Vahit Türk Hoca “Türk Kimliğinin Kaynakları” konusunu gazetede yazmaya başladığında aynı zamanda sosyal medyada da paylaşıyordu. Ben bu yazıları 1, 2, 3 diye sıralanıp sıralamanın da artıp bilmem kaç olduğu bir zaman “Hocam inşallah bu yazılarız bir kitap olarak görürüz” diyerek ta o zaman kitap olması yönündeki dileğimi iletmişti.
Vahit Türk Hocamın “Özgeçmiş”ini okuyunca dedim ki amma gıpta edilecek bir öz geçmiş, hem yazdığı eserlerin çokluğu açısından hem de Yüksek Lisans, Doktora, Asistanlık yaptığı hocaların büyüklüğü açısından herkese nasip olmayacak bir özgemişe sahip diye düşündüm. Vahit Türk Hoca fakülteyi bitime tezini Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Yüksek Lisansını Prof.Dr. Ahmet Bican Ercilasun’un yanında, Prof.Dr. Tuncer Gülensoy Hoca’nın yanında doktorasını, Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu Hocanın yanında da 7 yıl asistan olarak çalışmış milliyetçi camianın devleri denilebilecek hocaların tedrisinden geçmiş ve “Türk Kimliğinin Kaynakları” adlı iddialı ve tabiri caiz ise tuğla gibi kitabı yazacak, fikri, ilmi, milli, edebi bir birikime sahip kişi olarak tebarüz etmiştir.
“Türk Kimliğinin Kaynakları” adlı kitap Töre Yayıncılık Hizmetleri tarafından Şubat 20224 tarihinde İstanbul’da birinci baskı olarak neşvünema bulmuştur. Kitap “Özgeçmiş”, “İçindekiler”, “Söz Başı”, “Kimlik Oluşması/Gelişmesi/Dönüşmesi ve Türk Kimliği”, “Milliyetçilerin Sorumlulukları”, “Tarih ve Kimlik”, “Arkeoloji ve Kimlik”, “Sanat Tarihi ve Kimlik”, “Türk Tasavvufu”, “Divanı Hikmet”, “Maveraünnehir (Çayardı)-Bilim ve Kimlik”, “Maveraünnehir (Çayardı)Bilgeliği Nasıl Oluştu?”, “Türk Müslümanlığı”, “Türkistan Bilgi Okulu”, “Türkistan Bilgi Okulunun Büyük Bilge ve Bilginleri”, “Türkler Arap Coğrafyasında”, “Türklerde Yol Ayrımları”, “Macarlar ve Attila”, “İyi Kağan, Kötü Kağan”, “Türkler İdil Boyunda”, “Kuzeyden gelenler: Peçenekler”, “Kuzeyden Gelenler: Kıpçaklar”, “Kuzeyden Gelenler: Bulgarlar”, “Geçmişin Gölgesi Günden Uzağa Düşmez”, “Hakanlılar (Karahanlılar)”, “Gazneliler”, “Destanla Doğan Türkler: Oğuzlar”, “Selçukluların Doğuşu”, “Selçukluların Kolları”, “Anatolia: Anadolu ve Yurt Oluyor”, “Anadolu Se
lçukluları”, “Harzemşahlar”, “Kölemenler”, “Doğudan Esen Kasırga”, “Altın Orda”, “Altın Orda’nın Varisleri”, “Yıldırımı Eriten Demir ve Timurlular”, “Hint Yarımadasında Üçüncü Dalga”, “İr Ülkesi Tur Ülkesine Dönüştü”, “İl Gider Töre Kalır”, “Türk Yurtlarında Bir Gezgin İbni Batuta”, “Cihangir Bir Devlet Çıkardık Bir Aşiretten”, “Obadan Beyliğe”, “Doğudan Gelen Yeni Kasırga”, “Ya İstanbul Beni Ya Ben İstanbul’u”, “Cihan Hâkimiyetine Doğru”, “Tarih: Ne İçin/Kim İçin”, “Kalem ve Kılıç”,”Çöküşe Doğru”, “Devlet mi Millet mi”, “On Yedinci Yüzyıl Sultanları”, “Karlofça’nın Artçıları”, “Farklılıklar ve Hoşgörü”, “Darbeyle Gelen Büyük Sultan”, “Vatanseverlik/Vatan Satkınlığı (Hainliği)!”, “Sultan Murat’a Ne Oldu?”, “On Dokuzuncu Yüzyıl: aydınlanma Çağı”, “Türk Yurtlarında Basın”, “Sancılı Zamanlar”, “İttihat ve Terakki”, “Bilgi Yuvaları”, “Üç Tarz-ı Siyaset”, “II. Meşrutiyet”, “Yönetim Saraydan Partilere Geçiyor”, “Dünyanın Savaşı”, “Türkün Ölüm Belgeleri: Mondros ve Sevr”, “Anadolu Silah Başına”, “Kurtuluş Yolunda
Milletin Azim ve Kararı: Kongreler”, “Kutlu Sancı, Kutlu Doğuş: Kuvayı Milliye”, “Lozan”, “Büyük Dönüşümler Çağı: Yirminci Yüzyıl”, “Son Dönem Türk Devletleri” ana başlıklarının anlatıldığı onlarca alt başlık ve “Dizin” ile biten 556 sayfadan ibaret bir şaheser.
Vahit Türk Hoca daha kitabın başlangıcında “Söz Başı”nda Türk Kimliğini besleyen kültür kaynaklarını sıralamış ve onları somut ve somut olmayan diye ikiye ayırmıştır. “Sağlıklı bir ulus kimliğinin oluşmasında samut ve somut olmayan bütün kültür öğeleri beslenme kaynağı olarak değerlendirildi. Mitoloji, destanlar, efsaneler, menkıbeler, masallar, müzik, dil, edebiyat, tarih, tarihi kişilikler, geçmişte yaşanılmış yurtlar, geçmişte yaşanılmış büyük sevinçler ve acılar, mimari eserler ve benzerleri ulus kimliğinin oluşup geliştirilmesinde beslenilen kaynaklar oldu.” (S:14) şeklinde aslında milleti millet yapan ve diğer milletlerden ayrışmasına sebep olan kendi ürettiği kültürel değerler olduğunu da göstermiştir.
Vahit Türk Hoca Kimlik oluşumuna etki eden kültür kaynaklarından dini ele alırken Türklerin Kimliğinin oluşmasında dini etkisinde bahsederken “Bugün bile Müslüman, Musevi, Hristiyan, Budist ve Eski Türk Dini’nin bağlısı Türklerin varlığı bilinmektedir.” (S:20) ancak bunların sadece Bulgarların din değiştirerek Slavlaşıp (S:19) Türklüğünü unutan Türkler olarak Kimlik Değiştirdiği bilgisini vermektedir. Ancak biz bugün yeni yeni Türklük bilincine ulaşan Macarları da bu kategoride sayabiliriz. Gagauzları ise Hristiyan olduğu halde Türklük bilincinde olan ayrı bir Türk topluluğu olarak zikretmek gerekir. Her ne kadar Din farklılık olarak büyük kitleden ayırsa da Gagauzlar Türklük bilinicinden uzaklaşmamışlardır. Burada İslam ve Hristiyan Türkler olarak kendileri açısından kimlik belirleyici Türklük Kaynağıdır. Anadolu Türklüğü içinde Türklük bilincinden dolayı Gagauzları Türk bilen ve kabul eden bir gerçeklik vardır. Ancak din dolayısıyla iki farklı Türk kimliğini bilimsel olarak acaba nasıl değerlendireceğiz? Ayrıca acaba İslam ve Hristiyanlık dinleri dışındaki dinlere inanan Türkler bir Türklük bilincine sahip mi, yoksa sadece genetik bilimi veya ortak kültürel yanlarının çokluğu dolayısıyla mı Türk sayılmaktadırlar? “Türkçenin geçmişte on iki, günümüzde ise üç değişik alfabe ile yazıldığı”na (S:20) gelince acaba alfabesini değiştirdiği zaman Türklük bilincinden uzaklaşan ve kendini benliğini kaybeden bir Türk topluluğu var mı? Dini Kimliğin Türklük bilincine engel olamadığını söyleyen Vahit Türk Hoca, Ulus Kimliğini koruyarak İslam Dini’ne giren Türklerin Türklük bilincini korudukların, bu bilinci korumayı da Kutadgu Bilig, Divan-ı Hikmet ve Divan-u Lügati Türk adlı tam bu din değişimi sırasında yazılmış Türkçe eserlerin etken olduğunu örnek vererek açıklar (S:21).
Balasagunlu Yusuf Has Hacib’in yazdığı Kutadgu Bilig adlı eserle Türk dilini felsefesini yapmış, Türk düşüncesini ortaya koymuş, dil, töre, ahlak, adaletli yönetimlerini işleyerek yol göstermiş, Yesili Hoca Ahmet yazdığı Divan-ı Hikmet ile Türk Tasavvufunun ve tekkesinin dilinin Türkçe olmasını belirlediği gibi Türk tasavvufunun felsefesini de belirlemiş ve Divan-u Lügati Türk adlı Türkçe sözlüğü yazarak Türk dilinin Arapça ve Farsça yanında üçüncü bir din dili olarak ortaya koyan Kaşgarlı Mahmut’tan sonra “Bunların açtıkları yoldan Yunus Emre, Âşık Paşa, Rabguzi, Zemahşeri, Nesimi, Ahi Ervan, Hacı Bektaş, Ali Şir Nevai, Kaygusuz Abdal, Fuzuli gibi yüzlerce büyük bilgin, sanatçı, bilge yürüdü ve bu sanatçıların ortaya koydukları, yazdıkları eserler ulus kimliğimizi hem korudu hem de besleyip geliştirdiği gibi yazdıkları, milli kültürün halka yansıyarak dinle mayalanmış bir halk irfanı oluşmasına da kaynaklık etti. Türk’ü zenginleştiren ve onun kimliğinin besleyicicisi olan bu irfan, onun kendisi olarak yaşamasını sağlayan ana kaynak oldu.” (S:24)
Türk Kimliğinin oluşumunu sağlayan kültürel kaynaklarından bahseden Vahit Türk, Türk kimliğinin oluşumunun önemine dikkat çekmek için Türk kimliği bilincinin gevşediği, zayıfladığı hatta yok edildiği 19. ve 20.yüzyıllardaki Çin İşgali, Rus işgali, Osmanlı devletinin yedi düvelin karşısında yaşadığı kültürel ezilmişlik dönemlerinden de bahsederek örnekleriyle ortaya koymuş, özellikle Sovyet Rusya’nın yaratmak istediği “homo Sovyeticus” (S:28-33) tipi için eğitim yoluyla okul çocukları üzerinde yapmış olduğu Türkülük bilincini yok etme ve kimliksizleştirmeyi örnekleriyle ortaya koymuş Çarlık döneminde Wilhelm Radloff’un yazdığı “Türk Lehçeleri” adlı sözlük üzerinden “lehçe” ibaresinin nasıl değiştirilip Sovyet Rusya zamanında “Türk Dilleri” haline geldiğini anlatmaya çalışmıştır (S:34).
Türk milliyetçilerinin Türk kimliğinin oluşması, gelişmesi ve korunması için yaptıkları ve yapmaları gerekenler hususunda açıklamalar yapan, örnekler veren Vahit Türk Hoca Zeki Velidi Togan’ın da karşı çıktığını belirttiği “Türk Tarih Tezi” gibi çalışmaların yanlışlığını ortaya koyarken bir tehlikeye dikkat çekmek için “Günümüzde de zaman zaman kanıtlanması mümkün olmayan bazı iddialarla karşılaşıyoruz, bunlar belki hoşumuza da gidiyor ancak ‘bilinç’ denilen şey, sağlam bilgiler üzerine yapılandırılmaz, sağlam temellere dayandırılmazsa, sağlam bir aksi bilgi karşısında çabucak yıkılır, yeniden toparlanması da kolay olmaz ve amaçlanana ulaşalım derken aksi sonuçlarla karşılaşırız.” (S:43-44) diyerek Türk kimliğinin sağlam bilgilere dayandırılması gerektiğini aksi durumda Türk kimliği etrafında oluşacak şüphe ve muğlâklığın zararlarını çekeceğimize işaret etmiştir. Sağlam bir Türk Kimliği için yapılması gerekenleri “Var olanı işleyip insanımıza sunabilirsek hem sağlam bilgilerle beslenen bir bilinç oluşturur hem de geleceğe yönelik milli amaçlar için kuşakları doğru bilgilerle donatmış oluruz. (…) Tarih, gerçeklerden koparılıp aktarıldığında ya da tarihin sürekli kahramanlık hikâyeleri barındıran yönleri üzerinde durulduğunda ortaya yine istenmeyen sonuçlar çıkar.” Şeklinde ifade ederek sadece doğru ve gerçek bilgi ile bir kimlik kurmamız gerekliliğine dikkat çekmiştir.
“Kimlik diye üzerinde durmaya çalıştığımız kavram, bir milletin tarihi macerası boyunca olup bitenlerin, yaşanılan acıların, felaketlerin, zaferlerle yenilgilerin, başka milletlerle ilişkilerin, yaşanılan yurtların, kabul edilen dinlerin, yaşanılan tarih boyunca ortaya konulan somut ve samut olmayan kültür mirasının oluşturduğu değerlerle ilgili bilgilerin ‘bilinç’ düzeyine yükselmesi ve kişilerin tavır ve davranışlarını bu bilincin belirler duruma gelmesi, yani insanların günlük hayatlarında bu bilgiyle davranma alışkanlığına ulaşması durumudur.” (S:45) Vahit Türk Hoca buraya kadar Türk Kimliğini oluşturan unsurları saymış kimlik oluşumunun önemine değinmişti ancak bu ifade ile kimliğin oluştuktan sonra ona sahip olup sanki cebimizde dursun diyerek işlevsiz ve atıl bırakılmış bir kimlik bilgisinin bir fayda sağlamayacağı, asıl önemli olanın o bilgiyi günlük hayatımızda davranışlarımızı yönlendirecek şekilde kullanmamız halinde bir anlam ifade edeceği ve o zaman şuurlu bir kimlik sahibi olmuş olacağımızı Türk milletinin Balkan ve Birinci Dünya Savaşları sırasındaki yaşadıkları üzerinden örneklendirerek anlatmaya çalışmıştır. Yani kısaca sadece bir kimlik sahip olmak yetmez o kimliğin gereği gibi de hareket etmek gerekmektedir.
Milli Kimliği, Türk Kimliğini yapan unsurlar olarak Tarih ve özellikle arkeolojiye büyük önem veren Vahit Türk Hoca arkeolojinin Türkiye’de çok geliştiğini ancak “Türkiye’deki arkeoloji biliminin en önemli eksiği olarak bir Türk arkeolojisi bilim dalının oluşturulmamasını gösterebiliriz. Bizim arkeologlarımızın zihninde ne yazık ki bir Türk Dünyası kavramı oluşmamış, bu yüzden de Türklüğün eski çağlarına dair bir bilgi eksiklikleri olduğunun farkına bile varmamışlar, dolayısıyla konuyla ilgili bilgi eksikliklerini giderme gereği duymamışlardır.” (S:47) diyerek arkeologların Türklere ait arkeolojik araştırmalara yönelmelerini tavsiye ederek, bir an önce yabancı arkeologların yapmış olduğu Türk tarihi ile ilgili arkeolojik araştırmalardan kurtulmamız gerektiğini, çünkü bunların eserleri tahrip ettiğini, yok ettiğini, ne buldukları hakkında kamuoyuna bilgi vermediklerin, ifade etmektedir. Biz de şunu eklemiş olalım ki yabancı arkeologlar Türk yurtlarında yaptıkları araştırmalardan çıkan arkeolojik eserleri kaçırıp kendi ülkelerine götürmekte ve sergileyerek hem para kazanmaktalar hem de tarihin yorumunu kendi tezlerine göre yapmaktadırlar.
Altın elbiseli adam ve Pazarık halısı, gibi Türklere ait sanat değeri yüksek arkeolojik buluntulardan yola çıkarak sanat tarihi çalışmaları üzerinde de eksikliklerimizin olduğunu araştırılması gereken Türk kurganlarının olduğunu, Türkiye’de yetişmiş arkeologların bu konuya eğilmesi gerektiğinden bahsederek sanat tarihinin sadece mimari eserlerin yorumlanması gibi algılandığını söyleyen Vahit Türk Hoca sanatı “Ruh inceliğinin ve zevk yüksekliğinin ürünü olan sanat, bir milletin milli kimliğinin en başta gelen besleyicisi ve geliştiricisidir. Sanat tarihi araştırmalarının ilgi alanındaki sanat eserleri, insan öğrenmesinin en önemli aracısı olan göze hitap ettiği, yani somut olduğu için etkisi de fazla olur. Bu eserleri görürü görmez, yapanlara ve yaptıranlara şükran duygusuyla bakarız, yapılma zamanlarını, yapan kişileri, yapılış amacını öğrenmeye çalışıp zihnimizi onunla meşgul ederek aldığımız bilgileri dağarcığımızda kalıcı duruma getirmeye çalışırız, daha doğrusu bilgiyi ‘bilinç’ düzeyine yükseltiriz. Bu tür sanat eserlerinin kimlik gelişiminde kullanılması hem öğreten hem öğrenen için öncelikle olgun bir bilgi ve zevk düzeyi gerektirir.” (S:49) diyerek sanat bilgisinin önemine işaret etmiştir.
Türk Kimliğine Kaynaklık eden ve besleyen dilin önemi ile bu dilin kullanılmasından meydana gelmiş ilk eserleri Kutadgu Bilig ile Divanı Lügat-i Türk’ün yazılış ve muhtevasından bahseden Vahit Türk Hoca Divanı Lügat-i Türk’deki “Türk” isminin Türklere isim olarak verilmesi ve soyunu Nuh (as.) oğlu Yafes’in oğlu Türk’e dayandırmasından (S:73) hareketle Türk Milletinin vasıflarından bahsetmekte “Türk Kimliğinin beslenme kaynakları içinde herhangi bir millete kin ya da herhangi bir milletten öç alma duygusu sürekli bir yer işgal etmez. …. Biz Türkler savaşı savaş meydanında yapar, savaş sonrasında kin duygusunu besleyen şeylerle çok meşgul olmayız.” (S:75) Türk milletinin ırkçı ve diğer milletler düşman bir kimlik taşımadığını ancak Türklere karşı bazı milletlerin devamlı bir düşmanlık ile kimliklerini koruyabildiklerini “Yunan, Bulgar, Sırp, ermeni, Rus, Çin, Arnavut, Fars, Arap ve benzeri milletlerin milliyetçiliklerinin en önemli beslenme kaynağı Türk düşmanlığı” (S:75) ifade eder ve insanlığın baş belası “Kan dökmeye ve insanları sömürmeye dayanan, insanlık için yüz karası olan Faşizm, Komünizm, Kapitalizm gibi ideolojilerin hiçbiri[nin] Türkler arasında doğmadığı”nı (S:75) bu ideolojilerin Batı kaynaklı olduğunu da haykırır.
Ahmet Yesevi’nin “Divan-ı Hikmet”indeki Tasavvufi şiirleriyle hem tasavvuf ve dolayısıyla din dilinin Türkçeleşmesine sağlayarak Türklerin din öğrenimini kolaylaştırdığını ve hem de zamanla Arapça ile birlikte oluşacak bir Araplaşmanın önüne geçerek Türk Kimliğini muhafaza ettiğini Türkistan’dan Balkanlara kadar bölgede Tarikatların Türkçeyi kullanarak dua ve ibadet etmelerine tesir ettiğini de genişçe anlatmış daha sonra Ahmet Yesevi’nin kısa bir biyografisini vererek bugüne aktarılmasında emeği geçen Fuat Köprülü yanında Dr. Hayati Bice ve Kemal Eraslan ile Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun (S:83) yaptığı çalışmalar ile ortaya koydukları eserlerin Ahmet Yesevi isminin ve Divan-ı Hikmet’teki mana ve özün aktarılmasını sağladıklarını ortaya koymuştur. Ahmet Yesevi hala Doğu Türlüğü ile Batı Türklüğünün Türkiye –Kazakistan ortak yapımı olan Ahmet Yesevi Üniversitesi ile Türk çocuklarını gölgesinde toplayıp birleştirmektedir (S:84).
Maveaünnehir Kaşgarlı Mahmutun tabiriyle Çayardı denilen bölgeyi ele almasının sebebini “Maveraünnehir demek bilim demektir, Türklerin bilime yaptığı katkı demektir, binlerce bilgin demektir, binlerce eser demektir, kısaca hür düşünce ve uygarlık demektir.” (S:92) diyerek açıklayan Vahit Türk Maveaünnehir bölgesinin sınırlarını “İnsanoğlunun büyük uygarlıklarından birinin doğup geliştiği havzalardan biri de Ceyhun ile Seyhun ırmaklarının suladığı coğrafyadır. Bu ırmaklar, güneyden kuzeye uzun dağ silsilesi olan ve bölgeye göre değişik adlarla da anılan Tanrı Dağlarının batı eteklerinden doğup bütün Orta Asya’yı geçerek Aral Gölü’ne dökülür, yani Orta Türkistan’ın iki can damarıdır. Kelime olarak ‘Irmağın öte yanı’ [bizim okuduğumuz bazı kaynaklarda da İki Irmağın arası] anlamına gelen Maveraünnehir, Türkçe kaynaklarda Çayardı olarak da geçer. Maveraünnehir adlandırması, dokuzuncu yüzyıldan başlayarak Farsça kaynaklarda kullanılmaya başlamış ve zamanla yerleşmiştir. Eski Türkçe adı Ögüz olan, Ceyhun ya da Amuderya adlarıyla bilinen ırmağın kuzeyindeki bölgelere İslam fetihlerinden sonra bu ad verilmiş, daha sonra da bu adlandırmayla Ceyhun (Amuderya) ile Seyhun (Siriderya) ırmakları arası ile Seyhun’un kuzey kıyısındaki yerleşim bölgeleri kastedilir olmuştur, bu gün de Mavraünnehir denildiğinde genellikle adı geçen iki ırmağın suladığı coğrafya anlaşılır.” (S:93) gayet net ve anlaşılır bir şekilde etrafını cami ağyarını mani bir tarif ile ortaya koymuştur. Ancak bu coğrafik tarif ile yetinmemiş “Bugün Maveraünnehir olarak adlandırılan coğrafyada Özbekistan, Türkmenistan, Güney Kazakistan ve Güney Kırgızistan yer alır. Tarihte ve günümüzde önemli şehirlerden Belh, Merv, Buhara, Semerkant, Zerefşan vadisi (Bölgenin önemli yerleşim yerlerini barındırır), Kiş (Şehrisebz), Harezm, Gürgenç (Urgenç-Cürcan) Uşrusan, Taşkent (Şaş), Fergana, Nesef, Çaganiyan, Tirmiz, Farab, İsbicab, Talas, Hocend, Özkent, Yenikent, Cend, Çimkent, Yesi, Otrar,Hokant, Andican ve başka bazıları bu bölgededir.” (S:93) şeklinde önce hangi Türk Devletlerinin Maveraünnehir de yer aldığını saymış daha sonra da bu bölgedeki okuyan herkesçe malum meşhur önemli şehirleri sayarak Türk tarihi, Türk uygarlığı ve Türk kimliği üzerindeki etkisini ifade etmeye çalışmıştır. Bunun için de verdiği en iyi örnek eskiden Türklerin isimlerinin sonuna eklediği şehir isimleriyle nereli olduklarını söylemeye çalıştıklarını ifade ederek Farabî’nin Farab şehrinde, İmam Buhari’nin Buhara’a şehrinde, İmam Tirmizi’nin Tirmiz şehrinde, Maturidi’nin Semerkant’ın Maturid mahallesinden, Ahmet Yesevi’nin Yesi şehrinde vs. doğduklarını söyleyerek Maveraünnehir bölgesinin bilim yatağı olduğunu da ispat etmiştir.
Vahit Türk Hoca haklı olarak Almanya’da Bilim Tarihi üzerine çalışmalar yapan 1960 ihtilali sırasında Türkiye’de çalıştığı Üniversitedeki görevine son verilmiş olmasının psikolojik etkisiyle yaptığı İslam Bilim Tarihi çalışmalarına “Arap Bilim Tarihi” (S:95) demesinin yanlış olduğunu da dile getirerek serzenişte bulunmaktadır. Madem araştırdığın konuda Fars, Arap ve Türk bilim adamları var o zaman doğru bir adlandırma yaparak İslam Bilim Tarihi” denmesi çok doğru olacaktır ki Vahit Türk Hoca Fuat Sezgin Hocanın almanca yazdığı eserin Türkçeye çevrilirken de aynı hataya düşüldüğünü ve çevirinin “İslam Bilim Tarihi” olarak çevrilmesi gerektiği sosyal medyadan da haykırmak zorunda kalmış ancak ilgililer tarafından hatada ısrar edilmişti.
“Türk Müslümanlığı” (S:101) isimlendirmesinin “bir sacayağı üzerine geliştiğini ve bu sacayağını da fıkıhta Hanefiliğin, itikatta Maturiddiliğin, ahlakta ise Yeseviliğin oluşturduğunu” (S:101) üçlü sacayağının Türk Müslümanlığını ifade etmekte yetersiz yani eksik kalacağını buna ayrıca Ahmet Yesevi kaynaklı Türk Tasavvufundan beslenmiş olan Türk Aleviliğini de eklememiz gerektiğini zaruri görür. Eklemenin zaruretini de “İmam Cafer ile İmam-ı Azam arasındaki ilişki ile (…) Rumeli’deki Alevi- Bektaşi geleneği ile Caferiliği, Güney ve Kuzey Azerbaycan Şiiliğini dışarıda bırakırız ki buna kimsenin hakkı yoktur.” (S:101) şeklinde bir ilişkiye ve daha sonra oluşabilecek bir tehlikeye dayandırarak açıklamıştır.
Vahit Türk Hoca Türk Kimliğini oluşturan kaynaklar hakkında bir kaynak kitap yazarken bu kaynakların detaylarını anlatırken de Türk Kültür Tarihi gibi bir eser meydana getirmiştir. Türklerdeki ilmi faaliyetlerden, Türklerde Kâğıt yapımından, Türklerin yaptığı kanalları ve buharlaşmayı önlemek için yaptıkları “Turfan Karızları” denilen Yer Altı Su Kanallarındaki mühendislik özelliklerden, Türklerin tarım ve sulama ile ilgi faaliyetleri, İpekyolunu, atı, atın koşum ve eğer takımları, altın elbiseli adam vs. anlattıkları kronolojik bir sıra ile anlatılmamış olsa bile Türk Kültür Tarihinin önemli başlıkları olarak hafızamıza kazınmaktadır. Ayrıca Dünyada yapılmış üç kültür katliamının ikisinin Türk kültürüne yapılmış katliamlar olduğunu da zikretmektedir. “Tarihte bilinen ilk bilinen büyük kültür katliamı Hristiyanlarca 3. Yüzyılda İskenderiye kütüphanesinin yok edilmesiyle yapıldı, ikinci büyük kültür kıyımı Kuteybe tarafından Orta Asya’nın pek çok kütüphanesinin yok edilmesiyle, üçüncüsüyse Moğolların hem Türkistan’daki hem de öteki İslam coğrafyasındaki, özellikle Bağdat’taki kütüphaneleri yok etmesiyle yaşandı. Bu kıyımların son ikisinde Türk kültürü ve edebiyatı belki de yüzlerce eserini kaybetti.” (S:110)
Türklerin Hz. Ömer’in Halifeliğinin son zamanlarında İslam Ordularının İran’ı ele geçirmeleri ile yüz yüze geldiklerini, Abbasi Emevi mücadelesinde sonucu belirleyecek kadar etkin olduklarını, Abbasi Halifesi Mansur zamanında ordudan sonra devlet yönetiminde de yer aldıklarını, Abbasi Halifesi Harun Reşit zamanında halifenin muhafız taburunun önemli bir kısmının Türklerden oluşduğunu, Harun Reşit’in önemli komutanlarından Ebu’l-Farac Türkî tarafından Tarsus alınarak buraya Selçuklu topraklarına ilk yerleşimi oluşturacak şekilde Türklerin yerleştirildiğini (S:115) söyleyen Vahit Türk Hoca daha sonra Araplarda oluşan Türk düşmanlığını azaltmak için Mutezile âlimi Cahız tarafından yazılmış ve Türkçeye Ramazan Şeşen tarafından “Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Erdemleri” olarak çevrilen kitaptan aktarımlar yapar. Bu aktarımlara göre Türkler kitapta “Horasanlılar” ve “Türk” diye farklı ancak aynı milletin lehçe olarak farklılaşmış dilini yani Türkçe konuştuklarını, birincisinin şehirli ikincisinin göçebe olduğu kardeş bir Türk varlığından bahsetmektedir (S:116). Ancak benin burada aktaracağım iki husus vardır ki birincisi yine Cahız’dan aktarılan “Ensar ikidir. Birincisi İslamiyet’in başlangıçlarında Peygambere yardım eden Avs ve Hazrac’dır. İkincisi ise son zamanlarda Peygamber’in varislerine yardım eden Horasan [Türk] halkıdır” (S:118) ki Cahız ve Ramazan Şeşen Hoca ile Vahit Türk Hocanın belirtmedikleri bir fark vardır ki o da Türkler Peygamber Efendimize topraklarını açan Medineli Ensar gibi Hicret eden Muhacirlere yardımı kendi topraklarında değil gelip Abbasilerin kendi topraklarında yapmıştır ki başka bir toprakta hem kendini koruyup yerleşerek hem de yardım ettiği Abbasilere koruma sağlayarak daha zor ve çetrefil bir durumun üstesinden gelmişlerdir. Her ne kadar Emevilerden kaçan Peygamber efendimizin soyundan gelen Ehli Beyt’lerin Horasan’a doğru göç ettiğini bildirseler de bu Türklerin Bağdat ve Orta Doğuya geldikleri gerçeğini geçersiz kılmaz. Yani Türkler Hicret ederek yeni bir toprağa yerleşmeleri bakımından Muhacir olurken Abbasilere yardım etmeleri bakımından da Ensar olmak durumundadırlar. Cahız’dan aktarılan ikinci bir husus da “Peygamberden rivayet edilen hadislerin sahipleriyiz. Biz kibirli kimselerin şehirlerini yıkan, İslam Devleti’ni zalimlerin ellerinden kurtaran kimseleriz. Hadis ilmi bizim aramızda gelişti, bizim sayemizde sağlam hüviyetini kazandı.” (S:118) aktarımında görüldüğü gibi Hadis ilmi Türklerin sayesinde var olmuştur. Ama ne gariptir ki İslam dinine Türkler tarafından getirilmiş Mevlid’e takınılan tavır gibi hadis ilmine de yine Türkler tarafından hücum edilmekte ve uydurma diyerek genellemeler yapılarak neredeyse toptan bütün hadisler yok ve hükümsüz sayılmaktadır. Hâlbuki Hadis ilmi ile uğraşan Hadisçiler ilim olarak hadisleri; haber, uydurma, zayıf, nasih, mensuh, Kudsi olup olmama, Ahad, aziz, Garib, Mütevatir, senette tutarsızlık olması, ravinin yalancı olması, sahih, Hasen, maruf vs. gibi sınıflandırmalara ayırarak ilim olarak ortaya konmuşlardır. Hiçbir müçtehit uydurma hadislerle veya kibarı kelam özelliğindeki hadislerle hüküm çıkarmamıştır. Ahkâm hadisleri bu hususta kullanılan hadis türüdür.
Cahızdan aktarımlara devam ederek “Zira halife … İsmail b.İbrahim’in çocuklarındandır … İbrahim’in bu altı oğlundan dördü Horasan’da yerleşip Horasan Türklerini meydana getirdiler.” (S:122) şeklindeki bir aktarım ile Türklerin soyunun Hz. İbrahim’e dayandığı dolayısıyla da Abbasi Halifeleri ile Türklerin soy olarak da aynı soydan geldiklerini de öğreniyoruz. Bu sadece Abbasi halifelerine siyasi ve askeri bir yardım değildir, aynı soydaşın birbirine sahip çıkmasıdır. Kaldı ki Türkler Kerbela olayından sonra Horsan ve Türkistan’a kaçan Ehli Beyt’ten İslam’ı öğrenmiş, Ali taraftarı bir kavim olarak da ayrıca Abbasiler yakınlık oluşturmaktadır.
Vahit Türk Hoca Cahız’ın en değerli ve en farklı tespitinin olduğunu söylediği “Türk milletinin yaşadığı doğayı ve canlıları kendine benzetmesi yani ona damgasını vurması, daha doğru bir ifadeyle coğrafyaya milli kimlik kazandırması” olarak anlaşılması gereken “(Türklerin) hayvanları kendileri gibi Türk hususiyetini taşır (türkidir.)” ifadesinin olduğunu ifade eder. Bu ifadeyi destekleyen Kitabu’l–Hayvan adlı kitapta “Türklerin memleketlerinin devlere, hayvanlara, vahşi hayvanlara ayrı bir şekil verdiğini görürsün” şeklinde yer aldığını, hatta Kitau’l-Bigal adlı kitapta da “Biz Türk ülkelerindeki her şeyin Türkî olduğunu gördük” şeklinde yer aldığını bu ifadelerin de Türkleri diğer kavimlerden ayırdığını ve “Çağdaş bilimin daha çok coğrafyanın insan ve toplum üzerindeki etkilerini öne çıkarır ancak burada millet kimliğinin coğrafyayı, eşyayı ve canlıları kendine benzetmesi üzerinde durulduğunu” (S:122) söyler.
Uzun süre Kuzey Türklüğü ve Osmanlı Türklerinin etkisi altında kalan Balkan Slavlarının dillerinde daha fazla Türkçe kelime yer aldığını söyleyen vahit Türk Hoca ayrıca “Sırp dilindeki Türkçe sözlerin sayısının dokuz bin gibi oldukça yüksek bir sayıya ulaştığı, konuyla ilgili çalışmaların önümüze koyduğu bir gerçektir.” (S:130) Türkçenin verici bir dil olduğunu ve dolayısıyla Türklerin öğretici olduklarını Rusça, Ukraince, Sırpça, Bulgarca, Boşnakça gibi dillere kelimeler verdiğini ifade etmektedir.
Polonyalı Türklük Bilimi uzmanlarından Karay asıllı Zajaczkowsky Varşova Üniversitesinde derslerine ilk defa girdiği bir sınıfta tip olarak diğer öğrencilere benzemeyen bir kız öğrenciye nereli olduğunu sorar ve Varşova yakınlarında bir köylü çocuğu olduğunu öğrenince, hafta sonunda kendisini köylerine götürmesin istemiş, ve birlikte köye gitmişlerdir. Zajaczkowsky köyün yaşlılarıyla görüştüğünde kendilerini “Bize eskiden Türk derlerdi” diyerek tanımladıkları görmüştür. Bu hususu Vahit Türk Hoca “Kuzey Karadeniz (Deşt-i Kıpçak) ile Doğu Avrupa’nın uçsuz bucaksız bir Türk mezarlığı olduğunu söylemek gerçekliğin yalın ve can alıcı bir ifadesidir.” (S:130) diyerek Türklerin zamanla asimile olduğu gerçekliğine de dikkat çekmektedir.
Hunların Kuzey ve Güney’den Batıya yönelerek Tarihte yerini aldığını, Kuzey’den Gelenlerin Avrupa’yı ve Roma’yı etkilediğini, Avrupa Devletlerinin Atilla’nın hakkında müspet ve menfi manalarda efsaneler oluşturduğunu, müspet efsane oluşturan Germen’lerin Atilla devletine mensup olduklarını, bu efsanelerin İngiltere’ye bile geçtiğini, Macarların kendilerini Hun saydıklarını büyük Türklük Bilimi uzmanları yetiştirdiklerini, Macarların Atilla ve Arpad’ı kendilerinin kurucu kralları saydıklarını, Turan Kurultayları toplamaya başladıklarını, Fin-Ugor’ların da Atilla soyundan geldiklerini, Bu milletlerin dillerinin Türkçeden çok kelime aldığını ve Türkçenin verici bir dil olduğunu, Bizans ve Çin devletlerinin uzun yaşamasının sebebinin güçlü liderin olmadığı zamanda tecrübeli kurumların varlığının bu uzun yaşamayı temin ettiğini, Türklerin özellikle Hunların Atilla’dan sonra güçlü lider çıkaramadığını ve devlet kurumlarının da tecrübeli olmadığı için dağıldıklarını aktaran Vahit Türk Hoca bütün bu anlatılanlardan hareketle “Güçlü önder ve zamanının koşullarına göre yenilenen deneyimli kurumlar oldukça devletler yaşamayı sürdürebilir, birinden birinin eksikliği ve zaafı hem devlette hem de toplumda zaaf ve sonrasında zeval, yani yok olma anlamına gelir.” (S:144) ifadeleri ile her ne kadar güçlü lidere ihtiyaç olsa da eğer zamanın ihtiyaçlarına göre yenilenmiş kurumları da olursa bu devletlerin daha uzun ömürlü olacağını ortaya koymaktadır.
Batu Hunları ve Atilla ile orta Avrupa’ya kadar giren Türkler ikinci seferinde de Avarlar ile bunu gerçekleştirmiştir. Göktürk devletinin kurulmasıyla onlara yenilen Avarlar Kuzey Karadeniz kıyılarına çekilmişler burada Bizans ile yaptıkları anlaşma ile de Balkanlara gelip Bulgar ve Slav saldırılarından Bizans’ı korumuşlardır. Görüldüğü üzere Türkler Orta Avrupa’ya doğru Avarlar sayesinde ikinci defa geçmişlerdi. “sınırlarını Hazar’ın Kuzeyinden Kafkaslara kadar genişleten Göktürkler, Avarların bu ilerleyişine kayıtsız kalmadı ve onlar da sınırlarını Kırım’a kadar uzatıp Avarlar ile komşu oldular. Böylece Karadeniz’in kuzeyinin doğu bölümleri Köktürk, batı bölümleri de Avar egemenliği altına girmiş oldu. Yani tarih bir kez daha Çin’den Orta Avrupa’ya kadar olan alanda iki devletli Türk egemenliğine Tanık oldu.” (S:145-146)
Avarlardan sonra tarih sahnesine çıkan Hazarlar önceleri Terek Irmağı boylarındayken daha sonra İdil Irmağının aşağı kısımlarına yerleşmişlerdir (S:147). “Hazarların din konusunda dikkat çeken özelliklerinden biri, öteki Türk devletlerinde de karşılaşılan son derece hoşgörülü tavra sahip olmalarıydı. Hazarlarda halk kitlesinin büyük bölümü Eski Türk Dini’ne inanmayı sürdürürken kağan, beyler ve saray erkânı Musevilik dinini benimsemişti. (…) Kafkaslar üzerinden gelen İslam dini, Hazar Türkleri arasında da oldukça önemli sayıda taraftar buldu. Hazar halkı arasında yayılan inanç sistemlerinden bir diğeri ise Hristiyanlığın Ortodoks mezhebi olmuştu.” (S:149) bu paragraftaki Türklerin din konusundaki hoşgörülü tavrına daha önce de Uygurların Budist olmasında, yine Orta Asya Türklüğünün Arap Orduları kumandanı Kuteybe’nin baskılarıyla değil de daha çok Kerbela olayından sonra Orta Asya’ya göçmek zorunda kalan Ehli Beyt’in tebliğleriyle İslam’ı kabul etmeleri, Hazar Türklerinin de “Musevi dinine mensup insanlar hem
Bizans hem de İslam coğrafyasında sıkıştırınca kuzeye yöneldi ve Hazarlara sığındı. Bu durum İran’da takibata uğrayan Mani dini mensuplarının Türklere sığınmasına ve onlar içersinde taraftar bulmasına benzetilebilir. Uygular tarafından korunan Maniciler, dinlerini burada yaşamış ve bir kısım Uygur, bu dini benimsemişti.” (S:149) Aslında bu da gösteriyor ki Türkler kılıç zoru ile değil ya kendi iradeleri ile ya da mazlum gördükleri insanların anlattıklarıyla din değiştirmiş, başka bir dine girmişlerdir.
Hazarların zayıfladığı bir anda Doğudan gelerek Karadeniz kıyılarında kendilerini gösteren ve daha sonra Doğu Avrupa’ya kadar yayılan Türk boyu Peçeneklerdir. “Kaşgarlı Mahmut anıt eseri Divan-ı Lügati’t-Türk’te Peçenekleri Rum’a yani Bizans’a yakın Oğuz boylarından biri olarak gösteriri.” (S:151) “Peçenek adı; Bizans, Rus, Macar ve Arap kaynaklarında görülür ancak bu Türk ulusunun Karadeniz’in kuzeyine gelmeden önceki tarihleri … Bazı kaynaklara göre Talas Irmağı boyunda çıkan olaylar sonucunda Peçeneklerin yurtlarını terk ederek İdil Irmağı boylarına kadar geldikleri ve burada Hazar Kağanlığı ile mücadele ederek bu bölgeyi yurt tuttukları yolunda ipuçlarıyla karşılaşılır.” (S:151)Bu bilgileri verdikten sonra okuyucunun daha net bir bilgiye kavuşmasını isteyen Vahit Türk Hoca coğrafi bilgi olarak “Talas, bilindiği üzere bugünkü Kırgızistan Cumhuriyeti sınırları içersinde bulunur ve tarihimiz açısından da önemli bir yere sahiptir.” (S:151) bilgisini veriri ve Talas şehrinden kalkıp Karadeniz’in Kuzeyinden Balkanlara kadar geniş bir alanı aşmanın zorluğundan bahseder. Bu demektir ki Türkler yine üçüncü defa Orta Asya’dan Talas şehrinden kalkarak Karadeniz’in kuzeyinden İdil boyları Balkanlara yani Doğu Avrupa’ya kadar olan toprakları yurt edinmiştir. Burada tek bir olumsuzluk göze çarpmaktadır ki daha önce gelen Türk boyları dil ve din olarak zayıf düştükleri zamanlarda yerli halka benzemiş yani asimile olmuşlar, Türklük bilincini kaybetmişlerdir. Asimile olan Türkler de geriden gelen Türklere karşı Türklük bilincinde olmadıkları için kolaylık değil zorluk çıkarmak demektir.”Bizans kaynakları aracılığıyla Peçeneklerin sekiz boy adı bize kadar ulaşmıştır. Bunlar, Erdem, Çur, Yula, Kulbay/Külbey, Karabay, Talmat, Hopon/KOpon/Kapan/Kaban, Çoban adları taşır. Peçenekler, bu boyların bir alt birimi diyebileceğimiz kırk oymağa bölünmüştü.” (S:152)
Türkler tarihte çoğu kere kimsenin yapamadığı kahramanlıkları yaparak tarihe iz bırakmışlardır. Nitekim Peçenekler de zayıflayıp Bizans oyunlarına alet oldukları zamanlarda doğudan gelen Türkler Selçuklulara karşı Bizans’ı korumak adına savaştırılmak istenmiş, İstanbul’a sokulmadan boğazdan karşıya geçirilmiş on beş bin Peçenek askeri beylerinin yapmış olduğu istişare, keneş sonucu çıkan karar gereğince memleketlerine dönme kararı almışlar ancak gemileri olmadığı için Boğazı geçemeyince “Beylerden Kataleym, ordunun önüne düştü ve ‘Kendisinin ve bütün Peçeneklerin selametini isteyen beni izlesin’ diyerek atını Boğaz’ın sularına sürdü, ardından gelen on beş bin atlı aynı şeyi yaptı ve Peçeneklerin Selçuklulara karşı savaştırılma düşüncesinin boşa çıkmasının ilki böyle gerçekleşmiş oldu.” (S:154) Vahit Türk Hoca bu atla Boğaz’ı geçme hadisesinin ikincisinin de yine Türkler tarafından gerçekleştirildiğini “Tarihler Boğaz’ı at sırtında geçmenin bir örneğinin de Osmanlılardan II. Murat’ın tahta çıkması sırasında olduğunu kaydeder.” (S:155) ifadeleriyle açıklamaktadır. Burada Türk’ün zorluk karşısında çare üretmesinin pratikliğini gördüğümüz gibi aynı zamanda devamlılık arz etmese de zaman zaman Türklerin de ulus bilinciyle hareket ettiklerini görüyoruz. Peçeneklerin Selçukluya karşı savaşmamaları gibi.
Peçeneklerden sonra ilk üç Türk ulusu gibi etkin olmasalar da tarih sahnesine Uzların çıktığını, Bu günkü Gagauzların bu Uzların kalıntıları olduğunu ve dolayısıyla Uzlar ve Gagauzların Oğuz boyundan olduklarını, hatta Bulgarların dil ve dinlerini kaybederek Türklüklerini unutmalarına rağmen Gagauzlarını dillerini muhafaza etmelerini, çevrelerini Hristiyanlığın Ortodoks mezhebinden insanlarla çevrili olmasına rağmen dillerini ve kimliklerini kaybetmemelerinin araştırılması gerektiğini (S:158) ifade eden Vahit Türk Hoca Kıpçakların anlatımına geçer ve “Bu Türk halkının Doğu kaynaklarında Kıpçak, Rus kaynaklarında Polovtsı, Bizans kaynaklarında Kuman, Macar kaynaklarında Kun, Kuman ve Paloç, Alman kaynaklarında Falon ve Falb, Ermeni kaynaklarında Chardeş gibi oldukça değişik adlarla anıldıkları”nı (S:159) bu adlandırmaların daha çok onların fiziki özellikleri ten ve saç rengiyle ilgili olduğu ancak Macarların adlandırmasının Türklerin bir geleneği olarak boy beyinin adına istinaden yapılmış olduğunu ifade eder.
Kuman-Kıpçakların Karadeniz’in Kuzeyi, Rusya, Bizans ile temasta olduklarını daha sonra Kafkaslara geldiklerini ve nihayet Gürcü ordusunda yer alarak Gürcüler adına savaştıklarını görürüz. Vahit Türk Hocanın Akdes Nimet Kurat Hocadan yaptığı aktarıma göre Kuma-Kıpçaklarının etkin oldukları alanı “Kıpçakların savaşçı hareket sahaları Orta Asya’dan Harezm sınırlarından başlayarak, Kafkaslarda Anadolu sınırları, Doğu Avrupa’da İdil Bulgarları, Rus Knezlikleri, Balkanlarda Bizans, Orta Avrupa’da Lehistan ve Macaristan’a kadar çok geniş bir sahada cereyan et”tiğini (S:160) aktararak belirlemeye çalışmıştır. Bu geniş alanda Türkler dördüncü defa hâkimiyet veya tesir alanı oluşturmuşlardır.
Vahit Türk Hoca günümüzde Doğu Karadeniz ve Doğu Trakya bölgelerinde yaşayan Türkçedeki iki dil özelliğine Kuman-Kıpçakları üzerinden anlatmaya çalışmıştır. Kıpçakların söz başında “c” seslerini tercih etmesini (“geliyorum” keklime yapısı durup dururken “celiyorum” olamaz), düz ünlüler yuvarlaklaştırma (yani “Tavuk” sözünü “touk”, “yavrum” sözünü “yorum”, biçiminde seslendirilmelerini) eğilimini gösterebiliriz (S:163), diyerek ayrıca Trakya ağızlarında görülen söz başındaki “h” seslerinin eritilmesinin de yine bir Kıpçak özelliği olduğunu, Kazak Türk’ünün bizim söylediğimiz gibi “Hasan” diyemediğini, bu sözü ya “Kasan” ya da “Asan” diye söylediğini ancak Türkiye’de de “Bir Trakyalı Türk’ün en az beş bin kilometre uzaktaki bir kazak Türk’ü gibi Asan demesinin Romanlarla elbette ilgisi olamaz bu durum, tam tersine Romanların, Trakya ağzından etkilendiğini göster”diğini (S:164) ifade ederek Türk lehçelerindeki ses düşmesi ve yuvarlaması şeklinde açıklık getirmiştir.
Bulgar Türklerinin önceleri bugün ki Tataristan bölgesinden yerleşik olduğunu daha sonra buradan ayrılarak bir kolunun önce Kafkaslara daha sonra Balkanlara diğer bir kolunun da Küzeydoğuya, Orta İdil boylarına yerleştiğini, (S:172) Bulgarlar üzerine yapılan araştırma ve çalışmalarda bunların İdil Bulgarları ve Tuna Bulgarları diye isimlendirildiğini (S:173) Balkanlara yerleşen Tuna Bulgarlarının artık Türklükle alakalarının kalmadığını, Bulgar Türkçesinin “Z” ve “R” kurallarını kullandığı “Oğuz” kelimesindeki z”” harfinin “Ogur” kelimesindeki “r” harfine dönüştüğü gibi bazı kelimelerdeki “z” harflerinin “r” harfine dönüştürülerek kullanıldığı, (S:173) bilgilerini verdikten sonra Vahit Türk Hoca mevcudu anlamlı kılmaya çalışmış, tarih ile yaşanılan zamanı yani günümüz arasında bağ kurarak tarihi yaşatmaya veya günümüzü anlamlandırmaya çalışmıştır. Bu anlam ve bağı da Tataristan’da Orta İdil boylarında yerleşmiş olan Batı Sibir’den Sabirler hakkında “Bölgenin arkeolojik araştırmalar yapılan önemli tarihi mekânlarından biri olan Suvar şehri de Sibir Türklerinden kalan tarihi bir hatıradır. Suvar şehrinden söz açılınca Adıyaman ilinin Besni ilçesine bağlı Suvarlı beldesiyle Mardin ilinin Savur ilçesini de anmak gerekir. Bu iki yer adı da Sibir Türkleriyle ilgili tarihi hatıralardır ve Anadolu’da Oğuz öncesi Türk varlığının izleri olarak değerlendirilmesi gerektiği” (S:174) verdiği bilgilerle tarihi günümüze aktarmış, kısaca güncellemiştir. Ayrıca Finlilerin Volga Nehri dedikleri ırmağı hakkında “Türkçe adı olan İdil de muhtemelen Bulgarların verdiği bir ad olmalı, bugün de Tatar Türkleri bu adı kullanmaya devam ederler. Burada yine bir Anadolu bağlantısı, Mardin’in İdil ilçesi ve Türkiye’de kız çocuklarına verilen İdil adı akla gelmektedir.” (S:175) vermiş olduğu bilgi ile de tarihi günümüze bağlamakla kalmamış belki bugün çoğu insanda düşünmeden varmış olduğu Mardin ilinin İdil ilçesinin adının Kürtçe olduğu kanaatinin de aslının olmadığını hatta doğrudan doğruya Türkçe olduğunu ve bölgeye bu adı veren yerleşik halkın da Türkler olacağını göstermiştir.
Vahit Türk Hoca günümüzde Anadolu’da isim olarak kullanılan “Satılmış” adının İdil Bulgar Türklerinde de olduğunu ifade ettikten sonra bu “Türk adının Bulgarlarda da var olmasını, aradaki kültür ilişkisinin bir göstergesi olarak değerlendirmek gerekir. Böyle bir adı kendi çocuğuna veren bir aile büyüğünün zihninin oluşmasındaki kültür kodlarının günümüz Anadolu Türklüğü’nde ve 7-8 yüz yıl önceki İdil boyunda yaşamış bir Bulgar Türk’ünde aynı olduğu gözden kaçırılmamalı, millet kavramının ayrıntı gibi görülen bu tür olguların bir araya gelmesiyle oluştuğu unutulmamalıdır.” (S:182) diyerek farklı coğrafyalarda farklı yüzyıllarda yaşamış iki farklı Türk boyunun bir millet olmasını ve Türk milleti karakterinin temelinin bu aktarımlarla oluştuğunu anlatmaktadır. Ayrıca hem öz dayısının adı Satılmış olan hem de akrabaların da başka Satılmış’lar ve Satu isimli kızlar olan birisi olarak derim ki Anadolu’da kız evladı yaşamayanların Satu ve erkek evladı yaşamayanların Satılmış ismini verip tekkede yatırda dua edip, daha sonra kurban kesip bütün kurbanı hayra dağıttıktan sonra olan çocuklarına bu isimleri vermektedirler.
Vahit Türk Hoca “Sen unutsan da düşmanların senin Türk olduğunu unutmaz” babından hatırlatmalarına devam ederek II. Dünya savaşı sırasında Fransız, İngiliz, ABD kendilerine saldıran Germenler için Hun dediğini bu ülke basınlarının bu tür yayın yapmalarının sebebi olarak da “Çünkü Cermen kavimleri Attila ile iş birliği yapmışlardı ve Franklar ve Anglo-Saksonlar bunu hiç unutmadılar.” (S:190) ifadelerini göstermiştir ancak daha yakın bir tarihte 2020 yılında Çin virüsü- Korona Virüs salgını sırasında Rus devlet başkanı Potin (Putin) ne alakası varsa virüs ile mücadelelerini ele aldığı konuşmasında “Tarihte Kumanları (Kıpçakları) ve Peçenekleri yendik, bu virüsü de yeneceğiz.” (S:190) diyerek düşmanlık sergilemiş, düşmanlıktan daha öte Türkleri virüse benzetmiştir. Vahit Türk Hoca haklı olarak bu Türk düşmanının söylediğinden çok buna tepki göstermeyen Türk devlet başkanlarına göstermiş hatta bu Türk devletleri başkanlarının tepkisizliğinin Kuman-Kıpçaklar ile Peçenekleri Türk olarak bilmedikleri için tepki göstermediklerini ileri sürüştür ki Ebulfez Elçibey zamanında yaşanılan Türkiye Cumhur Başbakanın Azerbaycancın devlet başkanı ve halkı için ileri sürdüğü iddianın ne kadar cahil olduğunun göstergesidir. Türkiye’yi beladan uzak tutmanın yolu Türklüğü inkâr olmamalıydı.
Uzun uzun Kafkaslardan Karadeniz’in Kuzeyinden Balkanlara oradan da Orta Avrupa’ya kadar göçen, devletler kuran Türk boylarını anlatan Vahit Türk Hoca tekrar orta Asya’ya dönerek Hakanlıları ya da diğer adıyla Karahanlıları Reşat Genç Hocanın isimlendirmesiyle Yağmalar’ı anlatmaya başlıyor. Karahanlıların 840 yılında Uygur devletinin yıkılmasından sonra ortaya çıktıklarını (S:194) ilk kağanlarının da Bilge Kül Kadir Han olduğunu, Hakanlıların Satuk Buğra Kağan zamanında 915-916 yılında kendisi İslam’ı kabul etmiş ve 920-921 yılında da İslam’ı devlet dini olduğunu ilan etmiş, ancak bütün Karahanlıların bütünüyle Müslüman olması oğlu Baytaş Aslan Han zamanında 960 yılında olmuştur (S:195). Aslında ilk Medreselerin Selçuklular zamanında Nizamülmülk tarafından kurulan Nizamiye Medreseleri olmadığı Türkler tarafından ilk medreselerin Karahanlılar zamanında kuruduğunu, “Tarihi kayıtlar Batı Hakanlı devletinin kağanlarından Tamgaç Buğra Kara Han[ın] … ülkesinde huzur sağladığını, şeyhleri ve bilginlere büyük saygı gösterdiğini, fakihlerin fikrini sormadan yeni vergiler koymadığını belirtmenin yanında Semerkant’ta bir medrese ve bir hastane yaptırdığını bildirir.” (S:202) ancak Amin Malof adlı Beyrutlu Arap kökenli Hristiyan bir yazarın yazdığı “Semerkant” adlı romanında Fuat Sezgin gibi Türklerden bahsetmediğinden de yakınmaktadır.
Türk olmayan Sogdların kurduğu Samanoğulları devletinde köle olan Alptegin tarafından kurulan Gazneliler devleti kendisine Gazne şehrini başkent yaptığı için bu isimle anılmış, Alptegin 963 yılında 83 yaşında (S:208) ölünce kölesi Bilgetegin hükümdar olarak seçilir (S:209), Bilgetegin ölünce de yine Alptegin’in kölelerinden birisi olan Böritegin hükümdar seçilir (S:210). Bu durum Türklerin soydan ziya de liyakate önem verdiklerinin de bir nişanesidir.
Oğuzların ortaya çıkışı ve Oğuz kelimesinin manasının ne olduğu üzerinde dururken Osmanlının izlediği iskân politikası Batı Türklüğünün boy düşüncesini unuttuğunu ifade eden Vahit Türk Hoca “Böyle bir siyaset güdülmesinin esas amacı herhalde boylardan herhangi birinin güçlenip devlete karşı isyan etmesinin önünü almaktı. Çünkü tarihi deneyim, bu durumun sıkça yaşandığını göstermekteydi. Osmanlı korunma düşüncesiyle yürüttüğü siyaset, batı Türklüğünün kaynaşmasına yol açtı ve elbette Türk milletinin varlığını sürdürmesi açısından oldukça yararlı oldu. Şu anda ülkemizde pek çok kişi hangi Oğuz boyuna mensup olduğunu bilmez, bilenler için de boy düşüncesi artık bir ayrışma öğesi olmaktan çıkmış, Türklüğün göstergesi durumuna gelmiştir ve bu bizim için son derece değerli, yaşatılması gereken bir durumdur.” (S:221-222) diyerek Türklerin homojenleşerek tek parça şuuruna erdiklerini ifade etmektedir. Hatta boya mensubiyet duygusunun azalması, unutulmasıyla ayrı bir devlet ve millet olma duygusundan arınıldığını, artık boy mensubiyetinin sadece Türk olmasını ispat eden bir köken bilgisine dönüştüğünü, Türklüğünü ispat etmek için başvurulan bir kıstas olduğunu göstermektedir. Göktürk abidelerinde Oğuz kelimesi ve Oğuzlardan bahsedilmesi de gösteriyor ki Göktürkler ve oğuzlar iç içe yaşadıkları gibi aynı zamanda bir iç mücadele halinde olduklarını da okuyoruz.
Oğuzları bir boy olarak anlattıktan sonra Oğuz adında bir Türk devleti kurulup kurulmadığı hakkında hiçbir bilgi verilmemiş ancak Oğuzların nerelerde yaşadıkları hakkında bilgiler verilmiştir. Vahit Türk Hoca bu Oğuzlar hakkında verdiği bilgiler arasında Yesi şehrinin adının Türkistan olarak değiştirildiğinden bahsederek buna karşı çıkmış ve haklı endişelerini de “Bilindiği üzere Türkistan Türklüğün tarihi yurdunun adıdır ve oldukça geniş bir coğrafyadır. (…) Sovyet ihtilali sırasında bölgede kurulan devletin adı da Türkistan Hükümeti idi, hatta Sovyet’in kurulduğu yıllarda da bölge, Türkistan adıyla bütün olarak birliğe dâhil edilmişti. (…) Sovyet egemenliğinin her şeye hâkim olmasından sonra yapılan ilk işlerden biri Türkistan kavramına saldırmak oldu. Bütün Türk coğrafyasını ifade eden bu söz, küçültülerek bir kasabanın adı durumuna getirildi ve Türkistan parçalandı.” (S:232) şeklinde dile getirmiş ve buna eş başka bir isimlendirmenin de Orta Asya kavramı olduğunu ifade etmiştir. Orta Asya kavramı bütün Türkistan bölgesinin unutturularak Tarihi Türk beleği olduğunun gizlenmesi, kavramın Türkler için bir anlam ifade etmemesi yolunu açtığını söylemektedir. Biz Oğuzlardan devlet olarak ilgi verilmemiş dediğimiz anda “Selçukluların Doğuşu” başlıklı bölüme “Oğuzların Selçuklulardan önce tarihçiler tarafından Oğuz Yabgu Devleti adıyla adlandırdığı bir devletlerinin olduğu tarihi kaynaklarda yer alır” (S:234) diyerek başlayarak Oğuz adının üst kimlik olarak yapılmış bir isimlendirme olmadığını devlet olarak da tarihte yer almış bütünü temsil eden bir kavram olduğunu göstermiştir.
Oğuz yabgu Devletinde Sü Başı olan Selçuk daha sonra bütünden ayrılarak etrafında topladığı Oğuzlarla yeni bir devletin temellerini atmıştır. Selçuk Sü Başının İsrafil, Mikail ve Musa adlı dört oğlu vardır, ancak bir oğlu genç yaşta ölmüştür (S:237). Vahit Türk Hoca kamuoyunda yanlış bilinen bir bilgiyi burada düzeltmektedir. Kamuoyu genellikle Selçuklu devletinin kurucuları Tuğrul ve Çağrı beyleri Selçuk Sü Başının oğulları olarak bilir. Ancak doğrusu “Selçuk Sübaşı oldukça uzun bir hayat yaşamış ve Cend şehrinde öldüğünde yüz yaşını geçmişti ancak oğlu Mikail, kendisinden önce bir savaşta ölmüş ve Mikail’in oğulları, Türk tarihinin devlet kurucu büyük kahramanlarından olan Tuğrul ve Çağrı, dedeleri Selçuk tarafından büyütülmüşü.” (S:238) şeklinde olan bilgi bir yanlışı da düzeltmiştir.
Büyük Selçuklu devletinden günümüze örneklik etmesini arzu ettiği iki durumu öne çıkaran Vahit Türk Hoca bunlardan birincisinin ilk defa Göktürk abidelerinde geçtiği görülen iki kardeş olan Bilge Kağan ve Köl Tigin arasındaki Türk tarihindeki genel uygulamanın aksine iki kardeşin birlikte hareket etmesi Tuğrul ve Çağrı Beyler arasında da gerçekleşmiş ve bu aklın ve kılıcın birleşmesinden, Türk devletinin büyük faydalar elde etiğini (S:240), ikincisi de Selçukluların savaş ve barış esnasında kurultay toplayıp yapılacak ve izlenecek yola istişare yoluyla karar vermelerinden bu ortak akıldan (S:247) de Selçukluları başarılı kıldığını dolayısıyla bu iki hasletin Türk devlet geleneğinde günümüzde de uygulanabileceğini örnek vererek anlatmaya çalışmaktadır.
Daha önce de temas ettiği iskân politikasına Faruk Sümer Hocanın Oğuzlar adlı anıt eserinden hareketle Selçuklular zamanında da önem verildiğini ve bu sayede anayurttan kopup gelen Oğuz boylarının daha çok Bizans ile temas edecek şekilde batıya en uç bölgelere yerleştirildiğini, bazılarının da yine Türk nüfusun az olduğu bölgelere yerleştirilerek buraların nüfus yapısını Türkleştirmek suretiyle devletin güvenliğini sağlamaya çalıştıklarını görüyoruz (S:269). Türkmen Oğuzlarının en uç noktaya Bizans’ın karşısına yerleştirilmesinden temin edilen fayda buraların ve daha yeni yerlerin Türk yurdu tapılmasının yanında oğuz Türkmen gruplarının Bizans’la uğraşmaktan devletin iç işleriyle meşgul olup isyan çıkarmaları önlenmeye çalışılmıştır.
Anadolu Selçuklu devletinin kurucularından Kutalmışoğlu Süleyman Şah Alparslan’ın yapmış olduğu Malazgirt savaşından dört yıl sonra İznik’i fethetmiş ve burayı kendisine üst edinmişti. Daha sonra Antakya’yı Müslim’i yenerek Arap egemenliğine tamamen son vererek fethedip Halep ve Musul bölgelerini tesiri altına almış olması dolayısıyla Artuk Bey ve Suriye Selçuklu Sultanı Tutuş ile anlaşarak Halep’i kuşatmışlardı. İki Türk ordusu Halep yakınlarında karşılaşmış ve Kutalmışoğlu Süleyman şah bir rivayete göre taşıdığı bıçağı kalbine saplayarak, başka bir rivayete göre de savaş meydanında Tutuş’un askerleri tarafından öldürülmüştü (S:288). Erhan Afyoncu’ya göre Suriye’de Caber kalesindeki mezarda yatan Süleyman Şah bu Kutalmışoğlu Süleyman Şah değildir. Çünkü Kutalmışoğlu Süleyman Şah öldüğünde daha o zaman Suriye’nin Caber Kalesi Selçuklu hanedanı tarafından ele geçirilmemişti. Kutalmışoğlu Süleyman Şah yine Erhan Afyoncu’ya göre Halep Kapısındaki mezara defnedilmiştir. Ayrıca ölüm şekillerinde de bir farklık var. Caber Kalesinde metfun olan Süleyman Şah rivayete göre atıyla ırmaktan geçerken düşmüş ve boğularak ölmüştür. Kutalmışoğlu Süleyman Şah hakkındaki rivayetlere göre (ö.t.4 Haziran 1086) ise esir düşünce taşıdığı bıçağı kalbine saplayarak veya savaş meydanında Tutuş’un askerleri tarafından öldürülmüştür. Kaya Alp oğlu Süleyman Şah Ertuğrul Gazinin babası ölüm tarihi 1236 olan bu Süleyman Şah Fırat Nehrinde boğularak ölmüştür. Osmanlı devletinin kuruluş zeminini hazırlayan Kaya Oğlu Süleyman Şah Suriye’deki Süleyman Şah Türbesine gömülmüştür. Kutalmışoğlu Süleyman Şah Anadolu Selçuklu Devletinin kurucusu, Kaya oğlu Süleyman Şah da Osmanlı Devletinin kuruluşuna zemin hazırlamıştır. Oğlu Ertuğrul Gazi de Osmanlı Beyliğini kurmuş, torunu Osman Gazi de Osmanlı Devletini kurmuştur. Kutalmışoğlu Süleyman Şah 1086 yılında ölmüş Kaya oğlu Süleyman Şah ise 1236 yılın da her ikisi arasında yaklaşık 150 yıl vardır.
Selçukların tarih teki yeri, kültür ve sanatları hakkında verilen bilgilerden sonra Harzemşahlar’ı işleyen Vahit Türk Hoca daha sonra Kölemenleri anlatırken verdiği örnek ile Araplar ile Türkler arsındaki kadın yöneticiye bakış açısını anlatan ve artık bir darbımesel haline gelmiş olan “Türklerde kadın devlet yönetiminde hemen kocasının yanındadır.” sözünü afakî olarak söylenmiş bir söz zannedenlere afakî olmadığını gerçek bir örnekle göstermiştir. Köle komutanların kendileri gibi köle bir Türk olan daha önceki sultanları ölmüş Salih Eyyüb’ün eşi olan Şecerü’d-Dürr’ü sultan yaptılar. “Bir kadını sultan olmasını başta Abbasi Halifesi olmak üzere köleler dışında hiç kimse sindiremedi. Hatta kaynaklarda Abbasi Halifesinin ‘Orada erkek kalmadıysa bize bildirin buradan bir tane gönderelim’ diye haber gönderdiği aktarılır.” (S:313) Bu baskılara dayanamayan Şecerü’d-Dürr, İzzeddin Aybek ile evlenerek sultanlığı ona bırakır. Vahit Türk Hoca bu hususta yaptığı yorumda bozkırlılarla yerleşikler [Şehirliler ya da Araplar] arasındaki anlayış farkının ortaya çıktığını ve köle bozkırlılardan başka kimsenin hanımın sultanlığını kabullenemediğini hem de İslam kadını hayatın içinde tutmaya çalışmasına rağmen Arap kültürünün bunu engellediğini ifade etmiştir. Tomris Hatun ve Süyüm Bike’den başka Türk tarihinde kadın yöneticilerin olduğunu gösteren farklı bir örnek olarak hafızalar kazımıştır. Türk kölelerin kurduğu Kölemenler ya da Memluklular olarak bilinen Türk devleti tarihte Türk adıyla anılan ikinci Türk devletidir. Birincisi Göktürk Devletidir. 1250-1382 yılları arasında devleti yönetenlerden dolayı ‘el-Memalik et-Türkiyye’ (S:314) adını almışmış ve adında Türkiye geçen ilk Türk devleti olma şerefini de taşımıştır. “1279 yılında Batılıların ve Arapların Türk Devleti (ed-Devletü’t-Türkiyye) adlandırdıkları” (S:316) adında ikinci Türk kelimesi geçen ancak ilk Türkiye olarak isimlendirilen ülkedir.
Moğol Cengiz Han ve kurduğu devletin tarih içindeki seyri Cengiz Han tarafından ve bağlı olarak kurulan devletlerin yapmış olduğu istilalarla, doğudan batıya Türk ve İslam medeniyetinin eserlerini şehirlerini, kütüphane ve kitapları yakıp yıkmasından ve onların etkilerinden bahseden Vahit Türk Hoca nihayet bir Cengiz Han devleti olan ancak halkının ve ordunun ekseriyetinin Türk olması dolayısıyla Türk Devleti dediği Alton Orda devletinin Ruslarla yaptığı mücadele ve yine iç gailelerle boğuşmadan dolayı zayıflayıp Emir Temir tarafından da yıkılınca ortaya çıkan sonucu “Altın Orda’nın yıkılması, Türklük için çok hazin sonuçlar doğran olaylardan biri oldu. Rus’un önündeki set yıkıldı ve Türk yurtları birer birer Moskof çizmelerinin altında kaldı, Türk uygarlığını görkemli şehirleri Ortodoks kiliseleriyle dolduruldu ve Türk yurtlarında yüzyıllar süren, pek çok yurdumuzda halen de devam eden Rus egemenliği dolayısıyla yurtlarımızın havasındaki Türk kokusu toprağa gizlendi, mezarlarımız bile yok edildi. Türk yurtları, Cengiz istilasının sonuçlarının çok daha beterini Rus istilasıyla yaşadı ancak Cengiz istilası gelip geçici, Rus istilası ise kalıcı oldu.” (S:333) şeklinde yorumlamıştır.
Vahit Türk Hoca’nın her ne kadar altın Orda devletini yıkarak farkında olmadan Türk Dünyasının kalıcı bir şekilde Rus hegemonyasına girmesine sebep olmuş olsa da hüküm sürdükleri coğrafyanın genişliği ile kıyaslayarak İskender ve Napolyon’dan daha cengâver olduğunu söylediği Emir Temir’in aslında en önemli vasfının Türkistan’ı ikinci defa inşa eden ve mamur kılan Türk devlet adamı olmasıdır. Bu Emir Temir konusu anlatılırken de Vahit Türk Hoca Türk Kimliğinin Kaynağı olabilecek iki hadiseyi aktarır ki bu iki hadise Türklük şuurunun oluşmasına güzel örneklik edeceklerini düşünerek bizde aktarmayı uygun gördük. Bunlardan birincisi Anadolu’dan kalkıp ilim öğrenmek için Herat’a oradan da Semerkant’a geçmiş aldığı eğitim sonunda ünlü bir bilgin olmuş Kadızade Rumi’yi Uluğ Bey kendi kurmuş olan medreseye baş müderris olarak atar. “Uluğ Bey, medresesinde ders vermekte olan bir müderrisin bazı davranışlarından memnun olmaz ve Kadızade’den habersiz olarak müderrisin görevine son veriri. Durumu öğrenen Kaızade, Uluğ Bey’in hareketini protesto eder ve göreve gitmeyip evine kapanır. Baş müderrisin görevine gelmediğini duyan Uluğ Bey sebebini öğrenince evine gidip yaptığından dolayı özür diler, müderrisi görevine getirir ve böylece Kadızade de medresenin başına döner.” (S:348) Ha bilinmesi gereken bir detay da Uluğ Bey ilim adamlığı yanında Emir Temir’in torunu olması dolayısıyla devlet başkanıdır. İkinci olay da Emir Temir’in torunu Hüseyin Baykara’nın devleti ölümünden sonra mirzaların eline geçti. Bu mirzalardan biri de Bediüzzaman idi. Hüseyin Baykara’nın oğlu Bediüzzaman Şeybaniler Herat’ı alınca Şah İsmail’e sığınmış, Şah İsmail’in Yavuz Sultan Selim’e yenilmesinden sonra da İstanbul’a getirilmiştir. “Yavuz, Bediüzzaman’a bir sultana nasıl davranılırsa öyle davrandı ve ona maaş bağlattı ancak Bediüzzaman İstanbulşda uzun yaşamayıp 1515 yılında 46 yaşında öldü.” (S:350) Vahit Türk Hoca’nın bu konuda bilinmesini istediği detay hususta Yavuz Sultan Selim Timur’un yendiği Yıldırım Beyazıt’ın torunu, Bediüzzaman da Timur’un torunuydu.
Türklerde hep kardeşler arsında ve hanedanın diğer mensupları arasında taht kavgaları, iki Türk devleti arasında yıkılmaya götüren savaşlar olmamış bazen Avşar Boyuna mensup Nadir Safevi devletinde etkin olup devlet yönetimi ele geçirmiş şah unvanını alarak Nadir Şah ülkesini genişletmenin yanında Oğuz Türkleri arasındaki mezhep farklılığını ortadan kaldırmak için Osmanlı devletine Caferi mezhebinin de dört mezhep gibi Sünni hak mezhep sayılmasını istedi. Ancak Osmanlı bu hususun ilmi bir komisyon tarafından incelenmesini isteyerek işi çözümsüz bıraktı (S:364). Ancak bu sorun ikinci kere Osmanlı tarafından ele alınmış ve Mekteb-i Tıbbiyedeki Hristiyan öğrenciler pazar günleri kiliseye gitmek isteyince Müslüman öğrencilerin zamanı boş geçmesin diye din dersi verilmesi düşünülmüş ve Din dersine giren hocalar tarafından Sünni anlayışa uygun olarak dört hak mezhepten söz edilince Caferi Türk öğrenciler dersi boykot eder, olay saraya intikal edince de “Abdulhamit Caferilik mezhebinin de hak mezheplerden olduğunu belirten bir ferman yayınlayarak sorunu çözer.” (S:365) Böylelikle özellikle Azerbaycanlı aydınların mezhep unsurunun Türkler arasında bölünmeye sebep olmaktan çıkarılması konusunda bir ölçüde başarılı olmuş oldukları bir konudur.
Hem Doğu Avrupa’da hem de Anadolu’da hızlı bir yayılma göstererek Osmanlı devletinin sınırlarını genişleten Yıldırım Beyazıt devlette pek çok yasal düzenleme yapmış bu yüzden de “takva bir yana bırakılıp fetva esas alındı.” (S:385) diyerek hem eleştirilmiş hem de yaptığı hukuki düzenlemelere işaret edilmiştir. Aslında Yıldırım Beyazıt’ın Anadolu’daki genişleme çalışmaları yüzünden Doğu’dan gelen Emir Temir kasırgasına karşı işbirliği yapabileceği Kölemen devletiyle aralarındaki iyi niyet dayalı güven yok olduğu için her iki devlet Emir Temir ile tek başlarına baş başa kalmışlardır. Yıldırım Beyazıt ile Emir Temir arasındaki Ankara Çubuk Ovasındaki savaşı Emir Temir kazanmış, Yıldırım Beyazıt’ı da esir almıştır ancak burada Vahit Türk Hoca en enteresan bilgiyi vermektedir ki “Yıldırım’ın oğulları Süleyman, İsa ve Mehmet, savaş henüz bitmeden meydandan ayrılıp yönetim bölgelerine gitmiş, babalarını savaş alanında bırakmışlardı.” (S:387) ki bu belki de Türk tarihinde hanedandan birilerinin cepheden kaçtığı tek olaydır. Eğer Çelebi Mehmet tekrar Osmanlı devletini toparlamamış olsaydı bu gün hayırla yâd edilirken aksi halde en acımasız eleştirilere ve en galiz hakaretlere uğraması kaçınılmaz olabilirdi.
Fatih Sultan Mehmet Uzun Hasan ile Uygur harfleri ile yazılmış mektuplarla mektuplaşmış (S:384), Fatih’in zamanında sarayda Uygur harflerini bilen Abdurrezzak Bahşı adında bir kâtip bulunmaktaydı (S:395). “On beşinci Yüzyılda Türkistan’da da Uygur harfleriyle pek çok eser yazıldığı bilinmektedir.” (S:395) diyen Vahit Türk Hoca bu çağda Uygur harflerinin kullanılmasını ilginç bulmaktadır.
Osmanlı devletinde devlet düzenin bozulmasını 16yüzyıl sonlarından başlatan Vahit Türk Hoca devlet düzenin bozulmasını alametleri olarak da hanım sultanların devlet işlerine müdahaleleri, padişahlığa kimin geçeceğini belirleme çabalarının, paşaların özellikle de damat paşaların aralarındaki çekişmeler (S:415) olduğunu söylemektedir. Tarihte Celali isyanları denilen aslında birer Türkmen ayaklanması olan bu isyanlar “Türkmen ayaklanmaları durup dururken olmayıp, her birinde başta adaletsizlik ve devşirmelerin ya da kendini bilmez devlet adamlarının zulümleriyle halkı hor görmeleri başta olmak üzere pek çok haklı gerekçe söz konusudur.” (S:415) Bu Türkmen isyanları Kuyucu Murat Paşa tarafından üç yılda kanlı bir şekilde bastırılmasını Osmanlı tarihçisi İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın devlet tarafından bakarak Kuyucu Murat Paşa’yı haklı gördüğünü ifade eder ki vahit Türk Hoca bu bakışa karşıdır. “Gelecekte Celali olmaları ihtimalinden dolayı çocukları bile öldüren bir baş vezir”in (S:415) nasıl zalim olduğunu da “
Haccac, bir zalimdi, Kuteybe, bir zalimdi, Kuyucu Murat da bir zalimdi…”(S:415) şeklinde bir kıyaslamayla ortaya koymaktadır. Aslında Vahit Türk Hoca’nın bakışının arkasındaki felsefe Şeyh Edebali’ye ait olduğu söylenen “Milleti yaşat ki Devlet yaşasın” felsefi sözde saklıdır. Devlet adil olacak millet de devletine sahip çıkacak.
Osmanlı İmparatorluğunun duraklama ve gerileme ve çöküşü üzerinde uzun uzun duran Vahit Türk Hoca, çöküşü durdurmak isteyen aydınların mücadelelerine ve bu mücadelede halka inmenin yolları olarak çıkarmış oldukları dergi ve gazeteler üzerinde durmaktadır. Kırımlı Gaspıralı İsmail Bey tarafından Tonguç adıyla 1881 de yayınlanan dergi ile başlayan yayın hayatı daha sonra Şafak, Kamer, Güneş, Yıldız, Ay, Mirat-ı Cedid (Yenilik Aynası) taşıyan risalelerle devam etmiş ve nihayet birkaç kere başvurup Ruslardan izin alamadığı Tercüman gazetesini 1183 yılında çıkarmaya başlamıştır. Vahit Türk Hoca Gaspıralı İsmail Bey’in çıkarmış olduğu risalelerin adlarının bie “aydınlık” manasında olduğunu özellikle ifade eder. Tercüman gazetesini başlığı “Dilde, Fikirde, İşte Birlikti” ve tek amacı bürün Türk dünyasında ortak bir edebiyat dili oluşturmaktı Bunu da en fazla işlenmiş olan Osmanlı Türkçesi etrafında diğer lehçelerden de kelimeler alarak yapmak istiyordu. 35 yıl bu gazeteyi çıkarmak başarısını gösterdi ve Türk dünyasında başka gazete ve dergilerin çıkarılmasına fikri öncülük etti (S:453). Gaspıralı İsmail Bey Türk Dünyasının aydınlatılmasına ve eğitilmesine o kadar önem veriyordu ki Tercüman gazetesinin yanında eşi Şefika Gaspıralı tarafından Kadınlara yönelik Âlem-i Nisvan, Çocuklara yönelik de Âlem-i Sıbyan adlı dergiler çıkarılıyordu (S:454). Yani Gaspıralı İsmail Bey Türk dünyasını çocuk kadın erkek ayırmadan topluca uyandırmaya ve milli bir şuur vermeye aynı dil etrafında toplamaya çalışıyordu.
İttihat ve Terakki ülkemizde sol ve siyasal İslamcılar tarafından tartışıla gelmiş ve Osmanlı İmparatorluğunu yıkmakla yıkılmasına sebep olmakla itham edilmişlerdir. Vahit Tür Hoca ittihat ve Terakki hakkında daha önce yapılamış olan iki tespit yapmaktadır ki bunlardan birincisi. “Bu yıllarda (1897) Osmanlı ordusu Alman askeri heyeti tarafından yeniden örgütlenmiş, devlet ve ordu içinde Alman etkisi artmaya başlamıştı. Almanlarla ilişkilerin İttihat ve Terakki Cemiyeti ile başlayıp geliştiği konusu da bir başka uydurmadır. Ortalıkta henüz bu cemiyetin adı sanı yokken devlet birtakım zorunluluklar dolayısıyla Almanlar ile ilişki kurmaya başlamış ve bu ilişki daha sonra da artarak sürmüştür.” (S:460) şeklinde Osmanlıyı Almanlarla işbirliğine İttihat ve Terakki Cemiyeti oldubittiye getirip zorlamamıştır. İkincisi ise bu ilişkinin sebebini açıklar mahiyettedir ki aklın ve izanın tercih edebileceği bir yol olarak Alman Osmanlı ilişkisini açıklamaktadır. “Yukarıda değinildiği üzere dönemin tipik olaylarından biri, devletteki politika değişikliğinin de önemli göstergelerinden biri olarak kabul edilen Almanya ile olan yakınlaşmadır. Almanya, İngiltere ve Rusya gibi doğrudan toprak talebinde bulunmuyor ve devletin içindeki azınlıklara yönelik olarak da herhangi bir faaliyet içinde görünmüyordu. Sömürgecilik konusunda ötekiler göre geç uyanan bu ülke, Osmanlı’ya ekonomi yoluyla yanaşmaya çalışıyordu. Demir yolu yapımı, Almanları çok üzerinde durduğu bir konu idi. 1890 yılından sonra Almanlar başlayacak olan demiryolu projesini Abdülhamit’e kabul ettirdiler.” (S:461) Görülüyor ki Almanlarla işbirliğine iten iki sebep toprak talep etmemeleri ve azınlıklara yönelik ayrılıkçı faaliyet yürütmemeleridir. Ayrıca yatırım yapmak ve ekonomiye katkı vermek de cabası. 1908 yılında iktidar olmuş bir İttihat ve Terakki cemiyeti nasıl bu ilişkileri başlatabilecektir. Türkçülük yaptığı ve Osmanlı devletindeki azınlıkları milli düşünceye sevk ettiği için İslamcılar ve Solcular tarafından eleştirilen İttihat ve Trakki Cemiyetinin aslında ilk çıkış gayesini Türkçülük olmadığın 1902 senesinde Mısır’da Şurayı Ümmet gazetesinde halka ilan edilen kuruluş ilkeleri (S:467) ile ortaya koymaya çalışan Vahit Türk Hoca bunu “İttihat ve Terakki Cemiyeti mensuplarını da başlangıçta Osmanlıcılık, daha sonra İslamcılık düşüncelerinde n medet umdukları ancak Balkan bozgunundan sonra açık biçimde Türkçülük düşüncesini telaffuz etmeye başladıkları bilinmektedir. Yani bu insanların sorunu, her hangi bir ideolojinin başarısı değil, öncelikle bağımsız yaşayabilecekleri bir devletlerinin varlığı idi.” (S:466) şeklinde ilan ettikten sonra 1902 de Şurayı Ümmet gazetesinde ilan edilen beş maddelik programındaki birimci maddesinin Osmanlı devletinin istiklalini ve toprak bütünlüğünü, üçüncü maddesinin Kurtuluş ve saadeti Osmanlılıkta gördüğünü ve Osmanlıların ittihadını, beşinci maddesinin de Osmanlı hanedanı ve hilafet makamını kuvvetlendirmek olduğunu görmek aklı olana yeter de artar bile. Hala bu halka duyurulmuş programın ilgili maddelerine rağmen öküzün altında buzağı arayanlara, ‘sizsin yaptığınız art niyetlilikten başka nedir?’ diye sorası gelir insanın.
Siyasal İslamcı ve Solcular tarafından Türkçülük hareketine yüklenen azınlıkların milli duygularının uyanmasına sebep olarak Osmanlıyı yıktıkları suçlamasına bie cevap olacak cevabı Vahit Türk Hoca Yusuf Akçura’nın “Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük” konuların ele aldığı “Üç Tarzı Siyaset” adlı risalesini incelerken aktarmaktadır. Bu risalede II. Mahmut zamanında başlayan Osmanlıcılık başarılı olmayınca Sultan Abdülaziz zamanında dillendirilen İslamcılık Abdülhamit zamanında halife sıfatı da kullanılarak aktif olarak siyasi bir yol olarak kullanılmış, İslamcılık “siyasetinin izlenmesi sonucunda amaçlara ulaşılmada herhangi bir yol alınmadığı gibi halen Osmanlı tebaası olan Hristiyan unsurlar da durumdan rahatsız olmaya başlamışlardı.” (S:474) bu başarısızlık üzerine artık son çare olarak Türkçülük devreye girmiştir.
Vahit Türk Hoca bilinen ancak üstü örtülen iki hususu daha aydınlığa kavuşturmaktadır. Birincisi Derviş Vahtedi’nin kurmuş olduğu ittihad-ı Muhammedi Cemiyeti ve çıkarmış olduğu Volkan dergisi İngilizlerin desteğiyle faliyet göstermeye başlamış ittihat ve Terakki mensuplarına açık bir savaş ilan ediyordu kendisine paralel yayın yapan başka bir İstanbul gazetesi de İngilizce yayınlanan Levant Herald’tır. “Bir süre sonra Sait-i Kürdî adıyla Said Nursi de bu dernek içinde boy gösterecektir.” (S:482) diğeri de ikinci Abdülhamit’e tahtan azledildiğini bildirenlerin içinde Müslüman olmayanların yer aldığı yönündeki İslamcı eleştirilerin aslının olmadığını ortaya koyan II. Abdülhamit’e azlini bildirenlerin “Hareket Ordusu Komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa, Fethi Bey (Okyar) ve Galip Bey” (S:482) olduğun ifade etmesidir.
Vahit Türk Hocanın hazırladığı bu mükemmel eseri daha da mükemmel hale getirecek bir öneri yapabiliriz. Kitapta görüleceği gibi Osmanlı ve Türkiye hakkındaki bilgiler detaylı olarak yer verilmişken, Allaş Orda Devleti (S:521), Garbi Trakya Devleti, Aras Türk Devlet, Cenûb-ı Kafkas Türk devleti, Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti (S:522), Hatay Türk Cumhuriyeti, Doğu Türkistan Cumhuriyeti (S:523), gibi kurulup bir iki yıl gibi kısa yaşamış Türk devletleri ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla bağımsızlıklarını kazanan Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan (S:524), Özbekistan, Türkmenistan (S:525) gibi bağımsız devletler ve hala Rusya içinde kalmış İdil Ural Bölgesindeki Tataristan Özerk Cumhuriyeti, Başkurdistan özerk Cumhuriyeti, Çuvaşistan Özerk Cumhuriyeti, Sibirya Bölgesinde Saha (Yakut) Özerk Cumhuriyeti, Altay özerk Cumhuriyeti, Hakasya özerk Cumhuriyeti, Tıva özerk Cumhuriyeti, Kafkasya bölgesinde Karaçay-Çerkes özerk Cumhuriyeti, Kabardin-Balkar Özerk Cumhuriyeti bugün için Ukrayna içinde kalmış Moldava bölgesindeki Gagauz Özerk Cumhuriyetlerinden (S:525) çok kısaca bahsedilmiş olup, buradaki Türklük mücadelesi ve Türk kimliği şuurunu besleyen yaşanmışlıklardan daha detaylı bahsedilmesi gerektiğini düşünmekteyim.
Vahit Türk Hoca Atatürk ve II. Abdülhamit gibi kitapta ele aldığı tarihi şahsiyetlerin olumlu işlerini methederken olumsuz işlerini de yermiş kısaca eleştiri ve değerlendirmelerinde Türk milletine sağladığı fayda ve zarar açısından bakmış, onları toptan kabul veya toptan ret gibi peşin hükümlü davranmamıştır. Meselelere olaylar bazında ve işlendiği zamanın şartları bakımından yaklaşmaya çalışmış, ideolojik bir tutumla yorum yapmaktan kaçınmıştır.
Vahit Türk Hoca bu kitabında eleştiriler yapmış, tavsiyelerde bulunmuş, yanlışları, iftiraları, yalanları düzelterek Türk evladının kendi kendinse güven duymasının yolunu açmış kınayıcının kınamasına kapılarak aşağılık kompleksine kapılmaması gerektiğini, gerçeklerin bir gün mutlaka gün yüzüne çıkmak gibi bir vasfının var olduğunu göstermeye çalışmıştır.
Vahit Türk Hocanın “Türk Kimliğinin Kaynakları” adlı bu kitabı Osman Turan Hocanın yazdığı “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi” kitabı kadar klasik olacak bir kitaptır. Kanatin odur ki her ikisi de Türk’ün elinden düşmemesi geren iki eserdir. Vahit Türk Hocanın “Türk Kimliğinin Kaynakları” adlı kitabı Türklük şuuru kimlik bilinci verirken Osman Turan Hocanın yazdığı “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi” kitabı fetih şuuru ve dünyayı yönetme Nizam-ı Âlem şuuru vermektedir ki Türklük bilincine sahip olacak şuuruna sahip olmuş bir Türk Milleti’nin Cihana Hâkim olma Nizam-ı âlem davası Türk kimliği bilincine sahip olan bir millet ile daha gerçekçi bir hal alıp daha uygulanabilir zemin elde etmiş olacaktır.
“Türk Kimliğinin Kaynakları” adlı kitabı yazarken kullandığı yazılı kaynaklardan Göktürk Yazıtları Abidesi, Kutatgu Bilig, Diva-ı Lügati’t Türk, Ahmet Bican Ercilasun unun yazmış olduğu “Türk Kağanlığı ve Türk Bengü Taşları “adlı eseri ile “Kutatgu Bilig” üzerine yaptığı çalışma, Faruk Sümer’in “Oğuzlar” adlı eseri vs. gibi yazıldıkları zamanın imkânlarıyla ulaştıkları belgelerden yola çıkarak Türklük hakkında doğru ve sağlıklı bilgi vermeye çalışan eserler hakkında da bilgi vererek okuyucunu daha derinlemesine bilgi edinmesi için bir okuma rotası çizerek bir yol göstermiş, aynı zamanda da kitabının referanslarını göstermek istemiştir.
Vahit Türk Hocanın “Türk Kimliğinin Kaynakları” adlı kitabı Türklük Bilimi ile uğraşan Türkçe ve Tarih hocaları tarafından okunmalıdır. Eğer ilgili bilim adamları bu kitabı okurlarsa Türk Tarihine ve Türkçeye ortak bir anlayış ve bakış açısıyla yeni ancak ortak bir yorum getirme yoluna kavuşmuş olacaklardır. Bu konuda bir örnek olması bakımından ilk Müslüman Türk devletinin Hakanlılar (Karahanlılar) olduğu bilgisinin yanlışlığından kurtulup aslında ilk Müslüman Türk devletinin İdil Bulgar devleti olduğunu ve 920 yılında İdil Bulgar Hanı Almış’ın Halife Müktedir Billâh Cafer’e elçi göndererek din adamı ve mimar istediğini, 922 yılında bu isteğin Halife Müktedir Billâh Cafer tarfından karşılandığı (S:177) bilgisiyle düzeltmiş oluruz.
Vahit Türk Hoca “Türk Kimliğinin Kaynakları” adlı bu çalışmasında pek akademik bir endişe taşımadan kitabını dip notlara boğmadan daha çok Türk milletinin genelini düşünerek kaleme almış görünüyor. Eğer bu kadar alıntı ve atıf yapılacak kitaba dip not koymaya kalksaydı okuyucu bunu anlamakta zorlanacak kitap belki de hacim olarak daha da büyüyecekti. Bu haliyle Türklerin kendileri hakkında bilgi edinecekleri bir el kitabı durumuna gelmiştir.
Vahit Türk Hoca “Türk Kimliğinin Kaynakları” adlı bu kitabı diğer Türk lehçelerine de tercüme edilerek basılmalı ve dünyada yaşayan diğer Türk boyları ve soyları da bu kitapta yazan bilgilerle ortak bir benlik bilgisi ve ortak bir Türklük şuuruna kavuşması sağlanmalıdır. Bu hizmet için de TİKA ya da Yunus Emre Enstitüsü bu hizmete talip olmalıdır.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.