Süleyman Eryiğit’in yazdıklarından daha önce hiçbir yazısını okumadım. Mümtaz Turhan, Sabri F. Ülgener, Ömer Lütfü Barkan, Mehmet Genç gibi hocaları okuyup Osmanlının geri kalışının sebepleriyle ilgilenmeye başladığımdan ve özellikle de Mehmet Genç’in iki ciltlik “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi” adlı kitabını okuduktan sonra “Osmanlı ve Kapitalizm” konusu daha dikkatimi çekmeye başladı. Süleyman Eryiğit’in yazmış olduğu “Osmanlı ve Kapitalizm” adlı kitabın Fahri Atasoy tarafından yapılan tanıtımını görünce hemen aldım.
Kitabın başında verilen Süleyman Eryiğit hakkındaki kısa özgeçmişten anlaşıldığına göre bu konulara yakın başka kitapları da var ve alıp okumak için sıraya koydum. Süleyman Eryiğit’in yazdığı “Osmanlı ve Kapitalizm” Mi Yayınlarından Ocak 2024 tarihinde birinci baskısı ve 523 sayfa olarak yayınlanmış. Kitap İki ana bölümden oluşuyor; “Birinci Bölüm: Avrupa: Kapitalizmi Doğuran Dinamikler”, “İkinci Bölüm: Osmanlı ve Kapitalizm: Bir Başka Dünya Bir başka Hikâye” başlıklarından oluşmaktadır. “Birinci Bölüm: Avrupa: Kapitalizmi Doğuran Dinamikler” başlığı altında incelenen konulardan bazıları “Yunan ve Roma’dan Devralınan Miras”, “Ticari Kapitalizmi Doğuran Dinamikler, Sınıflı Toplumsal Yapı: Dua Edenler, Savaşanlar, Çalışanlar”, “Loncalar (Guilds)”, “Endüstriyel Kapitalizmi Doğuran Dinamikler”, “Coğrafi Keşifler: Etkileri ve Sonuçları”, “Anonim Şirketlerin Ortaya Çıkışı”, “Kolonizasyon (Sömürgeleştirme), Köleleştirme ve Köle Ticareti”, “Endüstri Devriminin Sonucu: Endüstriyel Kapitalizm” oluşmakta olup “İkinci Bölüm: Osmanlı ve Kapitalizm: Bir Başka Dünya Bir başka Hikâye” başlığı altındaki bazı konular da “Osmanlı’nın Zihniyet Yapısı ve Bunun Siyasal Kültürel ve Sosyo-Ekonomik Sonuçları”, “Osmanlı Devlet ve Siyaset Felsefesinin Sosyo-Ekonomik Sonuçları”, “Osmanlı Toprak Sistemi ve Feodalizm”, “Osmanlı’da Endüstriyel Üretim : Esnaf ve Zanaatkâr”, “Osmanlı Toplumunda Kölecilik ve Köleler”, “Rönesans, Reform, Aydınlanma Düşüncesi ve Osmanlı Zihni”, “Osmanlı Sosyal Hayatı ve ‘Osmanlı İnsanı’nın Zihni Dünyası” alt başlıklarından oluşmaktadır. Söz konusu başlıklar dikkatlice incelendiğinde görülecektir ki bazıları Mümtaz Turhan, Sabri F. Ülgener, Ömer Lütfü Barkan, Mehmet Genç hocaların müstakilen ele aldıkları konulardır. Bu yüzden Süleyman Eryiğit hocaya büyük kolaylık sağlamış olacaklarını düşünüyorum.
Daha başta “Takdim” yazısında “Osmanlı kapitalist olmadı ya da olamadı.” (S.11) şeklinde ikili bir hüküm veya önerme sunan Süleyman Eryiğit aslında daha önce Osmanlı üzerine yazı yazan Mümtaz Turhan, Sabri F. Ülgener, Ömer Lütfü Barkan, Mehmet Genç hocaların bu önermenin bir tercih olan “olmadı” kısmından yana olduklarını büyük bir ihtimalle biliyordu. Çünkü onlara göre Osmanlı “refah toplumu” olmayı seçmişti ve “tedarik” yoluyla toplumun ihtiyaçlarını en kaliteli mallarla gidermek taraftarıydı. Uyguladığı ekonomik tedbirlerle de aşırı karı ve sermayenin tek elde birikmesini önlüyordu. Ancak üretimde verimin ve kalitenin artırılmasını yakalamaya çalışsa da sanayi devriminin makinalaşma seviyesini bir türlü tam manasıyla tutturamadı. Makinalaşmanın sağladığı endüstriyel üretim sayesinde üretimde kat be kat artış sağlayan ekonomilerle rekabet edemedi. Aslında bu geri kalışın cevabı Süleyman Eryiğit’in sorduğu “Peki, ne olmuştur ya da olmamıştır da Osmanlı Medeniyeti Modern Uygarlığı yaratan ya da onun teşekkülünde önemli paya sahip bir fail olamamıştır veya olmamıştır? Bir başka şekilde sorulacak olursa; Batı’yı ‘Endüstriyel Kapitalizm’e ve Modern Uygarlığa taşıyan dinamikler ne idi ve bunlar Osmanlı Medeniyeti’nde yok mu idi?” soruların cevabını araştırırken ele aldığı konuların başlıklarında gizli, yani Batı Medeniyetinin Endüstriyel Kapitalizme geçişini sağlayan unsurların en önemlilerini; Batı’nın toplumsal yapısının Dua edenler, Savaşanlar ve Çalışanlar şeklinde sınıflara ayrılması, merkantilizm, faiz, üretim ve ticarette üretimi ve ticareti devam ettirebilecek sürdürülebilir bir fiyatlama, sömürgecilik ve köleleştirme, Osmanlının “mistik” ve “hikemi” bilgi edinmesine karşılık Batılı insanda “pozitif bilgi” edinmek için oluşan bilginin edinimindeki zihniyet değişikliği, sermayedarların oluşumunu teşvik ve anonim şirketlerin kurulması olarak sayabiliriz.
Süleyman Eryiğit Kapitalizmin başlamasını önce insanların kıt kaynaklardan ihtiyaçlarını karşılama isteğinin değiştiğini ve üretimleri dışındaki ihtiyaç mallarını kendi ürettikleri ürünlerin fazlasıyla takas ederek başladığını, bunu tüccarların anlayışındaki insanların salt ihtiyaçlarını karşılamaktan rakip tüccarların imkanlarının geriletilmesi ve ele geçirilmesi, rakip tüccarların yerel veya dünyadaki pazar, fuar ve piyasalardan tasfiye edilmesi ve silinmesine doğru evrilmesine, dünyevileşen tüketicinin hayati olan zaruri ihtiyaçlarının karşılanmasından haz alamaya, tüccarların kar amacından estetik ve zevk almak amacına doğru, tüketicinin de züht ve kanaat zihniyetinden her mal ya da hizmeti almak isteyen moda ve yenilik peşinde koşan bir tüketici konumuna doğru değişimlerine bağlamaktadır (S.17-20). Kapitalizmin ortaya çıkmasında sayılan bu etkenlerin yanı sıra daha büyük kar elde etme hırsının üretimi artırmaya sevk etmesini, Pazar ekonomisinin oluşmasını ve de değerli maden ya da paranın değişim aracı olarak ve bizzat paranın kendisinin alınıp satılan veya faiz ile borçlanılan bir şekilde kullanılmaya başlamasını ve ilaveten bankacılık sisteminin doğmasını da eklemek gerekir (S.23).
Erik Jan Zürcher’in “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” adlı kitabından “Osmanlı İmparatorluğu ekonomik açıdan kapitalizm öncesi bir devletti. Devletin ekonomi politikaları, halka hayatta kalmasına yetecek kadar gıda temini…” (S.37) ifadelerini aktarırken Mehmet Genç Hocanın iki ciltlik “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi” adlı kitabında bahsettiği “tedarikçilik”ten bahsetmemesi büyük bir eksikliktir.
Yukarıda Mümtaz Turhan, Sabri F. Ülgener, Ömer Lütfü Barkan, Mehmet Genç adlı dört yazarın adını vererek Süleyman Eryiğit’in “Osmanlı ve Kapitalizm” kitabındaki incelememelerinin daha önce bu konuda araştırmalar yapmış bu hocalardan ilham almış olabileceğini söylemiştik. “Doğu Roma’nın Avrupa’nın hiçbir kültürel, sosyolojik, iktisadi, hukuki ve teknolojik yapılanmasında tesiri olmamış; buna karşılık hasım bir güç ve medeniyet olan ve kendisini tarih sahnesinden silecek olan Osmanlı Medeniyetinin iktisadi, siyasi, idari düşüncesinin teşekkülünde, asla ihmal edilmeyecek belirlemelerde veya etkilerde bulunmuştur.” (S.47) şeklinde yapmış olduğu tespit ile de Ord. Prof. Dr. Mehmet Fuad Köprülü’nün yazmış olduğu “Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri” adlı çalışmasından haberdarmış gibi görünüyor ancak kitabında özellikle birinci kısımda bu Türk yazarlara hiç atı yapmıyor. İşte bilim budur diyebilmemiz yerli bir bilim geleneğinden bahsedebilmemiz için adım adım ve müteselsil bir şekilde bilgi denilen tuğlaların farklı ustalar eliyle üst üste konulması bilim binasının oluşturulması gerekiyor.
Batı Roma Medeniyetinin ve Yunan Medeniyetinin bugün ki Avrupa Medeniyetinin oluşuma etki ettiğini savunan Süleyman Eryiğit Yunan Medeniyetinin tesiri için “Rönesans Hareketi, Yunan paganizmine dönüşten başka bir şey değildir.” (S.49) derken aslında Yunan Medeniyetindeki her işe bir tanrı öngören, yarı insan olan bir bedene sahip cismani çok tanrılı bir din anlayışından çok George Frankl’ın yazdığı “Batı Uygarlığı: Ütopya ve Trajedi” adlı kitabında dile getirdiği “Hristiyanlığın engellemesi nedeniyle yüzyıllardır insan bedeni sevgisine ve aklın özgür kullanımına aç olan 15. yüzyılın Avrupası’nın İtalya’sı, antik Yunan kültürünü, düşünce ve sanat geleneğini hazzetmiş ve yalnızca müstesna insanlar yetiştirmekle kalmamış, aynı zamanda popüler kültüründe de Avrupa’nın ‘özgür’ (liberal) uygarlığına örnek teşkil edecek insan yaratıcılığının çiçeklenmesine, dal budak salmasına da öncülük etmiş, zemin teşkil etmiştir.” (S.49-50) ifadeyi yani özgür aklın kullanımının, özgürce düşünmenin yolunu açmasını kastetmektedir.
Süleyman Eryiğit’in “Avrupa Hunlarının bu baskıları sonucu Avrupa’nın doğu ver kuzeydoğusundaki yerlerinden olan Avrupa kökenli barbar kavimler” (S.60) ve “Doğu ve kuzeyden tüm Avrupa’ya dağılan bu barbar kavimlerin kurduğu zayıf kırsallıklar” (S.61) ifadelerinde geçen ‘Barbar’ kelimesi ile her ne kadar Hunların önünden kaçan Avrupa kökenli Gotlar, Anglo-Saksonlar, Vandallar, Frankları kastetmiş olsa da günümüzde Batı ülkeleri tarafından kastedilen aslında Avrupa dışındaki hatta doğuda yaşayan bütün kavimlerdir. Hatta bu isimlendirmeyi Hunların Avrupa’yı Doğu ve Kuzeydoğusundan sıkıştırması dolayısıyla yapmışlardır. Hunlar, Bulgarlar ve Alanlar (İskit kökenli Türk kavmi) da bu barbarlar arsındadır. Daha sonra Selçuklular ve özellikle de Avrupa’ya taşan devlet yapısıyla Osmanlı da Barbar kavimler arasında sayılmaktadır. Süleyman Eryiğit bu ifade tarzı ile sanki bir batılı gibi düşündüğünü sergilemek istemektedir. Bunu yerlisi varken kitapta atıf yaptığı yabancı kaynaklarla da göstermektedir.
İslam’ın 10.ve11.yüzyıllardaki yorumunun oluşturduğu Müslüman zihniyeti Batı’daki Hristiyanlığın oluşturduğu zihniyetten farklı olduğu için İslam Kapitalist bir toplum üretememiştir. Ancak Süleyman Eryiğit’e göre Batı Hristiyanlığı öyle mi? Hristiyanlık “ister etkin olduğu ister gerilediği dönemlerde olsun Kilise, kapitalizmin doğumu ve teşekkülünde en önemli oyunculardan/aktörlerden birsi olmuştur.” (S.67) Kilise bu fonksiyonunu da ruhban din adamlarına sahip olması dolayısıyla, çalışmayan bu din adamlarını beslemek için alınan para ve toprak bağışlarının zamanla çalıştırılmasıyla, bankacılık ve toprak ağalığı alanında güçlenmesinden dolayı sağlamıştır. İslam’da ise ayrı bir din adamı sınıfı olmadığı için dini görevli bir sınıfı beslemek için menkul ve gayrimenkul sahibi olmasını gerektirecek dini bir müessese oluşmamıştır. Hristiyanlıktaki gibi devletin toprağının üçte birini ele geçirmiş bir dini kurum olmayınca da kapitalizmin kaynağı olan birikmiş sermaye ve sermayedarların oluşması da sağlanamamıştır. Kilise Orta Çağ boyunca yıkılan Batı Roma imparatorluğundan sonra oluşan otorite boşluğunu doldurmuştu. Bu boşluk sadece teolojik/metafizik bir boşluk yani manevi boşluk değildi, aynı zamanda siyasal ve ekonomik bir boşluktu (S.78).
Süleyman Eryiğit kapitalizmin oluşmasında ticaret kentleri olarak adlandırılan ve tarihte Hansa kentleri denilen kentlerin ekonomik etkisinin 1000’li yıllarda başladığını (S.92) ve 1300 yılına gelindiğinde 60 kente mensup tüccarlar Londra’da aynı imtiyazlara kavuşmuşlardır (S.193). “Hansa tüccarları, gittikleri limanlarda koruma, öncelik, teşvik, hatta egemenlik sağlar” (S.193) “Hansa Birlikleri sadece ticari bir örgütlenme olarak hareket etmemiştir. ‘Birliğin ordusu, donanması yoktur… ama gerektiğinde üye kentlerin asker ve teknelerini toplayabilmekte, acil durumda vergi de toplayabilmektedir.” (S.94) kapitalizm ilk başladığı yıllarda çıkarlarını korumak için tedbirler almış, köylülerin ürettiğini o kentte satma garantisi verirken, alacaklarını da o kentten alma mecburiyeti getirmişler, yabancıların mal satmasına izin vermemişler, mal satmadan transit geçiş mecburiyeti getirmişler ya da yerli aracılar vasıtasıyla mallarına satma izini vermişlerdir (S.98). Bu kapitalist bir anlayışın bile iktisadi korumacılık ile iş başladığının ilk işaretleridir. Ancak korumacılığa rağmen kapitalizmi kuranlar, kurulmasına ön ayak olanlar bile rekabet halindeydi. “Avrupa’da kapitalizmin doğuşunda ve vücut bulmasında, birlikte mücadele ederek ‘kenti özgürleştiren’ zanaatkâr loncaları ile tüccar loncalarının çıkar çatışmasının da önemli bir rolü bulunmaktadır.” (S.101) Zanaatkar loncaları ile tüccar loncaları arsındaki rekabeti tüccar loncaları kazanmış zanaatkar loncalarının mensupları 19.yüzyılda Endüstri kapitalizminin yeni köleleri fabrika işçileri olmuştur (S.101). “Kapitalizm, hiç şüphesiz tüccarların eseridir.” (S.115)
Kapitalizmin ilk evrelerinde tüccarlar üretime karışmaz, dışarıdan üretilen malı alır satarlardı. “Pre-kapitalizm” döneminde üretim sadece geçimlik ve gündelik ihtiyacı karşılayacak kadar yapılırdı. Tüccarların üretim sürecini kendi kontrollerine geçirmeleriyle, para, Pazar, piyasa ve kârın belirleyici olduğu bir ekonomik ve ticari aşama olan “Proto-kapitalizm” (S.116) olarak adlandırılabilecek döneme girildi. Hristiyan Teolojisinin ‘Adil Fiyat’ının yerine ‘Piyasa Fiyatı’ düşüncesinin ikame olması ile de Erken Kapitalizm tarih sahnesine çıkmıştır (S.116). Kapitalist iş adamlarının üretimi artırabilmek ve kârı yükseltebilmek için bilim adamına yönelmesiyle Endüstri Kapitalizmi devresine geçildi (S.118).
Organize olan kapitalist tüccarlar organize olmayan esnaf ve zanaatkârlar ile köylülere adaletsiz davranmış haksız birtakım uygulanmalarda bulunmuş olması dolayısıyla ülkemizde kapitalizm ‘vahşi kapitalizm’ olarak isimlendirilmiştir. Herbert Heaton’a göre 13.yüzyılda drapler kumaşçılarında Sire Yehan Boinebroke de Douai iş verdiği zanaatkârları ve “işçilerini aşırı çalıştırarak, ücretlerini para yerine ayni olarak ödeyerek sömürmüş, memnuniyetsizlikleri şiddetle bastırmış ve onları evlerinden attırmıştır.” (S:124) ancak bu yapılanlar daha devede kulak misalidir. Kapitalizm tarihi boyunca kapitalizm tarafından sömürülmüş milletlerin temeline suikast yapılmıştır. “Yani bu yeni sınıfın [kapitalist tüccarların] öyle teolojik/ahlaki kaygıları yoktur.” (S.124)
“Adil Fiyat” denilen takas sisteminden farklı para ile alışverişin ekonomik sistemi “Orta Çağda Kilise’nin/ Katolik’liğin ahlaki- teolojik anlayışıyla oluşmuştu. Kilisenin kendisi de ‘toprak sahibi, rant toplayıcı, vergi koyucu, madde üreticisi, muazzam ölçekte emek gücü istihdam edici, tacir, tüccar, bankacı ve ipotekçi’ olmanın yanında aynı zamanda ‘ahlakın muhafızı, gösterişli yasalar yapıcısı, vicdan zorlayıcısı’ olarak feodal nitelikli toprak ve üretim sisteminin önemli bir oyuncusu olarak” (S.131) “imanî ve vicdani kanaatine binaen Kilise; ‘faizle borç vermek tefecilik ve günahtır diyordu.” (S.133) “Ancak gelişen piyasa ekonomisi ve bu piyasada paranın tedavülü ve hakimiyeti, her şeyi değiştirecekti ve değiştirdi. Bu değişikliğe Kilise’nin kendisi de uymak zorunda kaldı.” (S.134) aslında Kilise kanun çıkarıp ilk bozan da kendisi oluyordu. Zaman zaman Piskoposlar ve krallar faize para verir, faiz ile para bulurlardı. Papalık bile %28 faizle borç para kullanmıştır. Huberman bu konuda Papalık kayıtlarında usura (faizli-tefeci) ödeme kayıtlarının bulunduğunu örnek verir (S.134). Orta Çağ Kilise öğretisi yükselen tüccar sınıfının baskın çıkan gücü karşısında azar azar ağır ağır geriledi. “Kilise öğretisi gitti ve gündelik ticari işler geldi.” (S.134) Yani faiz haram diyen kilise faizi serbest bırakıp kendi mal ve parasına da faiz uyguladı. 15. Yüzyıl sonlarına gelmeden gemi yapımcılığındaki teknik ilerleme, barut ve pusulanın icadı, coğrafi keşifler bu keşiflerle sağlanan değerli madenler, sömürgecilik, zihni değişim “öteden beri teolojik öğretilerden uzaklaşmak isteyen entelektüellere yeni argümanlar ve bakış açıları kazandıracaktır. Yeni bir ivme kazanan kapitalizm, geride kalan yıllardan çok daha güçlü şekilde piyasanın ve pazarın işleyişini belirleyecek, kapitalizmin sınıfsal aktörleri olan burjuva ise sadece ekonomik değil, siyasal olarak da kendi ülkelerinin en etkili sosyal gücünü oluşturacak değişimi geçekleştirecek; yeni iktisadi öğretiler veya ilkeler talep edecektir.” (S.139)
İsmail Eryiğit’in kurduğu “Eski Yunan’dan ve Roma’dan alınan mirasın üzerine, tüm Avrupa coğrafyasını ve bu coğrafyada yaşayan halkların teolojik anlam dünyasını ve metafiziğini belirleyen Hristiyanlık dikkate alınmadan, Rönesans ve bununla eşzamanlı ve/veya bunun ardından meydana gelen gelişmeleri yerli yerine koymak mümkün değildir.” (S.141) cümlesi merhum Prof Dr. Yılmaz Özakpınar hocadan esinlenerek öz halini verdiğimiz “Her medeniyet bir dini inanca dayanır” ifadesinin İsmail Eryiğit tarafından başka bir şekilde ifade edilişidir. Ta 10 veya 11.yüzyıldan başlayarak Avrupa medeniyetinin Hristiyanlık inanç temellerindeki değişim bugünkü kapitalist Avrupa veya topyekûnu merkantilist kapitalizmin beşiği olan Batı Medeniyeti dediğimiz Hristiyan Medeniyetini oluşturmuştur.
Rönesans’ın doğuşunu hazırlayan aydınlar Augustinus ve Anselmus’un öğretilerinde buyurdukları gibi Hristiyan teolojiye topluca boyun büker gibi yaparak kurnazca bir yol takip ettiler. “Görünüşte Kitab-ı Mukaddes’in anlattığı olaylar, resim ve heykel sanatıyla görselleştiriliyor ve somutlaştırılıyor; böylece müminlerin imanları daha da kuvvetlendiriliyordu. Rönesans sanatçılarının bu yetenekleri papa tarafından da onaylanıyor ve teşvik ediliyordu. Gerçi çok geçmeden Papa, uygulanan taktiğin farkına varacaktı ama artık iş işten geçmiş olacaktı.” (S:143) Acaba Rönesans sanatçıları Süleyman Eryiğit’in ifade ettiği gibi bir taktik mi gütmüşlerdi ya da inançlarından gelen bir sevki tabi ile bunları yapmışlar, ancak yaptıkları kendilerinin de beklemediği farklı bir netice vermişti? Frankl bizim düşündüğümüzü düşünmüş ve bu düşüncesini “İnsanın insani yeteneklerinin tam olarak harekete geçirilmesinin Tanrı’yı hoşnut ettiği şeklindeki bu anlayış” (S.145) şeklinde ifade etmiştir. Yani Rönesans’ı hazırlayan sebebin temelinde de insanın tanrıyı memnun etme anlayışı, Hristiyan Teolojiyi tahkim etme duygu ve inanışı yatmaktadır. Ancak Rönesans başlamadan önce Hristiyan teolojide bazı değişimler olmuştu. İtalya şehir devletlerinde ekonomiyi elinde tutan burjuva kesiminin “Aslında bu sınıfın zihniyeti sekülerleşmişti. Bunlar, Katolik Hristiyanlığın merkezinde olmalarına rağmen Katolik Teoloji’nin sınırlamalarından kurtulmuşlardı.” (S.149)
“Coğrafi keşifler Avrupa’lının zihninde ve ticari/iktisadi hayatında bir dönüşüm yaratmıştır.” (S.153) “Keşifleri mümkün kılan icatlar ise pusula, usturlap ve barut olmuştur.” (S:154) ifadeleriyle yapılan coğrafi keşiflerin Avrupalı burjuvayı zenginleştirdiğini ancak sadece bunların değil Osmanlının İpek Yoluna hâkim olması ve 1469’da ölen Portekiz kralı denizci Henri’nin niyetini “Esas amacı Hristiyanlığı yaymak ve İslam’a karşı kutsal bir savaşa girmektir. Avrupa’nın çoğunda haçlı zihniyeti zahiren ölmüş, fakat Portekiz ve İspanya’da canlı kalmıştır.” (S.155) şeklindeki ifadelerde Heaton tarafından başarıyla gizlenen misyonerlik anlayışları da kapitalizme hizmet etmiştir.
Coğrafi keşifler, yeni icatlar pusula, usturlap ve barut sonra yapılan ateşli silahlar, daha güçlü topların gemilere monte edilmesiyle cesaretlenen gemicilerin açık deniz seyahatlerinin yaygınlaşması, deniz ve okyanus aşırı ticaret yeni bir kapitalizm aşamasını başlatmıştır. “Bu kapitalizm ise kendisini, sömürgeleştirme, sömürü, köleleştirme, köle ticareti üzerine bina etmiştir. Bu yeni kapitalizm, artık Avrupa’da ulus devletler formuna daha yakın şekilde krallar ve krallıklar etrafında kümeleşmiş devletler arasında, keşfedilen bu yeni dünyalarda ve bu dünyaların sularında bundan böyle, daha sert bir güç mücadelesi olarak cereyan edecektir.” (S.160) Portekiz ve İspanya ittifakının yüz yıllık liderliğinden sonra kapitalizmin küresel paylaşımına Hollanda, İngiltere, Fransa, Belçika, Danimarka ve gecikmeli de olsa Almanya katılacak 16.yüzyıl ortalarından itibaren bu oyunun başrol oyunculuğunu İngiltere kazanacak, 18 yüzyılda Endüstri Devrimini gerçekleştirecek, Endüstriyel Kapitalizmi inşa edecek çok geçmeden kendisine İspanya, Portekiz, İtalya ve Almanya dışında kalan Kuzey ve Kuzeybatı Avrupa’nın bütün ülkeleri eklenecektir. Amerika’daki İngiliz kolonileri 1776 yılında bir devlet kurarak 20. Yüzyılın ikinci yarısında bu küresel kapitalist ekonominin en büyük oyuncusu olacak, kapitalist uygarlığın sembol ülkesi haline gelecektir (S.160).
Kapitalizmin ticaret yapmak için kullanacağı sermayeyi elde etmek için şirket kurup hisse satmak yöntemiyle topladığı büyük sermayeler de kıtalar arası, sömürüye dayalı ticareti geliştirmiştir. Kurulan Anonim şirketler sayesinde büyük sermayeler toplanmış, riski azaltmak için de bankacılık ve sigorta işleri geliştirilmiştir. Ancak bu anonim şirketler sadece ticaret yapmak için kurulmuyordu. Korsanlık da ticari faaliyet olarak görülüyor, bunun için de şirketler kuruluyordu. “Kapitalisttik rekabette her şey mubahtı; korsanlık bile. Örneğin Huberman, korsanlık seferlerinin de anonim şirket tarzında hisse satılarak kurulduğunu; bunlardan biri olan ‘Drake’ın İspanyollara karşı seferlerinden birinde Kraliçe Elizabeth’in bile ödünç verdiği birtakım gemilere karşılık hisse senedi aldığını; bu seferin karının yüzde 4700 olduğunu, Kraliçe’nin payına da 250000 sterlin düştüğünü belirtmektedir.” (S.163)
Kapitalizmin dayandığı ulus devletlerin güçlü olmasını esas alan Merkantilizm için Süleyman Eryiğit “Merkantilizm aslında bir iktisadi sistem değildi. Ancak kapitalizmin teşekkülündeki rolü ve yarattığı sonuçları itibariyle sonraki yıllarda doğacak olan iktisadi görüşlerin fideliğini yapmıştır. Sistem değildi ama bu kolonizasyon/sömürgeleştirme aşamasında bir iktisat felsefesine sahipti. Buna göre, bir devletin gücü, ancak sahip olduğu değerli madenlerinin çokluğuyla orantılıydı; altın ve gümüş” (S.179) izahatını yapmaktadır.
Kapitalizmin ruhunun Protestan Ahlakı’ndan zuhur ettiğini savunan Max Weber’i Martin Luther ve Jean Calvin tarafından başlatılan ve Hristiyan Teolojide “kazanç elde etmenin Tanrı’nın kutsaması” (S.185) şeklindeki değişikliğe dayandığını söyleyen Süleyman Eryiğit Max Weber’in bunu böyle söylemese de kendisinden sonra gelenlerin böyle anladığını veya böyle şöhret bulduğunu ifade ederek bunların arsında da ilk kez ülkemizden Sabri F. Ülgener ve Ahmet Güner Sayar gibi iktisatçıların da olduğunu isimlerini zikrederek kitabında yer verir (S.185). Bizim yukarılardan beri Süleyman Eryiğit’in yerli yazarlardan bahsetmemesinin sebebinin ‘bakış açılarındaki farklılık’ olduğu anlaşılıyor. Süleyman Eryiğit ise Martin Luther’in başlattığı Reform hareketinin aslında teolojik değişiklikten ziyade siyasi bir tavır alış olduğunu, onun bu siyasi kavramlarından sonraki gelenlerin Hristiyan teolojik ahlakını oluşturduklarını savunmaktadır (S.186). “Rönesans İtalya’sında başat Mediciler olmak üzere yükselen orta sınıf; yani burjuvazi çoktan Katolik Kilisesi’nin ticareti, kâr hırsını mahkûm eden öğretilerini kenara almışlardı.” (S.186) Süleyman Eryiğit’e göre Hristiyan teolojideki değişim ekonomideki işlemlerin yani oluşan kapitalizmin bir sonucu iken Sabri. F. Ülgener ve Ahmet Güner Sayar da Max Weber gibi düşünmektedirler ve üçü de Protestan Ahlak yani Hristiyan teolojideki değişimler kapitalizmi hazırladığını düşünmektedirler. Süleyman Eryiğit’in ifadesiyle Hristiyan teolojideki değişim Protestan teoloji oluşmadan çok önce Rönesans ile oluşmaya başlamıştır. “Kanaatimize göre tüm bu süreci başlatan Rönesans hareketidir. Reform hareketi Rönesans’dan cesaret bulmuş ve Rönesans’ın açtığı gedikten girmiştir.” (S.194),
“Aydınlanma Dönemi, skolastik felsefenin artık terk edildiği bir dönemi anlatmaktadır. Bu dönemde Avrupa’lı entelektüeller, bir ucunda ateizm, diğer ucunda ise deizmin yer aldığı bir yelpazede, kendi öznel tercihlerine uygun olarak konum belirlemişlerdir.” (S.196) Süleyman Eryiğit bu ifadelerini Farncis Bacon tam bir inkârı/dinsizliği, bilimin gücünün her şeyi anlamaya yeteceğini savunurken Blaise Pascal’ı da Tanrı’sızlıktan şiddetle ürkmüş, tanrısız bir dünyanın karanlık ve anlamsız olacağını savunduğunu söyleyerek örneklendirirken bu iki uç arasındaki diğer entelektüellerin neredeyse tamamının da deist ya da panteist olduğunu söylemektedir (S.196). Süleyman Eryiğit’in öteden beri savunduğunu belirttiği Aydınlanma eğer bugün bir anlam ifade ediyorsa Endüstri Devriminin başarıya ulaşması yüzündendir. “18.ve 19’uncu yüzyıldaki Endüstri Devrimi’nin sonuçları olmasaydı, Aydınlanma Düşüncesi’nin bugün bile itibardan düşmeyen ve hemen her zaman atıf yapılan iddialarının ve tezlerinin bir önemi olmayacak belki de bu kadar üzerinde durulmayacaktı.” (S.197) aslında mesel teorik bilgiyi teknolojiye dönüştürebilmektir. İslam dünyasında da teorik olarak kitaplarda kalmış sayısız teknik bilgi vardır ancak teknolojiye dönüştürülerek üretilen makine ve aletler günlük hayatta üretim için faaliyete geçirilememiştir ya da bu bir tercih meselesidir. Batıdaki Kapitalist ekonomi ve Protestan ahlak anlayışını günümüzde dünyayı getirdiği insanlık buhranı göz önüne alınınca insanın aklına acaba Osmanlı’nın tercih ettiği İslam ahlakının müsaade ettiği kadar bir ekonomik üretim tarzı ile daha insan merkezli refah içinde yaşayan bir toplum mu doğruydu diye sormak geliyor. Belki de Osmanlı’da günümüze Türkiye’de ve İslam Dünyasında Batı’daki bilimsel gelişmelere mesafeli duruşun temel sebebi Süleyman Eryiğit’in “Aydınlanma filozofları ve entelektüelleri, verili teoloji/din ile olan ilişkilerini kopartmışlardır. Gerçi hemen hemen tamamında bir Tanrı fikri bulunmakla beraber bu Tanrı-Katolik ya da Protestan olsun- Hristiyan ilahiyatının Tanrı’sı değildir. Nitekim Aydınlanma filozoflarının tamamı ya panteist ya da deisttirler.” (S.217) şeklindeki tespitlerinin arkasında yatan dinsizlik olgusudur.
Süleyman Eryiğit kitabın başından beri anlatmak istediklerini “Endüstri devrimini yaratan dinamik ise… 12’nci yüzyılda oluşmaya başlayan ticaretin oyuncuları olan tüccar sınıfının (burjuva) yarattığı zenginliğin ve kâr hırsının, seküler bir yaşama biçimini kışkırtması; bu kışkırtmanın teolojiyi dönüştürmesi; gerileyen teoloji karşısında bilimin sonuçlarının başarısı ile onun yerini alması ve insan zekasının teknik ve teknoloji ile gücünü göstermesi olmuştur. … büyüyen ve değişen piyasa/Pazar ilişkilerinin ihtiyaç duyduğu bu seküler metafizik ortamında yaratılan bilgi, teknik ve teknolojinin yarattığı karşı konulamaz ve inkâr edilemez güç, Endüstri Devrimi’ni sonuç verecek; bu ise nihayetinde ‘Ticari Kapitalizm’i ‘Endüstriyel kapitalizm’e tahvil edecektir.” (S.218) paragrafında özetlemiştir.
Süleyman Eryiğit her ne kadar Sabri F. Ülgener ve Ahmet Güner Sayar başta olmak üzere Türk Aydını’nın geneli Protestan Ahlakın kapitalizmi doğurduğuna inanan bakış açısından faklı olarak Bilimde meydana gelen gelişmeler, coğrafi keşifler, teknik ve teknolojik gelişmeler Hristiyan teolojisinde değişime sebep olduğunu tespit etse de -savunuyor diyebilmek için bunu (savunuyorum, bu görüşteyim) şeklinde ifade etmesi gerekir. O sadece verileri kullanarak bir tespit yapmaktadır yaptığı tespiti savunduğunu hiç söylememiştir.- kapitalizmin oluşum tarihini gayet anlaşılır bir şekilde anlatmış, düşünme ufkumuzu genişletmiştir. Sanki içinde yaşadığımız bir hikâyenin her yerine vakıfmışız gibi kitapta anlatmış olduğu Avrupa’da ya da diğer adıyla Batı’da kapitalizmin oluşum sürecini anlatan bölümüyle bu algılamamızı netleştirmiştir.
İsmail Eryiğit medeniyet anlayışı olarak Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar gibi “her dinin yarattığı bir medeniyet vardır. Hristiyan medeniyeti, İslam Medeniyeti gibi” yaklaşımının aksine Ahmet Cevdet Paşanın İbni Haldun dan mülhem “medeniyeti kıtalar dolaşan bir gelin gibidir. Önce Hint’e, sonra Babil ve Mısır’a, müteakiben Yunanistan’a gelin gittiği ardından da yine Mezopotamya’ya dönerek bu defa önce Fars sonra da İslam gelinliği giydiği ve Türk/Osmanlı’ya gelin geldiği; burada durmayıp bu defa da Avrupa’ya hicret ettiği” (S.240) bundan sonra da nereye gideceği bilinmeyen döngüsel bir medeniyet oluşumu olarak izah eden anlayışı savunduğu halihazırdaki Batı/Avrupa Medeniyeti için “hepimizin içinde yaşadığı bu günkü uygarlığımızı yaratan” (S.242-243) ifadesini kullanmasından anlaşılmaktadır.
İsmail Eryiğit de “Osmanlı Düzenini (Pax Ottoman) tek kelimeyle ‘muhteşem’ olarak tanımlamak hem mümkün hem de isabetlidir.” (S.251) diyerek kapitalizmin doğuşu noktasında yarı düştükleri Sabri F. Ülgener ve Ahmet Güner Sayar ile Osmanlı Medeniyetinin Batı Kapitalist medeniyetten daha üstün ve övünülecek bir anlayışta olduğunu ifade etmektedir. “bu emperyal gücün bu başarısını, yani ‘Osmanlı Barışı’nı, Avrupa’dan tamamen farklı bir dünya görüşünün idrak edilmiş ve ona iman edilmiş olmasıyla anlamlandırabilmek de hem mümkün hem de isabetlidir.” (S.251)
Osmanlı Devleti’nin Endüstri devrimini gerçekleştirememesinin sebebini tarım toplumu olmaya bağlayan Süleyman Eryiğit bu hususu “Osmanlı Devleti, sahneye dahil olduğu yıllarda, döneminin tabii olgusu olan tarım toplumu ve el zenaatlarına dayalı bir endüstri uygarlığı olarak doğmuş, Avrupa’da ortaya çıkan Ticari ve Endüstriyel Devrimlere rağmen altıyüz yıllık bir dönemin ardında yine tarım ve el zenaatlarına dayalı bir endüstriyel üretim sistemi ile ömrünü tamamlamıştır.” (S.252) şeklinde izah etmektedir. Süleyman Eryiğit’e göre Türkiye “yıkılan imparatorluktan, el sanatlarına dayalı endüstriyel üretim tarzından fabrika üretim aşamasına geçmeyi başaramamış; yani endüstri toplumu olma anlamına gelecek olan yoğun ve yaygın olarak buhar ve elektrikle çalışan makineli, üretim sistemini gerçekleştirememiş bir iktisadi ve sosyal yapı devralmıştır.” (S.252) ancak “19’uncu yüzyılın ortalarına kadar bir tarım toplumu ve ekonomisi olan Osmanlı’nın tarımsal üretiminin, bir endüstri ülkesi olmamasına rağmen, endüstrileşmiş ülkeler de dahil o günkü dünyanın belli başlı ülkeleri veya coğrafyaları ile karşılaştırıldığında, kötü bir performans göstermediğini de teslim etme”k (S.253) gerekmektedir.
Süleyman Eryiğit Osmanlı Devleti’nin Devlet geleneğinin Orhun Abidelerine kadar gittiğine karşı çıkmakta ve bu karşı çıkışını “Osmanlı’nın Orhun Abideleri’nden ve oradaki devlet felsefesinden haberdar olduğunu; dolayısıyla bu abidelerden aldığı etki ve felsefeyle, devleti bu felsefi öğüt temelinde kurduklarını söylemek mümkün değildir. Çünkü Orhun Abideleri’nin varlığından haberdar olunması ve onların üzerinden yazılı olan söylev ve anlatıların çözülmesi,19’uncuYüzyılın sonunda gerçekleşmiştir. O vakte kadar hiçbir yazılı eserde bu abidelerin varlığına dair bir kayda rastlamak mümkün değildir.” (S.276) ifadeleriyle izah etmektedir. Süleyman Eryiğit Orhun Abidelerinin keşfi ve Göktürk alfabesiyle yazılmış runik yazısının çözümünün tarihleri bakımında Osmanlı Devlet felsefesini etkileyecek bir tarih olmadığı savında haklıdır ancak Süleyman Eryiğit şunun da farkında değildir. Osmanlı da bir Türk devletidir ve bir Türk devleti olan Göktürkler tarafından Orhun Abidelerine işlenmiş olan devlet felsefesi kültürel genetik aktarım yoluyla hücrelerine sinmiş ve kültürel bir genetik aktarımla Osmanlıya kadar gelmiştir. Bunun için Orhun Abidelerini okuyan bir Alman bir İngiliz gibi keşfinden ve yazının çözülmesinden sonra dışarıdan haberdar olmuş okuyucunun okuması gibi düşünmemek gerekir. Zaten Osmanlı bu kültürel mirası ruhunda taşımaktadır. Belki ifade tarzı maksadını aşacak bir anlam yol açmış olabilir ancak doğrusu zaten kültürel genetik miras yoluyla Osmanlıya kadar gelmiş bir felsefedir diyebiliriz. Nitekim bu gerçeği de kendisi Osmanlının da içine doğduğu Selçuklu Devleti’nin ve geriye doğru İlhanlı, Altınordu, Karahanlı, Göktürkler, Oğuz Han’a (Hunlar) kadar Türk Devlet Geleneğindeki “kağan/hakan olabilmek için bu hakka sahip olan soya mensup olmak gerektiği hakkındaki devlet/hükümranlık felsefesinin farkında/bilincinde olduklarını görüyoruz.” (S.276) diyerek ifade etmeye çalışmıştır. Ayrıca Türklerdeki “kut” anlayışı hakkındaki verdiği bilgiler de göstermektedir ki Süleyman Eryiğit Orhun Abidelerinin keşif ve yazının çözüm tarihi olarak Osmanlının burada yazılanları devlet felsefesi olarak almış olması ifadesine karşı çıkmaktadır. Yoksa kültürel mirasın nakline değil.
Süleyman Eryiğit Sultanlığın ya da kağanlığın gerekli olduğuna “Kut Almak”tan başka bir delil olarak sunduğu ve Mehmet Öz’ün Tursun Bey’in yazdığı “Fatih’in Tarihi- Tarih-i Ubu’l Feth” adlı kitabı, Hace Nasıruddin Tusî’nin Ahlak-ı Nasırî kitabı ve Farabî’nin el-Medinet’ül Fadıla eserlerinden naklettiği, toplumsal düzeni sağlamak için herkesten daha iyi yapacak birinin yönetici otoriteye ve düzeni sağlayacak tedbir’e ihtiyaç olduğu, tedbirin de siyaset-i İlahi (şeriat) ve siyeset-i sultanî (Yasağ-ı padişahî veya örf) olduğu ve dolayısıyla her döneme peygambere gerek olmadan getirdiği ilahi mesaj sürerken düzeni padişahın sağlayabileceğinden hareketle bir padişaha ahlaken ve dinen lüzum olduğunu ortaya koymuştur (S.284-285).
Süleyman Eryiğit, Jean Paul Roux’dan aktardığı “[Osmanlı] İmparatorluk teokratik bir devlet olmaktan da uzaktı, çünkü o dine hizmet etmektense dinin kendisine hizmet etmesini sağlıyordu.” (S.292) Türkiye’de “Teokratik Devlet” ayrımı yapılınca hemen dine hizmet eden, başında din adamının olduğu devlet yapısının anlaşılmasını düzelterek Osmanlının “mutlakıyetçi” bir anlayış ile “dini kendisine hizmet ettirdiği”ni ifade etmiştir. Bu “dinin kendisine hizmet etme” anlayışının da Osmanlının kapitalist bir ekonomiyi tercih etmemesindeki en önemli gizli sebeptir. Osmanlı “Halka Hizmeti Hakka Hizmet” olarak algılamış ve halkın refahı için çalışmıştır. Süleyman Eryiğit Batılıların bu devlet tasnifinde Osmanlının “patrimonyal” ve “prebendalizm” şeklinde yani devletin otoritesinin tek yönetici elinde olduğu ve seçilmiş bürokrasi kadrosuna elemanlarının yetkin olduğu bir yönetim tarzı olarak gördüklerini izah eder (S.296). Ve dolayısıyla da Süleyman Eryiğit bu tek yetkili devlet başkanı ve seçilmiş bürokratik kadro uygul
amasıyla birlikte Osmanlı Toprak Sistemi ile Osmanlı’da feodal eğilimlerin engellendiğini ve bunun da kapitalizme yolları kapadığını savunur (S.297). Bunun Türkçesi; İslam, merkezi yönetim sistemini ve hükümdarı güçlendirdiği için kapitalizm oluşmamıştır.
Süleyman Eryiğit, Max Weber’in Osmanlı toprak yapısını tamamen Avrupa’daki feodal toprak yapısı ile aynı görmesi dolayısıyla Osmanlıyı da feodal toprak yapısı açısından değerlendirmiş olduğunu (S.311), Marx ve Engels’ten aldığı Osmanlı’da sınıf ve burjuva olmadığına dair bilgiyi de dahil ettiği Avrupa şablonunu olduğu gibi Osmanlıya da uygulamıştır, ancak bu şablon Türklere uymamaktadır (S.316).
“Kuruluşundan yıkılışına kadar altıyüz yıllık bir imparatorluk olan Osmanlı’nın ‘Devlet Aklı’nın ve bu aklı besleyen teo-felsefi anlam evreninin yarattığı yönetim tarzı ve onun ekonomisi; yani üretim sistemi ve bunun yapan insanı unsurunun hukuki ve sosyal konumu, hemen her yönüyle Avrupa’da kapitalizmi yaratan süreç ve hikâyeden tamamen farklı olmuştur. …Avrupa’da kapitalizmi yaratan süreçlere etki eden ve/veya bu süreçlerin anlam içeriğini belirleyen inanç, öğreti veya doktrinler ile Osmanlı ‘Devlet Aklı’nın ve inanç evreninin kabulleri; yani hayatla kurulan anlam ilişkisi tamamen farklı olmuş; bu farklılık Osmanlı’da bambaşka bir hikâyeye vücut vermiştir.” (S.317) ifadeleriyle Süleyman Eryiğit de adına “Devlet aklı” dediği aklın ve inancın Osmanlıda kapitalizmin oluşumunu engellediğini söyleyerek Mehmet Genç Hocanın bilinçli bir tercih olduğu tezini doğrulamaktadır. Hele şu ifade “Osmanlı devleti, hemen her durumda tebaanın düzen, adalet ve refahını hedefleyen bir devlet ideolojisinin; bunun sosyo-ekonomik temin yollarının gözetildiği bir dünya görüşünün mümessili olmuştur. Osmanlıya göre bu ise ‘din özgürlüğü, adalet, ahlak ve herkesin karnının doyması, güvenliğinin sağlanmasını amaçlayan Allah’ın Şeriatı’nı tüm dünyaya egemen kılmakla mümkün olacaktı.” (S.318) belki de Mehmet Genç’in açıklamadığı “Refah Toplumu” olgusunun gerekçesini gayet net açıklamaktadır.
Süleyman Eryiğit, Osmanlı toprak sisteminin benzerinin ne Hz. Muhammed, ne Hulefa-i Râşidin nede Emeviler ve Abbasiler dönemlerinde bulunmadığını (S.324), Şeriat ve şeriatın yazılı sözlü ifadesi olan İslam Fıkıh özel mülkiyete izin verip onu kuruduğu halde Osmanlı Toprak Sistemi, toprağın kuru mülkiyetini hakan’da/sultan’da tutmuştur. Hiçbir zaman özel mülkiyetin konusu yapmamıştır. “Bu haliyle Osmanlı uygulamasını Osmanlı Örfi Hukuku ile irtibatlandırmak gerekmektedir. Dolayısıyla bu uygulamanın kaynağı, kökeni Hun’lara kadar götürülebilecek olan Devlet Felsefesinden başka bir şey değildir.” (S.325)
Hareket noktaları farklı olmakla birlikte Süleyman Eryiğit Osmanlı’da kapitalizmin oluşmaması hususunda neredeyse kendisi gibi düşünen Mehmet Genç’ten ilk alıntıyı “Osmanlı Sistemi”ni (S.320) açıklamakta olduğu bir alıntı yaparak gerçekleştirmektedir.
Osmanlı İmparatorluğunda kapitalizmin oluşmamasının sebeplerinden bir olan Ahi Esnaf ve zenaatkarlar loncası her şehir ve kasabada ne kadar esnaf ne kadar zenaatkar çalışacağını, belirlenen sayıdan aşağıya düşen esnaf sayısını düzenliyor, esnaf ver zenaatkar dükkân sayılarının yanında aynı dükkanda kaç kişi yada kaç tezgah çalıştırılacak karar veriyordu. “Bu kontrol kuralı ve mekanizması ile bir yandan üretilen malların kalitesinin bozulmasını önlemekte, diğer yandan da ve daha önemli olmak üzere, rekabeti önleyerek piyasadaki mevcut iktisadi denge ve malın Pazar fiyatı sabit tutulmaktadır.” (S.337) Kapitalizmin yeşermesi için piyasada rekabet ve satılan ürünlerin kâr marjı yüksek olması gerekir.
Sabri F. Ülgener’den de ilk alıntıyı “Ehl-i Sûk” (S.341) dediği çarşı esnafının işe gidiş geliş zamanlarının anlatılmaya çalıştığı satırı “Risale-yi Bey” den yaptığı aktarımı alıntılayarak yapmış ve bu cümleyi Sabri F. Ülgener’den yaptığını (131No.lu not) ile izah etmiştir.
Osmanlı ekonomik piyasasındaki fiyatlar Ahi teşkilatının ve diğer kurumların kontrolünde oluşurken Batı’da kapitalist sistem piyasasında ‘tüm girişimci, üretici ve müşterilerin piyasaya serbestçe girip çıkabilmesiyle’ oluşmaktadır.
Süleyman Eryiğit Osmanlı ekonomisi için “çok geniş bir coğrafyada egemen olmuş olan bir imparatorluğun, hem tarımsal üretim kapasitesinin hem de kendi içinde cereyan etse de ticaret hacminin küçük olması tasavvur edilemeyeceği gibi, askeri gücün varlığını ve etkinliğini devamlı kılmak gibi bir zorunluluğu da dikkate alındığında; tek başına devlet aygıtının talepleri dahi devasa bir ekonomi yaratmak zorundaydı ve de öyle olmuştur. Tek başına Osmanlı Devlet Aygıtı’nın iktisadi talepleri, devasa bir ekonomi üretmiştir. Tüm bunlara bağlı olarak iki yüzyıllık gerileme ve çöküş dönemi de dahil olmak üzere, hemen her zaman Osmanlı Ekonomisi devasa bir ekonomi olmuştur.” (S.359) tespitini yaptıktan sonra bu ekonominin burjuvazi üretemediğini ancak devasa bir ekonomi içersinde canlı bir ticaretin, Müslim ve Gayrimüslim tüccarın var olduğunu ifade etmektedir. Osmanlıda mesele sanayi devrimini yapacak sermayenin olmaması da değildir, teknolojinin gecikmesi de tüccarın olmaması da değildir, mesele; sahip olunan Batı tipi kapitalist unsurları Batılılar kadar vahşice sömürülecek şekilde kullanma zihniyetinin olmamasıdır. Merhum Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” derekesinde insan bulunmamasıdır Osmanlıyı Sanayi Devriminden mahrum eden. Süleyman Eryiğit Osmanlı ekonomisinin durumunu Mehmet Genç’ten aktardığı ancak kendisinin de onayladığı “Osmanlı devleti gelişmeye kapalı bir devlet değildi. Ancak toplum, devlet, düzen ve refah anlayışı kendine özgüydü ve bu anlayışta merkantilizme yer yoktu. Kurmuş olduğu ve ideal saydığı kendi düzenini sürdürmek için vergi gelirlerine ihtiyacı vardı ve tüm iktisat politikasının hedefi, halkın iaşesi ve devletin düzeni sürdürmek için ihtiyaç duyduğu vergi gelirlerinin üretilmesinin ve tahsilatının sürekli kılınması idi.” (S.367) ifadelerle izah etmektedir.
Batı’daki bağımsız şehir burjuvazisi kapitalizmin oluşmasına zemin hazırlamış unsurlardandır. İslam dünyasında Muaviye zamanında Şam’da olmak üzere Bağdat, Mısır (Kahire), Basra, Kûfe gibi şehirler Emevi, Abbasi dönemlerinde özerk gibi olmuşlarsa da “Osmanlı Devleti geride kalan bu tarihsel tecrübe ve bilgiden hareketle kendi şehirlerinin bu tarz özerk eğilimlere sahip olmamaları/olamamaları için dikkatli davranmıştır. Osmanlı’da tek örneğine Mısır’da rastlanmıştır. Mısır’a vali olarak atanan Kavala’lı Mehmet Ali Paşa’nın isyanı ve bir süre devam eden özerkliği olmuştur. Kısaca, Avrupa’da kapitalizmi doğuran bir faktör olarak kent, Osmanlı Devleti’nde bu niteliğe hiçbir zaman sahip olmamıştır.” (S.370) ya da başka bir ifade şekliyle söyleyecek olursak “Osmanlı Devleti’nde bağımsız özerk kent hareketlerinin özünü hiçbir zaman ticari bir burjuvazi ya da onlar tarafından desteklenmiş güçler değil, tamamen siyasi ve askeri otorite sahibi olan valiler tarafından gerçekleştirilen kalkışmalar olmuştur.” (S.370) Ankara Ahileri Beylikler döneminde 1290-1354 yılları arasında Ankara’yı bağımsız ve özerk bir şehir olarak “Ahiler Devleti” adıyla tanımlanmış bir şehir devleti olarak yönetmişlerdir.
Batılılarda kölelerin filmlere konu olacak dram yaşadıklarını ancak “Osmanlı’da köleler, Osmanlı İktisadî yapısının kendine özgü olan tarımsal ve endüstriyel üretim sisteminin sonucu olarak; ne tarımsal üretimde ne de endüstriyel üretim alanlarında istihdam edilmediklerinden, ayrıca İslam Dini’nin sağladığı haklar dolayısıyla, dahil oldukları sosyal grubun tüm iaşe, ibate ve sağlık hizmetlerinden eşit şekilde yararlanma hakları dolayısıyla Osmanlı’da kölelere dair, ne dram ne trajedi konusu olacak olaylar ve sosyal problemler yaşanmamıştır.” (S.385)
Süleyman Eryiğit’e göre Osmanlılar köleliği Batılılar gibi ekonomik sistemin içinde fabrikasyon bir sistemde üretim alanında kullanmamışlardır. Osmanlı kölelik müessesi yerine savaşlarda elde edilen esirlerden, köle-esir pazarlarından aldığı esirlerden, ayrıca fethedilen yerlerde yaşayan Hristiyan tebaadan temin edilen devşirmelerden oluşan ‘Kul Sistemi’ni kurmuş ve zamanla bunları yeniçeri olarak askeri alanda olduğu gibi devleti yöneten bürokraside kullanmıştır (S.396).
Batı’da Bilim ve Endüstri devrimine sebep olan Aydınlanma Hareketi oluşmasına sebep olan sorunların ve soruların Osmanlı Zihniyetini meşgul eden sorunlar olmadığını söyleyen Süleyman Eryiğit Osmanlı Zihniyetini Batı zihniyetinden ayıran farkları “Osmanlının inandığı dinin teolojisinin bu tarz müşkülleri yoktu. Bu açıdan din ve onun teolojisi akılla çelişmiyordu. Ayrıca ve çok önemli bir fark olarak Müslümanlık’ta, dinin ‘ne’ ve ‘nasıl’ olması gerektiğinin karar vericisi ve hatta bundan öte olarak, yorumlarıyla ‘Tanrı’nın ve İsa’nın iradesini temsil eden’ bir kurumsal otorite de söz konusu değildi.” (S.422) şeklinde sıralamaktadır. Ayrıca Süleyman Eryiğit Osmanlı zihniyetinin teolojik açmazlarının olmadığı, ruhban sınıfının olmaması, Osmanlı’da toplum sınıfının olmaması, batıdaki Kilise ve Ruhban sınıfının bütün bilimsel alanları denetim altında tutarak kendi görüşleriyle çelişenleri engizisyona tabi tutması, Osmanlıda felsefenin merak konusu olmaması, Osmanlı Saray eğitim kurumları Enderun, Bîrun ve yarı resmi medreselerde bilimsel konulara ait dersler okutulmuyor olmasını Osmanlı zihniyetinin üstüne oturduğu farklı temeller olduğunu tespit ediyor. Süleyman Eryiğit Pozitif bilim dersleri dediği matematik, fizik, kimya, astronomi, hendese ve felsefe (S.424) medrese ve Birun’da yer almaması dolayısıyla bilimsel devrimi ıskaladığını ve “Osmanlı’nın bilimsel bilgiyi ve felsefeyi ihmal etmesi, sonuçta ‘batıl’ olarak nitelediği Avrupa karşısında yıkılmasının sebebi olmuştur.” (S.425) Ancak burada matematik, fizik, kimya, astronomi, hendese ve felsefe gibi pozitif bilim dersleri medrese ve Bîrun da yer almaması örgün eğitim denilen kanalı tıkamış olsa da bireysel merakı da celp etmemiş olması ayrı bir farklılıktır. Hâlbuki Batı’da örgün ve baskın hâkim güç olan Ruhban ve Kilise öğretimi karşısındaki ferdi karşı çıkışlar bu bilimsel devrimi başlatmıştır.
Osmanlı her ne kadar Batı’daki ateşli silahlar ile daha erken dönemlerde tanışmış olsa da bunlarını önemini kavrayamamış, teknolojik olarak değişim ve gelişimini sağlayamamış, ordusunu yeteri kadar ateşli silahlı askerlerle donatamamıştır. “16’ncı yüzyılı izleyen dönemde askerlik ve teknoloji bakımından her alanda hızla yükselen Avrupa karşısında Osmanlı, fiilen küçülmüş, Batı’da ancak geleneksel geri bir Orta Çağ devleti olarak düşünülür olmuştur. Ateşli silahlarla donanmış Avrupa’lı süvariler, Osmanlı sipahisi karşısında kesin üstünlük sağlamıştır.” (S.431-432)
Frarncis Bacon “Doğa Felsefesi” ile ilgili bir parça (S.434) ile Klasik Fiziğin babası sayılan İsaac Newton’dan da bir parça (S.435) ile ayrı ayrı iki parça arasında karşılaştırma yaparak aktaran Süleyman Eryiğit’e göre “Bacon’un anarşist ateizmine karşı Klasik Fiziğin Kurucusu ve tam bir ilim adamı olan Newton, sanki bir Müslüman kelâmcı gibi konuşmaktadır.” (S.436) Bu da göstermektedir ki Aydınlanma çağının zihniyet değişimini yansıtsa da farklı zihniyetlerdeki Bilim Devrimi insanları fikirlerini rahatlıkla söylemişlerdir.
Süleyman Eryiğit Aydınlanma ile Batı’da oluşan Bilim Devrimi ve neticesinde meydana gelen Sanayi Devriminin Osmanlıda oluşmamasının sebebini “Bu ihtiyacın hissedilmemesinin bizim kanaatimizce nedeni ise hem medreselerin hem de sivil hayatın tüm sosyolojik alanlarında etkili olan tasavvufi yapıların, mensuplarına ya da müntesiplerine ‘dünya hayatının anlamına dair’ verdiği eğitimdir.” (S.444) şeklinde ifade etmektedir. Süleyman Eryiğit’e göre Batıda Bilim Devrimine doğru değişimler olurken Osmanlı bilim çevrelerinde “Riyazi ilimler, felsefe, mantık, kelam, tıp vb. alanlarda daha çok Maveraünnehir ve Horasan mektebi, hadis ve fıkıh gibi dini ilimlerde ise Hicaz, Suriye, Mısır ve Irak mektepleri” (S.445) etkili olurken Anadolu Sufiliği üzerinde İbn-i Arabi’nin Vahdet-i Vücud doktrini etkili olurken Osmanlı dinî-hukukî kurucu entelektüelleri Molla Fenarî, Mola Yeğân, Hızır Beğ, Sinan Paşa ve Molla Lütfi ile 15. yüzyılda İbn Kemal, Ebu Suud Efendi üzerinde de etkili olmuştur (S.445).
Süleyman Eryiğit’e göre “Osmanlı entelektüel muhiti varlık alemine dair bilgi edinme bağlamında hiç şüphesiz kendi anlam evrenini oluşturan paradigma çerçevesinde bir bilgi çerçevesi oluşturmuş, ancak bu bilgi çerçevesi ‘pozitif bilimsel bilgi’ ve bunun sonucu olan teknik ve teknolojik bir sonuç verecek bilgi türüne dönüşmemiştir.” (S.458) Bundan dolayı “Osmanlı Bilimi”nin yol, yordam, yöntem ve amacının modern uygarlığın yaratılması gibi bir amacı olmadığı için rolü ve katkısı olmamıştır. Ve bütün bu ifadelerden sonra Süleyman Eryiğit’in kanaati “bilgi ve teknoloji ile gelinen noktayı; bunun sağladığı küresel egemenliği ‘başarı kriteri!’ olarak gören bir değerlendirme yaptığımızda, Osmanlı başarısız olmuştur.” (S.459) şeklinde olmaktadır.
Süleyman Eryiğit medreselerin ders programlarının fen bilimlerini kapsadığı görüşleri dolayısıyla İhsan Fazlıoğlu, Sabri F. Ülgener ve Ahmet Güner Sayar’a eleştiri yöneltirken, Osmanlı insanın zihin dünyası ve ‘kifayet miktarı maişet’ (S.474) iktisadi bakış açılarından dolayı da iktisat anlayışlarını “Osmanlı Sosyal Hayatı ve ‘Osmanlı İnsanı’nın Zihin Dünyası” (S.472) başlığı altında eleştirmektedir. Sabri F. Ülgener’e yönelik eleştirisini “yani medrese ve ilmiye sınıfı mensupları ile her tabakadaki mutasavvıf şahsiyetleri kenara alarak tüm faturayı ahaliye kesmiş” (S.483) olmakla suçlamaya dönüştürmüştür. Süleyman Eryiğit, Sabri F. Ülgener’e yönelik eleştirisini “o’na [Sabri F. Ülgener] göre medreselilerin ve ilmiye sınıfının mensubu bu yüksek şahsiyetler tarafından üretilmiş bulunan yüksek fikirlerin ve ahlaki öğütlerin, alta doğru indikçe derinliğini kaybederek sathi/yüzeysel bir anlamaya dönüştüğünü; bunun sonucu olarak Osmanlı zihin dünyasının bilgiyi üretemediği ve dolayısıyla kapitalizmi yaratacak olan burjuvazinin oluşamadığı sonucuna varmıştır.” (S.483-484) ifadeleriyle dile getirmektedir.
Süleyman Eryiğit en sonunda “Osmanlı niçin kapitalist olmamıştır veya olamamıştır?” (S.507) şeklinde bir soru sormakta ve “Niçin Olmamıştır?” sorusunun cevabının “Osmanlının tamamen iradi olarak olmama yönünde bir tercihte bulunduğu” olduğunu ifade etmektedir ki kendisinin de zaman zaman eleştiri yaptığı Sabri F. Ülgener ve Ömer Lütfi Barkan ile Ahmet Güner Sayar gibi hocalar bu kanaattedir. “Niçin Olamamıştır?” sorusunun ise cevap olarak iki karşılığı olduğunu ve “Bunlardan birincisi; Osmanlı kapitalizmi yaratan olgu ve süreçlerin vaktinde ve tam müdrik olarak farkına varamamıştır. İkincisi ise farkına varmış ve bunun gereklerini yapmaya çalışmış olsa da bunu başaramamıştır.” (S.507) şeklindeki bütün şıklarının da kısmen doğru olduğu görülen üç cevap şıklı olduğunu ifade etmektedir.
Kısaca Süleyman Eryiğit’e göre Osmanlı İslam dininden neşet eden kendi kültür ve medeniyetine duyduğu güven ile batıdaki değişimi dikkate almamış, Batı’da oluşan bilgi devrimi ile endüstri devrimi gerçekleştirilip askeri ve ekonomik teknik ve teknolojik üstünlük Batı’nın eline geçtikten sonra toprak kayıpları başlayınca her ne kadar ayıkmış olsa da geç kalmış olması dolayısıyla bir daha Batı’yı teknik ve teknolojik yakalayamamıştır. Süleyman Eryiğit düşünmektedir ki eğer Osmanlı bu bilimsel devrimi gerçekleştirebilseydi bugünkü endüstriyel kapitalist uygarlık gelmezdi, ticari kapitalizm seviyesinde kalırdı. Emperyalist sömürgeci bir dünya yerine daha adil bir dünya olurdu.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.