Elif Akar’ın Doktora tezi olarak hazırlamış olduğu “Belgelerle 1944 Yargılamaları” adlı bu kitabı 1944 Irkçılık-Turancılık yargılamalarıyla ilgili olabileceği düşüncesiyle Elif Akar’ı tanımadan ve içerisinde neden bahsettiğini bilmeden aldım.
Elif Akar’ın yazdığı “Belgelerle 1944 Yargılamaları” adlı bu kitabın Türk Tarih Kurumu Yayınları tarafından Ankara’da 2024 yılında birinci baskısı yapılmış ve nüsha olarak bin adet basılmıştır. Kitabın tamamı 281 sayfa olup, “Önsöz”, “Kısaltmalar”, “Tablolar”, “Giriş” kısımlarından sonra “Birinci Bölüm; İkinci Dünya Savaşı ve Turancı Yargılamaların İlk Evresi”, “İkinci Bölüm; Yargılamanın Başlaması”, “Üçüncü Bölüm; Yargılamaya İtirazlar”, “Dördüncü Bölüm; Davanın Sonuçlanması” şeklinde isimlendirilmiş dört ana bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerden sonra “Sonuç”, “Kaynaklar”, “Dizin”, ve “Ekler” diye isimlendirilmiş başlıklar yer almaktadır.
Yazar Elif Akar hemen daha önsözde “… eserin konusunu; 1944-1947 arasında yaşanan ve o dönemde Türkçü-Turancı Yargılamalar (Arşivde dosyalanmış adı Irkçılık-Turancılık Dosyası) şeklinde anılan dosyalar oluşturmaktadır.” (s.IX) diyerek kitabın konusu hakkında yaptığımız tahmini doğru çıkarmıştır. Ancak hala bu konu hakkındaki bakış açısı müspet mi menfi mi anlamış değilim, okuyup göreceğiz. Elif Akar Türk Tarih Kurumu Arşivindeki bir buçuk yıllık çalışmasını 1944 yargılamalarında yer almış Askeri Yargıç Tuğgeneral M. Kemal Kalkan’a ait Osmanlıca olarak tutulmuş dava ile ilgili notların günümüz Türkçesine çevirmesiyle uğraşmıştır (s.IX). Askeri Yargıç Tuğgeneral M. Kemal Kalkan 1944 yılında çok önce Latin harfli alfabeye 1 Kasım 1928 tarihinde geçilmiş olmasına rağmen notlarını Osmanlıca tutmuştur. Osmanlıca metin olması ve Askeri Yargıç Tuğgeneral M. Kemal Kalkan’ın notları olması dolayısıyla bu evraklar belki de ilk kez kamuoyu ile paylaşılıyor olabilir. Nitekim ilk kez kullanıldığını Elif Akar’ın “1944 yargılamaları hakkında daha önce yapılmış akademik çalışmalarda bu türden verilerin kullanılmamış olması bu çalışmaya ayrı bir önem ve değer katmıştır.” (s.IX) ifadeleriyle açıklığa kavuşmaktadır.
Elif Akar “Belgelerle 1944 Yargılamaları” kitabını hazırlarken 1944 yargılamalarında yer almış Askeri Yargıç Tuğgeneral M. Kemal Kalkan’a ait Osmanlıca notlarının yanı sıra mahkeme kayıtları, genel kurul kararları, iddianameler, sorgular, ifadeler, yargılamalar, suçlamalara, temyiz başvuruları ve temyiz süreci ile ilgili dokümanlar ile “o dönemde yayınlanmış gazeteler, TBMM tutanakları, hatıralar ve bu konuda yapılmış diğer akademik çalışmalar”dan (s.1) da yararlanmıştır. MSB arşivinde 1944 Irkçılık-Turancılık yargılamalarına ait Askeri Yargıtay ve Sıkıyönetim Mahkemesi kararlarına dair belgeler olduğu halde devlet sırrı olduğu gerekçesiyle izin verilmediği için incelenememiştir.
Elif Akar “Giriş” kısmında Askeri Yargıç Tuğgeneral M. Kemal Kalkan’a ait Osmanlıca notlara ile “çözülmüş belgelerde yani mahkemenin kayıtlarında çok sık geçen “ırkçılık” kelimesi, aslında öyle olmamalarına rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihine geçen ilk ve tek ırkçılık yargılamasına bir atıftır.” (s.2) ifadelerindeki “aslında öyle olmamalarına rağmen” vasıflandırmasıyla bu mahkemede yargılananların ırkçı olmadıklarına inandığını ancak bu ifade ile sadece kendi kanaatine dayanmadığını, hitap ederken ırkçı denilemeyeceğini ancak “Sıkıyönetim Bir Numaralı Mahkemesi tarafından yargılananlar ırkçılık suçuyla yargılanmışsa da 1947’de, yargılananların tamamın aklandığı görülmektedir. Bu vesile ile ırkçılık yaftasının ve bu kelimenin sanıklar için kullanılmasının kişisel tercihimiz olmadığını açıklamak vicdani bir yükümlülüktür.” (s.2) resmi kayıtlarda olayın “Irkçılık” olarak isimlendirildiği için olayı ifade edebilmek için o zaman kullanılan ifadeyi kullanmak zorunda olduğunu, bu yargılananların ırkçı olmadıklarını söylemek kendi tercihi olmadığını mahkemede beraat ettikleri için bu ifadenin kullanılmaması gerektiğini, ya da mahkemenin onları ırkçı bulmadığı için zaten bir hukuki zorunluluk olarak ırkçı olmayanlara ırkçı denilmeyeceğini, kendisinin de bu kanaatte olduğunu ancak olayın yargılama sırasındaki cereyan edişini anlatabilmek için bu kelimeyi kullanmak zorunda kaldıklarını açık yüreklilikle ortaya koyarak “bizim müspet mi menfimi mi bakıyor” endişelerimizi müspet baktığını göstererek gidermiştir.
1944 Irkçılık Turancılık davası mahkeme heyetinden askeri hakimler “Sıkıyönetim Bir Numaralı mahkemesine ait kararların Askeri Yargıtay’a devredildiği dönemde … sıkı Yönetim İki Numaralı Mahkemesi döneminde hakimlerin muhalefeti ile karşılaşılmış, bazı hakimler sanıkların beraat etmesini onaylamak istemezken Tuğgeneral M. Kemal Kalkan’ın da içinde bulunduğu ve Hükümet ile ters düşmek pahasına bile olsa, ilerleyen zamanlarda emekliye edilmek ya da bunun için zorlanmak, tayin edilmek gibi durumlarla dışlanacaklarını, görevden bir şekilde uzaklaştırılacaklarını tahmin etmiş olmalarına rağmen, siyasi iktidarın hukuk kurallarını etkilemesine izin verilmemiş ve adaleti savunmuşlardır.” (s.3) Askeri Yargıtay Başkanı Ali Fuat Erden ve Tümgeneral M. Kemal Kalkan ve Tuğgeneral İsmail Berkok’un mahkemeden sonra emekliye ayrılmaları ya da ayrılmış zorunda bırakılmış olmaları göstermektedir ki “İsmet İnönü ile çok yakın olmalarına rağmen bu dava sürecinde siyasi baskılara boyun eğmediği için arası bozulan Ali Fuat Erden’i bir Askeri Yargıtay ziyaretinde görmeden, odasına uğramadan bu ziyaretten ayrılan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de açıkça tepkisini ve küskünlüğünü bu şekilde belli etmiştir. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Kazım Orbay’ın Ali Fuat Erden’i yanına çağırmak sureti ile görüşmesi ve bu görüşmede açıkça Turancılar hakkında vermiş olduğu kararın nedenini sorgulaması, Erden’den ‘Mahkemenin vicdani kanaatidir’ cevabın aldıktan sonra da kendisine öfke ile kapıyı göstermesi, bunun üzerine Erden’in yarım saat içersinde başka bir yere tayin emrinin çıkarılması bu yargılama sürecinin ne kadar çetin ve mücadeleler içersinde geçtiğinin kanıtıdır.” (s.4) Bu göstermektedir ki hükümet Turancılık davsında yargılananların ceza almalarını istemekte ve buna rağmen yargılama namusunu kaybetmemiş Askeri hâkimlerin hür iradeleri ve adalete sadık vicdanlarının vermiş olduğu karar neticesinde beraat etmişler ve Irkçı yaftasından kurtuluşu birilerinin himmeti ile değil tam adil bir yargılama soncunda hak ederek kazanmışlardır.
“Giriş” bölümünde milliyetçilik kavramının ortaya çıkışı ve ırkçılık ile bağdaştırma tartışmalarından örnek bahisler ortaya koymuş, milliyetçilik kavramının “ilkçi (primordialist) yaklaşım, modernist yaklaşım ve etno-sembolcü yaklaşım” (s.4) olarak üçe ayrıldığını ve “ilkçiler için [milliyetçiliğin] genellikle doğal bir kavram olduğunu, kendiliğinden oluşa geldiğini, milletin eski çağlardan bu yana varlığını sürdürdüğü” (s.4) anlamına gelirken Modernistler için milliyetçilik “özellikle oluşturulmuş hatta icat edilmiş” (s.5) bir öğreti olduğunu ve “milliyetçiliğin mi devleti, devletin mi milliyetçiliği oluşturduğu” fikir çatışmalarından devletlerin milliyetçiliği doğurduğu tezinin ağırlık kazandığını Türkiye’de ise Anadoluculuk ve Turancılık gibi iki farklı akıma ayrıldığını Turancılığın Türkiye Cumhuriyeti ile yasaklandığını ancak yine de milliyetçilerin ekseriyetinin Turancı anlayışla beslendiğini İttihat ve Terakki’nin de Osmanlının durumuna göre siyasal yaşamındaki çizgisini belirlediğini, Türkçülük, Turancılık, Pantürkizm ya da Panturanizm kavramlarının zaman zaman birbirinin yerine kullanılmış olsa da aralarında anlam farkları olduğunu (s.13) açıklayarak 1944 yargılamalarına gelinmesi sırasındaki ortamın oluşumu hakkında ve kitabın hazırlanışına dair bilgi vermektedir.
Türkiye Kurtuluş savaşından sonra kendisini korumak ve garantiye almak için uluslararası barışçıl anlaşmalar ve birlikler içinde yer almaya çabalarken günümüzde karşı çıkmalarına rağmen bazı ülkeler Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesini önermişlerdir. “1930da Fransız Dışişleri Bakanı Aristide Briand’ın Avrupa Birliği projesine Bulgaristan, Almanya, İtalya, Sovyetler Birliği, Yunanistan ve Macaristan Türkiye’nin de katılmasını istemişlerdir.” (s.22) ifadesindeki dikkatimizi çeken bilgi o gün Türkiye’nin Avrupa Birliğine dâhil edilmesini savunan ülkelerin ülke menfaatleri seyrinin değişken olduğunu göz önüne seren bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır.
Irkçılık ve Turancılık davsının ilk işaretleri Almanya’nın II. Dünya savaşını kaybetmesine dönük emarelerin belirmesidir. “1943 yılından itibaren savaş durumunun müttefiklerin lehine dönüşmesi, Türk Hükümeti’nin resmi politikada ilke olarak, Pan-Turanist eğilimleri reddetmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Almanya yanlısı olarak bilinen Cumhuriyet, Tasvir ve Vakit gazeteleri birden bire Türkçülük ve milliyetçilik aleyhine bir tutum takınmışlardır.” (s.23) Türkiye’nin politikalarında uluslararası dengeleri sağlama çabaları iç siyasete de Irkçılık-Turancılık davasının ilk adımlarının atılmasına yol açmıştır.
“1941’de Nazi Almanyası’nın Sovyetler Birliği’ne savaş açması, Türkiye’deki kimi çevrelerin Türkçü hayallerini canlandırdı. Alman Dışişleri Bakanlığı Türkiye’deki ünlü Türkçülerle temasta bulunmaya ve Pan-Türkçü hayalleri yeniden canlandırmaya dönük propaganda yapmaya başladı. Aynı zamanda Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türk kökenli grupları, Sovyetler Birliği yönetimine karşı kışkırtıyordu. Alman yetkililer Türkiye’deki yarı resmi çevrelerle, çeşitli asker, diplomat, politikacılarla temas halindeydi.” (s.39) Elif Akar “Alman Dışişleri Bakanlığı Türkiye’deki ünlü Türkçülerle temasta bulunmaya ve Pan-Türkçü hayalleri yeniden canlandırmaya dönük propaganda yapmaya başladı.” İfadesi ile sivil bir temastan bahsediyormuş intibaı uyandırırken “Alman yetkililer Türkiye’deki yarı resmi çevrelerle, çeşitli asker, diplomat, politikacılarla temas halindeydi.” İfadeleriyle de devlet görevlisi ancak karar alacak mevkide olmayan Türkçüler ile Almanların irtibatta olduğunu ifade eder görünmektedir. Çünkü hiçbir zaman Türkiye’de Türkçülük resmi devlet politikası olmamış, Turancılık da Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden beri yasaklanmıştır. “Tüm bu çevreler [Alman’ların temasta olduğu yarı resmi asker, diplomat, politikacılar], Türkiye’nin Almanya yanında savaşa gireceği umudunu canlı tutuyor ve Alman yetkililere sıcak davranıyordu. Sonuçta Pantürkçülük, Türkiye’nin savaşa katılmama durumunu korumak için kullandığı bir diplomatik [resmi] araç haline geldi. Böylece alman yetkililer gibi Türk yetkililer de Türkçü beklentilerin güçlenmesine neden oldu.” (s.39) Türkiye sivil ya da yarı resmi Türkçülerin faaliyetlerine göz yumarak Almanlara birlikte savaşa girecekleri intibaı vererek Türkçüleri kullanmıştır. Ancak 1943 yılında Sovyetler Almanlara karşı üstünlük kazanmaya başlayınca Türkiye’nin Türkçülere karşı bakış açısı ve davranışları değişimi ve Pantürkçü havadan rahatsızlık duyan Sovyetler Birliğini yatıştırmak için önde gelen Türkçü isimler için 1944’de tutuklama kara çıkarılmış, yargılanmışlar ve Türkçü hareket bastırılmıştır.
Elif Akar yukarılarda “mahkemenin kayıtlarında çok sık geçen “ırkçılık” kelimesi, aslında öyle olmamalarına rağmen” ifadesini kullanarak ırkçı bulmadığını söylediği Türkçüleri “Türk aydınlarının o dönem Almanya’da yaygın bir akım olan faşizmden etkilenmiş olmasını hoş görmüştür.” (s.41) ifadesi ile faşizmden etkilendiklerini söyleyerek faşistlikle suçlamaktadır. Zaten “Alman Dışişleri Bakanlığı Türkiye’deki ünlü Türkçülerle temasta bulunmaya ve Pan-Türkçü hayalleri yeniden canlandırmaya dönük propaganda yapmaya başladı.” ve “Alman yetkililer Türkiye’deki yarı resmi çevrelerle, çeşitli asker, diplomat, politikacılarla temas halindeydi.” İfadeleriyle Almanların Türkçüler ile temasta olduğu izah edilmişti ayrıca faşizmden etkilendiklerinin ifade edilmesi ırkçılıktan daha ağır bir tanımlama olmuştur. Almanlar kendi yürüttükleri politikalara yakın bulduğu, dünyadaki dengeleri kendi lehine değiştirecek ittifaklar sağlayacağı için ya da Sovyetlerin aleyhine olan Türkçülük hareketin desteklemiştir. Türkçülük ya da
Türkçüler Almanlar istediği için ortaya çıkmamışlardır kendi ülke ve millet menfaatlerinin gerektirdiği siyasi politikaları izledikleri ve bu politikaların da Türk milletini öncelediği için Türkçü olarak adlandırılmışlardır. Kaldı ki Almanya’nın savaşta olduğu bir zamanda vermiş olduğu destek fikri bir destekten ziyade uluslararası politik ve siyaseten işbirliği yönünde oluşacak bir hareket sağlayacak askeri güç ittifakına dair propagandalardır. Yoksa geniş ve sulh zamanlarının faaliyetleri olacak kendi ulusal fikirlerine sempatik adam yetiştirecek fikirleri yaymakla uğraşmak önce bu fikirlere balıklama atlayacak kişileri bulmak samanlıkta iğne aramak gibi bir durumdur ki bu da savaş zamanın acil işlerinden olmasa gerek.
Türkiye’de her zaman hak etmediği kadar itibar gören solcu iki isim vardır. Biri Nazım Hikmet diğeri Sabahattin Ali. İkisi de Atatürk zamanında cezalandırılmış, bu yüzden hapis yatmış kişilerdir. Elif Akar 1944 ırkçılık-Turancılık davasının başlamasına sebep ve taraf olan Sabahattin Ali’nin kimliğine dair hatıratlarda kalmış bazı müphem noktaları ortaya koymaktadır. Elif akara göre “Sabahattin Ali daha önceden Atatürk de dâhil olmak üzere devlet büyüklerine hakaretten 14 ay hapis yatmıştır. (…) Maarif Vekâleti’nin yabancı dil öğretmeni yetiştirmek için açtığı sınavı kazanarak Almanya’da dört yıl öğrenim görmeye hak kazanmıştır. Ancak dört yıl değil iki yıl kalarak 1930 yılında yurda dönmüştür. Dönüş sebebini de İstanbul Yüksek Muallim Mektebinde Orhan Şaik (Gökyay), Pertev Naili (Boratav) gibi isimlerle birlikte aynı yatakhaneyi paylaştığı Nihal (Atsız)’a, Türklere hakaret eden bir Alman öğrenci ile kavga etmesi üzerine Alman Hükümeti’nin onu geri yollaması olarak anlatmıştır.” (s.43) Nihal Atsız ise “kısa boylu Sabahattin Ali’nin böyle bir iş yapacak cesaret olmadığını” söylemiş ve daha sonra Sabahattin Ali’nin söylediği şekilde bir olay gerçekleşmediği ve başka bir sebepten döndüğü öğrenilmiştir. Yine Elif Akar Sabahattin Ali’nin Nihal Atsız hakkında açmış olduğu hakaret davasını aslında açmayacağını anca zamanın Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel’in kendisine baskı yaptığını Orhan Şaik (Gökyay)’a “Ben dav açmayacaktım, Hasan Ali bey böyle istedi.” (s.44, Dip Not;102) şeklinde ifade etmiştir. Görüldüğü gibi Sabahattin Ali böyle tutarsız ve kişiliksiz birisidir. Atatürk’e hakaret ve milliyetçiliğin öncülerinden Nihal Atsız’la ilgili tutumlarına rağmen günümüzde bazı milliyetçi kesimlerin Sabahattin Ali’ye karşı tutumlarındaki değişim izah edilemez bir durumdur. Çeşitli yayın suçları nedeniyle iki kere hapis yatan Sabahattin Ali maddi olarak Türkiye’de sıfır tükettiği için yurt dışına gitmek ister ancak pasaport verilmeyince elinde avucunda kalanla aldığı ve nakliyecilik yapmak ister göründüğü kamyon ile yurt dışına çıkmak üzere yola çıkar. “Nitekim gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra kamyonla, kendisini dışarı çıkaracak Ali Ertekin’i [de] alarak Kırklareli’ne doğru yola çıkarlar. Sınırı geçecekleri gece Ali Ertekin başına odunla vurarak Sabahattin Ali’yi öldürür. Cesedi dört ay sonra bir çobanın ihbarıyla bulunursa da tanınamaz. Bulgaristan adam kaçıran bir şebekenin içinde yakalanan Ali Ertekin, 28 Aralık’ta verdiği ifadesinde cinayeti işlediğini ifade eder.” (s.44, Dip Not.103) sakat zihniyetli bir aydın olarak Atatürk’e hakaret gibi bir yola başvurmuş Sabahattin Ali için bu da sık sık kanunsuz yollara başvurduğunun diğer bir örneğidir.
Sabahattin Ali mahkeme safhasında mahkeme salonundaki koridorda kalabalığın kaynaşması sırasında camların kırıldığı görülmüş “Sabahattin Ali ise sapsarı bir benizle birinci kattaki duruşma solunun penceresinden atlayarak kaçmış ve bu kaçışını da yoldaşı Sabiha Sertel’e bizzat anlatmıştır.” (s.46) bu ifadeler Nihal Atsız’ın yukarıda Sabahattin Ali için söylediği sözleri haklı çıkarmaktadır.
Nihal Atsız’ın Sabahattin Ali’ye “Vatan Haini” dediği için hakaret davası olarak başlayan ve daha sonra İsmet İnönü’nün gayretleriyle bütün Türkçüleri kapsayacak şekilde ırkçılık-Turancılık davasına dönüştürülen 1944 yargılamalarının “Türkçülüğü yıkmayıp güçlendirmesi, buna karşılık İsmet İnönü’nün zayıflayıp zaman içersinde yıkılması”nı (s.47-48) sağladığı ve aynı İsmet İnönü’nün talimatıyla “Irkçılık-Turancılık” adlı bir kitap hazırlattırılarak Turancılığın ve ırkçılığın zararlı olduğu anlatılmaya çalışılmıştır. Bu kitapta ve zamanın Ulus, Tanin Ülkü, Biz ve Dünya, İleri, Tan, akşam Vakit, Vatan, Cumhuriyet, Yemi Sabah, Tasvir-i Efkâr gibi gazete ve dergilerinde ırkçılık ve Turancılığı eleştiren yazılar yazan “Falih Rıfkı Atay, Hüseyin Cahid Yalçın, Tahsin Banguoğlu, Emin Erişirgil, Reşat Şemsettin Sirer, Ahmet Kudsi Tecer, Bedrettin Tuncel, Nasuhi Baydar, Hakkı Nezih Beller, Refik Halid Karay, Necmeddin Sadak, Asım Us, Ahmet Emin Yalman, Nadir Nadi” gibi yazarlar yazı yazmışlardır (s.48-49, Tablo 1). Yazıların yazıldığı tarih aralığına bakılırsa yazıların mahkemeyi etkilemek, baskı için kamuoyu oluşturmak, Türk halkını Türkçülük aleyhinde bilinçlendirmeyi amaçladığı aşikâr bir şekilde anlaşılmaktadır.
1944 yılında Irkçılık-Turancılık davasından yargılananlar sadece beraat etmekle kalmamış yargılananlardan birisi olan Hikmet Tanyu “1947’de sanıklardan Hikmet Tanyu tarafından işkence yapanlar hakkında lüzumu mahkeme kararı almak üzere Danıştay’a dava açılmıştır. Danıştay Genel Kurulu tarafından da 1949 yılında lüzumu muhakeme kararı verilmiştir. Haklarında mahkeme açılması kararı verilenler şunlardır: Emniyet Genel Müdür yardımcısı Kâmuran Çuhuk, İstanbul Emniyet Müdür Ahmet Demir, işkenceyi icra ettiren polis Muzaffer Uz ve Birinci Şube Müdür Sait Koçak” (s.52, Dip Not.117) davaya askerlerinde karışmış olmasından dolayı “Danıştay Genel Kurulu’nun Genel Kurmay Başkanlığına işkence ile ilgili gördüğü askeri şahıslar için yazdığı yazı üzerine, Askeri Yargıtayca haklarında aşağıda adları yazılı şahıslar hakkında 1950 yılında kovuşturma açılması kararı verilmiştir.” (s.52, Dip Not.117) haklarında dava açılması kararı verilen şahıslar İstanbul Bölgesi Sıkıyönetim Komutanı Mahkemesi Başkanı Tümgeneral Yusuf Ziya
Yazgan, duruşma yargıcı Hâkim Albay Cevdet Erkut, Süvari Albay Galib Kaan ve Sıkıyönetim komutanlığı İkinci Şube Beşinci Yargıç Yüzbaşı Kâzım Alöç’dür. Bunlar hakkında Yargıtayca Yüce Divanda kovuşturmaya geçildiği 1950 yılında DP iktidara geldiği için genel af çıkarmış ve bunlar yargılanmaktan kurtulmuşlardır. Böylelikle işkence de ispatlanmış oldu.
“Yargılamanın Başlaması” (s.57) başlığı altında Sıkıyönetim Bir Numaralı Mahkemesi’ndeki Yargılama evresi ele alınarak yargılanan kişileri “Fethi Tevetoğlu, Hasan Ferid Cansever, Alparslan Türkeş, Fazıl Hisarcıklı, Zeki Özgür, Nurullah Bariman, Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Zeki Velidi Togan, Cihat Savaş Er, Nejdet Sancar, Cabbar Şenel, Cemal Oğuz Öcal, İsmet Rasim Tümtürk, Orhan Şaik Gökyay, Yusuf Kadıgil, Hikmet Tanyu, Hamza Sadi Özbek, Hüseyin Namık Orkun, Heybetullah İdil, Said Bilgiç, Muzaffer Eriş, Fehiman Altan” (s.59-60) olarak meslek ve çalıştıkları kurumalara kadar sayarak yirmi üç kişi olduklarını tespit etmektedir. Ayrıca bunlara izafe edilen suçları da “1-Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini devirmek amacıyla gizli cemiyet kurmak ve bu kasıtla gizli ittifak vücuda getirmek, 2-Aynı amaçla Bozkurtçular Gizli Görem Cemiyetini oluşturmak, 3- Türk Ceza Kanunu’nun 142’nci maddesinde, yazılı ve devletin anayasa ile belirlenmiş olan siyasi ve hukuki düzenini yıkmak için propaganda yapmak ve medh ve istihsanda bulunmak, 4- Propaganda fiilinden dolayı Askeri Ceza Kanunu’nun 148’inci maddesi içinde yer alan fiilleri işlemek, 5- Ordu mensubu olmaları bakımından Askeri Ceza Kanunu’nun 148’inci maddesi gereğince yasak bir faaliyet olan siyasi makaleler yazma ve bu yazılarla propaganda yapmak, 6- Büyük Millet Meclisinin ve Hükümet’in manevi kimliğine hakaret ve toplumun milli değerlerini kışkırtacak şekilde iki şahıs arasındaki dava konusunu abartmak için gösteri düzenlemek, 7-Türk Ceza Kanunu’nun 143’üncü maddesine aykırı olarak Memlekette izinsiz Türkistan Birliği adına faaliyette bulunmak” (s.60-61) şeklinde genel bir tespitini yaptıktan sonra şahısları tek tek ele alarak hangi suçlardan hangi ceza maddelerinden kimlerle birlikte yargılandıklarını ortaya koymuştur.
Elif Akar, Reha Oğuz Türkkan’ın lise yıllarından itibaren gizli dernekler kurduğu ve bu dernekler vasıtasıyla ırkçılığı teşvik ettiği iddia edilmiştir. “Lise Görem Cemiyeti, Bozkurtçular Görem Cemiyeti, Ankara Kitap Severler Kurumu” (s.84) ile örgütlenerek Türkçülük ve ırkçılık fikirlerini yayamaya çalıştıklarını, hükümeti devirmeyi planlamakla suçlandıklarını ve bu amaçla fikirlerini yaymak için “Filiz, Ergenekon ve Bozkurt” (s.81) mecmualarını çıkardıkları tespitlerini yapmaktadır.
Hüseyin Nihal Atsız’ın ırkçılıkla suçlandığını, onun da mektup ve yazılarında Türk milletinin Türk soylu nüfusunun az olmasından, Türkiye cumhuriyetinin 18 milyonluk nüfusunun tamamı Türk olsa bile az nüfuslu bir devlet olduğunu ve ahlakın ırka dayandığından ahlakın bozulmasının da ırkın karışmasından kaynaklandığını yazdığı, ayrıca vasiyetnamesinde “Cumhuriyet veledi zinaları” ifadesini kullandığı, oğluna yazdığı vasiyetinde “cumhuriyetin pespayelik (serserilik)” olduğunu yazdığını (s.92), mahkemede dinlelen tanıkların onun hakkında “Atatürk’ü sevmediği, Turancı olduğu, dünyadaki bütün Türkleri birleştirmek amacında olduğu” (s.94) yönünde ifade verdiklerini hatta Alparslan Türkeş’in “Atsız ırkçı ve Turancı’dır, ben de tamamen onun gibi düşünüyorum” (s.94) diyerek ifade verdiği, diğer arkadaşlarının Atsız’ın TBMM hakkında “hayvanat bahçesi” (s.94), hükmet hakkında “Bu namussuz hükümet, milleti uçuruma sürüklüyor, idare bozuk, ahlak bozuk, bu Hükümet’i devirmeli” (s.94-95) dediğini ve bunların zamanın yürürlükteki Anayasasına göre ve Atatürk milliyetçiliğine göre taban tabana zıt olduğunu (s.94) söyler ki dolayısıyla Atsızı’ın suçlu olduğunu ifade etmiş olur.
“Yargılamanın Başlaması” (s.57) başlığının alt Başlığı olan “III. Mahkemenin Safahatı ve Hükmü” (s.98) başlığı altında “A-Mahkemenin Genel Kanaati ve Hüküm” (s.98) kısmında mahkemenin genl bakış açısı ele alınmış, “B-Mahkemenin verdiği Karar ve Sanıkların Giydiği Hükümler” (s.106) başlığı altında tek te şahıslar hakkında mahkemenin verdiği karalar ele alınmış ve çarptırıldıkları cezalar izaha edilmiştir. “Yargılamanın Başlaması” (s.57) başlığı için oluşan kanaatimizi ifade etmek gerekirse; bu bölümde savcılık makamının kişiler hakkında talep ettiği cezalar ile bu talep edilen cezaların yürürlükteki Ceza kanunlarındaki madde karşılıkları karşılaştırılmış ve sonra mahkeme kararının fertler bazında verdiği kararlar ile alınan cezaların kanuni karşılıklarıyla ifade edilerek yasalarla eşleştirilmesi işlemi yapılmış ve daha sonra araştırma yapacak kişilere bir doküman sunma ameliyesi yerine getirilmiştir.
Üçüncü bölüme Askeri Temyiz Mahkemelerinin kuruluşu ve görev yerleri ile görevleri hakkında bilgi vererek başlayan Elif Akar Divan-ı Harbin kaldırılarak Askeri Mahkemelerin Askeri Mahkemelerin kurulduğunu ve Askeri Mahkeme Usulleri Kanunu’nun “1989 tarihli Alman Askeri mahkeme Usulleri Kanunun ve 1928 tarihinde Fransız Askerlik Adliyesi Kanunlarından birçok hükümler alınarak uyarlandığı gibi, diğer taraftan da Türk Hukuk Sisteminden Umumi Ceza Muhakemeleri Usulleri Kanunu’nun koyduğu hükümler örnek alın”arak (s.121) üç farklı kanundan yaralanılarak 22 Mayıs 1930 tarihinde Türk Askeri Temyiz Mahkemesi teşkilat ve temyiz usulünün esasları belirlenmiş oldu.
Yargılananların Temyiz mahkemesine başvurularını ve Temyiz Layihalarında hangi maddelere göre beraat istediklerini kaç Temyiz Layihası sundukları hakkında bilgiler veren Elif Akar, sanıkların kendilerine işkence yapıldığını, suç oluşturacak bir iş yapmadıklarının ifade eden itirazlarda bulundukların, sıkıyönetim Birinci Mahkemesindeki yargılama sırasında başlayan kırgınlıların, küskünlüklerin, dargınlıkların artığını da özellikle ifade etmiştir. Bu durum aslında sanıklar için iki yorumun yapılmasına sebep olacaktır. Birincisi böyle küskünlük ve dargınlıklar ile araları açılmış bir topluluğun iddia makamının iddia ettiği suçları işlemesinin mümkün olmayacağı, böyle küskün ve dargın kişilerden hükümeti devirecek, Türkistan’ın bağımsızlığını temine çalışacak bir fiilin sudur etmesinin de abes olacağı, ikincisi de tutuklu yargılanan sanıklara işkence yapıldığı ve baskı altında ifadelerinin alındığı gerçeğinin aşikâr olduğudur. Ayrıca Elif Akar, Cihat Savaş Fer’in temyiz davaları sırasında hukuki olmayan sert bir üslup kullanması ve “Fer’in duruşmalarda ağlaması, kendini ifade edememesi, akıl sağlığı ile ilgili problemleri ya da bu problemlerin kaynağının hazırlık tahkikatında ve Emniyet Müdürlüğünde alınan ifadelerden” (s.132) kaynaklı olduğunu ve bu durumun kendisini işkence yapıldığı düşüncesine sevk ettiğini ifade etmektedir.
Reha Oğuz Türkkan’ın “Mahkeme kendi kararına göre [Anayasa’nın ana vasıflarından biri olan Türk milliyetçiliği hakkında anayasanın tarifine aykırı bir fikir gürmüş olduğum] yazılıdır. Bu cümle pak gariptir. Çünkü Anayasa’nın hiçbir yerinde ve hiçbir maddesinde Türk milliyetçiliğinin tarifi yoktur. Mevcut olmayan bir tarife nasıl aykırı bir fikir güttüğüm sübut bulmuş addolunur. Kıyasen ceza hükmü alınabilir mi?” (s.126) ifadeleri de suçun başka bir türden yokluğuna Necdet Sancar’ın duruşmada alınan ifadelerin olduğundan farklı kayda geçirilmesi savunması yanında Temyiz Layihasında belirttiği “Suç yok, dava yaratmak zihniyeti var.” (s.134) yorumunun da suçun olmadığını ancak uydurma bir suç isnat edildiğinin ispatıdır.
Mahkeme yargılananlara işkence, ifadeleri olduğundan farklı kaydetme, baskıyla istenilen ifadelerin verilmesi gibi işlemlere başvurmuş olmasının yanında yargılananlara mahkeme günün haber vermeyerek kendi savunmalarında bulunmalarını da önlemeye çalışmıştır. Savunmasında bulunmak isteyen Yüzbaşı Fethi Tevetoğlu’na Savcılığın yazdığı yazıdaki “Mahkûm olduğu ceza derecesine göre duruşma gününün tebliğine de mahal olmayacağını” (s.157) ifadelerle mahrum etmek istediği anlaşılmaktadır.
Cemal oğuz Öcal’ın yapmış olduğu savunmada Irkçılık ve Turancılıktan yargılanmadığını ifade ederek suçunun sadece Ankara gösterilerine katılmak olduğunu “[Ankara gösterilerini] sıl düzenleyenlerin Cabbar Şenel ve Said Bilgiç olduğu”nu (s.158) söylemesi ve “kendisi aleyhinde şahitlik yapanlar” (s.158) yüzünden suçun üstüne kaldığını ayrıca “Nihal Atsız bile bu gösteri işinden aklanmış, bu suçtan beraat etmiştir” (s.159) gibi başkaca ifadeler ve küskünlükler de göstermektedir ki milliyetçi camia evvel ezelden beri birbiri ile tartışma halindedir. Bu günün dağınıklığı ve ufak nüanslarla oluşan farklılıklar yüzünden bölünmeler geçmişten gelen bir hastalık olup bir an önce tedavi edilmesi gereken bir durumdur.
Necdet Sançar’ın temyiz davası ile ilgili Askeri Yargıtay’ın da kabul ettiği bazı Sıkı Yönetim Birinci Mahkemesinin pek de hukuka uygun davranmadığının ispatıdır. “Askeri Yargıtay’ın bu kararında temyiz sebebi olarak uygun bulduğu konuların içeriği şunlardır: sanıkların dava dosyasını okumasına izin verilmemesi ve bu konudaki dilekçelerinin mahkemece reddedilmesi; soruşturmanın genişletilme isteğinin olup olmadığının sorulması yasal bir zorunlulukken mahkemenin bu soruyu sanıklara sormamış olması; yine dğer sanıkların da belirttiği üzere son söz hakkının verilmemiş olması; şahitliğine başvurulması istenilen şahısların mahkemece şahit olarak tanınmaması; bu hakkın verilmemiş olması, bu yüzden mahkemenin bunu dikkate almamsı isteğinin haklılığı” (s.174) ve Nihal Atsız’ın bazı itirazları (s.177) ile Zeki Velidi Togan’ın (s.181) itirazlarından kabul edilenler ve temyizini yerinde görmesi gibi kararlar göstermektedir ki mahkemede bir haksızlık yapılmıştır.
Sıkı Yönetim Birinci Mahkemesindeki yargılamalar sonucu Adli Amir ve sanıkların temyize başvurmaları üzerine Askeri Yargıtay sanıkların yeniden yargılanmalarına karar vermiş ve davayı sanıkların mahkemenin değiştirilmesi talepleri doğrultusunda Sıkı Yönetim İkinci Mahkemesine vermiştir. Sıkı Yönetim İkinci Mahkemesinde bir yumuşama olmuş “İlk mahkemede ‘ırkçı’ gibi sert ifadeler sıklıkla kullanılmaktayken bunlar ikinci mahkemede yerini ‘Türkçü’ye ‘Turancı’ya hatta ‘milliyetçi’ye bırakmıştır.” (s.188) Birinci mahkemede usulde yapılan kasıtlı hatalara İkinci Mahkeme evresinde rastlanmamıştır. Mahkemenin bu tavrı kararlara da yansımıştır.
Sıkı Yönetim İki Numaralı Mahkekmede Cihat Savaş Fer ve Nurullah Bariman ifade değiştirerek Nihal Atsız lehine ifade vermiş (s.192) diğer sanıkların da Nihal Atsız lehine ifade vermeleri dolayısıyla Nihal Atsız beraat etmiş, Turancılık suçunda hüküm giymiş olan Alparslan Türkeş lehine ifade veren yeminli şahitler Tevfik Vefa, Ahmet Şumnulu, Nuri Öner, Muzaffer Güden, Kamil Tortop, Kibar taşçı, Mehmet Çataloğlu, Yüzbaş Toker “Onun ırkçılık ya da Turancılık hakkında propaganda yaptığını duymadıklarını belirtmişler ve Türkeş’in sağlam karakterli, ferken ve ahlaken bozuk olmayan, ciddi, dürüst, namuslu, görevini seven ve iyi bir Türk subayı olarak tanıdıklarını ifade etmişlerdir.” (s.194)
Sıkı Yönetim İkinci Mahkemesi İncelediği Sıkı Yönetim Birinci Mahkemesi kararları ile sanık ifadeleri ve kendi aldığı ve şahitliğine başvurduğu yeni şahitlerin ifadelerin hareketle dava ve sanıklar ile ilgili kanaatinin “Avni Motun ve Sarıkışla Muhafız Alayı subayları, Nuri Paşa’nın 26 mermi atabilen mitralyöz verme sözü, zehirli gaz atan tabanca konularının tamının uydurma vehayal ürünü olduğu; Meclisin istilası ve milletvekillerinin istifaya zorlanması, Hükümet’in devrilmesi hakkındaki ifadelerin de tamamen hayal ürünü olan ve gerçekleşme ihtimali bunmayan ifadeler olduğu; Sıkı Yönetim İki Numaralı Mahkemesinde kanaat olarak belirmiştir.” (s.215-216) oluştuğu ve bunun için de Irkçılık-Turancılık davasında yargılananların beraat ettirildiği söylenebilir.
Nihayet 31 Mart 1947 tarihinde Sıkı Yönetim İki Numaralı Mahkemesi ikinci yargılama sonucunda sanıklar hakkında beraat kararı vermiş, Adli Amirlik konuyu temyize götürmüş ancak sıkı Yönetim Komutanlığı etkisinde kalmış, onların talepleri doğrultusunda sanıkların Irkçılık-Turancılık suçlarından ceza almalarını istemiştir. Buna rağmen Askeri Yargıtay Adli Amirlikçe yazılan temyiz raporunun tarihinin kanuni süreden sonra verildiğini dikkate alarak sanıkların beraatını onaylamıştır.
Yazar Elif Akar’ın sonuç bölümündeki yorumlarından kendisinin bir Türk milliyetçisi ve Turancı bakış açısına sahip olarak değil de bir Türkiye Cumhuriyeti Mustafa Kemal Atatürk’ün çizgisinden bakarak mevzuuya baktığını görmekteyiz.
Kamun maddelerini ifade eden sayıların sık sık tekrarı, her kişi için aynı maddelerin tekrar ifade edilmek zorunda kalınması, davada alfabetik sıralandırılmış konuların alfabetik sıralarını ifade eden harflerin tekrarlanması, temyiz konularının sıralanması gibi bazı numaralı sıralamalardaki numaralar konun uzmanları için mevzuyu kolaylaştırsa da sıradan okuyucuyu her zaman konuyu algılamada ve anlamada zorlamakta acaba bu numara bu harfle ifadele edilmek istenen madde hangisiydi düşüncesine sevk etmektedir.
1944 Irkçılık-Turancılık davası mahkeme ve temyiz sırasında iddialar ve bu iddialara verilen cevaplarla yapılmış reddiyeler şeklinde bir usul tartışmasına dönüşmüş ancak itirazları dikkate almayan bir mahkeme olmuştur.
Elif Akar’ın “Belgelerle 1944 Yargılamaları” adlı bu kitabında daha çok iddiaların ve savunmaların detayından neler dendiğini öğrenmek beklentisi içindeyken kitap daha çok mahkeme ve mahkeme uslu ile suçların karşılığı ceza maddeleri, savcıların isnat ettikleri suçlara verilen cevapların reddi Sıkı Yönetin Birinci Mahkemesinden sonra başvurulan Temyiz’de de temyiz isteklerinin reddi ve hangi hukuki maddelere istinaden reddedildikleri yönünde bilgiler ile sanki hukukun matematiğine yer verilmiş, bir hukuk sistematiği kitabı şeklini almış, teknik bir kitabe dönüşmüştür. Okuyucuyu ilgilendiren 1944 Irkçılık ve Turancılık davasının edebiyatı ve Türk Milliyetçiliği ile ilgili bilgilerin aktarılmadığı bir kitap halindedir.
Elif Akar bu kitabı yazar iken Türk Tarih Kurumundan aldığı mahkeme heyetinin Osmanlıca yazılmış notlarını Latinize ettiği metinlerini ve sanık ile şahit ifadelerini de kitaba alması kitabı tamamlayıcı olacak ve okuyucuların daha edebi bir eser okumaları sağlayacak kıvamda olurdu.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.