gibi işin en ince noktasıyla anlatılması dikkat çekicidir. Entelektüel bir hava var. Romanın kurgusu basit değil girift bir kurgu ile birkaç olay aynı anda başarıyla işlemiş.
“Necati bağırarak yere düştüğü anda Yusuf art arda iki kez bastı tetiğe. Yere serildi adam. Ardından birinci araçtaki adamı da araçtan çıkardı ve onun da kafasına sıktı Yusuf.” (S:197) Yusuf Komünist bir sol örgüt içine sızmış milliyetçi bir istihbaratçı, ancak yaptıkları eylemde iki kişiyi öldürmüştür. Hem de kendisi planlayarak. Planı yapanların dışında bir başka plan yapıp olacakları öngörüp öldürerek. Bir polis ya da istihbaratçının içine sızdığı örgütün eylem grubuyla birlikte suçlu bile olsa –buradaki silah kaçakçıları gibi- vatandaşları öldürülmesi ne kadar doğrudur? Bu hiçbir devlet görevlisinin yanlışını izaha yaracak bir yoruma açık değildir. Eğer öyle olduğunu kabul edersek 12 Eylül Darbesini yapan Kenan Evren ve cuntasının da “1 yıl darbenin şartlarının olgunlaşmasını bekledik” açıklaması Yusuf’un adam öldürmesinden daha masum olur. Sızdığı grup içinde deşifre olmamak için eylemlere katılmak ve adam öldürmek devletin hukuk düzeni içinde kabul edilecek bir durum değildir. Velev ki bu öldürülenler Ü
lkücülerin düşmanları da olsa devlet adına çalışan ülkücü açısından yanlış bir hareket tarzıdır.
Sözde Ender’in babası Şükrü Bey Yusuf’a nasihat ediyor ancak ettiği nasihat 12 Eylül ihtilalinden sonra darbecilerin yapmış olduğu “herkesi aynı kefeye koymak” uygulamasıdır. “Bu devlet köklüdür, bu devlet güçlüdür. Ne sizin devrim marşlarınızı dinler ne de karşınızdakilerin Çankaya yokuşundaki bozkurt yürüyüşlerine izin verir. Bir gün gelir sizi ve onları aynı terazide tartar ve ezer. Bizim devletimiz kendisini tehlikede gördüğünde yanındakine de acımaz, karşısındakine de. Sehpaları kurduğu zaman, ilmiğin ucunda kendi öz evladı mı sallanır yoksa kendi düşmanı mı, bakmaz ona. Kırılır incecik boyunlarınız o ilmeğin içinde.” (S:213) Aynen öyle olmuştu 12 Eylül darbesinden sonra darbecilerin ayırmadığı gibi yazar da Ülkücüler ile Komünistlerin arasındaki farkı ortaya koymamıştır. Komünistler ülkenin rejimini değiştirmek ve ülkeyi Rusya’ya bağlamak isterken ülkücüler hem buna engel olmuşlar hem de ülkenin rejimi ve herhangi bir yere bağlanmasını istememişler bağımsız kalmasını mücadelesini vermişler, bu vazifeyi
de damarlarındaki asil kandan almışlardır. Yazar romanın kahramanı Yusuf’u içine sızdığı komünist terör örgütü ile ilgili olarak kiminle konuştursa Yusuf’a bir komünist güzellemesi yaptırmakta tek istisna olarak da silahlı mücadeleye karşı olduğunu söyletmektedir. Sanki içinde bulunduğumuz zamanlarda Ülkücü harekete mensup olduğunu söyleyen bir kısım ülkücü kişinin yapmış olduğu ittifakları ve bu ittifakın sol tarafını meşrulaştırmanın edebi eserlere kadar girişinin ilk adımlarını atmış oluyor.
Her ne kadar komünistlere övgü dizilse de aynı zamanda MHP ve Ülkücülere karşı yapılan eylemler ve öldürmelerin nerelerde nasıl planlandığının da bir deşifresi sanki Adnan İslamoğullar’ının “Kuyu”su. Hem de komitenin içinden doğrudan doğruya hangi saikle kararların alındığını ortaya koyarak siyasetten hoşlanmayan okuyucu kesimine bir macera kıvamında sıkılmadan okumaya sevk ederek Ülkücülerin maruz kaldıklarını anlatıyor.
Romanın konusu İzmir’de geçer de 1966 yılında vaiz olarak atanarak geldiği Kestanepınar Camiinde hocalık yapan 1980’de yol verilmiş bir cemaatin liderine temas edilmese olur muydu? “Cemaat sukut içinde vaazın başlamasını beklerken, Hoca Efendi çenesin neredeyse göğsüne çivilenmiş vaziyette başını sallıyor, dudakları durmaksızın kıpırdıyordu. Adeta bir vecd halindeydi. Arada başını kaldırıyor, kalabalığa hızlı bir şekilde süzerek “Allaaah!” nidası koparıyor, tekrar ara verdiği vecd haline dönüyordu. Dakikalar geçiyor, cemaat vaaz kürsüsündeki adamın mana âleminde kim bilir nerelerde dolaştığını düşünerek sabırla bekliyor ve hayranlık dolu bakışlarla onu isliyordu.” (S:232) 2000’li yıllarda kurdukları Samanyolu! İsimli Televizyonda verdikleri vaazlardaki tıpkı yukarıdakine benzer davranışları dolayısıyla milletin aşina oldukları halini aynıyla tasvir eden bu cümle 2016’da yaşanacak facianın ilk adımlarının atıldığını anlatıyor.
Adnan İslamoğulları İzmir’de Sol terör Örgütünün içine soktuğu Yusuf ile Komünistlerin terör olaylarını ve örgütlerinin nasıl finanse ettiklerini silah kaçakçılarının silahlarına el koyarak, kuyumcu kuryesinin topladığı paraları gasbederek hem de bu eylemlerin saniyesi saniyesine nasıl planlandığını ve nasıl icra edildiğini göstererek bilinsin istemiş ki okuyucuyu ikna edici bir yolla örgütün kendi içinden aktararak bütün çıplaklığıyla ortaya sermiştir. Sanki bu kitabı okuyacak kamuoyuna komünist örgütlerin hiçbir şeyi gizli kalmaksızın aktarılsın ki gelecekte hiç kimse komünist bir örgütün yanında yer almasın istemiştir.
Adnan İslamoğulları Türkeş’in Milliyetçiliği siyasi parti kanalıyla iktidar yaparak milliyetçilerin birinci elden programlarını icra etmesi gerektiği düşüncesine karşı Galip Erdem, Nevzat Kösoğlu, Nuri Gürgür ve Sadi Somuncuoğlu gibi bir grup milliyetçinin MHP’ye girerken de savundukları ve MHP’ye girmekte pek istekli olmadıkları siyasi partileşme fikri dışında bir kültür ve kadro hareketi olarak siyasetten uzak durma anlayışına temas etmiş ve Mehmet Selim Efendi ağzında Ağabey (Galip Erdem)’e “Bazen düşünüyorum da, Türkeş Bey hiç siyasete girmese de yalnızca milliyetçi kadro hareketinin başında mı dursaydı? Milliyetçiliği politikanın bir unsuru haline getirmek ve politik bir söyleme dönüştürmek suretiyle bir yandan onu kendi siyasi varlık ve açılımının sınırlarına da hapsetmiş olmadı mı? Hapsederken, öbür yandan kendi siyasi nüfuz ve tesir sahasını da milliyetçilik söylemiyle sınırlamadı mı? Milliyetçiliği kendisiyle ya da partisiyle, kendisini ve partisini de milliyetçilikle sınırlamadı mı? MHP’nin aldığı oy da ortada. Gelecekte de güçlü, büyük bir tek başına iktidar için yeterli oyu alabileceğine inanıyor musunuz siz?(…) İçtimai yapımızın en güçlü dip dalgasını oluşturan milliyetçi hissiyat, siyasi alana gelince neden siyasi ve politik güç olarak MHP’de toplanmıyor? Niye maşeri şuuraltındaki yaygınlığı ölçüsünde ses getirmiyor milliyetçilik MHP sayesinde ve MHP’nin siyasi varlığında? Bunu düşünmek gerekmiyor mu?” (S:255) şeklinde anlattırıp sorgulatıyor. Çünkü Adnan İslamoğlulları da yukarıda ismini zikrettiğimiz milliyetçi gruptan özellikle 12 Eylül sonrasında Mamak Askeri Cezaevinde yatarken etkilenmiş olan Muhsin Yazıcıoğlu’nun cezaevinden çıktıktan sonra siyaset dışında kültürel bir milliyetçilik ve kadro çalışması yapmak gerektiğini ileri sürerek MHP’ye girmek istememesi ve girdikten sonra da yaşanan karşılıklı anlaşamama dolayısıyla ayrıldığı zaman kurmuş olduğu gazete ve dergilerde yazılar yazarak aynı ekolden bir anlayışa sahiptir. Adanan İslamoğulları’nın yazdıklarında Muhsin Yazıcıoğlu ekolününün çıkarmış olduğu gazete ve dergilerinde yazmanın etkisi yazmış olduğu romanın fikri çizgisine tesiri ettiği gayet açık hissediliyor. Bu gün 1978 yılı seçimlerinde %25 oy alacağını söyleyen Türkeş’in %3 oy almasının perde arkasının sorgulanmasını ve o süreçte yaşananların yazılmasını isteyerek Türkeş ve peşinden gidenlerin başarısızlığının sorgulanmasını isteyenler mevcuttur. Bu gün bu fikri öne atarak başarısızlığın etkenlerinin ortaya çıkarılarak ders alınması savunusu ile aslında görmedikleri, görmek istemedikleri; liderlerin kamuoyuna güçlü oldukları intibaını vermek için böyle bir yüksek oran söyleyebileceği ve ayrıca taraftarlarının çalışma azmini kamçılamak için de bu yola başvurabileceği gerçeğidir. Aslında Alparslan Türkeş liderliğindeki MHP ve Ülkücü Kuruluşlar her ne kadar otoriter bir teşkilat gibi algılansa bile ta 14’lerin siyasi yaklaşımlarından, MHP Adana kongresinden sonra ayrılmaların yaşanmasından ve daha sonra da çeşitli vesilelerle bireysel ayrılıklar, nihayet 12 Eylül’den sonraki 5-6 parçaya bölünmüş siyasi partili milliyetçi camianın pürmelâli göstermektedir ki aslında otoriter bir teşkilat değildir MHP. Ama gençliklerinde gönüllü seçtikleri ülkücülükle soysal bir varlık ve sosyal bir güç olduğunu ispat eden ancak daha sonraki hayatlarında bu çizgilerini muhafaza edemeyen taraftarlarında ki Hz. Ebu Bekir olma eksikliği dolayısıyla iktidar olunamayacağı da görülmüştür. Yoksa kitle partisi olarak Milliyetçi iktidar olmak, Milliyetçi programın uygulanması için yeterli olmadığı geçmiş tek parti iktidarlarında da görülmüştür. Sadece Milliyetçi duygularla yetişmiş kadroların her birinin Hz. Ebu Bekir olduğu an Milliyetçi iktidar mümkündür. Siyasetten uzak durmak, kültürel faaliyetle kadro yetiştirmek isteyenler de siyasetten uzak duramamış ve 7 Temmuz 1992’deki ayrılışın ardından hemen bir siyasi parti kurmuşlardı.
“Oldukça detaylı bir dosyaydı ve Yusuf için dosyadaki en değerli bilgi Şemsi’nin istihbaratın elemanı olduğu bilgisiydi.” (S:332) Öyle enteresan ki bir komünist örgütün İzmir ili yapılanmasının (Nadir, Macit, Erdal, Ender, Burhan, Yusuf, Necati) eylemci hücresinde bulunan yedi kişisinin üçü (Nadir, Yusuf, Burhan) ve Merkez komite üyesi (Şemsi) dâhil istihbarata çalışıyor. Kimi Mit’e, kimi Jandarmaya ve de kimi polise. Yusuf Mit’e Nadir Mit’e Burhan Jandarmaya, Merkez komite üyesi Şemsi Mit’e çalışıyor ama komünist örgüt adına eylem yapıyor ve eylem planlıyorlar. Koruması gereken vatandaşlarını da yine koruması gereken kolluk kuvvetleri Mit, Polis, Jandarma adına öldürüyorlar. Sanki CHP’li Ankara Valisi Nevzat Tandoğan “Bu ülkeye Milliyetçilik lazımsa biz yaparız. Komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz.” Demesini haklı çıkaran uygulamalar da devlet tarafından icra ediliyor. Devletin kendisi komünist terör örgütü olmuş sanki! Ve nihayet Adnan İslamoğulları da roman kahramanı Yusuf’a bizim sorguladığımız gibi sorgulattırıyor bu istihbarat işini “Nasıl bir devlet bu? Solcu subay bir baba devlet için oğlunu sol örgütlerin içine sokuyor, oğlu eylemlere giriyor, ölebilir ama babası bunu göze alıyor. Nadir devlete bağlı! Burhan devlete bağlı! Kantinde yanına geçmiş olsun bahanesiyle gelerek ‘Burhan’ın Nazan isminde bir sevgilisi var ve Burhan örgüt için topladığı paraları kendisi yiyor. Ayrıca Şemsi üç gündür Karşıyaka’da kalıyor, bunları kullan Şemsi ve Burhan’a karşı, onlara yetecektir’ diyen bölüm sekreteri Feriha devlete bağlı. Şemsi istihbarata bağlı! Ağabey devlete baplı! Mehmet Selim Efendi devlet bağlı. Nasıl bir devlet ki bu hem bu kadar kanın akmasını seyrediyor, hem kan akıtanları kontrol ediyor, hem de işkence ediyor.” (S:339-340)
Sevgilisi Defne’ye tutuklu kaldığı beş gün içersinde yapılan işkenceleri anlatırken işkencecilerin psikolojisini “Biliyor musun, o kadar rahatlardı ki! Sanki bir ameliyathanedeki cerrah gibiydiler. Yaptıkları işkencenin bir vazife olduğunu düşünüyorlar. Memleketin huzur ve bekası için yaptıklarına inanıyorlar.” (S:237) şeklinde ortaya koyuyor Yusuf. İşkencecilerin bir cerrahın hastayı iyileştirme düşüncesindeki iyi niyetin psikolojisiyle hareket ettiğini söylüyor. Sapkınlığın da yapan insan tarafından doğru olduğuna inanarak yapıldığını ifade etmeye çöalışıyor.
Yusuf, Mehmet Selim Efendiye anlatırken 12 Eylül 1980 den beri ülkücülerin de sorguladığı bir sorunun cevabını veriyor. “Sanırım zamanı geldiğinde örgütlerin içindeki bu elemanları sayesinde istedikleri zaman anarşiyi bitirecekler, çünkü anladığım kadarıyla anarşiyi devam ettirenler de, her kimlerse onlar. Şemsinin ve benzerlerinin bizzat öldürdüğü ya da ölüm emrini verdiği kaç kişi vardır? Kimlerdir onlar? Ya bir devlet görevlisidir ya askerdir ya polistir ya da bir ülkücüdür, bir MHP’lidir.” (S:344) 12 Eylül olmuş ve bir gün önce 11 Eylülde ülkede kan gövdeyi götürürken bir gün sonra 12 Eylül günü her yer sütliman olmuş, sanki anarşi terör bıçakla kesilmiş gibi durmuştu. Ülkücüler de darbeyi yapanlara sıkıyönetim olduğu halde neden bunu 11 Eylül’de önlemediniz de 12 Eylül günü önlediniz diyerek sorar olmuştu. Adnan İslamoğulları bu sorunun cevabını terör örgütünün akıl hocalarının ve karar alıcılarıyla eylemcilerinin devlet görevlisi olduğunu ve bu yüzden terörün önlendiğini söyleyerek vermektedir. “… bu örgütlerin işlediği her cinayette devletin parmağı var demektir, akıttıkları kanda devletin bilgisi ve dolaylı olarak onayı var demektir.” (S:344) diyerek de 12 Eylül darbesini yapan darbecilerden birisinin söylediği “Darbenin olgunlaşmasını bekledik” sözünün sadece beklemekle yetinilmediğinin bizzat icratlarla olgunlaşma sağlandığını ifade etmektedir.
Yusuf kitabın hakkını verircesine “Kuyu”larla meşgul. Otobüsteki cama yansıyan karanlığın oluşturduğu sonsuz karanlık kuyu, Rüyasındaki yılan dolu kuyu, bahçedeki kuyu, Yusuf (as) kuyusu, karpuz kuyusu, aşk kuyusu ne kadar da kuyu var insanoğlunun hayatında. Aslında romanda anlatılmak istenen 12 Eylülden önce Ülkücülerin istemeyerek düştüğü o terör ortamındaki ölüm kuyusu. 3000 civarında ülkücü belki o kadar da sıradan vatandaş, nice güvenlik güçleri mensubu ve Ülkücülerin nefsi müdafaa durumunda kalarak öldürdüğü devrimci komünist militanlar. Bir nesil heba oldu bu ölüm kuyusunda, bir kısmı da mahpushanelerde.
“Kuyu” romanının kahramanları Ağabey, Mehmet Selim Efendi, Defne, Arekel, Yusuf ve diğerleri ile “Külhan” romanının kahramanları aynı kişiler ve devam eden bir hikâye olması hasebiyle birinci cilt olduğunun alâmetifarikalarını ortaya koymaktadır.
Adnan İslamoğulları dört romanı iç içe yazmış sanki “Kuyu”da. Birincisi daha çok Yusuf ve Ender’in aile ile ilgili hayatını anlatan, zaman zaman da Mehmet Selim Efendi’ni ve diğer kahramanların yaşamış oldukları sivil hayatın hikâyelerinden oluşuyor. İkincisi ise Ağabey ve Mehmet Selim Efendi etrafında kümelenmiş olan bir istihbarata ağının faaliyet ve hayat tarzlarını anlatan hikâyeler. Üçüncü beklide en önemlisi bir komünist terör örgütünün eylem ve katliamlarını konu eden hikâyelerden oluşuyor. Dördüncüsü de istihbarat elemanlarıyla terör örgütü mensuplarının aralarında cereyan eden ve terör örgütlerinin iç hesaplaşmalarından oluşan hikâyeden oluşuyor. Adnan İslamoğlulları ustalıkla bu dört farklı hikâye gibi görünen parçaları birleştirerek “Kuyu” romanı gibi edebi bir eser meydana çıkarmıştır. “Kuyu” Ülkücü hareketin 12 Eylül’den sonra kırk yıldır aradığı cevaplara da ışık tutmuş farklı yorumlar getirmiştir.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.