90’ların ilk yıllarıydı… Şükrü Saraçoğlu stadında yine bir derbi maçıydı... Fenerbahçe ezeli rakibi Galatasaray’la yine bol gollü bir maç oynuyordu; on kişi kalan rakibine ilk yarıda 3 gol atmıştı. Fener seyircisi coşmuş, stadı ayağa kaldırmıştı. Kale arkasındaki seyircilerse maçı bırakıp, Galatasaray kalecisiyle uğraşıyordu… Üçüncü golden sonra kale arkasına maraton ve numaralı tribünler de dahil olunca bütün stad inlemeye başladı : Hay-ret-tiiin, Hay-ret-tin / O-nu bu-nu kay-bet-tin!
Galatasaray kalesinde Hayrettin vardı; 6-7 yıldır takımdaydı. Çok iyi oynadığı, harika kurtarışlar yaptığı maçlar olmuştu ama, eski formundan uzaktı ve Fenerbahçe maçları O’nun için hep kötü geçiyordu. O maç da öyle olmuş, ikinci yarıda iki gol daha yiyince Hayrettin çıldırmıştı.
Hayrettin çıldırmıştı ama onu çıldırtan hakemin verdiği penaltılar ya da yediği gollerden ziyade Fener taraftarının her gol sonrasında mütemadiyen tekrarladığı “Hay-ret-tiiin…” tezahüratıydı.
Stadyumlar arena gibiydi… Arenaya toplananlar nasıl kan isterse, ölüm görmek isterse, stadyumdakiler de gol görmek, galibiyetle sarhoş olmak isterlerdi. O gün Fener seyircisi fazlasıyla gol görmüş, ziyadesiyle sarhoş olmuştu. O sevinç sarhoşluğunun mahsulü olan “Hay-ret-tiiin…” tezahüratları, kaleci Hayrettin’i önce kaleden, sonra da Galatasaray’dan etti.
Bir zamanlar dillerden düşmeyen kaleci Hayrettin zamanla unutuldu gitti. Şimdi gündemde fetvacı Hayrettin var. Kendi mahallesinde başlayan, çürümüşüz / çok çürümüşüz / amma çürümüşüz fısıltılarını bastırmak üzere “doğrucu Davudluğun lüzumu yok” minvalindeki yazısıyla / fetvasıyla “Hay-ret-tiiin…” tezahüratını fazlasıyla hak ettiğini cümle aleme göstermiş oldu.
Fetvacı Hayrettin imam hatip – İslâm Enstitüsü menşe’ili… Enstitüde başlayan İslâm fıkhı asistanlığı, profesörlükle nihayet bulmuş ama, sadece ilim tahsili ile iştigal eden bir akademisyenlikle iktifa etmediğini, aklının erdiği, yönünün belli olduğu günden beri bir dâvâ müntesibi olduğunu kendi ifadelerinden biliyoruz.
Yine kendi ifadelerine göre “Yarım asra yaklaşan fikir ve meslek hayatı boyunca, yurtiçi ve yurtdışında binlerce konferans, seminer, panel, vaaz, hutbe, kurs, yazılı ve görsel medya programı, eğitim programında yer alarak eğitim, öğretim, tebliğ ve irşad faaliyetini sürdürmüş… Aralarında bugünün tanınmış bilim ve fikir adamları olan binlerce öğrenci yetiştirmiş... 50 civarında kitap yayınlamış..” bir dâvâ adamı…
Kendisi siyasal İslâmcı cenahtan olsa da, 70’li – 80’li yıllarda kendi mahallesinin dışında da itibarı olan, fakihliği siyasal tavrını dengeleyen bir profili vardı. Ta ki, yeni dünya düzenine adapte edilen Yeni Türkiye’nin dönüşüm sürecine kadar.
Bu dönüşüm sürecine faizsiz bankacılık, sigortacılık başta olmak üzere fıkıh boyutuyla verdiği destek artarak devam etmiş, 17 yıllık merkezî iktidarın İslâmcılık / dâvâ iddialarına teorik altyapı hazırlayan ekibin hep içinde olmuş, hocaların hocası olarak baştacı edilmiş bir fetvacıydı Hayrettin…
Dâvâsını / ideolojisini muhalif bir tavır ve tutuma göre şekillendirmiş bir fakihin iktidar “yakîni” olarak hayatına devam edebilmesinin yolu, içinde bulunduğu dönüşüm sürecine teorik katkı vermenin ötesinde kişiliği / karakteri / dünya görüşünü de dönüştürmek suretiyle mümkün olacağı açıktır ki, fetvacı da öyle yaptı.
Seçimleri savaş / cihad olarak gören mütegallibe, kazandığı seçim sonrası ganimet yağmasını sonuna kadar hak olarak bilmiş, dünün mustazafları bugünün müstekbirleri olarak kibir bataklığına gömülmüş, azamet aynasında hayran hayran kendi seyrine dalmışken çam üstüne çam devirmeleri vaka-i adiyeden olmuştu.
Bu vaka-i adiyelerin zirvesini 17/25 Aralık’da gördüğümüzü zannediyorduk. Fetvacı Hayrettin o dönem gazetesindeki köşesinde “ … ağzından çıkan her sözün hesabını vereceğine iman eden dindarlar ancak, hüküm giymiş hırsıza hırsız ve hüküm giymiş yolsuza yolsuz demek durumundadırlar. Aksi halde yalan söylemiş ve iftira etmiş olurlar.” diyerek, ayakkabı kutularındaki dolarlara, sıfırlanamayan eurolara, peçetelerle belgelenmiş 700 bin liralık kol saatine bakarak yolsuzluktan / hırsızlıktan bahsetmenin yalan ve iftira olacağına dair fetva veriyordu.
Halbuki yolsuzluk / hırsızlık faillerinin bırakın hüküm giymeleri, yargılanmaları bile söz konusu olamamıştı; hâkezâ, yargılanabilmeleri için mecliste yapılan oylama esnasında makaracı Egemen elindeki oy pusulasını, kumar masalarında kart dağıtan krupiyeci kızlar gibi kırıtarak oy sandığına sallarken sittin sene yargılanmayacağına dair güvence almış gibiydi… Fetva da bonusuydu.
Fetvacı, 13 Haziran günü yayınlanan “Doğrucu Davud olmak her zaman caiz değildir” yazısına gelen tepkilere 21 Haziran’da AKP’ye olan desteğini açıklarken değinmek ihtiyacı hissetmiş… “Evet, dostlarım, ben asla rüşvete, faize, yolsuzluğa, zulme, kul hakkı yemeye, vazifeyi kötüye kullanmaya, haksız mal ve mülk edinmeye… caiz demem, bunları yapanlara ‘fâsık, günahkâr, makbul olmayan kişiler’ derim… Ama ben iman ve davaya öncelik veririm. İmana öncelik verdiğim için fâsık da olsa mümin olanı, en büyük kusur olan imansızlık dışında iyi tarafları da olsa inanmayana ve özelikle de davama karşı olana tercih ederim… Davama öncelik verdiğim için de, kusurlu da olsa bizimkilerin iktidardan düşmeleri halinde davamın başına nelerin gelebileceğini düşünürüm.”
Fetvacı Hayrettin’in yazısına bakınca iktidar yalakalığında katettiği mesafeyi, devirdiği çamlara doymadığını gayet net görebiliyorsunuz. Yakın zamanda kanser tedavisi gören, 85 yaşındaki fetvacının emr-i Hakk vaki oluncaya kadar çam devirmeye devam edeceği aşikâr… Tabii fetvalarıyla destek verdiği partisi daha ne kadar iktidarda kalabilirse…
Kaleci Hayrettin agorada değil arenadaydı, o golleri yememek için elinden geleni yapmıştı… O tezahüratları hiç de hak etmemişti. Fetvacı Hayrettin ise akademiden agoraya bile isteye, gönül rızasıyla çıkmıştı, verdiği fetvaları (belki) gönül rahatlığıyla değilse bile aklı-iradesiyle, arzu ve isteğiyle, iktidar hevesiyle vermişti.
“ Hay-ret-tiiin, Hay-ret-tin / O-nu bu-nu kay-bet-tin!” tezahüratı kaleciden çok fetvacıya yakışmıyor mu?
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.