« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Yusuf Yılmaz ARAÇ

04 Eki

2023

TÜRKEŞ’İN ÇİLESİ (7)

04 Ekim 2023

YİRMİ YILDIR HER GÜN BİR MEYDAN MUHAREBESİ VEREN ADAM

Alparslan Türkeş; “Yavaş bir tempo ile modern uygarlığa ulaşmamıza imkân yoktur. Bunun için milletçe büyük bir hamleye girişmemiz lâzımdır. Türk milletine durum anlatılarak duyurulduğu takdirde, o inandığı insanları başında görmek şartiyle bu çok güç görünen işi başarabilir.” diyor, ta Hindistan’da, 1962 senesinde. Atsız da 1965 yılında benzer görüşler ortaya koymaktadır: “İnanılır bir lider arkasında gittiği zaman gizli değerlerini ortaya çıkaran bu halkla büyük işler yapmak için büyük önder olmak lâzım.”

Lakin, Türk milleti, inandığı milliyetçi bir lider etrafında birleşmekten mahrum kaldığından, inanılır milliyetçi bir kadroyla, hızlı bir tempoyla büyük hamlelere girişerek refah ve medeniyet seviyesini yükseltmediği gibi, israf ve kötü idare yüzünden ve bazen de kasten, günden güne geriye gitmektedir. Bir takım yanaşma sözcüler ve besleme basın vaziyeti toz pembe göstermeye çalışsa da güneş balçıkla sıvanamamakta, gelir dağılımındaki adaletsizlik, hayat pahalılığı, eğitim kalitesinin düşüklüğü, demokrasi, hak ve hürriyetler konusunda geriye gidiş artık yalanla dolanla saklanamaz boyutlara ulaşmaktadır. O bakımdan fikir sahibi insanların, onun bunun peşine takılarak bir avuç zümrenin menfaat bekçiliğini ve sözcülüğünü üstlenmek yerine, çile dolu büyük mücadeleleri göze alarak hak ve hakikatın müdafii olmaları gerekir.

Bugün bu ülkede anlı şanlı bir Alparslan Türkeş Üniversitesi, haysiyetli bir Ziya Gökalp Üniversitesi, bir Hüseyin Nihal Atsız Üniversitesi, bir Erol Güngör Üniversitesi, bir Ozan Arif Türk Halk Kültürü Enstitüsü, bir Servet Somuncuoğlu Türkoloji Araştırmaları Enstitüsü, bir M. Metin Kaplan Ülkücü Dünya Görüşü Geliştirme Enstitüsü yoksa, TRT’de 1944 Milliyetçilik Olayı, Yusuf İmamoğlu, Süleyman Özmen, Dursun Önkuzu ve diğer ülkü şehitlerinin belgeselleri dönmüyorsa, bunların isimleri caddelere, meydanlara, kütüphanelere verilmiyorsa, neyin milliyetçiliğinden bahsediliyor? Varsa yoksa, yedi mıy mıy adam belgeseli. Varsa yoksa, Prof. Necmettin beyin malum sanayi hamleleri!..


TEMMUZ 1962 BRÜKSEL TOPLANTISI ÖNCESİ

13 Kasım sonrası 14’ler olarak anılan topluluğun tabii lideri Alparslan Türkeş’tir. Türkeş, bu on dört kişinin birlikte hareket ettiği taktirde bir siyasi güç olarak memleket mukadderatında etkili olacağını, meşru mücadeleyle iktidara gelebileceklerini, kendilerine ve millete yapılan haksızlıkların hesabını sorarak büyük hamlelere girişebileceklerine inanmaktadır. Ancak bu on dört kişinin fikri yapısı, dünya görüşleri, ideal ve tasavvurları büsbütün birbirinin aynı değildir. 1965 yılında, Ondörtlerin, onu CKMP’ye, üçü CHP’ye, biri de TİP’e gireceklerdir.

Ondörtler mevzuunun daha iyi anlaşılmasını teminen isimleri, rütbeleri, yurt dışı görev yerleri ve daha sonra bulundukları siyasi partiler verilmiştir. Alparslan Türkeş’e yakın isimler genelde Avrupa dışında dünyanın uzak köşelerindedir.

Alparslan Türkeş, Albay, Hindistan Yeni Delhi, CKMP.
Orhan Kabibay, Yarbay, Belçika Brüksel, CHP.
Orhan Erkanlı, Yarbay, Meksika Mexico City (Kanada Ottawa’ya nakil), CHP.
Mustafa Kaplan, Yarbay, Portekiz Lizbon, CKMP.
Fazıl Akkoyunlu, Binbaşı, Afganistan Kâbil, CKMP.
Şefik Soyuyüce, Binbaşı, Finlandiya Kopenhag (İtalya Roma’ya nakil), CKMP.
Dündar Taşer, Binbaşı, Fas Rabat (İsviçre Bern’e nakil), CKMP.
Münir Köseoğlu, Binbaşı, İsveç Stockholm, CKMP.
Muzaffer Karan, Binbaşı ,Norveç Oslo, TİP.
Rifat Baykal, Önyüzbaşı, İsrail Tel-Aviv, CKMP.
Ahmet Er, Yüzbaşı, Libya Trablus, CKMP.
Numan Esin, Yüzbaşı, İspanya Madrid, CKMP.
Muzaffer Özdağ, Yüzbaşı, Japonya Tokyo, CKMP.
İrfan Solmazer, Yüzbaşı, Hollanda Lahey, CHP.

Türkeş’in Hindistan’da bulunması sebebiyle, Avrupa’da bulunanların birbirleriyle irtibat ve temas sağlamaları daha kolaydır. Cemal Madanoğlu’nun iftiralarına cevap verebilmek için Yeni İstanbul gazetesinde başlamışken yarıda kesilen Türkeş röportajının ilgi görmesi üzerine bazı gazeteler özellikle Orhan Kabibay’a ilgilerini yoğunlaştırırlar. Ondörtlerin arasına nifak sokarak Türkeş’i yalnızlaştırmaya çalışan hükümet ve diğer güç merkezleri Kabibay’ı öne çıkaran yayınlara karşı hoşgörülü ve memnun bir tavır içindedirler. Bilhassa Dünya ve Ekspres gazeteleri, Kabibay’ı Ondörtlerin yeni lideri şeklinde takdim etmekte ve her vesileyle bunun altını çizmektedir.

Türkeş, Numan Esin ve Muzaffer Özdağ’a yazdığı 12 Şubat 1962 tarihli mektubunda bu hususları açıkça belirtir:

“CHP ve Ahmet Emin’le Falih Rıfkı’nın başında bulunduğu basın çetesi, bizim barışmaz düşmanlarımızdır. İhtilâlden sonra ben bunları teskin için kendilerine birçok defalar izahat ve teminat verdim. Dostluk gösterdim. Fakat onlar düşmanlıklarından vazgeçmediler. Çünki, bizim yapmak istediğimiz sosyal reformlar, onların menfaatlerine uygun düşmemektedir. Düne kadar bizleri, ‘diktatörlük heveslisi, faşist veya komünist hayranı’ diyerek itham ederek kendilerini demokrasi ve hürriyetin koruyucusu ilân eden bu adamlar, bu defa ‘devletçi sosyalizm’ taraftarı ilan ediyorlar. Şu halde samimi olmadıklar aşikâr bulunan bu sürüye güvenmeye ve onlara dayanmaya kalkmak imkânsızdır. Biz fikir ve doktrinimizi açıkça ileri süreceğiz ve gerekirse yalnız kalmaktan, eskisinden daha şiddetli hücumlara uğramaktan çekinmeyeceğiz. Bu arada dayanmak ve yardım almak gerekirse, artık başvurulacak yer doğrudan doğruya milletin kendisidir. Dostlarımızla da onları aydınlatmaya çalışarak iyi münasebetlerimizi sürdüreceğim. Grubumuzun faal işbirliğine dayanması şarttır. ‘Karıma iki astragan kürk manto aldım ben şimdi memlekete dönemem, mali durumumu düzeltmeliyim’ veya ‘otomobilimi değiştireceğim, evim yandı, param yok’ yahut da 1200 dolar maaş aldığı ve çoluğu çocuğu ve zaruri masrafı bulunmadığı halde ‘ben borç içindeyim, şimdi dönersek emekli maaşı ile ne yaparız..?’ gibi mütalealarla daha başlangıçtan itibaren feragatsizlik, azimsizlik, ülküsüzlük belirten ve arkadaşlarını 13 Kasımcıların en çirkef ithamları ile suçlayan insanların ruh hâleti ile bir iş görülmeyeceği muhakkaktır. Bu ruh hâletini yenmek ve değiştirmek esastır. Elbirliği ile buna çalışmalıyız. Birçok arkadaşlarımız hâlâ Dünya, Hür Vatan, Cumhuriyet, Akis, Kim gibi düşman gazeteleri takip ederek bunların kasıtlı yayınını ile fikirlerini beslemektedirler. Erkanlı arkadaşımız Bedii Faik ve İpekçi ile devamlı muhabere ve temastadır. Kabibay, Abdi İpekçi ile hem mektup yolu hem de telefonla devamlı temastadır. Bunlarla teması muhafaza etmek faydalıdır. Ancak maksatlı fikirleri ve telkinleri ile aldatılmamaya dikkat etmek lâzımdır. Bazı arkadaşlar bunların o kadar çok tesirinde kalıyorlar ki, orada okuduklarını hakikatın ta kendisi gibi imiş sanarak aynen kabullenmektedirler. Ve orada yazılanlarla karşımıza çıkarak, hiçbir inceleme ve soruşturmaya lüzum görmeden bizi itham etmektedirler. Aslında o yazıların yazılmasının maksadı da, budur. Yani bizim aramızda ve bizi sevenler arasında böyle ithamlara ve şüphelere yol açmaktır. Yılbaşından önce Seyhan’a mektup yazarken Genelkurmay Başkanı ile ve junta ile temasa geçmesini ve hakkımızda yapılan yalan yayının durdurulmasını, Madanoğlu’na atfedilen beyanatın yine Madanoğlu’nun kendisine gayet açık şekilde tekzip ettirilmesini istemiştim. Bu yapılmadığı takdirde, yılbaşından sonra mukabil yayın yaptırmağa mecbur olacağımızı bildirmiştim. Fakat kimsenin aldırdığı olmadı. İnönü, Junta’ya karşı üç defa istifa tehdidinde bulunmuş, hepsinin burnunu kırarak susturmuş. Şimdi bir taraftan da, 14’leri hallihamur etmek peşindelermiş. Birinci hedef parçalamak imiş, hiç olmazsa Türkeş’i Ondörtlerden ayırmak taktiğin esası imiş. Çünkü böylece Türkeş’siz bir 13’lerin dağıtılması, tesirsiz bırakılması kolay mütalea ediliyormuş, 14’lerden ayrılacak bir Türkeş’in de yıpratılarak silinmesi çok daha kolay ve mümkün görülüyormuş. Türkiye’den gelen diğer haberlerden birisi de Milli Yol ve Orkun adlı iki milliyetçi derginin yayınlanmaya başladığıdır. Bunlar bizi tutan ve destekleyen yayınlardır. İçlerinde zaman zaman tasvip etmeyeceğimiz fikirler ve yazılar çıkabilir. Fakat bundan dolayı üzülmemeliyiz. Onları yazı yazarken, mektup göndererek uyarmaya çalışmalıyız. Türkiye’de basın içinde bizi destekliyecek şimdilik başka vasıtalar yoktur. Mevcut olandan da faydalanmak zaruri bir şeydir. Hem bunlar hakkında ileri sürülen ithamların çoğu uydurma ve yalandır. Şimdiden sonra en tesirli mücadele aracımız basın yayın araçları olacaktır. Bu mektupta yazdığım hususları diğer arkadaşlarımıza da münasip şekilde yazarak ulaştırmanızı rica ederim.”

Falih Rıfkı Atay’ın düşmanlığına 10 Ocak 1962 tarihli Dünya’dan örnek bir yazı: “Irkçılar, Bay Türkeş’in bir kötü gazetedeki son yazılarından da anlaşılacağı üzere en tehlikeli gericiliği temsil etmektedir. Bunlar halkı aldatmak için <<İçtimaî Adalet>> maskesini takınmışlardır. Maksad, Nasyonal Sosyalizm diktasıdır ki Almanya’yı paramparça etti. Türkiyeyi bir daha mezarından baş kaldıramamasıya yok eder.”

Türkeş, memlekette olan bitenleri, haklarında yazılıp çizilenleri haber almaktadır. Orhan Erkanlı’ya yazdığı 24 Ocak 1962 tarihli mektupta konuyu değerlendirir:

“Not: Bugün bir arkadaştan aldığım mektupta, F. R. Atay’ın aleyhimde bir başmakale yazdığını, buna sebep olarak da gerici bir dergiye yazı göndermiş olduğum bildirilmektedir. F. R. Atay’ın bu yazısı da diğerleri gibi baştan aşağıya yalandır. Ben Türkiye’den ayrılalı hiçbir dergiye yazı göndermedim. Arkadaşları aydınlatmak bakımından bildiriyorum.”


DÜNDAR TAŞER’İN DOĞAN NADİ’YE TEPKİSİ

Aydemir Balkan, Gece Nöbeti.

Zeki Kuneralp Bern’de Büyükelçiydi. Dündar Taşer, MBK’nın bölünmesinden sonra İsviçre’ye, Bern’e gönderilmişti. Kabibay sık sık Bern’e gider, Taşer’i görür veya Roma’dan gelen Dündar Seyhan’la buluşurdu. Zeki Kuneralp bu sürgünlerin her gidiş gelişlerinde onlara daima saygıyla, itinayla davranmış, hemen her defasında Elçiliğe yemeğe davet etmiştir. Bern’e Türkiye’den resmi veya gayri resmi biri geldi mi, onu Elçiliğe davet ettiği zaman Dündar Taşer de daima masasında olurdu. Bir gün nahoş bir hadise olmuş. Dündar Taşer kızara bozara anlatmıştı bana.

Cumhuriyet ikinci patronu Doğan Nadi, Bern’e gelince, Kuneralp de onu yemeğe davet etmiş, birkaç diğer misafirle beraber Doğan Nadi, ya içkiyi fazla kaçırmış veya her zamanki şımarıklığı tutmuş, Türkeş hakkında ileri geri ve yakışıksız tabirlerle söylenmeye başlamış. Taşer anlattı…

- Uzatmaya başlamıştı, dayanamadım, yanına gidip, yakasından tuttuğum gibi ayağa kaldırdım. Ben daha bir şey demeden yalvarmaya başladı. Büyükelçiden, bu kadar saygısını, vefasını gördüğüm bu adamdan nasıl özür dileyeceğimi bilemiyordum. Ama bir kere olan olmuştu.
- Hiç üzülme, dedim. Bu sahneyi gidip Cumhuriyet’te çalışlara anlatsan, hepsi seni alkışlar…


GENELKURMAYIN TUTUMU

Genelkurmay Başkanı Sunay da, aşağılarda görüleceği üzere Ondörtlerle ilgili çok sert olmasa da ara sıra kaş kaldırmaktadır. Daha sonra ülkenin 5. Cumhurbaşkanı seçilecek ve karşısında Türkeş’in de cumhurbaşkanı adayı olacağı bu orgeneral, geniş ufku olmayan klasik bürokrat tipini sergilemektedir. Genelkurmay Başkanının General Refik Kurttekin’e ilettiği, onun da Dündar Seyhan vasıtasıyla Ondörtlere ulaştırdığı bir mesaja Ahmet Er, Hâtıralarım ve Hayatım isimli kitabında yer vermiştir: “Genelkurmay Başkanımız fuzuli seyahatlerde paralarını israf edecek yerde âzami ekonomi ile, dönüşlerinde çoluk ve çocuklarının başını sokacakları bir meskene sahip olmaları için bir baba şefkati ile tavsiyede bulundular.”

Türkeş ise, Esin, Özdağ ve Er’e yazdığı 20 Aralık 1961 tarihli mektupta, bunun baba şefkati ile yapılmış iyiniyetli bir tavsiye olduğuna kâni değildir. Kendilerinden ürktükleri için üç beş kuruş biriktirip başlarını sokacak bir kulübe almalarını öneren sıradan bir görüş olarak değerlendirir.

“General Kurttekin vasıtasıyla bize ulaştırılmış olan mesaj E.U.R.’nin (Erkânı Harbiye Umûmiye Reisi) mesajında şunlar bulunmaktadır: ‘Orduyu politikadan ayırmak istiyoruz. Sizlerin de aynı arzuda olmanıza memnunuz. Ortalığı karıştırmayın. Sükût ederek sâkin sâkin bir kenarda oturun. Siyasî hayat istediğimiz normal istikamette gelişmektedir. Siz de birkaç kuruş biriktirmeye çalışınız, böylece başınızı sokacak bir ev alırsınız.’ Bunu inceleyecek olursak çıkan mânâ şudur: ‘CHP’ye nihâyet iktidârı vermeye muvaffak olduk. Yerini sağlamlaştırıncaya kadar sesinizi çıkarmayınız. Siz nasıl olsa partiyi kaybettiniz. Size yapacak bir şeyimiz yok, beş on para biriktirmeye çalışınız, belki başınızı sokacak bir kulübe alırsınız. Millet memleket diye başınızdan büyük işleri karıştırmayın, kendi garip hâlinize bakın.’ İşte Kumandanlar Komitesinin ve Erkânı Harbiye Reisinin görüşü budur ve bizden ürktükleri için de geçen Ekim ayı içinde memlekete dönmekliğimizi istemediler.”


BANDO MIZIKA İLE KARŞILARDIK

Aydemir Balkan, Gece Nöbeti.

14 Radikal subay sürgünden Türkiye’ye dönüş projeleri yapmaktaydılar… Ancak Ankara’daki askeri Cunta onları oyalıyordu. Genç subayların, birlik komutanlarının artık açıkça 14’lerin yanında ve arkalarında olmaları cunta liderlerinin işini güçleştiriyordu. Dündar Seyhan, sık sık Avrupa’ya gelip Silahlı Kuvvetler birliği adına onların sabırlı olmalarını, yeri zamanı gelince çağıracaklarını söylüyordu. Candan arkadaşı Kabibay’ı ikna etmişti. O günleri iyi biliyorum. Kabibay bekleme taraftarıydı. Türkeş ise aniden, bir komando harekâtı gibi, hep beraber Ankara hava alanına inmeyi düşünüyordu. 22 Şubattan, beş altı ay önceydi. Paris’te altı radikal subay buluşmuş, Seyhan’ın tekliflerini inceliyorlardı. Kabibay:

- Bekleyelim, şartlar daha müsait değil. Ya bizi paketleyip daha uzaklara gönderirlerse? diyordu.

Türkeş durumu başka türlü değerlendiriyordu:

- Bir şey yapamazlar!.. Kuvvet bizde. Bilhassa manevi potansiyel artık bizde. Hep beraber aynı uçağa binip, Ankara hava alanına inelim, demekteydi.

Sonra bana döndü.

- Bütün genç subaylar bizimle, dedi. Düşünün mektupların kontrol edildiğini bile bile, teğmenler yüzbaşılar bana sürgüne Hindistan’a mektup yazıyorlar, çekinmeden! Harbiyeliler bile! Zaman şimdidir!..

Bir yıl sonra Dündar Seyhan’a sormuştum.:

- Hakikaten 14’ler böyle aniden çıkıp gelselerdi ne yapardınız?

Meşhur kahkahalarından birini attı:

- Ne mi yapardık? Alelacele bir Bando mızıka bulup Esenboğa’ya getirirdik…

Demek ki Türkeş haklıydı…


ONDÖRTLER ADINA ÇELENK

Milliyet, 28 Mayıs 1962.

27 Mayıs ihtilâlinin ikinci yıldönümü dün bütün yurtta törenlerle kutlanmıştır. İstanbul’da, Hürriyet Meydanında Turan Emeksiz’in şehit düştüğü yere konulan çelenkleri müteakip ihtiram duruşunda bulunulmuş ve bir manga er havaya üç el saygı atışı yapılmıştır. Gönderilen çelenkler arasında, üzerinde, “14’ler” ve “Harbiyeli Aldanmaz” yazılı iki çelenk dikkati çekmiştir.

Ekspres, 28 Mayıs 1962.

Dün sabah yapılan törende hazır bulunan askerî ve mülkî erkân ile kalabalık bir halk topluluğunun gözleri önünde üzerlerinde “14’ler” ve “Harbiyeli Aldanmaz” bandları bulunan iki çelengi koyanlar, siyasî polis ve Merkez Komutanlığı tarafından yapılan bütün araştırmalara rağmen bulunamamıştır. Her iki çelengi de koyanların sivil mi, asker mi oldukları ilk anda farkedilemediğinden tahkikat güçleşmektedir. Soruşturma büyük bir gizlilik içerisinde cereyan etmekte olup herhangi bir açıklama yapılmamaktadır. Bu sabah kendisiyle konuştuğumuz bir emniyet yetkilisi 14 ler dahi olsa memlekette herkesin çelenk koyabileceğini ancak buna rağmen araştırma ve soruşturmaya hızla devam edilmekte olduğu öğrenilmiştir.

Son Baskı, 30 Mayıs 1962.

27 Mayıs günü Beyazıt’ta Turhan Emeksiz’in direğine çelenk koyanların polis tarafından arandığının bildirilmesi üzerine, dün Emniyet Müdürlüğüne gelen ve çelengi kendisinin koyduğunu söyliyen Ufuk Şehri adındaki Fen Fakültesi talebesine polisler, kendisini aramadıklarını ifade etmişlerdir. Bilâhare, arkadaşlarıyla birlikte MMTB de bir basın toplantısı tertip eden talebe, 15 Ekim seçimlerinden sonra Cemal Gürsel’in, “Biz 38 arkadaşız, ihtilâli beraber yaptık. 14 ler de vatansever insanlardır” sözünü kendilerine örnek alarak çelenk koyduklarını belirtmiştir. Basın toplantısı tertipleyen beş kişilik talebe grubu bu konuda beraberce şunları ifade etmişlerdir: “Bugün aramızda bulunmayan 14 leri, 27 Mayıs’ın ikinci yıldönümünde bir çelenkle anmak, Türk Üniversitelileri olarak minnet borcumuzdur. Politik mülahaza ve müdahalelerin dışında tüm olarak bu hareketimizi vicdanımızda meşru bir hareket olarak görmekteyiz.”

Zafer – Fen Fakültesi Talebe Derneğinden Ufuk Şehri, “Bu çelenkleri ben koydum.” demiştir. MTTB nin önce takbih ettiği öğrenci, 1. Şubede ifadesinin alınması ve olayın aydınlanmasiyle serbest bırakılmış ve MTTB idarecileriyle dost olarak Emniyet Müdürlüğünden çıkmıştır.

Milliyet - MTTB lokalinde bir basın toplantısı yapan Ufuk Şehri şunları söylemiştir: “Memleketçi duyguların vecdi içerisinde kendinden geçerek kurşunlar altında can veren Turhan Emeksiz’in vurulduğu yere, onun ruhunu ebedileştirmek için yapılan bir hareketin yaratıcıları adına çelenk koymak 27 Mayıs’ı kendi nefsinde tezada düşürüp dejenere etmeye cevaptır.” Ufuk Şehri, hakkında takibata geçildiği şeklinde çıkarılan rivayetleri yalanlamış, bu hareketin MTTB tarafından da tasvip edildiğini söylemiştir.


TÜRKEŞ - KABİBAY

Kendi muhitinde sevilen bir kurmay subay olan Orhan Kabibay, Temmuz 1962 ayında izinli olarak Türkiye’ye gelir ve bir takım temaslarda bulunur. Beyanlarından, istikbale dair net ve berrak bir fikir yapısının oluşmadığı anlaşılmaktadır. Ziyaretlerinde ona, Tel-Aviv’den gelen Rifat Baykal da iştirak etmektedir. Rifat Baykal, Çetin Altan tekzibini yayınlayan gazetenin yöneticilerine teşekkür etmeyi unutmaz. Ekspres gazetesinde aşağıda tamamı verilen bir yazı serisinde, Baykal’ı Türkeş’in Kabibay’ı takip için görevlendirdiği iddiası ortaya atılmıştır.

İzinli geldiği sıra İstanbul’da Kabibay’ı ziyaret edenlerden Yusuf Ziya Ortaç’ın gözünden bu noksanlık kaçmamış, övgülü edebi satırlarının arasında ustaca ima edilmiştir. “Öyle sanıyorum ki, kendileri de, düşüncelerinin altın projektörünü, memleket haritasını kaplayan olayların bütününe çevirmişler ve ışık bekleyen meselelere, zekâlarının tek kibritini çakmamışlar henüz.”

Aşağıda görülecek olan Katanga lideri Combe’nin teklifi meselesinde, Kabibay’ın, ülkenin tanıtımı açısından faydalı bakarak müsbet yönde meyilli tavrı, liderlik ve devlet adamlığı konusunda mukayesesinin, Türkeş’e çok büyük haksızlık olduğunu apaçık ortaya koyacaktır. Türkeş herhalde böyle bir teklifi sadece tebessümle karşılar, haklı ve mazlum her kimse onun kazanmasını temenni eder ve Cezayir’e olduğu gibi el altından yardım sağlardı. Ayrıca Combe’ye de teklifini doğrudan şahsına değil, Türk hükümetini muhatap alarak yapmasını tavsiye ederdi.

Sonraki uzun siyasi hayatlarında bu iki silah arkadaşının yolları farklı siyasi zeminlerde dostane ilişkilerle sürecektir. Son kısımda Atsız’ın sahibi olduğu Ötüken dergisinde iki şahsiyetin mukayesesi de ilgi çekicidir. Yine Atsız’ın bir mektubunda Rifat Baykal ile kanaati de konuyla ilgisi bakımından ilave edilmiştir.

Türk fikir hayatında o tarihten yirmi sene evvel adını duyurmuş olan Türkeş’in, Ondörtlere yazdıkları mektuplar birer fikri makale niteliğindedir. 1962 yılındaki mektuplarında, Dokuz Işık Doktrininin umdelerini arkadaşlarına kısaca vazettiği görülür.

“Prensiplerin başlıklarını tekrar yazıyorum. 1. Türkçüyüz, Milliyetçiyiz. 2. Toplumcuyuz. 3. Ülkücüyüz. 4. Ahlâkçıyız. 5. Halkçıyız. 6. Köylücüyüz. 7. İlimciyiz. 8. Gelişimciyiz. 9. Endüstri ve teknikçiyiz.”


PİŞMANLIK DUYDUĞUM HİÇBİR FİKRİM YOKTUR

27 Mayıs ihtilâlinin ilk günlerinde, Cevat Fehmi Başkut’un, 1944 olayını imayla, Türkçülük fikirlerinden vazgeçtiği şeklinde cevap alacağını umarak sorduğu suale, Başbakanlık Müsteşarı Kurmay Albay Alparslan Türkeş’in, “Hayatımda takip etmekten bugün pişmanlık duyduğum hiçbir fikir cereyanı yoktur.” şeklinde verdiği tereddütsüz cevap, onun fikir hayatındaki istikrarını ve emsalleriyle mukayese edilemeyecek derecede üstünlüğünü ortaya koyması bakımından önemlidir.

Cumhuriyet, 17 Temmuz 1960. Cevat Fehmi Başkut: “Son sual. En son ve en fazla dikkat isteyen sualime gelmiştim. Onu da sordum:

- İnsan gençliğinde tekâmül yolunda iken birçok fikir cereyanlarına kapılabilir. Sonraları bundan vazgeçebilir. Bu, kaçınılmaz bir olaydır. Sizin hayatınızda da böyle bir safha olduğunu söylüyorlar.

Sükunetle ve tereddütsüz cevap verdi:

- Hayatımda takip etmekten bugün pişmanlık duyduğum hiçbir fikir cereyanı yoktur. Gençliğimin ilk zamanlarından beri milliyetçi, halkçı ve hakikatçı olarak yaşadım. 1944 de dergilerde neşrettiğim bazı şiirler yüzünden beni Turancılık suçu ile tevkif ettiler. Fakat aynı devirde Türk mahkemeleri tarafından suçsuzluğum tespit olundu beraat ettim.

-Demek edebiyat bize olduğu gibi size de zarar verdi.

Çalan telefona uzanırken gülüyordu.”


Orhan Kabibay, 13 Kasım öncesi birlik ve beraberlik yönünde kısmen dirayetli açıklamalar yapmakta iken, sürgün sonrası aynı istikrarlı tutumu sürdürememiştir.


KABİBAY’DAN BİRLİK MESAJI, Milliyet, 4 Ekim 1960.

Millî Birlik Komitesi üyelerinden Kurmay Albay Orhan Kabibay gazetemize verdiği özel bir beyanatta, Komitede ikilik rivayetlerini yalanlamış, bazı üyelerin ırkçı ve Turancı oldukları hakkındaki iddiaları kesin olarak reddetmiştir.

Kabibay, Albay Türkeş hakkında çıkarılan şayiaların ve Millî Birlik Komitesindeki ikilik rivayetlerinin Komitenin zaafa uğramasından menfaat uman bazı çevrelerin eseri olduğunu belirterek demiştir ki: <<Gürsel’den başka bir lider ne tanıyoruz ne istiyoruz. Komitede ne Türkeş, ne de bir başkası liderlik peşinde değildir. Bizi ikiye ayıracak bir liderlik cereyanı hiçbir zaman kuvvet bulamaz. Memlekete hizmetten başka bir ihtirasımız yoktur.>>


ARKADAŞLARI NÂMINA KONUŞAN KABİBAY

Milliyet, 18 Ekim 1961.

Adalet Partisinin, yurda döndükten sonra 14 lerle işbirliği yapmak istedikleri anlaşılmaktadır. AP sözcüsü Evliyaoğlu şunları söylemiştir: <<MBK nın son tebliğinden 14 leri kazanmak niyetinde olduğu anlaşılıyor. AP nin 14 lere sempatisi vardır. Herhalde işbirliği yapılacaktır. Kanaatime göre 14 ler dönecek ve çoğu Cumhurbaşkanlığı kontenjanından Senatoya gireceklerdir.>>

Telefonla görüştüğümüz 14 lerden Orhan Kabibay, Adalet Partisine girecekleri yolundaki haberlerin aslâ doğru olmadığını söylemiştir. Kendisinin ve arkadaşlarının nâmına konuştuğunu bildiren Kabibay, herhangi bir partiye girmek niyetinde olmadıklarını da açıklamıştır.


CHP’NİN TEKLİFİ

Milliyet, 26 Mayıs 1962.

Fransa ve Belçika’da Ortak Pazar çevreleri ile temaslar yapan Devlet Bakanı Feyzioğlu, Brüksel’de 14 lerden Orhan Kabibay’a CHP ye girmesi için yaptığı söylentilerini de yalanlamıştır.


Resimli Posta,12 Temmuz 1962.

Eski MBK üyesi Orhan Kabibay, 14’ler Halk Partisi’ne girmeleri için Turhan Feyzioğlu tarafından teklif yapıldığını; fakat bu teklifi reddettiklerini açıklamıştır. Kabibay, CHP’ye davet teklifine şu cevabı vermiştir: <<Biz, 27 Mayıs’tan ve 13 Kasım’dan beri hep aynı fikirdeyiz. Değiştirdiğimiz bir kanaatimiz yoktur. Gerçi Halk Partisine sempatimiz var. Fakat CHP’de sevk-ü idare işe yaramaz haldedir. Biz size katılamayız. Ancak, ileride parti kurduğumuz zaman, isterseniz, siz bize iltihak edersiniz.>>

Feyzioğlu, Kabibay’dan bu cevabı alınca, kendisine, <<14’ler İnönü’ye neden düşmandır?>> diye sormuştur. Kabibay bu suale karşılık şöyle demiştir: <<Yok böyle şey. Biz İsmet İnönü’yü daima takdir etmiş insanlarız.>> Halen Başbakan Yardımcısı olan ve CHP Parti Meclisi Üyesi Prof. Turhan Feyzioğlu ile 14 lerden Orhan Kabibay arasında geçen bu görüşmenin, CHP içinde çeşitli yeni ihtilâflara yol açabilecek ehemmiyette görülmektedir.



TÜRKEŞ’İN ANALİZLERİ

Türkeş’in sürgünde iken Ondörtlere yazdığı mektuplardan bazı cümleler:

“Ondörtlerden olmayan kimselere kendi arkadaşlarımızdan herhangi biri aleyhinde söz söylenmez, tenkid yapılmaz.”

“Ben kimse ile şeflik yarışmasına girmiş değilim. Eğer böyle bir yarışma varsa, buna sebep olan ve bunu açan da ben değilim.”

“Bana, Erkanlı ve Kabibay tarafından bir triyomvira teşkil etmekliğimiz teklif edildi. Ben bunu kabul etmedim. Tarihte hiçbir triyomviranın hayır getirmediğini söyleyerek, en son Osmanlı tarihinde Talât, Cemal ve Enver Paşalar’ın teşkil ettiği triyomviranın nelere mâl olduğunu anlatmaya çalıştım.”

“Ben CHP’nin, Ondörtlere karşı uygulamaya karar verdiği taktiği tesbit ettim. Hedef, bizi birbirimize düşman gruplara ayırmak ve parçalamaktır. Tıpkı 27 Mayıs Millî Birlik Komitesine yapıldığı gibi. Bu ayırma ve parçalamanın da ilk önemli kademesi onların tâbiriyle, ‘Türkeş’i Ondörtlerden ayırmak, böylece Türkeş’siz bir Ondörtlerin dağıtılıp eritilmesi kolay olacağı gibi, Ondörtlerden ayrılmış ve tek kalmış bir Türkeş’in de ezilip yok edilmesi daha kolay olur! diyorlar.”


TÜRKEŞ’İN MEKTUPLARI

Alparslan Türkeş’ten Orhan Kabibay’a Mektup, 11 Haziran 1962.

“Sevgili Kardeşim Kabibay,

30 Mayıs tarihli mektubunu seyahat dönüşü 9 Haziran’da aldım. Samimi ve temiz duygularla yazılmış satırlarını memnuniyetle okudum. Birlik ve beraberlik konusunda mütalea ve tekliflerinle, eskiden beri mutabık ve beraberim. Ve ben de bildiğin gibi, şimdiye kadar bu uğurda çok gayret harcadım. Bundan sonra da harcamaktan çekinmeyeceğim. Onun içindir ki mektubunu okuyunca derhal telgrafla muvafakat cevabımı bildirmiş bulunuyorum.

Şahsiyetin hakkındaki sevgi ve takdir duygularımı birçok defalar açıklamış olduğumu bilirsin. Seninle tanışarak aynı kadro içinde çalışmaya başladıktan sonra giriştiğimiz her iş ve teşebbüste seni daima birinci plâna aldım ve her hareketi seninle beraber yapmağı prensip kabul ettim. Benim daha Ağustos başlarında 13 Kasım’ın olabileceğini hesaplayarak daha erken davranmak istediğimi biliyorsun. Fakat daima hep seninle beraberliğimi sağlamak için gayet esaslı hazırladığım plânı tehir ettim.

Sürgüne çıktıktan sonra da seninle beraber olmak ve yan yana, omuz omuza millet ve vatan hizmetini sağlamak benim için prensip olmakta devam etmiştir. Fakat düşmanlarımızın bizi yıkmak için giriştikleri çeşitli iftira ve fitne kampanyası maalesef endirek yollardan arkadaşlığımızı gölgelendirmek tehlikesini doğurdu.

Sürgüne çıktığımız ilk aylarda ‘Sizim başınıza gelenler hep Türkeş’in yüzündendir. O, İsmet Paşa’ya düşman olduğu için böyle oldu. Niye ona uydunuz ve onun peşine takıldınız?’ gibi kasıtlı ve sahte sözler bilhassa bazı arkadaşlarımızın üzerinde büyük yankılar yaptı.

Bazılarımız altı yedi ay mektuplarımıza, bayram tebriklerimize hiç cevap vermediler. Halbuki, hakikat böyle değildi ve herkes bunu biliyordu. Yani kimse bana uymuş ve benim peşimden gitmiş, benim emrime göre hareket etmiş olduğu için 13 Kasım felâketine uğramış değildi. Belki de mes’ele tam bunun aksi idi.

Yani hiç kimse söz dinlemeyi kabul etmediği için ve bilhassa benim emrim altında hareket etmediği için 13 Kasım felâketine uğranıldı. En son Rumelihisarı’nda tesbit ettiğimiz hareket tarihi 9 Kasım Çarşamba günü olduğu halde ve ben bu tarihin artık asla tehir etmememiz gerektiği fikri üzerimde ısrar ettiğim halde, yine uzlaşma ve anlaşma yolları bulmak bahanesiyle felce uğratıldı.

Her şey hazır olduğu halde ben sadece senin ve Erkanlı’nın iştirakinin bulunmadığı için düğmeye basmamak hatasını işledim. Bundan başka sen Emniyet Grubu’nun Başkanı bulunuyordun. 13 Kasım melaneti pişiriliyor, kotarılıyor ve biz evlerimizde, kümesten tavuk toplanır gibi toplanıyoruz da Emniyet Grubu en küçük bir şey haber alamıyor ve bizi ikaz edemiyor.

Bunları niçin tekrar ediyorum? Bunları, grubumuzun benim emrim altında tertipli olarak çalışmadığını, düzenli bir birlik ve beraberlik içinde hareket etmediğini belirtmek için yazıyorum.

Sürgünün ilk altı geçtikten sonra birçok arkadaşlarımız 13 Kasımcılarla mektuplaşmaya başladılar. Tabii, 13 Kasımcıların işlediği tez yine hep, Türkeş şöyle, Türkeş böyle, Türkeş ırkçı vs. gibi hep uydurma yalanlardır. Bütün hedef bizi iyice öldürmek, parçalayarak bir kuvvet olmaktan çıkarmaktır. Daha sonra arkadaşlarımız Daimi Senatörlük temini için 13 Kasımcılarla daha sık bir muhabereye giriştiler. Fakat neticede 13 Kasımcıların, arkadaşlarımızın hiçbirine karşı en küçük bir iyi niyetleri bulunmadığı anlaşıldı.

Bu arada, ‘Sizin başınıza gelmiş olanlar hep Türkeş’e uymuş olmanızdandır…’ gibi sözlerin de ne kadar kötü niyetli olduğunun anlaşılmış olması icab ederdi. Bu noktada ortaya bir cunta meselesi çıktı. Cuntaya dahil olanları tanıyorduk. Bunların hiçbir kudret ve değer ifade etmediklerini müteaddit defalar arkadaşlara yazdım. Fakat ortaya, ‘Cunta, Türkeş’i istemiyor, 14’lerin lideri olarak o tanınıyor. Türkeş’i liderlikten çıkararak, yerine Kabibay’ı geçirirseniz anlaşma ve işbirliği yapabiliriz. Türkeş ırkçıdır, Türkeş Turancıdır, Türkeş komünisttir…’ gibi zehirli ve fesat dolu mütalealar ileri sürüldü. Bu yüzden meşhur Bern toplantısında arkadaşlarımız birbirine girdiler. Bu hengâmede ve gürültüler arasında ben senden ve Dündar’dan şöyle bir hareket ve jest ummaktaydım. Senin, arkadaşlarımıza hitaben, ‘Arkadaşlar! İçimizde rütbede en kıdemli olan Türkeş’tir. Ayrıca ihtilâlden önce ve Dündar Seyhan’ın Amerika’ya gideceği sıralarda yaptığımız gizli bir toplantıda bir ittifakla o zamanki Millî Birlik Komitesi Başkanlığına seçmiştik. Bir cephede bozgun ve mağlubiyet olduğunun ilk alâmeti orada kumandan değişikliği yapılmasıdır. Şimdi, Türkeş’in yerine benim lider olarak çıkarılmaklığım, hakkımızda çeşitli dedikodulara sebebiyet verecektir. Ayrıca bu arkadaşlarımız hakkında düşman çevrelerin uydurdukları yalanların da adeta kendi tarafımızdan kabul ve tasdik manasına gelecektir. Esasen biz Türkeş’le daima birlik ve beraberlik halindeyiz. Ve hiçbir zaman bizim fikirlerimizi almadan hareket etmez. İstek ve sözlerimizi tutar. Binaenaleyh, böyle bir şeye lüzum yoktur. Bu vesileyle benim liderliğimi teklif etmek suretiyle bana itimat ve sevgilerini göstermiş olan arkadaşlarıma minnet ve şükranlarımı sunarım. Ben yine Türkeş’le beraber kendilerine gerekli hizmeti ifa etmeyi zevk bilirim. Birlik ve beraberliğimizin sağlamlığını göstermek üzere liderimizin Türkeş bulunduğunu ve onun etrafında elele sapasağlam durduğumuzu ilan ederim.’

Fakat olaylar başka türlü cereyan etti. Bu durumdan çeşitli tesir altında kalan arkadaşlar, yanlış tutumlar takındılar. Herkes elindeki imkânları birbirinden saklamaya koyuldu. Herkes kendi başına bir lider ve kuvvet olmak hevesine kapıldı.

Şimdi Feyyaz Tokar’a verilen mülâkat meselesine geliyorum. Bu mülâkatta sizi ‘Ondörtlerin fikrî lideri’ diye göstermiş olmalarından muğber olmuş değilim. Senin için söylenecek her iyi ve güzel şey, beni daima memnun eder ve edecektir. Beni üzen olay, arkadaşlarımızın aşağıda özet olarak belirteceğim sözleri söylemiş olmalarıdır.

Soru – Lideriniz kimdir? Türkeş’in şefiniz olduğu söyleniyor, fakat o da ırkçı, Turancı ve menfi bir insan olarak tanınıyor?

Cevap – Türkeş hiçbir zaman bizim liderimiz olmamıştır ve liderimiz değildir. O da 14’lerden biridir, işte o kadar. Irkçılığı ve Turancılığı ise biz aslâ kabul etmeyiz. Bu bakımdan da bize lider olmasına imkân yoktur.

Soru – Fakat herkes ve bütün dünya Türkeş’i, sizin lideriniz olarak tanıyor ve söylendiğine göre Türkeş, sizlerden habersiz olarak gericilerle ve memlekette bulunan ırkçılarla temas halindeymiş. Gizli bir takım faaliyetleri de varmış. Herkes sizi de onun peşinde ve gericilerin safında sanmaktadır?

Cevap – Türkeş bizim liderimiz değildir ve olamaz. Bu, onun her nasılsa 27 Mayıs’tan sonra Gürsel Paşa’nın yanında yer almasından ve gazetelerde resminin çıkmasındandır. Yoksa ihtilâlde de önemli bir rolü olmamıştır. Gerekirse biz onu ileride tasfiye de ederiz.

Bunlar söylenenlerin özetidir. Daha başka şeyler de vardır. Şimdi bu sözleri incelediğimiz takdirde, bunların ne 14’lerin ne de memleketi bakımından hiçbir değeri olmadığı meydana çıkar. Yani bu arkadaşlarımız neyi etmek için bu beyanları vermişlerdir?

Sadece Dünya gazetesine kendilerini hoş göstermek için içlerinden bir arkadaşlarını rasgele itham etmekten çekinmemişlerdir. Ve bu ifadeler, İstanbul’da, Ankara’da CHP çevrelerinde dallandırılarak yayılmaktadır. Bundan en fazla bizi sevenler üzülmekte ve telaşa kapılmaktadırlar. CHP de bunu istismar ederek bizi parçalayıp, dağıtmak istemektedir. Turhan Feyzioğlu’nun seni ziyareti bunun için olduğu gibi, ayrıca bana da Dr. Ömer Lütfü adında bir CHP’li de özel olarak müracaat etmiş ve bu beyanlar dolayısıyla ne düşündüğüm yoluyla ağzımı aramıştır. Verdiğim cevap şudur:

‘Bizim aramızda liderlik diye bir mesele yoktur ve olamaz. Arkadaşlarımın, benim hakkımda bahsettiğiniz şeyler söylemelerine de imkân yoktur. Bunlar tamamen ve maksatlı olarak uydurulmuş şeylerdir. Biz, millete hizmet peşindeyiz. Bizi bağlayan, bu ülküdür. Bunu yaparken içimizden biri elbette lider olacaktır. Bizim de liderimiz vardır ve çalışmaktadır. Fakat biz, bunun üzerinde durmuyoruz.’

Şimdi Aziz Kardeşim, mektubunda belirttiğin hususları kabul ederek müşterek dâvamız yolunda yürümeyi uygun görüyorum. Fakat müphem ve belirsiz bir durum içinde bulunduğumuz bizi daima çeşitli olaylarla karşılaştıracaktır. Buna artık kesin bir hâl tarzı bulmalıyız. ‘Herkes 1/14’tür. Lider yoktur’ demek bizi memleket dünya önünde ‘Bunlar anlaşmazlık ve karışıklık içindedirler’ ithamı altında bırakır. Çünkü teşkilât ve iş prensiplerine aykırıdır.

İki kişilik bir cemiyet bile olsa mutlaka birinin baş olması kaidedir. Hem arkadaşlarımızı birbirine sıkı bir şekilde bağlamak ve bu tarzdaki beyanların bundan sonra tekrarına meydan vermemek için sana büyük bir iş düşmektedir. Yapılacak şey, aşağıda yazılı hareket tarzlarından birini tutmaktır.

1-Türkeş’in liderliği etrafında toplanmış bulunmaktayız. Arkadaşlarıma rica ediyorum, artık bu konu kapanmıştır ve ben, kardeşimiz Türkeş’le beraberim ve onun liderliğini tanıyorum demek bunu ayrıca KG olarak da münasip bir şekilde iç ve dış efkâr-ı umumiyeye duyurmak suretiyle bizi bu yolla parçalamak isteyenlerin heveslerini kursaklarında bırakmak.

Çünkü, İnönü tilkisinin mahareti budur. Bak AP ve CKMP’yi parçalayarak dağıtmaya muvaffak oldu. Şimdi onların bütün korkuları bizdedir. Bizi de birbirimiz aleyhine kışkırtmak suretiyle parçalamak istemekte ve bu yolda çalışmaktadır. Hani muvaffak da olamamış sayılmazlar.

2- İkinci hareket tarzı, şimdiki durumu aynen devam ettirmek yoludur. Bence her zaman ani buhranlar çıkmasına müsaittir

3- Üçüncü hareket tarzı, yukarıda yazılanları kabul ederek muvafık mütalea etmediğin takdirde lider olarak şahsen 13’lerin başında gerekli faaliyete girişmekliğindir. Bu takdirde ben, bir kenara çekileceğim. Sizlere karşı olan bağlarım, sevgim aynen devam edecektir.

Muvaffakiyetiniz için de elimden geleni yapmaktan geri durmayacağım. Ve millet ve memleket hizmetinden başarı sağlanmasını görmek en büyük bahtiyarlığımı teşkil edecektir.

Orhancım, çok uzun yazdım. Fakat genel olarak durumu belirtmiş olduğumu sanıyorum. Mektubunuzda belirttiğiniz Muhafazakâr Parti kurulması ve bana adam gönderildiği gibi havadisler senin de takdir ettiğin gibi tamamen asılsızdır. Yani bana, şimdiye kadar bu hususta hiçbir müracaat yapılmamıştır.

Hanımefendiye mahsus selâmlar ederek, sevgi ve hürmetlerimizi sunarız. Çocuklarımız, hürmetle ellerinizden öperler. Ben, seni muhabbet ve hürmetle kucaklar ve gözlerinden öperim. Kendim de Temmuz ortalarında Avrupa’ya gelmek niyetindeyim.

Alparslan Türkeş.”


Türkeş, Kabibay’a gönderdiği mektubun suretini Ahmet Er’e de 18 Haziran 1962 tarihli mektubuna ek yaparak gönderir. Dünya gazetesi muhabiri Feyyaz Tokar’ın röportajından ona da bahseder ve liderlik tartışmalarına dair izahlarda bulunur.

“Sevgili kardeşim Er,

Geçen Nisan ayı içinde mâhut Dünya gazetesinden Feyyaz Tokar adında bir muhâbir Avrupa’ya gelerek Solmazer ve Soyuyüce ile bir röportaj yaparak bunu 27, 28, 29 târihli Dünya gazetesinde yayınladı, burada “Türkeş’in hiçbir zaman 14’lerin lideri olmadığını, lider olarak Kabibay’ın bulunduğunu” belirtmekle beraber ayrıca ağızdan bu adama benim aleyhimde bir çok şeyler söylemişler. Söylediklerinin özeti şudur: “Türkeş’i biz hiçbir zaman lider olarak tanımadık. Irkçı ve Turancı olarak tanınan bu adamı icap ederse biz aramızdan çıkarıp tasfiye edeceğiz. Onun lider olarak tanınmasının sebebi, ihtilâlden sonra Gürsel’in yanında yer kapmış olmasıdır” vesaire gibi sözler sarfetmişler ve muhâbir memlekete dönünce bunları Falih Rıfkı Atay’a, CHP’lilere ve daha pek çok kimselere anlatmış. İstanbul’da bulunan bir arkadaş bana tafsilâtı ile bunları yazdı. Bunun üzerine ben de Kabibay’a suretini ekli olarak gönderdiğim mektubu yazarak yolladım. Bunlar böyle münasebetsiz söz ve hareketlerden vazgeçmedikleri takdirde, birlik ve beraberlik içinde faaliyet göstermekliğimize imkân olamaz. Hiçbir yetkileri olmadığı halde 14’ler adına beyânat vererek aramızda nifak ve huzursuzluk meydana getirmek hoş görülecek bir şey değildir.”


EMNİYET GRUBU

Aydemir Balkan’ın Akşam Nöbeti kitabında aktardıkları, Türkeş’in 13 Kasım öncesinde kendilerinin atak davranmamasında Kabibay’ın ihmali olduğu görüşünü teyid eder.

“Bu emniyet grubu bütün kilit noktalarındaki birliklere hakimdi. Peki ellerinde bu kadar kuvvetli bir örgüt, bu kadar kesin bir güç vardı da nasıl oldu da bertaraf edilip sürgüne gönderildiler?

Kabibay çok sonraları anlattı:

- Elimizde hem kuvvet vardı, hem de güvendiğimiz arkadaşlar çoktu… direnmeye kalksaydık belki beş bin kişi ölecekti. Bunu kimse göze alamazdı. Türkeş’in istediği gibi onlardan beş on kişiyi paketleseydik dava arkadaşlarımıza ihanet etmiş olurduk.

Türkeş ise hiç bu fikirde değildi.

- Baskın, basanındır!.. diyordu.”



DÜNYA GAZETESİNE GÖRE LİDERLİK

14’LER TÜRKİYE’YE DÖNÜNCE NE YAPACAKLAR?

14’ler Türkiye’ye dönünce ne yapacaklarını Dünya’ya anlattılar. Avrupa’da bulunan 14 lerle görüşen arkadaşımız Feyyaz Tokar tarafından hazırlanan bu ilgi çekici yazı serisini yarın Dünya’da okuyacaksınız.

Dünya, 27, 28, 29 Nisan 1962.

14 LERİN FİKRÎ LİDERİ ORHAN KABİBAY

Ötedenberi zihnimi kurcalayan 14’lerle ilgili çeşitli suallerin cevaplarını kendi ağızlarından dinledim.

Türkiyeden ayrılışlarını müteakip bugüne kadar dışarıda neler yaptıklarını anlattılar. Türkiye’ye ne zaman dönmeyi arzu ettiklerini ve dönüş tarihlerini tesbitte rol oynayan unsurları izah ettiler. Türkiyeye dönüşlerini müteakip çalışma istikametlerinin alacağı şekli tafsilâtıyla açıkladılar. Çeşitli konular üzerinde uzun boylu konuşup, tartışıp neticelere vardıktan sonra,, 14’leri nasıl bulacağımı düşündüğümü ve hangi atmosfer içinde gördüğümü nakledeyim:

Bir zamanların büyük kudret sahibi 14 kişinin, bir anda kuvvetlerini kaybetmeleri, sonra yurt dışına ve mecburi ikamet kaydıyla gönderilmeleri. Bu operasyonlardan sonra da haklarında söylenilmeyen ve yazılmayan şeyin bırakılmaması, onları ruhi bozukluklara, intikamcı veya çapraşık hislere sürükleseydi bu halleri büyük sürpriz sayılmazdı. İşte bu satırları yazıncaya kadar karşımda böylesine bir psikolojik ahvalin tesiri altındaki tipleri göreceğimi sanmıştım. Tamamen aksini buldum. His tarafını küllemiş, fikrî tarafını kamçılamış olarak <<Maziyi gömdük. İstikbale bakıyoruz>> demelerini ferahlıkla dinledim.

Küçümsenecek küçümsenmeyecek veya mühimsenecek kuvvetlerini, sadece meşru yolların meşru vasıtalarından kullanma hususundaki kararlarını, daha doğrusu bu konudaki inançlarını açıklarken zannederim samimi idiler.

Bu yazıda, filancanın dediğine göre, cümlesini bulamayacaksınız. Zira, 14’lerin hepsi artık aynı fikirleri, aynı kelimelerle ifade eder durumdalar. Avrupa’nın şimalindeki La Haye’de dinlediklerinizle cenubundaki Roma’da söylenenler virgül dahi aksatmayacak kadar aynı. Üzerinde birleştikleri ilkeler klişeleşmiş. Bunların ifade ediliş tarzı portrelenmiş. Ama bu prensipler şuur altlarına kadar işleyip onların 14 ünü de her türlü alt düşünceden uzak açık gayretlerinin tek adamı yapmış mı? Evet, diyorlar. Bunun gerçeklik derecesinin de zaman ve olaylar gösterecek!

3 Ocak 1961. Bu tarih, 14’lerin yurt dışında müşterek olarak çalışmak üzere bir araya gelip vazife taksimi yaptıkları gündür. Zira, resmî sıfatları <<Devlet Müşaviri>> olan fakat çalışma şekillerinin hududu çizilmemiş bulunan 14’ler, 3 Ocak 1961 günü, bu görevlerini en iyi şekilde ifa etmenin yollarını aramışlardır.

Evvelâ mesainin portresi tesbit edilmiştir. Müteakiben bu çalışmayı organize edecek küçük bir merkez ekibi ayrılmıştır. Netice olarak da fikrî lider ortaya çıkmıştır. 14 Devlet müşaviri, Türkiye için dışarıda yapılacak en mühim faaliyetin bulundukları memleketteki iktisadî, sosyal ve kültürel gelişmeleri teferruatına kadar inerek tetkik olduğu noktasında birleşmişlerdir.

LİDER KİM?

Türkiyede ve dünya efkârı umumiyesinde Türkeşçi olarak bilinen ve Türkeş’in liderliği altında çalıştıkları kabul edilen 14 lerin bu konudaki açıklaması şudur: <<-Türkeş hiçbir zaman bizim liderimiz olmamıştır. Türkeş’i bu şekilde gösterenler basının bir kısmının, ihtilâli istedikleri muayyen bir yöne sevketme çabasındaki bir grubudur.

Eğer dar bir geçitten teker teker geçmek icab ederse önümüze alıp yol vereceğimiz ilk şahıs hepimizin rütbece kıdemlisi Orhan Kabibay’dır!..”

Evet 14 lerin bugünkü fikrî lideri Orhan Kabibay’dır.. Kabibay, ismi etrafında pek az laf dolaştırılmış, zekâsı ve kültürüyle tanınan bir emekli albaydır.

ÇALIŞMA USULLERİ

3 Ocak 1961 toplantısında çalışma şekillerini şöyle tesbit etmişlerdir. Merkez ekibi Türkiye’nin dahilî ve haricî politika meselelerini yakından izliyecektir. Her 15 günde bir Türkiye ile ilgili olayların ve mühim dünya hâdiselerinin tafsilatını veren bir broşür hazırlanacaktır. 14’lere gönderilecektir.

14 lerin her biri ise bulundukları memleketlerin bugünkü ekonomik durumlarını, hangi istihaleleri geçirerek bu hale geldiklerini, tarım politikalarını, sosyal adaletin nasıl sağlandığını ve bir memleketin kalkınmasında rol oynayan unsurları dikkatle etüd edip, dört dosya kâğıdından az olmamak üzere rapor hazırlayıp merkeze göndereceklerdir. Nitekim bu raporlar 14 lerin çalışmasının mihverini teşkil etmiştir.

İlk raporların gelişini müteakip Merkez teşkilâtı bunları tetkik etmiş ve hangi meselelerin hani kitaplardan ve raporlardan faydalanılarak genişletilmesi gerektiğini bildirmiştir. Etüd çalışması 3 Ocak 1961 tarihinden itibaren bu istikamette muntazaman genişletilmektedir. Her birinin masasındaki dosyalar dolmuş ve kapanma devresine yaklaşmıştır.

Bulundukları memleketlerin ekonomik, sosyal ve politik mazisini, halini ve istihalelerini etraflı şekilde inceleyen 14 ler, bu mesailerini sadece kitabî ve istatistikî yollarla değil, tatbikatları da görerek geliştirmektedirler.

İkâmet ettikleri yerlerde büyük çiftliklerden küçük köy evlerine, üniversitelerden ilkokullara kadar dolaşmakta, görgü ve bilgilerini arttırmaktadırlar.

Dış ülkelere çevirdikleri kuvvetli projektörün bir başkası da Türkiye üzerine tevcih edilmiştir. Türkiyede pek su altında cereyan etmiş zannedilen vak’aların geniş tafsilatını 14 lerden dinleyebilirsiniz. Bu hususu açıklarken, <<Altı ay devlet hayatının mühim kademelerinde vazife almış kişilerin, bu enfermasyon kanalına sahip olmaları icab etmez mi?>> diyorlar…

Seçimlerin neticelerini, siyasîlerimizin çoğunun aksine önceden bildiklerini ve tesbit ettirdiklerini söylüyorlar. Bu işi Almanyadaki hususi bir müesseseye 1000 dolar ödeyerek yapmışlar. Amerikadaki meşhur Gallop enstitüsüne benzeyen fakat meşhur olmayan bu Alman firması, 14 lerden, Türkiyenin çok partili hayata geçişinden itibaren yapılan seçimlerin netice ve tafsilâtlı rakamları istemiş. Referandum sonuçları da dahil olmak üzere vermişler. Müessese seçim sonuçlarını bu günkü duruma oldukça yakın bir şekilde tesbit etmiş. Almanyada bulunduğum yıllarda genel oylamaya gidilirken siyasî partilerin böyle bir müesseseden istifade ettiklerini hatırlamadığım için ismini sordum. Fakat öğrenemedim. Rahatça diyebilirim ki, 14 lerden cevabını alamadığım tek sual de bu oldu!..

Çeşitli hazırlıklar içinde bulunan, etüdler yaptıran, Avrupanın muhtelif yerlerinde sık sık bir araya gelip toplanan 14 lerin bu masrafları nasıl karşılanıyor?.. Sualin cevabını şöyle veriyorlar, <<Masrafları mütesaviyen aramızda taksim etmekle>>…

14/14

<<Ondört taksim ondört>> onların bugünkü parolası. Bu eksiksiz birleşmede, ana fikir üzerindeki mutabakatları sebeb gösteriliyor. Belli istikametteki organize çalışmalarının kurulmuş saat intizamındaki işleyişi anlatılıyor. Fakat gene de bir mukadderat birliğinin tüten dumanı, hissedilen kokusu mevcut!..

Şimdiye kadar yaptıkları müşterek toplantılarda 12 den fazlası bir araya gelememiş. Sebebini sormadım, onlar da söylemedi. Fakat 14/14 parolasından sonra biri Kâbil’de diğeri Libya’da olan Fazıl Akkoyunlu ve Ahmet Er’in iştirak edemeyiş sebebleri herhalde mühim değil!.

ÇEMBER MESELESİ

İhtilâli takip eden günlerde 27 Mayısçıların etrafında hemen teşekkül ediveren çeşitli menfaat halkaları, söylediklerine göre 14 ler için acı bir tecrübe olmuş.

Müstakbel çalışmalarında bu hatıraları göz önünde bulundurup azamî dikkati sarfetmeye kararlı gözüküyorlar.

Uzun boylu tekzip ve tevillere yol açmaması için isim yazmamayı tercih ediyorum. Politika sahnesinin elâstikiyetleriyle meşhur tipleri çoktan beri 14 lerin kapılarını çalmakta imiş.. Gaye 14 lerin memuriyet devreleri sona erip hazırladıkları program çerçevesinde faaliyete giriştikleri zaman, onlarla beraber olmayı uygun bulurlarsa şimdiden transfer vasatını hazırlamak!.

14’lerin bulundukları yerlerdeki Türk sefaretlerinde kendilerine birer oda tahsis edilmiş. Odalarındaki masalar çeşitli istatistik ve broşürlerle dolu. Türkiyede abone oldukları gazetelerden başka bir takım mecmua ve gazeteler de çıkartanlar tarafından meccanen gönderilmiş. Nedense, adreslerine bedava olarak postalanan neşir organları, ya aşırı sağın ya da solun propagandasını yapan ve yüzlerini Türkiyede bile görmediğimiz şeyler. Mamafih bunlara iltifat etmediklerini, çoğunun bandajını bile açmadan sepete atılışlarından anladım.

Halen 14’lerin etrafında cambaz politikacı tipi ile istinad noktası arayan zıd ideolojilerin temsilcileri bir nevi göz süzüp gülücük gönderiyor. Fakat bütün bu cilveler şimdilik mukabele görmüyor.. Ama yarın ne olacak?.. 14 ler bundan sonraki yazımızda izah edeceğimiz hedeflerine varmak için tabiatiyle bazı kuvvetlere dayanmak zorunda kalacaklar. Bu seçimi hangi sektörden yapacaklar? Şimdiki dikkatli ve çekingen tutumu gelecekte de devam ettirebilecekler mi?.. Bunlar henüz cevapları verilemeyecek ve istikbalde 14 lerin muvaffakiyet grafiğini çizecek olan suallerdir.

14’LER NE ZAMAN DÖNECEKLER?

14’lerin ne zaman döneceklerini anlatabilmek için Türkiyeye gelince ne yapacaklarını izah etmek lâzım.

Artık kesin olarak açıkladıklarına göre hedefleri, memuriyet halleri sona erince bir siyasî parti kurup, demokratik nizamın bütün imkânları içinde meşru bir mücadele yaparak iktidara geçmektir.

Çalışanlar Partisinin kuruluş hazırlıkları sırasında bu partiyi gayelerine uygun telâkki etmişler. Fakat zamanla ve ifadelerine göre, <<muhtelif partilerin sempatik bulmadıkları bazı mensuplarının Çalışanlar Partisine akması>> 14’lerin yolunu değiştirmiş. Adını, memuriyetten ayrılıp yurda dönünce koyacakları, sadece fikriyatını tesbit ettikleri mutasavver bir partinin programının hazırlığındalar. <<Bu partinin programı belki bir büyük kitap kalınlığında olacaktır>> diyorlar.

14’lerin konuşmalarından anlaşıldığına göre kabul ettikleri mühim prensiplerden birisi müstakbel partinin sosyal meseleleri hal yolunda ve <<sosyalizm>>in, <<izm>>ini atarak çalışacağıdır. Sloganları <<sefalette değil refahta birleşme>> olacaktır.

<<Türkiyede sosyal adalet ilkelerinin yerleştirilmesi esas gayemizdir. Bu sağlandığı nisbette servet düşmanlığı yok edilir.>> diyorlar.

Müstakbel partinin başka bir mühim vasfı da halk oyunun karşısına ve kendi deyimleriyle <<Güçlüklerin dile getirilmesiyle>> çıkacağıdır.

Türkiyede siyasî partiler, 14 lerin düşündüğü manâda halk oyuna hitap etmemektedirler. Nitekim son beyanlarıyla yaraları ve zayıflıkları teşrih eden sadece hükûmet başkanı olmakta, ızdırapları dindirici çareleri ise şu satırları dışarılardan yazdığım sırada dile ve lüzumlu yerlere getirilmemiş durumdadır.

14 ler mevcut partilerin yapısının bu konuları işlemeye müsait olmadığı ve olamıyacağı inancında bulunduklarından müstakbel siyasî hayatlarında geniş alâka göreceklerine inanıyorlar.

İktidara ulaşma zamanını yedi sene kabul ediyorlar. Türkiyeye dönüşlerini takip eden ilk üç seneyi hazırlık ve 1965 te kuvvetli bir muhalefet olarak meclise girme devresi. 1969 u da iktidara geçip falso vermeden çalışacak yıl olarak düşünüyorlar.

Bu arada ısrarla parmak bastıkları birkaç nokta var Bir tanesi ve galiba en mühimmi Ordunun kat’iyen siyasete bulaşmaması ve Türk ordusunun milli ordu vasfını muhafaza etmesini ana prensip olarak kabul etmeleri.

İkinci husus, onların siyasî hayata atılmasından evvel düşündükleri manâda sosyal reformları sağlıyacak bir siyasî ekip zuhur ederse onun mensuplarını alkışlıyarak köşelerine çekilmek. Bunu, içlerinde bir iktidar hırsı olmadığını, sadece prensiplerin adamı olduklarını izah yolunda ısrarla tekrarlıyorlar.

NE ZAMAN DÖNECEKLER

<<Devletin sorumlu kişileri tarafından ifade edildiğine göre arzu ettiğimiz zaman yurda dönebiliriz>> diyen 14 ler, halen kat’i dönüş tarihi olarak Temmuz ayını tesbit etmişler. Sebebi önceki yazımızda anlattığımız çalışma şekillerine göre, fikrî ve ilmî mesailerini, temmuz içinde tamamlıyacaklarını hesaplamaları. <<Düşündüğümüz tarihte mesaimizi bitirememiş olursak, gelişimiz de tabiatiyle gecikir.>> diyorlar.

Kendi tabirleriyle, aldıkları <<beşer altışar yüz doları itip>> Türkiyeye dönmek üzere temmuzda yapacakları müracaat ilgili çevreler tarafından kabul edilmezse Anayasa mahkemesine müracaat edecekler. Şayet Anayasa mahkemesi de aleyhlerinde karar verirse, 13 kasımın bir daha gelişini, fakat bu defa Türkiyeye dönüş için bekliyecekler.

Şimdiye kadar yazdıklarım 14 lerden bazılarıyla yaptığım sohbetlerin, onlar tarafından geleceğe ait olarak nakledilen ve hiçbir kelimesinde tereddüt etmeden yazma hakkının verildiği, benim ise haber telâkki ettiğim ana hatlarından ibaret..

Yaptığım görüşmelerin umumî olarak bende hasıl ettiği kanaati sorarsanız, ilk yazımdaki paragrafı tekrarlayıp <<onları ruhî çapraşıklığın esiri değil, fikrî ve ilmî çalışmaların yolcusu>> olarak gördüm diyeceğim. Düşündüklerini, ciddî olarak savundukları meşru yoldan siyaset hayatımıza sokar ve Türkiyenin siyasî ve fikrî hayatında yeni bir ortama doğrulmuş bu gidişi, o günün sorumlu kişileri meşru yollardan çıkmıyarak kabul ederlerse, mesele yoktur. Hâdise demokratik nizamın tabiî neticelerinden birisi olan, siyasî bir partinin kuruluşudur.

Fakat, geleceğin iktidarları kendi zihniyetinden gayrısını susturmak yoluna sapar, ya da 14 ler bugünkü sabırlı hallerinden sıyrılıp iktidara gidişin kısa yolunu ararlarsa, fikrî yapısını iyi onardıklarını söyledikleri müstakbel partileri hissî ağırlıkların tazyikiyle bilinmeyen bir istikamete kayabilir.


EKSPRES GAZETESİ VE KABİBAY

Ekspres, 27 Mayıs 1962. [Tam sayfa manşet]

14’LER LİDERLİĞE KABİBAY’I SEÇTİ

14’ler toplu olarak Kasım ayı içinde Türkiye’ye geliyorlar. Türkeş gelmiyor.

Son Paris toplantısında, aralarındaki protokol gereğince Alparslan Türkeş’in yerine liderliğe Orhan Kabibay’ı getiren 14’ler, Dışişleri Bakanlığı tarafından kendilerine yıllık izinlerini dünyanın istedikleri yerinde geçirebileceklerinin bildirilmesine rağmen, Kasım ayından önce Türkiye’ye gelmemeyi kararlaştırmış bulunmaktadırlar.

Ankara’ya, yakınlarına gönderdikleri mektuplarda Kasım ayı içinde topluca Türkiye’ye gelmeleri kararlaştırdıklarını bildiren 14’lerden Alparslan Türkeş şimdilik, bir süre daha Türkiye dışında kalmayı uygun görmüştür. Bu durum karşısında 14’ler Kasım ayında Türkiye’ye gelecekler, fakat Türkeş bir yıl daha dışarda kalacaktır.

Öte yandan Dışişleri Bakanlığına baş vurarak yıllık izinlerini Türkiye’de geçirmeyi istediklerini bildiren 14’ler verilen izne rağmen izinlerinde yurda gelmeyeceklerdir. Dışişleri Bakanlığına bu müracaatı bir nevi nabız yoklamak için yaptıkları anlaşılan 14’ler Orhan Erkanlı, Fazıl Akkoyunlu, Muzaffer Özdağ, Muzaffer Karan, Numan Esin ve Rifat Baykal’a gerekli izin verilmiş ve Dışişleri Bakanı dün <<14’ler yıllık izinlerini dünyanın istedikleri yerinde geçirebilirler>> demiştir.


ONDÖRTLERLE 14 GÜN

Ekspres gazetesi İstanbul’da ve Ankara’da ayrı ayrı basılmaktadır, muhtevaları yakın olmakla beraber bire bir aynı değildir.

Ekspres (Ankara) gazetesinden Songar Taylaner, Haziran 1962 ayında Brüksel’e gider. Orada, Yeni Delhi’ye giden Aydın Köker gibi ses getirici bir yazı serisi hazırlamak niyetinde olduğu anlaşılıyor. Ancak, iki haftanın sonunda çıkan gözlemleri pek o kadar zengin değildir. Günlük yaşayışları ve devamında Kabibay’la birlikte Türkiye’ye seyahatleri belgesel özellik taşımaktadır. Brüksel intibaları Türkiye’ye döndükten sonra 10 – 22 Temmuz 1962 tarihinde yayınlanır. Takip kolaylığı açısından yayın tarihi değil, not alınma tarihi dikkate alındığından önce verilmiştir.


Ekspres Ankara, 10 – 22 Temmuz 1962.


Arkadaşımız Sungar Taylaner’in Brüksel’de 14’lerle geçirdiği 14 günün hikâyesi bir gezi notundan çok 27 Mayıs sonrası tarihin karanlık kalmış noktalarına ışık tutan bir vesikalar serisi olacaktır. 14’lerle 14 Gün adlı röportaj serisi son yılların en ilginç yazı serisi olacaktır.

SUNGAR TAYLANER - 14’LERLE 14 GÜN

Bu yazı serisi günü gününe tutulmuş notlardan hiçbir fikrin ve şahsın etkisinde kalınmadan kaleme alınmıştır. Amacımız, 27 Mayıs sonrası tarihin 14’lerle ilgili olarak karanlık kalmış 13 Kasım sonrasına ışık tutmaktır. Çünkü bugüne kadar 14’ler hakkında çeşitli şeyleri ileri sürülmüş, gün gelmiş itham edilmiş, güm gelmiş metih edilmişlerdir. Biz bu yazı serimizde sadece 14’lerle yaptığımız konuşmaları, öğrendiklerimizi gazeteci olarak elde ettiğimiz gerçekleri sizlere ileteceğiz… Bu kısa girişten sonra 14’lerle 14 Gün’ün hikâyesini anlatmaya başlayabiliriz…

21 Haziran 1962 Perşembe.

Saatler 16 yı gösterirken M.E.A. nın bir Boing 707 uçağı ile Yeşilköy Hava Alanından Frankfurt’a doğru uçtum… Parçalı bulutluydu hava… İstanbul’u bulutlar arasında parça parça görebiliyorduk. Fakat 5 bin feet’in üzerinde artık gördüğümüz tek şey atılmış pamuk yığınları gibi üst üste binmiş bulutlardı…

Boing 707 nin ıslık çalarak uçuşu İstanbul’dan Viyana’ya kadar tam 180 dakika sürdü. Işıklar içinde bir Viyana gördüm. Bir zamanlar Türk akıncılarının ovalarında at koşturdukları Viyana benim anılarım arasına pırıl pırıl yeşillik ve bir sivrisinek ülkesi olarak giriyordu. Uçağın merdivenlerinden indiğimiz anda yüzlerini sivrisineklerin iğnelerinden korumaya çalışan güzel hostesler bizi karşıladı. Biz de onlar gibi yüzlerimizi ve vücudumuzun açık yerlerini bu sivrisinek akınından korumakta büyük güçlük çekiyorduk… Alanda, güzel bir salonda ağırlandık… Burada bizim bir Türk olarak bizim turizm anlayışımızı hatırlamamak elimde değildi… Düşünün, insanları alanda sivrisinekler karşılıyordu amma, evet amma ondan sonra insanı şaşkına çeviren bir anlayış ve ihtişam, gelenlere sivrisineklerin vücutlarda bıraktığı kırmızı lekelerin acısını pek kısa bir süre sonra unutturuyordu…

FRANFURT’TAYIZ

Ve Viyana ile Frankfurt arasını Boing’in ıslıklı uçuşu ile 75 dakikada kat ettik… Frankfurt tipik bir Alman şehriydi.

Plâna göre ancak ertesi günü Brüksel’e gidebilecektim.., Frankfurt Türkiye’den gelen bir insan için değişiklikler ile doluydu, kısacası yeni bir dünya, yeni bir iklim ve yeni bir hayatın başlangıç noktasıydı sanki. Türkiye’deki lüks otomobil yerini bu hayat dolu şehirde küçük ekonomik otomobiller almıştı. Benim gibi Frankfurt’a gelen herkes titriyordu. Çünkü bizler Türkiye’den yazlık elbiseler ile yola çıkmıştık. Türkiye’de nasıl yan yana banka şubeleri var ise, Frankfurt’ta da yan yana barlar vardı. Barlarda aralıksız bira içen zenci Amerikan askerleri, zencilerin altından en iyisinden en lüksünden birer şahane Amerikan arabası… Sonra zencilerin kollarında sarışın Alman kızları…

Sokak ortasında öpüşmek normal bir şeydi… Aklıma nişanlısını kapı aralığından öptüğü için mahalle bekçisi tarafından vurulan Ankaralı genç asteğmen geldi… Frankfurt Almanya’ya açılan bir pencereydi benim… Fakat bütün bunlara rağmen aklıma bir çivi takılan 14’ler ile geçireceğim yarındı, yarından sonralarıydı.

Ve gece Otel Berlin’de yatağa uzandığım anda, göz kapaklarıma kurşunlar oturmuş gibi uyumuş gitmişim…


20 Haziran 1962 Cuma

ONDÖRTLERLE BİRİNCİ GÜN

Brüksel’i ve yirminci yüzyılın tipik sembolü Atemium’un kürelerini ilk defa yağmur damlalarının süzüldüğü uçağın camından görüyordum. Alanda Türkiye Büyükelçiliğini bilene rastlıyamadım bir türlü. Şoförler şehrin kuzey kısmında olduğunu söylüyor, fakat yerini kesin olarak bilmiyorlardı. Ve saat 11.15 te Büyükelçiliğin önündeydim. Bu tam anlamı ile Katolik sanatının incelikleri kapsamış yaşlı bir binaydı. Ve bulvarlar alabildiğine boştu.

Kavas Türkçe bilmiyordu… Asansöre bindik ve Kabibay’ın dışarda olduğunu ve az sonra geleceğini söyledi… Gülüyordu ve “Galiba siz Kabibay’ın karşılayacağı Ekspres gazetesi muhabiri Sungar Taylaner’siniz” dedi.

Orta boy loş bir odaydı.. Kapıdan girince sol tarafta şehre bakan iki pencere, sağda Türk motifleri ile işlenmiş bir divan, kapının hemen solunda bir şömine, tam karşıda sol köşede Kabibay’ın büyük ve çelik yazıhanesi.

Beklemek güçtü… Gerçi ben geleli henüz 15 dakika olmuştu amma yine de güçtü beklemek… Kulağıma bir otomobil sesi gelince, pencereye doğru yürüdüm. Aşağıda koyu lâcivert bir Mercedes durmuştu. Önce Kabibay indi otomobilden ardından Akkoyunlu… Kabibay siyah füme bir elbise giymişti, omuzlarında jan-jan’lı bir pardesü vardı… Akkoyunlu ise gri bir elbise giymişti. Askerce adımlarla binaya doğru yürüdüler. Yağmur ufak ufak atıştırıyordu…

Bir iki dakika sonra kapı açıldı… Kabibay girdi. Bana doğru yürürken <<Hoş geldin>> dedi. Gülüyordu. Bu gülmekle ağlamak arası bir şeydi… <<Türkiye kokuyorsun>> dedi hafifçe. Konuşamıyorduk… Fakat üzerindeki bu melankolik havayı birden silkip attı ve <<Seni sabah uçağında bekledim… Gelmedin. Şunu aklından çıkarmamalısın. Biz ihtilâlciler aksaklıkları affetmeyiz. Bizim için esas olan programlı ve sistemli hareket etmektir.>> dedi. Sonra güldük… Gözleri çakmak çakmaktı… O andaki sevincini ellerimle tutarım sanıyordum…

TÜRKİYE’DEN HABER

Bir koltuğa ilişip hemen bana Türkiye ile ilgili haber sormaya başladı. Önce hükûmet buhranından söz ettik… Sonra gazetecilerden konuştuk… Ve Kabibay şöyle diyordu: <<Türkiye’nin artık zaman kaybına tahammülü yok… İnşallah bugün hükûmet kurulur. Politikacılar hiç iyi yapmıyorlar. Küçük politika oyunları ile meşgûl olmaya ve zaman kaybetmeye artık sabrımız yok… Sonra biliyor musun, hükûmetin kurulması, istikrarlı bir hükûmetin kurulması çok önemli Türkiye için. Bütün meseleler bekliyor sıraya girmiş… Bak seni kiminle tanıştıracağım…>>

Dışarıya çıktı. Az sonra yanında Fazıl Akkoyunlu ile dönüp geldi… Akkoyunlu “Bak ben sana diyorum. Gazetecilerden haaa, dikkatli olmak lâzım…” dedi. Güldük birlikte…

Akkoyunlu da Türkiye ile ilgili sorularını sıraladı. İkisinin de Türkiye’den çok uzak olmalarına rağmen, Türkiye’yi yaşadıklarını, onun dertlerini, problemlerini günün 24 saati düşündüklerini hissediyordum.. 14’lerin hemen hemen hepsi Türkiye ile ilgili haberleri içine alan dosyalar tutuyorlardı. Bu dosyalarda haberle ve bu haberler karşısında istikbalde muhtemel gelişmeler hakkındaki şahsî düşünceleri vardı… Birbirlerini bu fikir ve düşüncelerden haberdar etmek için sık sık mektuplaşıyorlardı.

Ve bu arada o günkü programı gözden geçirdik birlikte. Buna göre benim, hemen yatacak bir yer bulup, bir süre istirahat etmem lâzımdı…

GÜNÜN SONU

Eşyalarımı alıp Akkoyunlu’nun kaldığı Tennenbouche adlı pansiyona gittik beraber.

Saat tam 20 de Akkoyunlu ile pansiyonun salonunda buluştuk… Çok neşeliydi. Eşi ve kızı da beraberindeydi. Birlikte yemek yedik… Uzun süre çocuklarının okul durumlarını görüştük. Çünkü kızı Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesinde, oğlu da İstanbul’da Teknik Üniversitede okuyordu.

Daha sonra saat 22 ye kadar Fransa bisiklet turunu seyrettik televizyondan…


21 Haziran 1962 Cumartesi

POSTALANAN 12 MEKTUP

Ertesi günü yine Kabibay’ın odasında buluştuk. Akkoyunlu da oradaydı. On onbeş dakikalık bir sohbetten sonra karşılıklı oturup daktilo ile yazılmış bir takım kâğıtları zarflamaya başladılar… Meraklanmıştım amma soramıyordum… Bekledim onların izah etmesini. Akkoyunlu, zarfın üzerindeki ile içine konulan metindeki isimleri karşılaştırıyor ve sonra yapıştırıyordu.

Kabibay başını önündeki zarflardan kaldırıp <<Ne bunlar biliyor musun?>> dedi. << 14 lerin Brüksel toplantısı için davetiye. Şimdi hepsini postaya atacağız. Toplantı gerçekten bizim için önemli… Mühim kararlar alınacak orada.>>

Zarfların postalanması tamamlanmıştı. Birlikte çıktık Büyükelçilikten ve lüks olmıyan bir lokantada yemek yedik. <<Sana>> dediler <<Bugün Atomium’u gezdirelim. Tipik bir Yirminci Yüzyıl yapısıdır.. Her gören enteresan olduğunu söylüyor. Bakalım, sen nasıl bulacaksın?>>

Kabibay’ın lacivert Mercedes’i ile Atomium’un yolunu tuttuk… Yol süresince hemen hemen hiç konuşmadık. Zaten trafiğin seri akışı konuşmamıza imkân vermiyordu. Gerçi otomobili Kabibay kullanıyordu amma, yine de Akkoyunlu ve ben gözlerimizi trafik akışından ayıramıyorduk.

Eğer hava açık olsaymış Atomium’u şehrin her tarafından görmek mümkünmüş. Fakat puslu ve sıkıcı bir hava hâkimdi geldiğimden bu yana Brüksel’e. Yağmur bir yağıyor, bir diniyor.

Atomium, tabanı bir küre ve üzerinde sekiz adet birbirine silindirlerle bağlı daha sekiz küre. Küreleri birbirine bağlayan silindirlerin içinde yürüyen merdivenler var…

Birlikte çıkıyoruz yürüyen merdivenlerden. Duvarlarda birden Türkçe kelimelere takılıyor gözüm. Bir süre duruyoruz duvarın dibinde. Kabibay “Bizim çocuklar ne yazmış buraya” diyor. Bakıyoruz… Önce kocaman bir “Turkey” yazılmış, sonra “MTTB Bilâl, Hasan” gibi isimler.

Neler düşündüklerini aklımdan geçirmiye çalışıyorum, fakat imkânsız onların neler düşündüğünü bilmek…

Öğleden Sonra

Bütün konuşmalar, bütün meseleler onlar için Türkiye’nin geleceğine doğru yönelmiş… Her şey de yüzde yüz Türkiye’nin mutluluğu için düşünülmüş bir parça var…

13 Kasımdan 24 saat sonra birbirleri ile bir çok bakımdan ayrı olan 14 adam öyle bir kenetlenmişler ve birbirlerine bağlanmışlardı ki, bunu izah edebilmek ne onların elinde bugün, ne benim…

Bir süre dünyanın dört bir köşesine dağılmış 14 adam birbirleri ile temas etmek imkânını bulamamışlardı.

Fakat mektuplaşmaya başladıkları andan itibaren en çok ağırlarına giden şey de, arkalarından söylenenler arasında “Vatan Hainliği” gibi korkunç bir ithamın da yer almasıydı… Onları deli eden, canlarından çok sevdikleri Türkiye için kötü niyetler beslediklerini düşünenlerin de bulunmasıydı. 13 Kasım’ı izleyen günler içinde 14 ler arasında gidip gelen mektupların ağırlık merkezini hemen hemen bu konular teşkil ediyordu.


22 Haziran 1962 Pazar

ÇOMBE’NİN 14’LERE TEKLİFİ

Brüksel terkedilmiş bir şehir manzarası arzediyordu. Sabahın erken saatlerinde Brüksellilerin bir kısmı otomobillerine atlayıp civardaki sayfiyelerin yolunu tutarken, bir kısmı da kiliselere gitmişti. Saat 10 a doğru Akkoyunlu ile beraber pansiyondan çıkıp Kabibay’ın evine gittik. Kaldığımız pansiyon ile evin arası aşağı yukarı on beş dakika kadardı. Viskilerimizi yudumlarken, aktüel konulardan söz açtık ve Kabibay elindeki dosyaların kıymeti hakkında konuştu. Dosyalar odanın sol tarafındaki basık üç gözlü yazıhanenin içindeydi. Yazıhanenin içi tıklım tıklım dosyalar ile doluydu. Bir süre dosyaları karıştırdı. Ben tam arkasında durmuş onu seyrediyordum. Omuzunun üzerinden bakıp <<Sungar siz gazeteciler şu merak denen şeyi silkip atamıyorsunuz üzerinizden. Bak sana ne göstereceğim.>>

Yazıhaneden çıkardığı kara kaplı bir dosyayı getirip masanın üzerine bıraktı. Kapağını ağır ağır açtı. Kendine has kurnazca gülüşü yayılmıştı yüzüne.

Dosyanın kapağını açar açmaz ilk göze çarpan uçakla gönderilmiş bir mektuptu. Onun altında birbirine iğne ile tutturulmuş üç mektup daha vardı.

<<Bu en üstteki Katanga Başbakanı Combe’den gelen mektuptur. Diyor ki Combe mektubunda; “Gel Kongo ordularının başkumandanı ol. Kurtar bizi. 14 arkadaşını da al öyle gel. Sen ve arkadaşlarının bizi kurtaracağına inanıyorum. Siz Türkler demokrasi ve hürriyet için mücadele etmiş insanlarsınız. Siz analarınızdan asker doğmuşsunuz. Ve bizim, sizin gibi askerlere ihtiyacımız var. Gelin, siz iyi asker, iyi idareci, iyi dostsunuz. Kore’yi unutamıyorum. Herkes unutamıyor. Tek tek şahsen biliyorum Koredeki kahramanlıklarınızı. Buraya gelirseniz bütün Kongo asker ve siviller emrinizde olacak. Bütün ihtiyaçlarınız karşılanacak. Cevabınızı bekliyorum. Uçak biletlerinizi ne zaman ve nereye kaç tane göndereyim?” >> İkinci mektup bizim Hariciyeye yazıp durumu bildirdiğim mektup. Üçüncüsü Hariciyeden gelen cevap. Durumu hariciyeye bildirdim. Sonra arkadaşlar ile temasa geçtim. Hariciyeye gönderdiğim mektupta dedim ki: “Eğer gidersek memleketimizin tanınması bakımından mükemmel bir fırsat oluruz…” Fakat reddettiler. Gerçekten Kore’de bütün dünya bizim hakkımızda kesin ve çok iyi kanılara varmıştı. Milyonlar dökseydik bunu imkânı yok sağlıyamazdık. Kabul edilmedi Hariciye tarafından bize yapılan teklif. Kabul edilmediğine göre bizi seviyorlarmış demek. Halbuki kabul edilmiş olsalardı bizden kurtulmuş olurlardı. Şu üçüncü mektup da Combe’ye gönderdiğim mektuptur. Kusura bakmamasını yazdım kendisine. Böyle bir şey yapmamıza imkân olmadığını yazdım. Daha sonra bana aracılar yolladı. Çeşitli yollardan ısrar etti. Fakat biz memurduk ve Dışişleri Bakanlığı kabul etmeden hiçbir şey yapamazdık.>>

Sonra oturduk birlikte yemek yedik. Yemekte yarın için İrfan Solmazer’in geleceğini söylediler.


[Katanga mevzuu daha önce Abdi İpekçi tarafından haber konusu edilmiştir. İlgisi bakımından burada bir haberle birlikte verilmiştir.]

Milliyet, 15 Temmuz 1961.

Abdi İpekçi Brüksel’den bildiriyor.

Katanga’nın Kabibay’a teklifi. Katanga ordusunu ıslâh etmesi ve başına geçmesi istenen eski MBK üyesi bunu kabul etmedi. Katanga Başbakanı Çombe, hâlen Belçika’da bulunan eski Milli Birlik Komitesi üyelerinden Orhan Kabibay’a Katanga ordusunu teşkilâtlandırıp başına geçmesi konusunda müracaatta bulunmuştur. Kabibay, Türk hükûmetiyle istişareden sonra böyle bir vazifeyi kabul edemeyeceğini bildirmiştir.

Çombe’nin bu husustaki ilk müracaatı takriben dört ay evvel ismi açıklanmayan bir aracı vasıtasiyle Kabibay’a gönderilen bir telgrafla yapılmıştır. Telgrafta Kabibay’ın önemli bir konuyu görüşmek üzere Katanga’ya bir hafta için dâvet edildiği ve biletlerinin hazır olduğu bildirilmekteydi. Dâvetin mahiyetini ve sebebini açıklamayan bu telgraftan bir müddet sonra dâvete icabet etmeyen Kabibay’a ayni aracı tarafından mufassal bir mektup gönderilmiş ve yapılan teklif açıklanmıştır.

Kabibay’ın Türk hariciyesi ile temasları sonunda reddettiği teklifin ana hatları şunlardır:

1 Katanga hükûmeti halen memleketin içindeki ve dışındaki düşmanları ile mücadelede kullanmak zorunda olduğu 12.000 kişilik ordusunun eğitim ve kumandasını Türk subaylarından kurulu bir kadroya vermek arzusundadır.
2 Bu maksatla Kabibay ve onun seçeceği diğer Türk subayları ile iki taraflı özel anlaşmalar yapacaktır.
3 Türk subaylarının iaşe, ibate ve ikametgâh masrafları Katanga hükûmeti tarafından karşılanacak ve kendilerine rütbelerine göre 600 ilâ 200 dolar arasında maaş verilecektir.

Katanga, Kongo eyaletlerinden biridir. Kongo Belçika’dan bağımsızlığını elde ettikten birkaç gün sonra, Katanga’nın lideri Moiz Çombe bu eyâletin bağımsızlığını ilân etmiş ve Leopoldville’deki merkezî hükûmetten ayrıldığını bildirmiştir. Katanga dünyanın en zengin maden kaynaklarına sahip ülkelerden biridir. Hükûmet merkezi Elizabethville Kongo’nun en gelişmiş ve modern şehridir.

Son Posta, 18 Aralık 1961.

Katanga’da dün yeniden kanlı çarpışmalar başladı. Elizabethville şehri B.M. kuvvetleri tarafından kuşatıldı. Çombe askerlerinin maneviyatından çok emin.


23 Haziran 1962 Pazartesi

BİZİ ÇOK YANLIŞ TANITTILAR

14 leri üzen şeylerin başında muhakkak ki yanlış anlaşılmış daha doğrusu yanlış tanıtılmak istenmiş olmaları geliyor. 13 Kasım’dan sonra gerek bir kısım basın, gerekse fısıltı gazetesi yolu ile Türkiye’de önceden hazırlanmış bir takım fikirler ve iddiaların aslı ile uzaktan veya yakından hiçbir ilişiği yoktu.

Solmazer ile beraberdik bugün. Heyecanlı, tam anlamı ile ateşli bir Türk subayı. İnsan onunla beraber oldu mu, hayatı daha hızlı, daha renkli yaşadığını sanıyor. Ve ona Türkiye’de 14’lerin arkasından söylenmiş olanlar o kadar etki etmiş ki…


24 Haziran 1962 Salı

14’LER CHP SAFLARINA DAVET EDİLİYOR

13 Kasım’dan sonra CHP hariç bütün siyasî partiler kendi çıkarlarına 14’lerin tek tek veya toplu olarak adlarından faydalanma yollarını aramışlardır. Hattâ bir süre AP yi destekleyen yayın organları bir kampanya açarak 14’lerden bazılarını kendi saflarında imiş gibi gösterme çabasına düşmüşlerdir. Bu kampanyaya katılmayan ve 14’lerin karşısında olan tek parti CHP olmuştur. Daha sonra CHP içinde gençlerin meydana getirdiği grup içinde 14’leri aralarına alma konusunda bir hareket görülmüş ve bu hareket açıktan açığa desteklenir bir duruma getirilmiştir. Hattâ, 14’lere de tabiî senatörlük verilmesi için aynı kanatta bir akım uyanmış, fakat CHP nin yaşlıları 14’lerin parti üst kademelerini ellerine geçirmemeleri endişesi ile bu fikre karşı durmuşlardır.

Orhan Kabibay’ı Büyükelçilik binasındaki makamında ziyaret eden Turhan Feyzioğlu Kabibay ile tam sekiz saat süren bir görüşme yapmıştır.

Feyzioğlu – Gelin sizleri, 14’leri Halk Partisine alalım. Beraber çalışalım.
Kabibay – Gayet tabiî.
Feyzioğlu – Tamam, Gördünüz mü, anlaştık işte.
Kabibay – Fakat anlaşmamızda eksik kalan bir nokta var. Turhan bey…
Feyzioğlu- Nedir efendim?
Kabibay – Bize partiyi vereceksiniz. Partiyi biz yöneteceğiz.
Feyzioğlu – Ne demek istediniz, anlamadım.
Kabibay – Gayet basit efendim. Partinin idaresini bize vereceksiniz. Çünkü bir baş çekmeye alışmış insanlarız. Alt kademelerde çalışmaya alışık değiliz.
Feyzioğlu – Yok canım, şaka yapıyorsunuz galiba.
Kabibay- Hayır efendim, görüyorsunuz gayet ciddi söylüyorum. Bizden zaten mizaç ve karakterimiz başka türlüsüne elvermez…


25 Haziran 1962 Çarşamba

FERTLER REFAHTA BİRLEŞMELİ
[Kayda değer bir içerik görülmedi]


26 Haziran 1962 Perşembe

14’LERİN AMACINI AÇIKLIYORUZ

Köşedeki koltukların birine Akkoyunlu oturmuştu. Kabibay Hayat mecmuasından kesilmiş Atatürk portresi asılı yazıhanesinden, ağzında sigara ayağa kalktı. İkimiz de gözlerimizle onu takip ediyorduk. Berbat bir hava vardı. İnce bir yağmur yağıyordu ama Kabibay’ın odası sıcaktı. Pencerenin önüne kadar yürüdü ve durdu. Sigarasından derin derin nefesler çekerken gözleri bir noktaya takılıp gitmişti. Sigarasını ağzından hızla çekti ve <<İşte Fazıl>> dedi, <<Sungar şimdi esas sözü söyledi… 14’ler ne yapmak istiyor? Amaçları nedir? Aylardır ardımızdan söylenen sözler hep bunun için. Biz kendimizi tanıtamadık, daha doğrusu bize tanıtmak fırsatını vermediler…>>

<<Bak şimdi sana kendi el yazımla bizim ne olduğumuzu anlatacağım. Biz Sungar, her şeyden önce Türkiye’yi, Türk Milletini, yaşamayı, hür olmayı seviyoruz. Biz her şey bir yana 27 Mayıs’ta verdiğimiz sözden dönmüş değiliz. Sungar biz, kendimizi bu vatana ve millete adamış insanlarız…>>

Ve sonra Kabibay ağır ağır cebinden Parker kalemini çıkardı ve beyaz bir kâğıt üzerine aynen şunları yazdı:

<<Türk Milletini, insan hakları beyannamesine sadık kalarak Batı uygarlığı seviyesine ulaştırmak için kültürel, sosyal ve ekonomik dâvalarını süratle hal etmek, misakı millî hudutları içinde millî bütünlüğü sağlamak, Türk Milletinin manevî kıymet hükümlerine bağlı kalmak, millî vicdanı rahatsız eden meseleleri âdilâne bir şekilde hal tarzına ulaştırmak Ondörtlerin gayelerinin özet bir ifadesidir..>>


27 Haziran 1962 Cuma

14’LER NASIL YAŞIYORLAR

Aldıkları ücretler normal bir hayat düzeni içinde yaşayan kimseler için mükemmeldir. Fakat, birbirleri ile daimi temas halinde bulunan14’leri yıkan muhabere masrafları olmaktadır. Bu arada sık sık birbirleri ile buluşmak için yaptıkları gezi masrafları bütçelerini bir türlü toplamalarına imkân vermemekte ve Türkiye’de yaşadıkları hayata benzer şartlar içinde sınırlanmış sürelerinin dolmasını beklemektedirler.

14’lerin büyük bir kısmı kiracı olarak oturdukları evlerin söylendiği gibi mükemmel şekilde döşemiş değiller. Evlerinde günün gerekli eşyalarından fazlasını aramak hata olur. En mükemmel durumda olanların sadece birer otomobili vardır. Ve bu da 14’ler içinde altıyı geçmez.

14’lerin malî durumunu sarsan sebepler içinde bazıları için Türkiye’de bulunan çocuklarının eğitimini devam ettirmek gelmektedir. Çocuklarının öğretiminin yarım kalmasına rıza göstermeyen 14’lerden bazıları çocuklarını Türkiye’de bırakmak zorunda kalmışlardır. Böylece bütçelerinde peşin olarak bir açık belirmiş ve muhabere masrafları da eklenince bu açık büyüyüp gitmiştir.

Günlük yaşayışlarına gelince, 14’ler için ihdas edilen Devlet Müşavirliği görevinin Büyükelçilik camiası içinde bir fonksiyonu yoktur. Yoktan var edilmiş bir görev olması hasebiyle, 14’lerin günlük hayatları monoton ve rahat geçmektedir. Sadece arada sırada Dışişleri Bakanlığı tarafından, beyanları dolayısıyle gelen soruları cevaplandırmaktan başka önemli işleri olmayan Ondörtlerin günlük hayatları evleri ile büro arasında gidip gelmekle geçmektedir. Hepsinin bulundukları Büyükelçiliklerde birer de makamı vardır…

Görülüyor ki söylendiği gibi 14’ler lüks içinde yaşamıyorlar. Ve bütün sıkıntıları işsizliğin verdiği bir rahatsızlık. Hemen hemen hepsi bundan yakınıyor. Ve bu hayatın kendilerini atalete sevk etmesinden endişe ediyorlar.

14’lerin büyük bir kısmını 27 Mayıs’tan sonra tanımıştım. Kim ne derse desin, 14’lerden benim tanıdıklarım her şeyden önce iyi birer insandılar. Memleketi seviyorlardı ve ülkelerinin meselelerine hayatları boyunca eğileceklerini söylüyorlardı.

14’ler aralarında bir lider çekişmesi olduğu yolundaki haberleri de kesin olarak yalanlamış bulunuyorlar. Evet, bugün 14’ler arasında kesin olarak bir liderlik mücadelesi olmadığını söyleyebilirim. Ve kendi ifadelerine göre böyle bir mücadele asla geçmemiştir. Çünkü 13 Kasım onları biribirleri ile kaynaşmaya itmiş ve sonunda bir bütün olmuşlardır.

NETİCEDE

14’ler arasındaki haberleşmenin idaresi ve işlerin belirli bir noktadan organize edilmesi durumu ortaya çıkmıştır. Bunun sonucu olarak da bir merkez bürosuna ihtiyaç duyulmuş ve bu büronun en merkezî noktada olması kararlaştırılmıştır. Çeşitli memleketlerde bulunan 14’ler için en merkezî nokta da Brüksel olmuştur. Bu sebeple işlerin organizasyonu Brüksel ve tabiatiyle de Orhan Kabibay’a kalmıştır. İşte bugün 14’lerin lideri durumunda olan Orhan Kabibay’ın gerçek görev budur ve 14 ler arasındaki 14 liderlik konusu da bundan ibarettir. Birbirlerine karşı azamî saygı ve sevgiyi gösteren 14’lerden her biri diğerlerinin her şeyiyle meşgul olmaktadır. Denilebilir ki, meselâ Muzaffer Özdağ’ın Tokyo’da seyrettiği bir filmi en geç bir hafta sonra diğerleri öğrenmiş olması pekâlâ kabil olabiliyor. Aralarındaki dayanışma her şeyden önce birinin ufak bir ihtiyacına on üçü birden koşuyor, birinin küçük bir derdi ile hepsi birden ilgileniyor. İnsanlar arasında yıllardır görünmeyen bir vefa ve bağlılık duygusu en ideal şekilde 14’ler arasında kurulmuş.

14’lerin düşünceleri şu şekilde özetlenebilir.

2- Türkiye’nin demokratik bir rejimle idare edilmesi esastır.
2- Bu demokratik rejimin yerleştirilmesi için mevcut partilerden bir şey beklemek boşunadır.
3- Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal meselelerinin çözümleyebilmek için genç ve dinamik bir idareci kadrosuna ve aydınlar sınıfına ihtiyaç vardır.
4- Bu kadronun yaratılabilmesi devrimci aydınların işçilerin yeni ve kuvvetli bir parti etrafında birleşmeleri zorunludur.
5- İşsizliğin ve milli gelir bölümündeki adaletsizliklerin ortadan kaldırılabilesi için köklü reformlar şarttır.
6- Bu reformlar ancak güçlü bir devletçilik ilkesi ile gerçekleştirilebilir. Bu devletçilik fikri temelini kuzey ülkelerinde uzun yıllardır olumlu icraatları görülen sosyal demokrasi anlayışından almalıdır.

14 günden çıkarılması gereken normal sonuçlar bunlardır. Ancak, 14’lerin fikirlerinin daha kristalize olabilmesi için memlekete dönmeleri ve konuşmaları gerekmektedir. Brükseldeki toplantıdan sonra yapılacak açıklamalarının da bu konuda büyük rolü olacaktır.


ORHAN KABİBAY VE RİFAT BAYKAL TÜRKİYE’DE

Ekspres Ankara, 2 Temmuz 1962. [Tam sayfa manşet]

14’LERİN LİDERİ DÖNDÜ!..

15 gündür Brüksel’de yaşıyan Ekspres muhabiri anlatıyor.
Orhan Kabibay ve Sungar Taylaner Bulgaristan’da ölüm tehlikesi atlattı.
Yapılan büyük karşılama töreninde Dündar Seyhan ve Kadri Kaplan da vardı.
Rifat Baykal da İstanbul’da.

14 lerin lideri Orhan Kabibay bu sabah saat 4 te otomobil ile Türkiye’ye gelmiştir.

15 günden beri Brüksel’de bulunan arkadaşımız Sungur Taylaner’in ağzından Kabibay’ın gelişini okurlarımıza sunuyoruz.

<<Orhan Kabibay’ın 1961 model Mercedes marka otomobili ile Brüksel’den Cumartesi günü saat 14 de yola çıktık. Bizi 14 lerden Fazıl Akkoyunlu, İrfan Solmazer yolcu ettiler.

Brüksel’den sağnak halinde bir yağmurla ayrıldık. Bütün yol boyu bu yağmur devam etti. Zamandan kazanmak amacı ile Türkiye’ye gelene kadar hiç uyumadık.

Yolda yemek yemek için dahi mola vermedik. Otomobile aldığımız öte beri ile Kabibay’ın tabiri ile tam bir Robenson gibi yaşadık.

Yolculuğumuz kötü hava şartlarına rağmen çok neşeli geçiyordu.

Bulgaristan’a girdikten sonra yağmur şiddetini arttırdı. Otomobilin silgileri devamlı olarak çalışıyordu. Kabibay kaygan yolda otomobili süratinden düşürmeden yürütebilmek için büyük gayret sarfediyordu.

Türkiye’ye aşağı yukarı 50 kilometre kalmıştı. Önümüzde dümdüz uzanan bir yol vardı ama biz yağmurdan ancak bu yolun 100 metre ilerisini görüyorduk. Birden ne oldu anlayamadık. Saatlerimiz bu sırada tam 5.37 yi gösteriyordu.

Birden 220 Mercedes sol ön tekerinin üzerinde hızla savruldu ve bu eksen etrafından birkaç tur yaptı. Otomobilin içi ana baba gününe dönmüş, eşyalar saçılmış ve biz oturduğumuz kanapelerden fırlamıştık. Savrulma anında birden bağırdım: <<Ağabey kendini kolla…>> Kabibay direksiyonu sıkı sıkı kavramıştı. Bir süre sessiz bekledik. Sonra her ikimiz de yaralı olup olmadığımızı anlamak için kendimizi yoklamaya başladık. Bana dönüp <<Bir şeyin var mı Sungur?>> dedi. <<Yok ağabey>> dedim. Otomobil yolun kıyısındaki beş altı ağacı kökünden biçmiş yol kıyısındaki tel örgülerin direklerini devirmiş ve tarlanın içine oturmuştu… Kımıldıyamıyorduk. İkimiz de şoke olduk.. Dışarda korkunç bir yağmur vardı… Fırladık… yağmur iliklerimize kadar işlemişti…

OTOMOBİLİN HALİ

O güzelim Mercedes’in hali yürekler acısıydı. Sol ön tekerlek kopmuş, bagaj kapağı fırlamış, tamponlar ve pancurlar parçalanmıştı…

Orhan Kabibay ile birlikte yolun ortasına dikildik on onbeş dakika yağmurun altında vasıta bekledik. Kabibay sık sık bana <<Sungur sen git. Zaten hududa bir şey kalmadı. Ben çaresine bakarım. Benim diplomatik pasaportum var!. Sen hiç olmazsa hududu geç…>> Ve bırakmadım kendisini…

Bu sırada uzaktan bir otobüs göründü ve geldi, bizi görünce acı bir fren yaparak durdu… Kabibay İngilizce olarak durumumuzu otobüstekilere anlattı. İçerden kim olduğunu bilmediğimiz üniformalı Bulgaristanlı bir Türk indi… Bize <<Türk müsünüz siz?>> derken ağladı… <<Sizi burada bırakmam>> dedi.

Otobüs bizim otomobili yola çektirdi. Arabamızı otobüstekiler ile birlikte yola çıkarmaya muvaffak olduk…

Otomobilimizi yola çıkarmıştık ama, yedek tekerleği takmak çok güç oldu. Bütün bijon saplamaları sıyrılmıştı. Motordan acayip sesler geliyor, bujiler ateşlemiyor, karterden yağ damlıyordu… Radyatörlerde de arıza vardı. Bunun için yolumuza ancak on onbeş kilometre süratle devam edebiliyorduk…

Saçlarımızın kıllarına kadar çamura bulanmıştık. Sınırdaki Bulgar ve Türk nöbetçilerine bizi kurtaran otobüstekiler geçirdiğimiz kazayı anlattıkları için merakla bekliyorlardı.

TÜRKİYEDEYİZ

Sınırda bizi on beş arabalık bir konvoy karşıladı. Kabibay’ı omuzlara aldı vatandaşlar, sonra yine yola koyulduk ve Çorlu’da yemek yemeyi kararlaştırdık.

Fakat yolları sel bozmuştu. Onun için bizim geçmemize izin vermediler. Tekirdağ üzerinden İstanbul’a inmemiz mümkün olabilecekti. Küçük bir lokantada sütlaç, ekmek, peynir, domates, patlıcan kızartması yedik… Üzerine birer ayran içtik…

Silivri’ye yaklaşmıştık ki muazzam bir otomobil konvoyu ile karşılaştık. Bunlar gazeteciler ve Kabibay’ın dostlarıydı.

GAZETECİLERLE

Gazetecilerin ilk sorusu şu oldu:

<<Niye geldiniz?>>

Kabibay bu soruya şu cevabı verdi:

<<Bir süre istirahat edeceğim. Sonra vazifeme, Brüksel’e döneceğim.>>

Her yol ayrımında yeni bir konvoyla karşılaşıyorduk. İlerlemek zor oluyordu.

KABATAŞTA

Sabah saat 4 de Kabataş araba vapuru iskelesine varabildik. Kabibay, buradan itibaren kendisini karşılayanlardan ayrılmalarını istirham etti. İtirazlar oldu ise de Kabibay ısrar etti ve karşılayıcılar dağıldılar yavaş yavaş.. Araba vapuru ile karşıya geçtik.

Saat 4.25 de Kabibay’ın evindeydik. Kapıda Kabibay’ı ablası, yeğenleri karşıladı. Bu öyle anlatılacak bir manzara değildi. Gözyaşları dökülüyordu. Sevinç gözyaşları… Birbirlerine sarılırken Dündar Seyhan ile Kadri Kaplan’ın gözleri yaşarmıştı… Kabibay, ağlamamak için kendini güç tutuyordu ve ağlamadı… Kendisini karşılayanlara, göz yaşı dökenlere <<Eee yeter artık. Girin bakalım içeri. Bol bol konuşacağız. Özlentimizi gidereceğiz>> dedi ve ayrıldık...

RİFAT BAYKAL DA GELDİ

Öte yandan bu sabah 10 da Rifat Baykal da İstanbul’a gelmiştir. Havaalanında dost ve yakınları tarafından karşılanan Baykal <<Vatana dönmenin büyük sevinci ve mutluluğu içindeyim.>> demiştir…


Ekspres, 2 Temmuz 1962.

Kabibay, zamanı gelince hep beraber yurda döneceğiz, dedi. [Tam sayfa manşet]

İhtilâlin hakiki liderini Dündar Seyhan ve Kadri Kaplan karşıladı.
Bu sabaha karşı dönen Orhan Kabibay yolda ölüm tehlikesi atlattı.

27 Mayıs devrim hareketinin gerçek liderlerinden olup ilk Millî Birlik Komitesinde üyelik yapmış olan ve bundan bir yıl yedi ay önce 13 arkadaşı ile birlikte yurt dışına gönderilen 14 lerden Orhan Kabibay bu sabaha karşı saat 04 te İstanbula gelmiş bulunmaktadır. Dün akşam saat 20 de 1960 model CD 275 plâka sayılı bir Mercedes otomobil ile 42 saat önce hareket ettiği Brükselden Türk hududuna gelen Kabibay’ı hudutta 22 Şubat olaylarına adı karışan ve 27 Mayıs inkılâbında rol oynıyan Dündar Seyhan, tabiî senatörlerden ve eski Millî Birlik Komitesi üyelerinden Kadri Kaplan ile eski Basın Yayın Umum Müdürü Bekir Tümay karşılamışlardır.

Ekspres muhabiriyle birlikte Brükselden beri otomobille gelmekte olan Kabibay, Bulgaristan geçerken bir kaza geçirmiş ve otomobili hendeğe yuvarlanmıştır. Büyük bir şans eseri olarak otomobili bizzat kullanan Kabibay ile muhabirimize bir şey olmamıştır.

Ekspres Gazetesi yazı ailesi, Orhan Kabibay’ı Büyükçekmecede saat 03 te karşılamış ve sabah saat 9 a kadar yanından ayrılmamıştır.

Dündar Seyhan, yolda atlatılan kazayı işitince birden heyecanlanmış ve <<Seni Tanrı bize bağışladı. Sen bu millete lâzımsın. Tanrı senin ölmene razı değil.>> diyerek Kabibay’ı kucakladı.

Kabibay, Kaplan ve Seyhan aralarında yarım saat kadar bir hususî görüşme yaptıktan sonra hep birlikte ve saat 05 te Kabataş araba vapuru iskelesine gelindi. Kabibay Üsküdarın ışıklarını görünce heyecanlandı ve; <<Benim çocukluğum buralarda geçti. Buralarda topun peşinde az mı koştum. İnsan çocukluğunu görüyor âdeta>> dedi.

Kabibay Üsküdara varınca doğruca ablasının evine gitmiş ve sohbet edilmiştir.

Ekspres muhabirinin de hazır bulunduğu bu toplantıda geç saatlere kadar memleket meseleleri konuşulmuştur.

Genç yaşında ihtilâlin önderlerinden biri olan Orhan Kabibay, muhabirlerimizi bir çok meselede aydınlatmıştır.

Orhan Kabibay bu sohbet toplantısında <<22 Şubat olaylarını şimdi duyduğunu, halen herhangi bir parti kurma teşebbüsleri olmadığını, fakat ileride mutlaka böyle bir şeyin bahis konusu olacağını>> söyledi. Ama bunu biraz da alaylı bir tarzda ifade etti.

Orhan Kabibay’la aramızda geçen konuşmalar şöyledir:

- Yurt dışında ne yapıyordunuz?
- Yurt dışında bulunan arkadaşlar birbirimizle muntazaman temas etmekteyiz. Bütün arkadaşlarım vatanı özlemiş bulunmaktadır. Yurda dönmek için arkadaşlarım zamanı beklemektedir. Ben buradaki dostlarım ile yapacağım görüşmelerden sonra toplanıp karar vereceğiz.

Bu sırada sorduğumuz, havayı mı koklayacaksınız, sualine Kabibay gülerek, İstanbul’un ve Ankara’nın havasına o kadar hasret kaldım ki, şeklinde cevap vermiştir.

- 22 Şubat olayları için ne diyorsunuz?
- Henüz muttali oldun, arkadaşlardan öğreneceğim.
- Hükûmetin ve partilerimizin çalışmaları sizi memnun ediyor mu?
- Maşallah, çok iyidir.

Kabibay en önemli sözlerini arabalı vapurdan inerken söylemiştir.

- Türkiye’de iznim 10 günü geçmiyecektir. Ankara’ya da gideceğim. Bu 10 gün zarfında sizlere çok şeyler söyleyeceğim ve bütün hakikatleri ortaya dökeceğim. Bana şimdilik müsaade edin.

Kabibay’ın ablası ile karşılaşması çok heyecanlı olmuş, iki kardeş dakikalarca birbirlerine sarılı kalarak gözyaşı dökmüşlerdir. Bu gözyaşları sevinç gözyaşları idi.

Orhan Kabibay bugün saat 16’ya kadar ablasının evinde istirahat etmiştir.

Arka tam sayfa fotoğraf altı yazıları:

14 lerin bugünkü lideri Orhan Kabibay’ın iki vefakâr arkadaşı Dündar Seyhan ve Kadri Kaplan arkadaşımız Atila Karsan ile sohbet ederken. Konu hep memleket meseleleri.

Aile efradının Orhan Kabibay’ı karşılayışı çok heyecanlı oldu.. Hele ablasiyle birbirleriyle sarılmaları.. Sonra sıra ile diğer yakınları ile kucaklaştı.. Dile kolay tam 597 günden beri yurt hasreti çeken Orhan Kabibay artık kısa bir müddet için de olsa evinde ailesinin yanındadır.

Meşakkatli bir yolculuktan ve ölüm tehlikesi atlattıktan sonra 14 lerin Orhan Kabibay ailesi ile birlikte. Şu anda ondan daha mes’ut bir insan tasavvur etmek oldukça güç. Evinin penceresinden bakarken yüzündeki tebessüm de zaten bunu ifade etmiyor mu?

Rifat Baykal da bugün geldi.

14’lerden Rifat Baykal da bu sabah saat10.25 de EL-AL uçağı ile yurda dönmüştür. Havaalanında gazeteciler tarafından karşılanan eski MBK üyesi İstanbul’a iznini geçirmek üzere geldiğini, bir müddet dinleneceğini söylemiştir. Baykal gerekirse diğer 14’ler ile de görüşeceğini sözlerine ilâve etmiştir.


Ekspres, 3 Temmuz 1962.

Dün öğle üzeri Orhan Kabibay’ın evine Rifat Baykal, Tabii Senatörlerden Kadri Kaplan, Suphi Karaman, 22 Şubat olaylarının kahramanlarından Dündar Seyhan, Şefik Soyuyüce’nin kardeşi Ruhi Soyuyüce gelmişlerdir. Bu suretle toplanan eski arkadaşlar, iki saat devam eden bir toplantı yapmışlardır.

Toplantıdan sonra gazetecilerle görüşen Orhan Kabibay, siyasî beyanat vermekten kaçınmıştır. Kabibay, daha sonra arkadaşlariyle birlikte Çamlıca’ya gitmiş ve orada bir gazinoda oturarak görüşmelerine devam etmiştir.

Kabibay, bugününü de arkadaşları ile görüşerek geçirecek, muhtemelen yarın Ankara’ya gidecektir.

Arka tam sayfa fotoğraf altı yazıları:

Saat 10.15’de İsrail Hava Yollarına ait bir uçakla Yeşilköy Hava Meydanına inen Tel – Aviv Elçilik Müşaviri Rifat Baykal, eski MBK üyelerinden Kadri Kaplan’ın kardeşi Rıza Kaplan ve Şefik Soyuyüce’nin kardeşi Ruhi Soyuyüce tarafından karşılanıyor.

İlk soru: Baykal havaalanında karşılaştığı tek gazeteci arkadaşımız Yener Tuğrul’un bir sualini cevaplandırıyor. <<Niye geldiniz?>> sualine, <<Yurda, vatan hasretini gidermek için döndüm. Kısa bir müddet kalıp yine İsrail’deki vazifeme devam edeceğim>> diye cevap vermiştir.

Havaalanında Rıza Kaplan, Baykal’a bâzı sualler sordu. Cevabını ise, fotoğrafta görüldüğü gibi Baykal düşünceli olduğu için veremedi.

Baykal Terminalin önünde bekliyen Ruhi Soyuyüce’nin 42740 plâkalı otomobiline binerken. Otomobil biraz sonra homurdanarak şehre doğru yol alacak.

Uzun bir ayrılıktan sonra Türk toprakları ve İstanbul kapısı. Topkapı surlarından Ruhi Soyuyüce’nin kullandığı otomobil süzülerek şehre giriyor Bu anda Baykal kimbilir neler düşünüp, neler hayâl ediyor.

Baykal, Soyuyüce’nin otomobili ile şehre doğru yol alıyor. Nedense biraz düşünceli. Hak vermeli, sıla hasreti, dost hasreti, sevdiklerinin hasreti. Hepsi bir araya gelince başka nasıl olur insan.

Birer gün ara ile yurda dönen iki 14’ler mensubu Kabibay ile Baykal. İkisinin de gözlerinde saadet pırıltıları var. Memnunlar, mes’utlar ve heyecanlı. Artık sıra hususî görüşmelere gelecek ve gazetecilerden müsaade istenerek istirahate çekilecekler.



LİDERLİK VE ORHAN KABİBAY


Son Saat, 2 Temmuz 1962.

14’ler: Türkeşsiz, sosyalist prensipli, Atatürkçü bir parti kuracak.

Esasen, Kabibay’ın en yakın arkadaşı ve kendisiyle birlikte 14 lerin gerçek lideri olan Erkanlı da 15 Temmuza kadar yurda dönecektir. Bu iki liderin pek yakında memleketimizde sosyalist prensiplere dayanan ve Atatürk ilkelerine sıkı sıkıya bağlı yeni bir parti kuracakları anlaşılmıştır. Yeni partiye Alparslan Türkeş’in alınmayacağı kesinlikle öğrenilmiştir. Şimdiye kadar 14 lerin lideri diye bilinen Alparslan Türkeş’in gerçekte böyle bir hüviyeti bulunmadığı, 14 ler arasında tesbit edilmiş bir lider bulunmamakla beraber, Orhan Kabibay ve Orhan Erkanlı’nın manevî lider oldukları bildirilmektedir. (Yüksel Ozan)


Son Saat, 3 Temmuz 1962.

Orhan Kabibay’ın gazetemize beyanatı…

Kadıköyde kalmakta olduğu kızkardeşinin evinde bu sabah kendisiyle görüştüğümüz Orhan Kabibay, dün başka kaynaklardan alarak yayınladığımız haberde 14’lerin sosyalist eğilimli bir parti kuracakları ve bu partiye Alparslan Türkeş’in alınmayacağı hakkında verdiğimiz haber üzerine bir diyeceği olup olmadığına dair sorumuza karşı, yazdıklarımız için teyid edici bir beyanda bulunmamış, bunların bazı yanlış anlamalara yol açabileceğini belirttikten sonra şöyle demiştir: “13 Kasımda biz, yabancı memleketlere 14 arkadaş olarak gönderildik; bugüne kadar beraberliğimiz devam etmektedir. Buna Türkeş de dahildir. Şimdiki halde siyasî bir faaliyetimiz yoktur. Gelişimiz ve dostlarımızla görüşmelerimiz bir hasret dindirmesi mahiyetinde olmaktadır. Siyasî faaliyet henüz mevsimsizdir. Yarın Ankaraya gideceğim. Oradaki dostlarımızı, arkadaşlarımızı ziyaret edeceğim. Şunu bir kere daha belirteyim ki, dün başka kaynaklara atfen yazdıklarınızı teyid edemiyeceğim. Bununla beraber yakında daha geniş bir konuşma yapabileceğimizi umuyorum.” (Yüksel Ozan)


Hergün, 3 Temmuz 1962.

14’ler tam birlik içinde

Orhan Kabibay kendisine atfen verilen bir beyanatı bu sabah muhabirimize yalanlayarak <<Biz 14 ler tam bir anlaşma içindeyiz. Alparslan Türkeş’le herhangi bir ihtilâfımız yoktur. Alparslan Türkeş inandığımız arkadaşımızdır. Bu konuda çıkarılan yalan haberler tamamen maksatlıdır.>> demiştir.


Hür Vatan, 3 Temmuz 1962.

Orhan Kabibay ve Rifat Baykal’a şöyle bir soru sorulmuştur. <<14 lerin liderliğini Alparslan Türkeş’ten alınarak arkadaşlarının tasvibi ile size verildiği söyleniyor. Bu arada belirtildiğine göre de Alparslan Türkeş ile temaslarınızı kesmişsiniz.>> Bu soru karşısında bir an düşünen Kabibay şunları söylemiştir: <<Bizim aramızda lider şu veya bu şeklinde bir durum yoktur.>>


Cumhuriyet, 3 Temmuz 1962.

Orhan Kabibay: <<Türkeş’in yerine benim 14 lerin yeni lideri olduğum hakkındaki söylentilerin yalan olduğunu bildirebilirim. Zira böyle bir şey yoktur, biz hep beraberiz.>>


Son Posta, 3 Temmuz 1962.

- Türkeş’le görüşüyor musunuz?
- Gayet tabiî kendisi arkadaşımızdır. Devamlı muhabere halindeyiz.


Zafer, 3 Temmuz 1962.

Bu esnada Kabibay’ın yanına gelen Baykal, <<Orhan’ın dediklerine ben de katılıyorum.>> demiştir.


Dünya, 3 Temmuz 1962.

… Türkeş’in kendileri adına konuşabileceği söylentilerini yalanlayan Kabibay…


Hürriyet, 3 Temmuz 1962.

Kendilerini memur saymamalarına rağmen, siyasî beyandan kaçacaklarını söyleyen Kabibay misafir kaldığı, Tayyareci Sami sokak 12 numaralı apartmanın kapısında, “Politikanın içindeyiz. Evvelce olduğu gibi gönderildiğimiz yerlerde de memleketimiz için çalıştık. Kararlarımızın şekli ve şemailini yakında mutlaka açıklayacağız” demiştir. Altı ay sonra vazifelendirildikleri iki yıl süreli elçilik müşavirliği hukuken sona erecek olan Ondörtlerin yakın bir gelecekte siyasî bir partinin organizasyonu ile Türk toplumunun karşısına çıkmaları kuvvetle muhtemeldir. Kabibay, İnönü Kabinesinde görev almayı ve Başbakanı ziyareti ancak bir teklif vukuunda düşünebileceklerini, vakitleri olursa Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu gibi denize gireceklerini ima ve lâtife yollu anlatmıştır. Kabibay daha sonra şunları söylemiştir: “22 Şubat hâdiselerini burada arkadaşlarımızdan öğreniyoruz. Avrupa’da vazıh olmayan şeyler duymuştuk. Şimdi tenvir edilmiş olacağız. Biz Ondörtler arasında lider yoktur. Hepimiz biriz ve daimî temas halindeyiz.”


Ekspres Ankara, 4 Temmuz 1962.

Dün gece on beş arkadaşı ile birlikte Beykoz Boğaziçi lokantasında yemek yiyen Orhan Kabibay ve Rifat Baykal bu sabah saat 11.00 de otomobille Ankaraya hareket etmişlerdir.


Ekspres, 4 Temmuz 1962.

Kabibay ve Baykal sivil polis takibi altında. [Tam sayfa manşet]

Orhan Kabibay ve Rifat Baykal ile arkadaşları bu sabah otomobille Ankaraya hareket etmişlerdir. Her ikisi de Ankarada eski arkadaşlarıyla görüşmelerde bulunacaklarını söylemişlerdir.

Öte yandan Kabibay ile Rifat Baykal’ın gerek evleri, gerekse hareketleri polis tarafından kontrol altında bulundurulmaktadır. Bu konuda Orhan Kabibay’ın akrabası bulunan Dündar Özbil <<Polisler iki gündür evimizin önünden ayrılmıyorlar. Yoruluyorlar, isterlerse evimizde dinlenebilirler>> demiştir.

Dünü evinde istirahatle geçiren Rifat Baykal’la Orhan Kabibay basın mensuplariyle bir sohbet toplantısı yapmışlar ve ezcümle şunları söylemişlerdir: <<Turancı olduğumuz hakkındaki iddialara gelince; tutum ve beyanlarımızdan bizim durumumuz şimdiye kadar anlaşılmıştır sanıyoruz. Alparslan Türkeş 14’lerdendir ve ayrı bir sosyalist parti kurmayacaktır.>>

Bu arada sorulan bir suale cevaben Baykal: <<Devrim hareketi hedefine varmamıştır. Bütün dünya hedefine varma çabası içindedir. Olsaydı sizin burada ne işiniz vardı?>> demiştir.


Son Baskı, 4 Temmuz 1962.

14’lerden O. Kabibay ve Rifat Baykal dün gazetemiz muhabirini kabul ederek özel bir beyanat vermiştir. Dün sabahın erken saatlerinden itibaren Tayyareci Sami sokak 12 nodaki kapının zili yüzlerce defa çalıyordu. 27 Mayıs sonrası Orhan Kabibay’ı tanıyanlar sanki eski günleri tesit eder bir halleri vardı. 2 saat birlikte geçirdiğimiz Baykal ve Kabibay gördükleri ve gezdikleri yerleri anlatıyor ve politikadan uzak bulunuyorlardı. Güleç yüzle, samimi davranışlarla konuşmak ve dertleşmek isteyen müşavirler sanki eski günlerini yaşıyorlardı. Gelenlerle kucaklaşmalar, sigara ikramları ve memleket meseleleri ile dolu bulunuyorlardı.

Artık Kabibay ve Baykal eski şahıslar değillerdi. Belçikayı İsraili görmüşler, diplomasiyi tanımışlar, gerçekten dolu olarak gelmişlerdi. Devrim hareketine başlarken idealleri olan gerçekleri dış memleketlerde müşahhas olarak tadmışlardı. Kahvelerini yudumlarken sorduğumuz sorulara cevap veriyorlardı

R. Baykal Ankara’daki ablasıyla konuşurken, yarın oradayım, diyordu. Baykal giderken bıyıksız gitmiş, şimdi bıyıklı ve biraz da zayıflamış olarak dönmüştür. Türkiye’ye sessiz gelip, sessiz gitmek arzusunda olduğunu ve bunun için gayret sarfettiğini belirtmiştir.

Yeni İstanbul, 4 Temmuz 1962.

Kabibay ve Baykal dün arkadaşları ile görüştüler
Orhan Kabibay’ın evindeki toplantıya dört Temelli Senatör, 22 Şubatçılardan Dündar Seyhan ve Adnan Çelikoğlu katıldılar

Şehrimizde bulunan 14 lerden Orhan Kabibay ve Rifat Baykal dün bazı temelli senatörler ve 22 Şubat hareketinden sonra emekliye sevkedilen subaylarla Kadıköyde Kabibay’ın evinde sabahtan akşama kadar devam eden bir toplantı yapmışlardır. Temelli Senatörlerden Suphi Karaman, Selâhattin Özgür, Muzaffer Yurdakuler ve Kadri Kaplan ile 22 Şubatçılardan Dündar Seyhan, Adnan Çelikoğlu, Şefik Soyuyüce’nin kardeşi Ruhi Soyuyüce, Bekir Tümay, Orhan Özkan ve bazı diğer emekli subayların katıldığı toplantının mahiyeti hakkında sual soran gazetecilere Orhan Kabibay “Arkadaşlar ziyaret etti. Burada bulunmamız sadece bir dostluk toplantısıdır” demiştir.

Bugün Ankaraya gidecek olan Kabibay ve Baykal, şehrimizdeki temaslarının devamı olarak, Ankarada da 22 Şubat harekâtının lideri Talât Aydemir ve arkadaşları ile görüşecekler ve İstanbula döndükten sonra Brükselde yapılacak 14 ler toplantısına katılacaklardır. Bu toplantıda Türkiye’deki temaslarla ilgili olarak, yeni bir parti kurulup kurulmaması veya mecburî hizmet süreleri sona erip memlekete döndükten sonra takip edilecek hareket tarzı hakkında bir karara varılacaktır. Şayet 14 ler parti kurarlarsa kendilerine Temelli Senatörlerden bazılarının da iltihak edecekleri söylenmektedir. Diğer taraftan bu konuda sorulan suallere müphem cevaplar veren Kabibay, halihazırda parti kurmayı düşünmediklerini, fakat bu mevzuu ilerde muhakkak ele alacaklarını kaydetmiştir.

RİFAT BAYKAL’IN ÇETİN ALTAN TEKZİBİNE TEŞEKKÜRÜ

Sivil polislerin evin önünde kol gezdiği toplantıda kısmen yağmurda kısmen de giriş kapısının arkasında bir haber alabilmek için saatlerce bekliyen gazetecilere Kabibay ve Baykal siyasî konuşmalar yapamıyacaklarını bildirmişlerdir.

Bu arada Rifat Baykal, Milliyet gazetesi muharriri Çetin Altan’la arasında geçen hâdiseler dolayısıyle bütün gazetelere gönderdiği tekzip mektubuna sadece o zamanki Son Havadis idarecileri (şimdiki Yeni İstanbul) tarafından yer verilmesine temasla teşekkür etmiştir.

SUPHİ KARAMAN; 15. BENİ GÖSTEREBİLİRSİNİZ

Saat 15 sıralarında evdeki toplantıdan ayrılan temelli senatörlerden Selâhattin Özgür ve Suphi Karaman’ı Kabibay, otomobiline kadar geçirmiş, bu arada çok neşeli olduğu gözden kaçmayan Suphi Karaman 14 leri kastederek: “Beni de 15. olarak gösterebilirsiniz” demek suretiyle, 14 lerin kurması muhtemel olan partiye katılacağını ima etmiştir.


YUSUF ZİYA ORTAÇ -AKBABA’dan iktibas, Son Posta, 21 Temmuz 1962.

Kabibay’la konuştum!

Romada tanıdığım bir genç aydın, bir yeni dost telefon etti: <<Orhan Kabibay ve Dündar Seyhan sizi bekliyorlar…>>

İkisini de yakından tanımak isterdim. İkisi de son yılların büyük olaylarına adı karışmış kişilerdi. Bildirilen saatte Kadıköy’üne gittim.

Küçük bir apartmandı burası. Kapı önünü bizim çocuklar çevirmiştiler. Hepsi tetikte, hepsi, kâğıtlar, kalemler, fotoğraf makineleriyle silâhlıydı!

Önce birinci kata girdik: Tıklım tıklım… Bileyden yeni çıkmış kılıç gözlü adamlar, alnı çizgi çizgi düşünceli yarım ihtiyarlar, gençler, gençler, gençler…

Kısa ve yarım cümlelerle konuşmalardan ve hoş geldinizlerden sonra ikinci katta, yüzleri yıpranmış, hasır döşemeli bir odada yalnız kaldık.

Önce size iki portre çizeyim:

Kabibay da, Seyhan da, eski askerden ve yeni politikacıdan çok, beyaz perdede ün yapmış iki karakter artistine benziyor.

Orhan Kabibay son derece sevimli, son derece çevik, son derece zekî, son derece inançlı, güzel konuşan, renkli konuşan, oyunla konuşan bir eski kurmay: Geniş ve insana güven veren bir alın altında Asyalı iki çekik göz ve çene kemikleri kuvvetli uzun bir yüz… Şık da… Çizgileri şık… Sivil esvap, onun asker sırtında iğreti durmuyor!

Dündar Seyhan bir başka tip… O da seri adam değil, o da ayrı, o da bir başka mizaç insanı… Biraz tıkız, biraz içine gömük ve mutlaka gizli bir koku arayan sivri burunlu, uykusuz bir ziyafet gecesinin mahmurluğunu taşıyan esmer kırmızısı bir yüz… Görür görmez sevemezsiniz. Ama konuşmaya başlar başlamaz sizin de içiniz de sevgi başlar!

İkisinin de, bence iki büyük gücü şu: Öfke ve inanç.

Seyhan da, Kabibay da, ihtilâl ötesi memleket manzarası karşısında son derecede kızgın, son derece acı bir öfke içindeler. Bu öfkeyi ateşleyenler, bu öfkeyi körükleyenler, bu öfkeyi alevlendirenler bildiğiniz politikacılardır. Üç günlük ömürlerinin keyfini, ölümsüz millet sevgisi üstünde tutanlar!

Kabibay ve arkadaşları, hayatını memlekete adamış insanlar karşısında, hayatını kendine adamış insanların dayanamayacağına inanıyorlar… Kafa karşısında kafasızların tutunamayacağına inanıyorlar. Yurdu, çağdaş uygarlık düzeyine yükseltecek yolu bulduklarına inanıyorlar ve bu yolun, kanun yolu, seçim yolu ve üzerine tek süngü gölgesi düşmemiş demokrasi yolu olduğuna da inanıyorlar.

Kabibay ve Seyhan, bu düşünceyi, bu inancı peşlerinden kendileriyle sürükleyen iki yalnız insan değildir.

Onyedi yılın gözü dönmüş politikacıları, bu bezginler sayısını her gün çoğaltıyorlar.

Bu ana plân dışında toprak reformundan eğitim reformuna kadar, memleketin karanlığa gömülü meselelerinden bir tekini, konuştuğumuz üç saat içinde aydınlığa çıkarmadılar.

Öyle sanıyorum ki, kendileri de, düşüncelerinin altın projektörünü, memleket haritasını kaplayan olayların bütününe çevirmişler ve ışık bekleyen meselelere, zekâlarının tek kibritini çakmamışlar henüz.


Hürriyet, 4 Temmuz 1962.

Kabibay sorulan muhtelif sualleri şöyle cevaplandırmıştır:

- 14 ler için Turancı deniyor. Siz ne dersiniz?
- Turancılık mevzuu ile ilgimizin olup olmadığı, şimdiye kadar tutum ve beyanlarımızla zannedersek efkârı umumiyece anlaşılmıştır.
- İstikbal için düşünceniz nedir?
- Artık maziyi unuttuk. Yüzümüz istikbale çevrilmiştir. Bizler 14 ler olarak tam bir fikir birliği ve bütün halindeyiz. Aramızda hiçbir ihtilâf da yoktur.
- 22 Şubat hâdiselerinde adı geçen Talât Aydemir’le Ankara’ya gidişinizde görüşecek misiniz?
- Tabiatıyla görüşeceğiz. Talât Aydemir bizim çok eski arkadaşımızdır.
- Alparslan Türkeş’in bir Sosyalist Parti kuracağı söyleniyor. Ne dersiniz?
- Böyle bir şey yok.
- Memleketimizin kalkınması için nasıl bir iktisadi rejim tatbiki lazımdır?
- Yarın Ankara’ya gidiyorum. Sonra arkadaşlarla Brüksel’de toplanıp topluca memlekete döneceğiz. Bunu o zaman konuşuruz.

14 lerden Rifat Baykal dün saat 10.45 de Orhan Kabibay’ın evine gelmiş, daha sonra eski MBK üyelerinden Muzaffer Yurdakuler, Suphi Karaman, Kadri Kaplan ziyaret etmişlerdir. Kabibay, eski MBK üyeleri için “Onlar bizim arkadaşlarımız. Görüyorsunuz ki ziyaretimize gelenler var” demiştir.


ANKARA YOLUNDA GÜRSEL’LE KARŞILAŞMA

Ekspres Ankara, 5 Temmuz 1962.

Dün Aydınköylüler kendi deyimleri ile <<Hızlı>> bir gün yaşadılar… Çünkü birkaç gün önce açılan Turistik Gazinoya Cumhurbaşkanı Gürsel yemek yemek için gelmişti. Gelenler arasında gazeteciler de vardı. Fakat gazeteciler pek uzun bir süre kalamadılar yemekte. Çünkü, aynı saatte 14 ler adına Türkiyeye gelen Kabibay da Aydınköy yakınındaydı.

Son model, Ankara plakalı mavi Plymouth araba, arka kanapesinde oturmakta olan misafirlerini bir an evvel Başkent’e ulaştırma çabası içerisindeydi. İşte bu sırada mavi Plymouth’u takibeden konvoyu, bir araba gerilerde bırakarak misafirlerin hizasına sokuldu. Ve ön pencereden uzanan bir el Kabibay’a bir mesaj bıraktı.

<<Motel’de Cemal Gürsel var. Görüşecek misiniz?>> İhtilâlci genç albay şoföre eğildi. <<Durma>> dedi. <<Durma çek..>> Kabibay’ın bu sözlerini Baykal ve Seyhan da tasdik etti.

<<Perşembe.. Cuma.. Cumartesi.. Pazar.. Pazartesi…>> Şimdi Mürted Hava Alanı önlerinden geçiyoruz.. Orhan Kabibay 13 Kasım’dan sonra burada geçirdiği günler sayıyor…

Baykal <<Ben dokuz gün kaldım>> diyor. Kabibay ilâve ediyordu: <<Esir kampı.. Bunlardan birini de Münih yakınlarında gördük.>>

Kabibay ve arkadaşlarını ilk karşılayan <<Ekspres>> mensupları oldu. İki araba Kızılcahamam yakınlarında bir köprü üstünde karşılaştı. İnildi. <<Hoşgeldiniz>> dendi. Sonra da ihtilâlci albay ve arkadaşlarıyla ayaküstü konuşmalar yapıldı.

14 ler adına yurdu ziyaret etmekte olan Kabibay ve Baykal’ı dün İstanbul’dan Ankara’ya getirmekte olan arabanın iki defa lâstiği patladı. Birincisi Adapazar’a varmadan önce oldu. Hatta ihtilâlciler öğle yemeğini Bolu’da yemeyi kararlaştırmışken Adapazar’da Hacı Baba lokantası önünde durdular.

İkinci lastik patlaması da Kızılcahamam önlerinde oldu. Ve İhtilâlciler geri kalan 80 km.lik yolu Ekspres mensuplarının misafiri olarak katettiler.

Arabanın kasislerde sık sık sarsılması karşısında Baykal dayanamadı: <<İsrail’de ben Türkiye’nin yolları daha güzel, derdim. Ama görüyorum ki bizimkiler de bozulmaya yüz tutmuş. Hem İsrail’de Cemal Paşa’nın yaptırmış olduğu yolları şimdi asfaltlıyorlar. Ama o büyük Cemal Paşa.>>

<<Ne kadar da çok Cemal Paşa var diyor bir arkadaş. Bizim Sungar’ın oğlunun ismi de Cemal..>> <<Korkmasın>> diyor Baykal, <<öyleyse mutlaka paşa olur.>>

20 dakika içerisinde konvoya katılan gazeteci arabalarının sayısı 20 yi buldu.. Ama İhtilâlcileri bekleyenler sadece gazeteciler değildi. 22 Şubatçılar kalabalık bir şekilde kafileyi Yenimahalle önlerinde karşıladılar. Arabalar durdu. Ve bu insanlar herkesin önünde bir kere daha kucaklaştılar.

İlerdeki çalışmalarına esas teşkil edecek konularda bir “Nabız Yoklaması” yapmak üzere Türkiye’ye gelen 14’lerin temsilcileri Orhan Kabibay ile Rifat Baykal dün gece Bahçelievler’de 22 Şubatçılar ile uzun süren bir görüşme yapmışlardır.

Dün gece 22 Şubatçıların lideri Talat Aydemir’le bir görüşme yapan 14 lerin yeni lideri Orhan Kabibay ve Rifat Baykal Ankara’da da gazetecilere herhangi bir demeç vermemiş, tatillerini geçirmek üzere geldiklerini ifadeyle yetinmişlerdir.

Orhan Kabibay ve Rifat Baykal, Ankara’ya gelişlerinde şehrin 100 km. dışında Orhan Kabibay’ın kardeşi Burhanettin Kabibay ile Ekspres ekibi tarafından karşılanmışlardır. İki yıla yakın bir zamandan beri birbirlerinden uzakta olan Kabibay kardeşler hararetle kucaklaşmış ve kısa bir duruştan sonra yola devam edilmiştir. Bundan sonra Kabibay ve Baykal’ın otomobilleri sık sık alıkonulmuş, yol boyunca kendilerini gazeteciler ve dostları karşılamışlardır. Ancak şehre 90 km. kala Kabibay ve Baykal’ın bindikleri otomobilin lâstiği patlamıştır. Bundan sonra 14 ler ve arkadaşları yola gazetemizin arabasında devam etmişlerdir. Orhan Kabibay, Rifat Baykal, Burhanettin Kabibay ve Dündar Seyhan Ekspres’in otomobiline bindikleri zaman kendilerini takip eden otomobillerin sayısı 20 yi aşmıştır. Konvoy bu halde yola devam ederken, her an büyümüş ve yol boyu karşılamaya çıkanlar kendilerini takip etmişlerdir.

Aydınköyü biraz geçildikten sonra karşıdan gelen Cumhurbaşkanlığı Cadillakı görülmüştür. Ancak, Cumhurbaşkanının otomobili ile 14 lerin temsilcilerinin bindiği araba karşılaşınca durulmamış, taraflar birbirlerine bakmakla yetinmişlerdir.

Bundan sonra yol boyu karşılamalar devam etmiş ve nihayet yeni mahalle girişinde dört otomobille gelen 22 Şubatçılardan bir kısmı konvoyu durdurmuşlardır. Burada da Kabibay’la Baykal kendilerini karşılayanlarla kucaklaşmışlardır. Böylece şehre girilmiş ve konvoy daima yolun sağ kıyısını takip ederek saat 19.05 te Gençlik Parkı önünden Atatürk Bulvarı güzergâhına gelebilmiş, yol kenarında bulunan Ankaralılar merakla 14 leri takip etmişlerdir. Zaman zaman 14 lerin temsilcileri yurttaşlar tarafından selâmlanmış, Kabibay ve Baykal bu hareketlere ellerini sallayarak cevap vermişlerdir. Atatürk Bulvarı önünde konvoyun sıkışıklığı yüzünden güçlükle yol alabilen vasıtalar Ordu evinin önüne ancak 15 dakikada varabilmişlerdir. Ordu evi önüne gelindiği zaman, bir yanlış anlama olmuştur. Kabibay ve Baykal’ın Orduevinde kalacağını zanneden bir gazetecinin otomobili durdurması üzerine yol tıkanmıştır. Böylece Kabibay ve Baykal’ın arabası tam ordu evi önüne sıkışmıştır.

Kabibay ve Baykal bir saat kadar burada kaldıktan sonra yine Kadri Kaplan ve Dündar Seyhan’la birlikte Bahçelievler’e gitmişlerdir. Bahçelievler’de de Kabibay’ın bir akrabasının evine giden 14 lerin temsilcileri burada görüşmelerine başlamışlardır.

Bu yerde kendilerini ziyaret edenlerden biri de 22 Şubatçıların Lideri eski Harp Okulu Kumandanı Talât Aydemir olmuştur.

Sunay konuştu.

İstanbul’da gazetecilerin sorularını cevaplandıran Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay 14 lerin Brüksel’de yapacağı toplantı hakkında da şöyle demişti: <<Olmaz öyle şey. Gayri nizamidir. Onlar en nihayet bir memurdur.>>

Arka sayfa fotoğraf altı yazıları:

Kabibay ve Baykal’ı Ankara’ya Ekspres Getirdi!.. 14’lerden Orhan Kabibay ve Rifat Baykal’ın İstanbul’dan Ankara’ya geleceği haberini alan gazeteciler 2 eski MBK üyesinin tam 19 ay 12 gün sonraki dönüş intibalarını okuyucularına aksettirmek için Kızılcahamam’ın ötesinde pusu kurmuşlardı… Onları en önde ve 100 km. ötede karşılamak Ekspres’e nasip oldu!.. Ekspres arabasında Kabibay’ın ağabeyisi Burhanettin Kabibay da vardı!.. İhtilâlcilerin gül kurusu renkli Plymouth’ları ile Ekspres’in mavi renkli Plymouth’u karşılaşınca kapılar açıldı ve <<hasretler>> kucaklaştı!.. Kabibay’ın da ağabeysinin de gözleri yaşarmıştı!.. Sonra tekrar harekete geçildi!.. Ama şanssızlık… Kabibay ve Baykal’ın arabasının arka tekerleği patlamıştı!. İnildi!.. Tamirle beraber sohbet de başladı. Ama iş uzayacaktı… Kabibay ve yanındakiler gazetecilerin arabalarına taksim oldular… Ekspres ekibinin Plymouth’unda Kabibay, Baykal, Dündar Seyhan ve Burhanettin Kabibay yer almışlardı!.. Ve Ankara’ya kadar olan 90 kilometre böyle katedildi!.. Yenimahalle kavşağında 22 Şubatçılar kafileyi karşıladılar… Konvoy iyice büyümüştü… Şehre ağır ağır girildi… Sıhhiye – Kızılay – Kurtuluş – Cebeci rotası takip edilerek Kabibay’ın ağabeysinin evine gelindi!.. 14 lerden ikisi aylardan sonra Ankara’ya tekrar dönmüşlerdi… İkisi de heyecanlı idi… İkisi de mesuttu!.. Gazeteciler de eve doldular… Beyanat istiyorlardı… Ama Kabibay’ın ve Baykal’ın sözleri gene kısa oldu: <<Siyasî beyanat yok!..>> Gece Bahçelievler’de 22 Şubatçılarla görüşeceklerdi!.. Onun için biraz istirahat lâzımdı… Gazeteciler yavaş yavaş çekildiler!.. Kabibay ve Baykal evde yalnız kalmışlardı!..


Hürriyet, 5 Temmuz 1962.

Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, 14 lerin ordu içinde bir tesir sahası olmadığını söylemiştir. Yine 14 lerin Brüksel’de toplanarak, topluca Türkiye’ye gelmeleri hakkındaki görüşünü de şöyle bildirmiştir: “Bunlar memur. Memurlar kendi kendilerine toplanamazlar, gerisi de beni ilgilendirmez.

Orhan Kabibay ve Rifat Baykal, bugün saat 19.30’da yanlarından kendilerini almak üzere İstanbul’a kadar gitmiş olan ağabeyi Burhanettin Kabibay, Kadri Kaplan, Dündar Seyhan olduğu halde otomobille Ankara’ya gelmişlerdir. Kabibay ve Baykal ile arkadaşlarını taşıyan otomobil, başkente altmış kilometre mesafedeki Aydın köyüne gitmekte olan Başkan Gürsel’in binmiş olduğu araba ile karşılaşmıştır. Her iki otomobil ve içindekiler yakın plândan ve süratle yan yana geçmişlerdir. Gürsel, adı geçen köyde yapılan bir gazinonun açılışına gitmekteydi.

14 lerden bu iki askeri Yenimahalle kavşağında da 22 Şubatçılardan bir kısmı ile İstanbul eski Emniyet Müdürü Muammer Şahin karşılamıştır. Kabibay’ın ağabeyinin evine giden iki eski asker, burada gazetecilere şunları söylemişlerdir. “Vatanımızın ve sevgili vatandaşlarımızın hasretini dindirmek üzere yurdumuza geldik. Şimdilik hiçbir siyasî beyanata lüzum yoktur. İlerde bu konuda bol bol görüşeceğiz. 14 lerin bütün vatandaşlarımıza saygı ve sevgilerini getirdik. İki üç gün kaldıktan sonra Brüksel’e döneceğiz. Brüksel’de kararlaştırılmış bir toplantı yoktur. Liderlik mevzuu da yoktur. Burada benimle görüşmek isteyen herkes görüşebilir. Parti kurma yolunda da bir düşüncemiz yoktur. Siyasî soruları biraz mevsimsiz buluyoruz. Siyasî beyan vermemeyi kararlaştırdık. 14 ler birlik ve beraberlik içinde hareket etmektedirler. Buraya gelmeye de beraberce karar verdik.”

Gece Kabibay ve Baykal’ı, 22 Şubatçılar ile bazı tabiî senatörler ziyaret etmişlerdir.


Yeni İstanbul, 5 Temmuz 1962.

Sunay: “14 ler memurdur toplanmaları doğru olmaz

Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, 14 lerin Brüksel’de yapacakları toplantıyla ilgili bir suale cevaben “Onlar memurdurlar. Toplanmaları doğru olmaz.” demiştir.


Ekspres Ankara, 6 Temmuz 1962.

Çeşitli temaslarda bulunmak üzere Türkiye’ye gelmiş bulunan 14 lerin lideri Orhan Kabibay ile Rifat Baykal yarın Ankara’dan ayrılacaklardır. Kabibay ve Baykal, dün gece ve bu sabah da görüşmelerine devam etmişlerdir. Bahçelievler’de Kabibay’ın bir akrabasının evinde cereyan etmekte olan temaslarda, 14 lerin temsilcileri değişik meslekten kimselerle görüşmüşlerdir. Daha çok bir nabız yoklaması şeklinde geçen bu görüşmelerin çoğunluğu 22 Şubatçılarla olmuştur. Bu arada Baykal, haklarında bir takibat olup olmadığı yolundaki sorulara, <<bu takibatı yapacaklara sorun>> diye cevap vermişlerdir.


Zafer, 6 Temmuz 1962.

Kabibay’ın sözleri tetkik ediliyor.

Bir süre önce yurda dönen ve şehrimizde gazetecilerin sorularını cevaplandıran Orhan Kabibay’ın bu konuşmaları Dışişleri Bakanlığınca tetkik edilmektedir. Konuşmalarında siyasî kısım görüldüğü takdirde Kabibay hakkında Memurin Kanununa göre tahkikat açılacaktır.


Ekspres Ankara, 7 Temmuz 1962.

14’lerin temsilcisi Orhan Kabibay 28. Tümen Komutanı Nuri Hazer ile 135 dakika süren bir görüşme yapmıştır. 28. Tümen Komutanı Kurmay Albay Nuri Hazer dün sabah saat 11 de 12000 plâkalı otomobili ile Bahçelievler 12. Sokağa giderek Kabibay’ı ziyaret etmiştir. 135 dakika süren Kabibay Hazer görüşmesi hakkında herhangi bir açıklamada bulunulmamış, sadece kapıda resmini çeken gazeteciye Hazer <<Çekin, çekin buraya resmî arabam ve resmî elbisem ile geldim. Gizli hiçbir şey yoktur.>> demiştir.

Dün saat 17 den itibaren Ankara’da emniyet tedbirleri alınmış ve Atatürk Bulvarını beşer kişilik gruplar halinde inzibatlar devriye gezmiştir.

Tedbirlerin niçin alındığı yolunda herhangi bir açıklamada bulunulmaması vatandaşların şehir içinde inzibat erlerinin devriye gezmesini çeşitli rivayetlere bağlanmasına yol açmıştır. Bu arada geç saatlerde tedbirler üzerine Ankara’da <<Kabibay’a Suikast>> yapıldığı yolunda haberler çıkmıştır. Bu haber hakkında ise Orhan Kabibay şunları söylemiştir:

<<Görüyorsunuz sapa sağlamım. Niçin böyle yalan haberler çıkıyor anlamıyorum. Kendimi dünyanın hiçbir yerinde Ankara’da olduğu kadar emniyette hissetmedim.>>

Bugün İstanbul’a hareket etmeyi kararlaştırmış bulunan Orhan Kabibay ve Rifat Baykal temaslarının uzaması sonucu hareketlerini 24 saat geriye bırakmışlardır.


Ekspres Ankara, 8 Temmuz 1962.

Hareket tarihini yine geri bırakan Orhan Kabibay ve Rifat Baykal, dün öğleden sonra ve gece eski Millî Birlik Komitesi üyelerinden bazıları ile görüşmüşlerdir.

Gündüz

Dün öğleden sonra saat 16 da Bahçelievler’de kaldığı evde, kendisini ziyarete gelen Suphi Karaman, Mehmet Özgüneş, Ahmet Yıldız ve Vehbi Ersü ile görüşen Kabibay, Yıldız’ın kapıda gazetecilere ziyaret sebebi hakkında <<Arkadaşlarımı ziyarete geldim. Biz beraber ihtilâl yaptık. Yaptığımıza da inanıyoruz.>> şeklindeki sözlerine, şu şekilde cevap vermiştir: <<Yıldız’ın beni ziyareti kendi arzusu ile vaki oldu. Filhakika beraber yaptığımız ihtilâli maalesef beraber sona erdiremedik.>>

Gece

Öte yandan Kabibay ve Baykal, saat 21.20 de kararlaştırılan saatten doksan dakika sonra, eski MBK üyesi Muzaffer Yurdakuler’i Maltepe Neyzen Tevfik sokaktaki evinde ziyaret etmişlerdir.

Saat 00.20’ye kadar süren bu görüşmeye Sezai Okan, Sami Küçük, Kâmil Karavelioğlu, Suphi Gürsoytrak ve Vehbi Ersü de katılmışlardır.

Saat 22.20’de Baykal bir taksiyle Küçükesat’taki evine gitmiş ve bir saat sonra tekrar dönmüştür.

Ne dediler?

Ziyaret sonunda gazetecilerin <<Sizinle ilerde uzun uzun konuşuruz>> diye cevap veren Vehbi Ersü, resim çekilmesini de istememiştir.

Öte yandan Kabibay da <<Şimdi nereye gidiyorsunuz>> şeklindeki bir soruya, kendisini takiple görevli polisleri göstererek <<Onlara sorun>> diye cevap vermiştir.

Dışişleri Bakanının demeci

Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin halen Ankara’da bulunan Orhan Kabibay ile Rifat Baykal’ın kendisini ziyaretleri ile ilgili olarak bugün Bakanlar kurulu toplantısından çıkarken şunları söylemiştir:

<<Kendilerine izafe edilen beyanatların mübalâğalı olduğunu bana ifade ettiler. Meşruiyete tamamen riayetkâr olduklarını söylediler. Onlar memurdurlar, politika yapamazlar. Yurda istedikleri zaman dönebilirler, yalnız mevcut kanuna göre, hükûmet onları getiremez. İki yıl sonra serbesttirler gelebilirler. Ziyaretlerinin siyasî bir maksadı yoktur.>>


GÜRSEL VE AYDEMİR’İ ZİYARET

Ekspres Ankara, 9 Temmuz 1962.

Kabibay Gürsel ile görüştü.[Tam sayfa manşet]
Aydemir’i iki defa ziyaret etti
Talât Aydemir’in İnönü’ye cevabı sert oldu
Gürsel “14’ler asla diktatör değildir” dedi

Dün saatler tam 17.04’ü gösterirken Çankaya köşkünün şehre bakan pembe salonunda pencere önündeki bordo sim işleme örtülü dikdörtgen masanın etrafında üç kişi oturmuş konuşuyorlardı…

12 Kasım 1960 dan bu yana ilk defa bu üç kişi bir araya gelmişti. Arkası pencereye dönük, badem bıyıklı, ak saçlı olanı: <<Hoşgeldiniz>> dedi. <<Çocuklar nasıllar. Hepsinin gözlerinden öptüğümü gittiğinizde söyleyin…>>

İki genç adam sadece <<Başüstüne paşam>> dediler…

27 Mayıs öncesi ve sonrası anıları tekrarlayan bu üç kişiden yaşlı olanı Cumhurbaşkanı Gürsel, iki genç ise 14’lerden Orhan Kabibay ile Rifat Baykal’dı… Birer de kahve içilen ziyaret tam 62 dakika sürmüştü… Gençler ayağa kalktılar, Gürsel de kalktı… Onları kapıya kadar uğurladı…

Otomobilde demeç

Kabibay ile Baykal’ı hemen bitişikteki yaverlik odasında eski MBK cı arkadaşları Muzaffer Yurdakuler ile Suphi Karaman bekliyordu. Birlikte çıktılar…

Ve eski MBK cıları nizamiyede gazeteciler bekliyordu. Otomobil durduruldu ve Kabibay <<Cumhurbaşkanımız bütün arkadaşlarımıza selâm ve sevgilerini gönderdi. Gürsel paşayı çok sıhhatli ve neşeli gördük. Bundan çok memnun olduk. Kendisi ile uzun uzun eski hatıralardan bahsettik.>> dedi. Gazetecilerden biri ziyaretin kimin tarafından talep edildiğini sordu ve Kabibay <<Biz bu arzuyu taşıyorduk. Kendileri de büyük bir nezaket ve teveccüh gösterdiler. Bütün arkadaşların teker teker gözlerinden öptüler.. Biz de bütün arkadaşların selâm ve sevgilerini bildirdik…>>

Ve başka bir gazeteci herkesin zihnini kurcalayan soruyu sordu: <<Gürsel ile aranızdaki anlaşmazlık hâl edildi mi?>> Cevap kısa ve kesindi: <<Yok öyle şey. Aramızda anlaşmazlık yoktu zaten.>>

14’ler diktatör değildir…

On dakika sonra Çankaya köşkünden aşağı doğru süzülen Cumhurbaşkanlığının plâkasız Cadillac’ının önü yine gazeteciler tarafından kesildi… Gürsel, gülüyordu ve yüzünde mesut, kıvançlı insanların mutluluğu vardı…

Gazeteciler pencereden hem Başkan’ın yüzünü görebilmek hem de not alabilmek için dizleri üzerine hafif öne eğilmişler bakıyorlardı. Gürsel konuştu: <<14’ler asla diktatör değildirler. Asla değildirler… Ziyaret etmek istediler. Kabul ettim. Politik bir konuşmamız olmadı. Çünkü ben politikacı bir adam değilim. Bana Avrupayı ve orada arkadaşlarının nasıl çalıştığını anlattılar…>>

Gazetecilerden biri az önce 14 lere sorduğu soruyu tekrarladı: <<Paşam 14’ler ile yaptığınız bu görüşme aradaki anlaşmazlığı ortadan kaldırdı mı acaba?>> Ve Gürsel dedi ki: <<Eski anlaşmazlık zaten ortadan kalkmıştı. Aramızda zaten kara bir nokta yoktur. Ahval ve şerait o zaman öyle icap ettirdi. Hepsi de anlayışlı arkadaşlar.. Ben zaten onlara hiçbir zaman kırgın değildim. Onlar da bana karşı hiçbir kırgınlıkları olmadığını bildirdiler..>>

Gazetecilerin soruları bitmiş değildi. Ve biri sordu <<Peki paşam, niçin 14 leri Millî Birlik Komitesinden uzaklaştırdınız?>> Başkan Gürsel bunu da cevaplandırdı: <<Şahsî ve indî mütalâalar veriyorlardı. Bu yüzden de iktisadî düzen sık sık bozuluyor, huzursuzluk yaratılmış oluyordu. Beraber çalışmak mümkün olmuyordu. Biz de ayrılmanın artık doğru olacağını düşündük ve bizim burada onların da Avrupada vazife görmelerini sağladık.>>

Başkan Gürsel’in otomobili Esenboğa hava alanına doğru yola çıkarken, Kabibay ile Baykal da diğer sütunlarımızda bulacağınız bir ziyarete hazırlanıyorlardı. Bu ziyaret Eski Harp Okulu Komutanı Talât Aydemir’e veda ziyareti idi…

Kabibay ve Baykal bu sabah 10.30 da İstanbul’a gittiler

14 lerden Orhan Kabibay ve Rifat Baykal bu sabah saat 10.30 da Brüksel’e gitmek üzere otomobil ile İstanbul’a gitmişlerdir.

Talât Aydemir ve arkadaşları tarafından uğurlanan 14 ler dün 12 de ve 19.30 da olmak üzere iki defa Aydemir’i evinde ziyaret etmişlerdir. Saat 19.30 daki veda ziyareti sırasında Talât Aydemir, Orhan Kabibay, Rifat Baykal, Dündar Seyhan, Necati Ünsalan ve Lütfi Aral hazır bulunmuşlardır.

Kabibay hareketinden önce Ekspres’e şunları söylemiştir:

<<Ankara temaslarımdan fevkâlade memnuniyet verici neticelere vardık. Bu arada Ankaralıları, arkadaşlarımı ve yakınlarımı görmekten bahtiyar oldum. Yakın zamanda kendilerine tekrar kavuşmak ümidi ile Allaha ısmarladık diyorum.>>


Milliyet, 9 Temmuz 1962.

Gürsel: << Ziyaret etmek istediler, müsaade ettim, kabul ettim. Politik bir konuşmamız olmadı. Çünkü ben politikacı bir adam değilim. Ben politikanın üstündeyim. Bana Avrupa’yı ve orada arkadaşlarının nasıl çalıştığını anlattılar.>>

<<Eski anlaşmazlık zaten ortadan kalkmıştı. Aramızda zaten kara bir nokta yoktur. Ahval ve şerait o zaman öyle icap ettirdi. Hepsi de anlayışlı arkadaşlarımızdır. Kabibay ve Baykal’ın beni ziyaretleri, karanlık bir noktayı izale için değil, bana hürmetlerini bildirmek içindir. Ben onlara hiçbir zaman kırgın değildim. Onlar da bana, hiçbir kırgınlıkları olmadığını bildirdiler.>>

<<Şahsî ve indî beyanlar veriyorlardı. Bu yüzden de iktisadî düzen sık sık bozuluyor, huzursuzluk yaratılmış oluyordu. Biz de ayrılmanın artık doğru olacağını düşündük ve bizim burada onların da Avrupada vazife görmelerini sağladık.>>

ERKİN’İN İZAHATI

Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin, 14 lerin ziyareti ile ilgili olarak dün şunları söylemiştir: <<14 ler ziyaretime geldiler. Gazetelerde çıkan bir çok beyanların kendileriyle ilgili olmadığını söylediler. Memur olduklarını, siyasî beyandan tamamen kaçındıklarını, vazifelerinin başına döneceklerini bildirdiler. Burada eş, dost, akrabalarını ziyarete geldiklerini söylediler.>>


Ekspres Ankara, 10 Temmuz 1962.

14 lerin lideri Orhan Kabibay, bu hafta sonunda bütün arkadaşlarının iştirakiyle Brüksel’de bir toplantı yapacaklarını ve bu toplantı sonunda bir deklarasyon yayınlayacaklarını açıklamıştır. Kabibay bu açıklamasını İstanbul’da bulunan Agance France Press muhabirine yapmıştır.

Kabibay bu açıklamasında, kendisinin ve arkadaşlarının Türkiye’nin refah ve saadetini ve sosyal adalet içinde kalkınmasını istediklerini, bu konuda da bazı özel düşünceleri olduğunu belirtmiştir. Kabibay, şimdilik herhangi bir siyasî partiye girmeyeceklerini, fakat kendilerine katılmak isteyenleri her zaman kabul edeceklerini de söylemiştir.

Öte yandan France Press muhabirinin, dün tevkif edilen eski Harp Okulu Kumandanı ve 22 Şubat harekâtının lider Talât Aydemir’in Başbakan İnönü’ye verdiği cevapla ilgili bir sorusuna cevap veren Kabibay, Aydemir’in İnönü ile ilgili sözlerinin [İnönü’nün ismi zekâsından büyüktür vs.] normal olduğunu ifade etmiştir. Gerek Kabibay gerekse Rifat Baykal, Aydemir’in tevkifi hakkında herhangi bir beyanda bulunmaktan kaçınmışlardır.


Dünya, 10 Temmuz 1962.

Orhan Kabibay ve Rifat Baykal bugün saat 11 de otomobille Ankara’dan İstanbul’a hareket etmişlerdir. Kabibay gitmeden önce kendisiyle konuşan gazetecilerin <<Devlet Başkanının 13 Kasım tasfiyesinden sonra verdiği demeçle dünkü demeci arasında bir çelişme görüyor musunuz?>> sorusuna cevap vererek şöyle demiştir. <<O gün şartlar ayrıydı. Dün verilen demeç 13 Kasım’da yapılan tahminlerin yanlış olduğunu göstermektedir. Bugün hakikat meydana çıkmıştır.>> <<22 Şubatçıların hepsi arkadaşımdır. 22 Şubatçılar asla vatan haini değildirler. 22 Şubatçı arkadaşlar sergüzeştçi olmayacak kadar mantık ve basiret sahibidirler.>>

Kabibay saat 10 da Talat Aydemir tarafından evinde ziyaret edilmiştir. Bu ziyarette diğer 22 Şubatçı subaylar Necati Ünsalan, Dündar Seyhan, Rıfkı Erten, Mustafa Ok, Ömer Lütfi Aral, Adnan Çelikoğlu, Bekir Tünay, Turgut Ulusoy, yeni Tabiî Senatör Sadi Kocaş da hazır bulunmuşlardır.

VEDALAŞMA

Kabibay ve Baykal saat 11 de 56799 numaralı kırmızı beyaz bir otomobille İstanbul’a hareket etmişlerdir. Çiftlik yolu üzerinde arkalarından kendilerini takibetmekte olan gazetecilerle vedalaşmak üzere duran Kabibay kendisini devamlı olarak takibetmekte olan siyah polis arabasına yaklaşmış ve polis memurlarının da ellerini teker teker sıkarak <<Sizi yorduksa kusura bakmayın, nöbet değiştirmiş olan arkadaşlarınıza selam söyleyin, biz gidiyoruz. İster takip edin ister etmeyin.>> diyerek veda etmiştir. Polisler de önce şaşırmış, sonra güle güle demişlerdir. Bundan sonra gazeteciler geri dönmüş, polis memurları ise takibe devam etmiştir.

İSTANBUL’DA

Beraberlerinde Kadri Kaplan, Osman Deniz ve Dündar Seyhan olduğu halde dün saat 18.15 te Ankara’dan şehrimize gelen Orhan Kabibay ve Rifat Baykal gazetecilerin sorularını cevaplandırmışlardır.

<<Gürsel’in elini öptünüz mü?>>
<<Ben el öpmem..>> cevabını veren Kabibay senatör olmayı akıllarından geçirmediklerini belirterek Ankara temaslarından memnun olduklarını söylemiştir.

<<Talat Aydemir’in tevkifine ne diyorsunuz?>> sorusuna Kabibay sadece <<Bilmiyorum. Haberimiz yok. Olabilir..>> cevabını vermiştir.

Rifat Baykal da 22 Şubatçılarla işbirliği yapıp yapmayacakları konusunda: <<Bazı konuların açıklanması bugün için doğru değildir. 22 Şubatçılar kader birliği yaptığımız arkadaşlarımızdır>> demiş ve 14 lerin ayrılma sebepleri hakkında sorulan bir soruya şu cevabı vermiştir: <<Niye gittiğimizi açıklamak politik bir konu olur. Umumiyetle 13 Kasım hareketinin unutulmaması taraftarıyız. Memleketin tansiyonu geçmiş hadiselerin hatırlanmasına müsait değildir.>>


Dünya, 11 Temmuz 1962.

Millî Türk Talebe Birliği Başkanı ile Türk Kemalist Teşkilâtı Başkanı dün 14 lerden Orhan Kabibay’ı evinde ziyaret etmiştir.

Birlik Başkanı ziyaret sebebi sualine <<uzun zamandan beri kamuoyunu muhtelif şekilde meşgul eden 14’lerin fikri hakkında merakımı tatmin için Kabibay’ı ziyareti faydalı buldum>> demiş ve intibalarının olumlu olduğunu belirtmiştir.

Kemalist Teşkilâtı Başkanı ise <<Eski mücadele büyüklerimizden olduğu için kendilerini ziyaret ettik. Demokratik rejime inanıyorlar. Fikirlerine sempati duyuyoruz>> demiştir.


Ekspres Ankara, 14 Temmuz 1962.

KABİBAY VE BAYKAL GİDİYORLAR

Kurmaya karar verdikleri partinin ön hazırlıklarını yapmak ve bu konuda nabız yoklamak üzere Türkiye’ye gelmiş bulunan 14 lerin temsilcileri Orhan Kabibay ve Rifat Baykal yarın Brüksel’e hareket edeceklerdir.

14 günden beri İstanbul ve Ankara’da çeşitli temaslar yapan Kabibay ve Baykal 18 Temmuzda Brüksel’de yapılacak olan 14’lerin toplantılarında hazır bulunacaklardır. 14 ler bundan sonraki çalışma tarzlarını bu toplantıda plânlayacak ve alacakları son kararlara göre hareket edeceklerdir. Orhan Kabibay ve Rifat Baykal’ın Türkiye’de yaptıkları görüşmeler, Brüksel toplantısındaki kararlara esas teşkil edecektir. 14 ler parti kurmak hakkındaki kararlarında ısrar ederlerse, en kısa zamanda istifa ederek Türkiye’ye döneceklerdir.

Bu sabah da temaslarına devam eden Kabibay ve Baykal, 14 ler hakkında ortaya atılmış bulunan türlü söylentileri şiddetle yalanlamışlardır. 14 lerin ırkçı veya komünist sempatizanı olduğu şeklinde belirli kaynaklardan ortaya atılan iddiaları reddetmiş ve şunları söylemişlerdir.

<<Bizler ne ırkçı, ne de komünist sempatizanı insanlarız. Bu memlekette insan haklarının tanınması en büyük gayemizdir. Biz Atatürk devrimlerine inanmış insanlarız. Bütün gayemiz, Türk toplumunun refahını sağlamak ve Batı uygarlığına erişebilmemiz için takip edeceğimiz yolun istikametini bir program dahilinde kati olarak çizmektir. İşte Brüksel toplantımız bize istikbaldeki tutumumuz için bir ışık olacaktır.>>


Ekspres Ankara, 15 Temmuz 1962. [Tam sayfa manşet]

14’LER EYLÜLÜN BAŞINDA DÖNMEK ÜZERE SABAH 8.30 DA GİTTİLER!.

Çarşamba günü 14’lerin Brüksel’de yapacakları toplantıya katılacak olan Orhan Kabibay ile Rifat Baykal bu sabah saat 8.30’da otomobil ile İstanbul’dan hareket etmişlerdir.

Saat 9.30 da Kabataş’ta gazetecilere yazılı birer demeç veren Kabibay ile Baykal Ekspres’e özel olarak şunları söylemişlerdir: <<Brüksel toplantısında önemli kararlara varılacaktır. Bu toplantıdan sonra takip edeceğimiz yol belli olacak ve Türkiye’ye ne zaman döneceğimiz kesin olarak anlaşılacaktır. Türkiye’de yaptığımız temaslardan çok memnunuz. Ve buradaki iyi intibalarımızı arkadaşlarımıza iletip onları da bu konuda aydınlatacağız. Ekspres yolu ile bütün vatandaşlarımıza tekrar kavuşmak amacı ile Allahaısmarladık deriz…>>

DÜN GÜRSEL İLE GÖRÜŞTÜ

Kabibay ile Baykal dün Florya Köşkünde Başkan Gürsel ile 130 dakika süren bir görüşme yapmışlardır. Görüşmeden sonra 14’ler gazetecilere Başkan’a veda ettiklerini söylemişlerdir.


Hür Vatan, 16 Temmuz 1962.

Kabibay giderken “İhtilâl mi yapacağız, parti mi kuracağız dönünce belli olacak” dedi.

Orhan Kabibay ve Rifat Baykal, saat 8.30 da Kabibay’ın Kadıköy’de kalmakta olduğu Tayyareci Sami sokaktaki evden hareket etmeden önce gazetecilere bir beyanda bulunmuşlardır. <<Devlet Başkanı Gürsel ile vedalaştık. Kendilerini tam bir sıhhat içinde memleket meselelerine büyük bir vukuf ile eğilmiş olarak görmekten dolayı bahtiyar olduk.>>

Üsküdar’dan arabalı vapurla karşıya geçerken ve Kabataş’taki çeşmenin önünde çeşitleri soruları cevaplandırmışlardır.

- Dönünce ne yapacaksınız?
- Dönünce memlekete hizmet edeceğiz.
- Parti kurarak mı?
- Nasıl olursa olur. Memlekete serbest olarak gelelim, o zaman ihtilâl mi hazırlıyoruz, parti mi kuracağız, hepiniz göreceksiniz.


Yeni İstanbul, 16 Temmuz 1962.

Kabibay, yurda döndüklerinde ne şekilde çalışacaklarını soran bir gazeteciye, “Yine memlekete hizmete devam edeceğiz” demiş, “Parti kurarak mı sorusuna ise, lâtife yollu; “Hele bir gelelim, ihtilâl mi hazırlıyoruz, parti mi kuracağız, açıkça göreceksiniz” diye cevaplandırmıştır.

Saat 9.40’da Küçükçekmece’ye gelen Kabibay ve Baykal, burada, kendilerini iki otomobille takip eden eski silâh arkadaşları Ruhi Soyuyüce, Adnan Çelikoğlu, Daniş Çağlar, Turgut Budak ve diğer yakınlarıyla vedalaşarak Edirne yoluyla Brüksel’e müteveccihen yola çıkmışlardır.

Hududa kadar uğurlandılar

MTTB Genel Başkanı Faruk Narin, İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Genel Başkanı Nafiz Duru, Türkiye Kemalistler Teşkilâtı Genel Başkanı Hüseyin Sağıroğlu ve teşkilât mensupları ve cemiyet, sendika temsilcileri Kapıkule hududundan Avrupa’ya teşyi etmişlerdir.

İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Başkanı Nafiz Duru Lüleburgaz’da bir sürpriz yaparak grupa iştirâk etmiştir. Nafiz Duru, Türkeş ve arkadaşlarının fikirlerine tamamen sempatizan olduğunu söylemiştir.


Zafer, 1 Ağustos 1962.

Kabibay 15 Temmuzda şöyle demişti. “Parti mi kuracağız, ihtilâl mi yapacağız zaman gösterecektir. Hariciye Vekili neyi tekzip ediyor?

Yukarıdaki klişede ayrı ayrı üç gazeteden alınma başlık ve yazı görülmektedir. 14’lerden Kabibay, geçenlerde Türkiye’yi ziyaretinde bu kupürlerde de yazılı olduğu gibi <<İhtilâl mi, parti kurmak mı? bunu zaman gösterecek>> demiştir. Fakat Hariciye Vekili yandaki sütunlarımızda da okuyacağınız gibi bu beyanatı tekzip etmektedir!..

Hariciye Vekaleti dün bize şu malûmatı verdi: <<Büyükelçiliklerimizde Müşavir olarak vazife görmekte olan 14 emekli subay hakkında Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin tarafından zâhiren bir gazeteye verilen beyanatın beşinci cevabında, <<Sorudaki demecin yapıldığı henüz sâbit olmamıştır. Bu husus incelenmektedir. İnceleme sonucuna göre gereken işlemin yapılacağı tabiîdir.>> denilmişti. Yapılan inceleme sonunda, Brüksel Büyükelçiliği Müşaviri Orhan Kabibay’ın gazetecilere <<Memlekete dönelim de bakarız, parti mi kuracağız, yoksa ihtilâl mi yapacağız, zaman gösterir orasını>> şeklinde bir beyanda bulunmadığı sâbit olmuştur.

Zafer’in notu: Hariciye Vekiline bu izahatından dolayı teşekkür ederiz. Kendisine bu suali sormakla zahmet teşmil ettiğimizi biliyorduk. İşte Hür Vatan,, işte Son Posta ve işte Yeni İstanbul gazeteleri. Biz muhterem Hariciye Vekilinin yerinde olsaydık, böyle bir tekzip yoluna gitmez, bize bu mesele hakkında ilk gün verdiği muğlak cevap gibi, meseleyi geçiştirmeğe çalışırdık. Ama ne yazık ki, Erkin, çoktan tükenmiş bir usulle, hâdiseyi kapatmağa çalışmıştır. Şimdi soruyoruz: Bu üç İstanbul gazetesinin üçü de mi yalan söylüyor? Hariciye V ekili buna karşı ne cevap verecektir? Bekliyoruz…

Fatin Fuat

Bayram değil, seyran değil!..

… Ondörtler gelecek, ondörtler geliyor, denildiği zaman ve her 14 rakamının kullanışında, gizlenmek için fare deliği arar olan muhterem ve mübeccel ebedî senatörlerimiz …..


Ekspres, 7-18 Ağustos 1962.

TÜRKEŞ NE YAPMAK İSTİYOR?

Bu yazı serisi 14 lerin toplantılarını yerinde takip etmek üzere hususi surette hususî surette Brüksel’e giden arkadaşımız Attilâ Karsan’ın elde ettiği vesikalardan ve bilgilerden, ayrıca muhabirlerimizin eski MBK üyeleriyle yaptıkları temaslardan, tabiî senatörlerin vaki açıklamalarından, 22 Şubatçılarla konuşulanlardan, elde ettikleri elde ettikleri ilgi çekici dökümanlardan istifade edilerek hazırlanmıştır. Bu yazı serisinde şimdiye kadar açıklanmamış gerçekleri bulacaksınız.

TÜRKEŞ “İNÖNÜ ÇEKİLMEDİKÇE MEMLEKETTE HUZUR OLMAZ” DEDİ

Brüksel’deyiz. 14 lerin 11 i toplanmışlar.

Grup teşkil edip etmemek, şayet ederlerse müşterek hareket edebilmek için bir hattı hareket tespit etmek gayesiyle gündem tâyin etmişler.

Bu toplantı, 14 ler diye iki yıla yakın bir zamandan beri her gün adı geçenlerin yurttan uzakta yapacakları ilk tarihi toplantı olacaktır.

Dünyanın muhtelif ülkelerinde Elçilik Müşaviri sıfatiyle vazife görmekte olan 14 lere mensup eski Millî Birlik Komitesi üyeleri teker teker Brüksel’e gitmekteydiler. Hepsi de yurt sevgisi ile kelleyi koltuğuna alarak memleketlerinde bir harekâta girişmişler, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa seçimle iktidara gelmiş bulunan bir partiyi ve idarecilerini işbaşından uzaklaştırmışlardı.

Uzaklaştırmışlardı ama bir süre sonra MillÎ Birlik Komitesi içindeki gruplaşmalar komiteyi iş göremez hale düşürmüştü. Böylece Birinci Millî Birlik Komitesi, bir gecede feshedilerek, yerine 14’lerin dışında yeniden bir komite teşkil edilmişti. İşte 14’ler tâbiri buradan geliyordu.

Hepsi de genç, enerjik ve vatansever kişilerdi. Gittikleri ülkelerde durmadan çalışıyorlar, yeni âlemi tanımak istiyorlardı.

Roma’nın Via Palestro caddesi 28 No.lu binasının (Türkiye Büyükelçiliği binası) 1. Katında geniş ve aydınlık odasındaki çalışma masası başında, geldiği günden itibaren inanılmaz bir tempoyla çalışmaya başlayan Şefik Soyuyüce bilhassa iktisadî konularda işe alfabeden başlamış fakat kısa bir zamanda bir profesörü imrendirecek derecede bilgi ve sistem sahibi oluvermişti. Sabahlara kadar okuyor, çalışıyor, notlar alıyordu.

Hattâ bir gün otururlarken, İtalya’da bulunan eski millî futbolcularımızdan Şükrü Gülesin Şefik Soyuyüce’ye <<Abi, kendini bu kadar harap etme. Ne olacak yani, dünyaya bir defa gelinir, yaşamana baksana>> demişti.

Aynı şekilde Münir Köseoğlu da Stokholm’da vaktini boş geçirmiyordu. Danimarka’dan getirttiği kitaplarla bir odaya kapanıyor, saatlerce çalışıyordu. Orhan Erkanlı da aynı şekilde hummalı bir öğrenim içerisinde idi. Devamlı mektuplaşıyorlar, birbirlerini çalışmalarından haberdar ediyorlardı. Yalnız bunlar mı? Yalnız üçü mü? Onlar da gecelerini gündüzlerine katıyorlardı.

Bu arada böyle dağınık kalmak ve iş göremez duruma da düşmek istemiyorlardı... Bu sebeple bir araya gelmek ve bir karar almak gerektiği fikrini hepsi de kabul ettiler.

İşte Brüksel’deki toplantının gerekçesi buydu.

İstişarî toplantı 11 kişinin iştirakiyle 18 Temmuzda ve çok güzel bir günde Brükselde mütevazi bir evde başladı. Orhan Kabibay 19 Temmuzda Türkiye’den dönmüştü. Devam eden istişarî toplantılara katıldı.

23 Temmuzda ilk gündemli toplantı yapıldı. İhtisas komisyonlarına ayrıldılar ve çalışmalar başladı.

Orhan Kabibay’ın Brüksel Avenue Adolp Buyl No. 160 kat 2.deki ikametgâhı bu istişarî toplantıların merkezi oldu.

Kabibay sadece haber almak için konsolosluğa uğruyor. Charles Le Grand – 74 Rue Le Jeunne’deki konsolokluk binasından da çıkar çıkmaz soluğu kendi evinde alıyor, istişarî toplantılarda meselelerin açıkça konuşulmasında büyük ve faydalı bir rol oynuyordu.

Diğer taraftan Brüksel’e gelmiş bulunan Şefik Soyuyüce, Münir Köseoğlu ve Orhan Erkanlı da Bologne parkendot de Rue d’edinbourg’daki 30 No.lu pansiyonda bu istişarî toplantı dışında konuşmalarına devam ediyorlar, memleket meselelerini enine boyuna tartışıyorlardı. Işıklar sabaha kadar yanıyordu. Bologne parkının sempatili sahibesi bu ışıkları görüyor ve hayretler içinde kalıyor, <<Siz Türkler, hiç uyumaz mısınız?>> diyordu.

Brüksel’de bulunan 14’lerin içinde en kıdemlisi Orhan Kabibay olduğu için gerek toplantılarda gerekse dışardaki buluşmalarda kendiliğinden lider durumuna gelmiş bulunuyordu. Bu liderliğe gelişte toplantıya iştirâk edenlerin çoğunluğunun orta Avrupa’da bulunuşunun da etkisi vardı.

Toplantılarda Türkiye’deki durum etraflı şekilde gözden geçiriliyor. Orhan Kabibay’ın toplantı arefesinde yaptığı Türkiye gezisinden edindiği intibalar üzerinde tartışmalar cereyan ediyordu.

Toplantı başlıyalı bir hafta olmuştu ki 26 Temmuz günü Orhan Kabibay Alparslan Türkeş’in 27 Temmuzda Brüksel’de olacağını şimdi telefonla Münih’ten bildirdiğini, Kaplan’ın da hastaneden çıktığını ve en geç ikinci gündemli toplantıya mutlaka yetişeceğini söylediğini açıkladı.

Gerçekten de ertesi günü, yan 27 Temmuzda Alparslan Türkel’in Brüksel’e vasıl olduğu haberi verildi. Hepsi de eski Başbakanlık müsteşarı ve ihtilâl gecesi radyoda Türk Silahlı Kuvvetleri adına ilk konuşmayı yapan tok sesli albayı beklemeğe başladılar.

Emekli Albay Alparslan Türkeş Yeni Delhi’nin o sakin havasını bırakıp arkadaşlarını görmek, pek kısa denecek bir zaman önce birlikte çalıştığı arkadaşlariyle buluşup kararlar almak için bu kadar mesafeyi göze almıştı.

Yorgundu ama bu yorgunluk yol yorgunluğundan başka bir şey de değildi.

Gözleri çakmak çakmaktı.

Kafasının içi yanardağ misali kaynamaktaydı. Onun hayatı daima bu tip münasebetlerle ve siyasî çalışmalarla geçmişti denilebilir. Nitekim toplantıya hava alanından en seri vasıtayla dinlenmeden geldi.

<<Merhaba arkadaşlar!>>
<<Merhaba albayım, hoş geldiniz!>>
<<Hoş bulduk.>>

Sarılıp öpüştüler. Sonra Orhan Kabibay ayağa kalktı:

<<Albayım dedi, biliyorsunuz ki toplantımız bir an evvel kesin bir karar almak maksadı ile tertiplenmiştir. Bu sebeple hemen toplantıya katılmanızı istirham ediyorum.>>

Türkeş hafiften güldü ve,

<<Tabii, dedi: ben de zaten bunu sizlerden rica edecektim. Müsaade ederseniz konuşacağım.>>
<<Buyurun.>>

Alparslan Türkeş tok sesiyle gayet sakin ve kendinden emin söze başladı:

<<Biliyorsunuz ki memleketimizde bir ihtilâl, 27 Mayıs ihtilâlini yaptık. Fakat bugün 27 Mayıs hareketi asıl hedefinden uzaklaşmış bulunmaktadır. Herşeyden önce şunu belirtmeliyim ki İsmet Paşa’nın iktidarında bulunan bir hükûmetle asla demokrasi gerçekleştirilemez. İnönü idareyi elinde bulundurdukça Türkiye’de demokrasi katiyen tatbik edilemiyecektir. Bizleri de uzaklaştıran bir bakıma İnönü’dür.

Bu gerekçe üzerinde zannederim hepimiz mutabıkız. Fakat burada vaziyetimizi kesin bir karara bağlamak ve ne yapacağımızı tâyin etmek de gereklidir. Bu sebeple bir teklifte bulunacağım.>> dedi.

TÜRKEŞ’İN TEKLİFİ NE İDİ

İhtilâlin kudretli albayı olarak Avrupa basınında sık sık adı geçen Alparslan Türkeş daha sonra şöyle devam etti:

<<Biz bugün memlekette bir kuvvetiz. Yurt dışında da olsak bizim kuvvetli durumda olduğumuz bir hakikattir. Bu sebeple memlekete hep birlikte dönelim. Hepimiz Adalet Partisine girelim. 14’ümüz, birlik halinde Adalet Partisine girerek orada faaliyet gösterelim. Bu faaliyetimiz asla verimsiz kalmayacaktır. Zira Adale Partisinde bizim gibi düşünenler parti idaresine hâkimdir. Biz de onların yardımı ile partinin kilit noktalarını ele geçiririz. Bugün Türkiye’de teşkilât itibariyle en kuvvetli ve canlı parti Adalet Partisidir. Önümüzdeki seçimlerde de iktidara gelecektir. Bu suretle iktidara da gelmiş oluruz.>>

İlk soru Orhan Erkanlı’dan geldi.

<<Albayım. Memlekete 14’ümüz de dönelim. Adalet Partisine girelim. Fakat bu parti içinde bizim başarı derecemiz ne olur? Ne dereceye kadar başarı şansımız olacak?

Türkeş gayet sakin ve kendinden emin şöyle cevap verdi.

<<Bugün Adalet Partisinde umumiyetle arkadaşlarımın elinde. Meselâ Gökhan Evliyaoğlu, Fethi Tevetoğlu ve kendilerine bağlı olan 100 kadar mebus gerçekten de birer kuvvettir. Ağırlık merkezi onlardan tarafa basmaktadır. Biz gidersek ve onlarla işbirliği yaparsak parti içinde çabucak söz sahibi mevkilere yükselmiş oluruz. Bu da iktidara gelmemiz için büyük bir şans verir bizlere.>>

2. gündemli toplantıda bu teklif âdeta bir duş tesiri yarattı…

Bu hâdise Numan Esin’in Brüksel’deki pansiyonunda cereyan ediyordu. Toplantıya iştirak edilenlerin biri müstesna hepsi de durgunlaştılar. Birden eski günleri hatırladılar. İhtilâli zorunlu kılan gerçek nedenleri düşündüler. Onlarca bu teklife evet demek katiyen mümkün değildi. Bir kere 14’ler mutlaka iktidara biz geleceğiz iddiasında değildiler. Onlar milleti huzura kavuşturacak, memleketi inkişaf ettirecek bir iktidar istiyorlardı. Peki neden Alparslan Türkeş bu teklifte bulunuyordu? Sonra memlekete dönüp Adalet Partisine girseler ve Adalet Partisi de iktidara gelse o zaman diğer liderlerle aralarında bir ayrılık çıkmayacak mıydı?

Bütün bunlar, üzerinde düşünülecek meselelerdi.

İhtilâlin kudretli albayı diye Avrupa basınında adı sık sık geçen Alparslan Türkeş arkadaşları ile kendisi arasında ilk anda bir ihtilâf çıkacağına ihtimal vermiyor olmalıydı ki ısrarlarında devam ediyordu.

<<Madem ki hepimiz vatanseveriz, o halde böyle bir karar almak biz 14’ler için lüzumludur. İktidara gelmek için en emin yol Adalet Partisine girmek olacaktır.>>

14’lerin 2. gündemli toplantısına iştirâk eden üyeleri daha başlangıçta bu teklife taraftar görünmüyorlardı. Zaten bu yüzden de hava birden elektriklenmişti. Gerçi aralarında bir söz düellosu cereyan etmiyordu ama toplantıya iştirâk edenlerin çoğunluğu evvelce aralarında bu teklife benzer herhangi bir şekilden bahseden bir konuşma dahi geçmiş değildi.

Onlar bilhassa bu konu üzerinde duruyorlardı.

Orhan Kabibay şöyle dedi:

<<Bunu kabul etmek imkânsız. Bu teklif, aramızda konuşulan ve üzerinde mutabakata varılan hususlarla hiç de ilgisi olmayan, bir bakıma verdiğimiz neticeleri bir anda ortadan kaldıran ve onları hükümsüz bırakan bir tekliftir. Halbuki biz birlik olarak ayakta kalmak istiyorsak başka bir şekilde hareket etmeliyiz. İhtilâlin gerekçesini hatırlayın. Aramızdaki temaslarda üzerinde konuştuğumuz hususları hatırlayın. İleri sürdüğümüz fikirleri hatırlayın.>> dedi.

Türkeş karşısındakilerin hiç de öyle herhangi bir kişiye tâbi olacak insanlardan olmadığını anlamağa başlamıştı.

Yüzü asıldı.

Sustu. Isrardan vazgeçmişe benziyordu.

Galiba o da, bu toplantıya katılıncaya kadar onlara söylediği sözleri, ileri sürdüğü fikirleri hatırlamıştı.

14’LER NE İSTİYORLARDI?

Gerçekten de Alparslan Türkeş 2. gündemli toplantıya gelinceye kadar kendi sahih fikirlerini ve tasavvurlarını bu kadar açık ve kesin bir dille söylemiş değildir.

Toplantıdaki hava birden ümitsizlik ve hayal kırıklığı ile doluverdi. Esasen aralarında Türkiyede bir ikinci ihtilâl yapılıp yapılamayacağı; yapılırsa bu ihtilâlin ne gibi akisleri olacağı da tartışma konusu olmuştu.

Toplantıya katılanlardan 14 lerden 13 tanesi muhakkak ki aklıselim sahibi idiler. Yeni bir ihtilâli ne düşünüyorlar, ne de yapılacak olan hareketi tasvip ediyorlardı. Zira bu takdirde memlekette 100 binlerce kişinin kanı akabilirdi.

Bu endişelerinde haksız da değillerdi.

Memleketten galen haberler ve ulaştırılan bir takım söylentiler bu endişelerini doğruluyordu.

Nitekim yeni bir ihtilâl vukuunda Cumhuriyet Halk Partisinin davranışı hakkında söylenenler ve kendilerine akseden rivayetler gerçekten de üzerinde düşünülmesi gereken bir mahiyet taşıyordu.

Akseden rivayetlere göre CHP Genel Merkezi çok gizli kaydiyle bütün teşkilâta bir tamim yollamış ve bu tamimde, şayet bir ikinci ihtilâl yapılırsa buna karşı bütün teşkilâtın hazırlıklı bulunması ve karşı konulmak üzere de hazırlıklar yapılması istenmişti.

Bu ise, halkla ordunun karşı karşıya gelmesi demek olacaktı.

Bu takdirde memlekette hiç de istenmeyen bir takım facialar cereyan edebilirdi. Bu sebeple ikinci bir ihtilâl fikri üzerinde konuşmalar bir yana bırakılmış; daha doğrusu böyle bir fikir desteklenmemişti bile.

Bunda 13 ü de müttefikti ama bundan sonrası aralarında ihtilâf konusu olmaktaydı.

Alparslan Türkeş: <<Şu halde>> diyordu, <<yapacağımız en realist hareket memlekete dönüp Adalet Partisine girmek ve bu yoldan iktidara gelmektir. En iyi, en az tehlikeli yol da budur.>>

Fakat 13 üye bilhassa Orhan Kabibat çok ihtiyatlı gitmek kararındaydı. Zira aynı Alparslan Türkeş 25 Temmuzda Münihten gelmek üzere olduğunu bildiren telefonunda Kabibay’ın sorularına buradaki teklifiyle kat’iyen ilgisi olmayan cevaplar vermişti.

Kabibay telefonda <<Albayım>> demişti; <<Memleketteki gazeteler aramızda bir fikir ihtilâfından bahsediyorlar. Bunlar için ne düşünüyorsunuz?>>

Türkeş de aynen: <<Bunlar tamamen uydurma şeylerdir. Biz her hususta fikir birliği içindeyiz. Bizleri parçalamak ve dağıtmak istiyorlar. Bunlara gerekli cevabı gene biz hareketlerimizle vereceğiz>> demişti.

O halde bu Adalet Partisine girmek teklifi de ne oluyordu?

Sonra bir mesele daha vardı: Alparslan Türkeş’in ırkçı ve Turancı olduğu yolunda ileri sürülenler. Bugüne kadar bunun hakkında da kesin bir şey konuşmuş değillerdi. Ama zamanı gelmişti artık. Çünkü her şeyi açıkça bir kesin karara bağlamak, gelecek için şarttı. Buna Orhan Kabibay ve Orhan Erkanlı başta olmak üzere hepsi de inanıyorlardı.

Toplantıda Orhan Kabibay şöyle bir soru ortaya attı:

<<Albayım. Hakkınızda söylenenleri siz de biliyorsunuz. Irkçı ve Turancı olarak sıfatlandırılıyorsunuz. Bu hususta bizi aydınlatır mısınız?>>

Alparslan Türkeş konuşmaların bu mecraya döküleceğini kat’iyen tahmin etmemişti. Etmemişti ama işte bu da bir gerçekti. Evet, ne demeliydi?

Avrupa basınında adı <<ihtilâlin kudretli albayı>> olarak sık sık geçen Türkeş şöyle bir cevap vermek zorunda kaldı:

<<Bu, eski bir hikâyedir. Bugün, siz de biliyorsunuz ki böyle bir şey yoktur. Zaten bugüne kadar aramızda bu konuda herhangi bir tartışma geçmediği de bunu gösterir.>>

Orhan Erkanlı birden şöyle bir teklif ortaya attı:

<<Albayım. O halde, Irkçılık ve Turancılıkla hiçbir suretle ilginiz bulunmadığını, 14 lere de bu fikrin taraftarlığının katiyen izafe edilemeyeceğini kesin bir beyanatla veya deklarasyonla açıklayalım. Ne dersiniz? Bu hem sizin, hem de bizler için açıklanması gerekli bir husustur. Madem ki birlikte hareket etmekliğimiz isteniyor.>>

Türkeş, bir duraladı. İçinde bir yerler sızlar gibi olmuştu belki de.

<<Bunu yapamam.>> dedi, <<Bunu yaparsam sonra ben…>>

Evet Türkeş bu açıklamayı yaparsa sonra iktidara gelebilme şansını kaybedebilirdi. Zira o, Türkiyede iktidara gelecek, Nasyonal Sosyalist metodlarla sevk ve idare edilen devlet kurulmasında baş mimar rolünü oynayacaktı. Büyük hayali buydu Türkeş’in.

Türkeş’in büyük hayali buydu ama karşısındakiler de bu vatanın çocukları idiler ve onlar da en az Türkeş kadar bu işde hissedardılar. 27 Mayıs hareketini yaratan beyinlerden belki de başta gelen isimler arasında şu karşısında ona teklifte bulunanlar da vardı.

Bundan sonra toplantının seyri anlaşılmış oldu.

TÜRKEŞ İLE KABİBAY VE ERKANLI ARASINDAKİ İHTİLÂF KESİNLEŞTİ

Toplantının havası belli olmuştu dedik. Gerçekten de belli olmuştu. Zira fikir ayrılıkları açık ve kesin bir şekilde ortaya çıkmış, aydınlığa kavuşmuştu. Bundan sonra toplantılara devam etmek herhangi bir fayda sağlamıyacaktı.

Bugüne kadar bir türlü fırsatını bulup da belli edilemeyen gerçek inançlar iyice anlaşılınca Alparslan Türkeş sinirlendi. Sinirlendi ama bu sinirlilik kendisine bir fayda sağlamıyacaktı.. Nitekim o da 14 lerden bir üye idi. Başkaca bir sıfatı ve otoritesi yoktu.

Şimdi hepsinde bir sükût başlamıştı. Bu, bir anlamda iç ezikliğinin ve eski günlerdeki birlik heyecanını bile bile kaybetmenin insanda yarattığı kırıklıktı.

Dışarıda çok güzel bir gece başlamıştı. Yabancı diyarların yabancı ışıkları altında, memleketleriyle ilgili hayatî meseleleri konuşuyorlardı. Hiç biri diğerinin niyet ve tasavvurlarından şüphe etmemek gerekirdi. Etmemek gerekirdi ama aralarındaki bu prensip ayrılığı da bir kenara atılamazdı.

14 ler evvelce de belirttiğimiz gibi hedeflerde ve gerekçede birleşiyorlardı. Hedef, Türkiyenin içinde bulunduğu şartlar icabı mutlak surette bir reforma, hem de radikal bir reforma muhtaç olduğu idi. Gerekçeye gelince bu da 27 Mayıs hareketinin hedefe ulaşamadığı merkezinde idi. Bunu esasen basınımızda sık sık beyan ediyorlardı.

14 lerin ileri sürdüklerine nazaran, 27 Mayıs hedefine ulaşmamıştı. Memlekette gerçek reformlar yapılmamıştı. Oysa bu gün Türkiyede bir sıra radikal ıslâhat yapılmadıkça hiçbir mesele ve dert esaslı bir hal şekline bağlanamazdı.

Bunda hepsi mutabıktılar, ama…

Evet… İşin bir de ama’sı vardı ve bu ama 14 leri iki ayrı fikir etrafında kutuplaştırmıştı. Zira, hedefe varma yolları ve gerekçeyi hedefe ulaştırma metodlarında uzlaşmaz bir ayrılık vardı.

Avrupa basınında adı sık sık <<ihtilâlin kudretli albayı>> olarak geçen Alparslan Türkeş’e göre, hedefe varma ve gerekçeyi hedefine ulaştırma, bugünkü şartlar altında ancak ve sadece Adalet Partisine girmekle mümkün olabilirdi. Zira o zaman iktidar <<ihtilâlin kudretli albayı>>nın elinde olacaktı. Tabiî evdeki hesap çarşıya uyarsa.

Fakat karşısındakiler, bilhassa Orhan Kabibay, Şefik Soyuyüce, Orhan Erkanlı ve arkadaşları hiç de bu fikirde değildi. Onlara göre, bugün memlekette gerçekten de sosyal ekonomik bir reformasyona şiddetle ihtiyaç vardı. Bu gün gibi ortada bir gerçekti. Memlekette çalışan kitleler, ezilen kitleler henüz teminata ve iktisadî feraha kavuşturulmamıştı. Gerçi, bu işi biraz uzun vadede düşünmek, hemen bir netice beklememek gerekirdi ama yapılmak istenenler bu ıslâhatın gerçekleştirileceği hususunda güven vermiyordu.

Alparslan Türkeş gibi düşünmeyenlerin fikirlerine göre, bugün memlekette bu radikal ve köklü ıslâhatı ancak ordunun himayesi ve kontrolünde, hiçbir zümrenin ve çevrenin çıkarına mağlûp olmayacak bir idare gerçekleştirebilirdi. Samimî ve tek kanaatleri bu merkezdeydi. Ordu, çünkü bugüne kadar hiçbir çıkar karşısında baş eğmemişti.

Bugüne kadar ne geldiyse, sivil idarenin şu ya da bu çevrenin çıkarına, sözünden, bilerek ya da bilmeyerek dönmesinden gelmişti. Memlekette birbirini tamamlaması gereken unsurlar birbirlerinin karşısına çıkarılmışlar; bütün kıymetler heba edilmişti. Bu sebeple herhangi bir partinin faal unsuru olmak da, kendilerince, bir tesir yaratamıyacaktı.

Görülüyordu ki aralarında mevcut fikir ayrılığı köklü ve uzlaşmaz bir mahiyet taşımaktaydı.

Ta başlangıçtan bu ana kadar kendilerinden ayrı bir takım tasavvurları olduğunu saklayan Alparslan Türkeş şimdi toplantı salonunda eli şakağında pencereden dışarıya bakıyordu. Üzgündü. Ama bu kadar değerli arkadaşları da kaybetmek istiyordu. Belki onların içinde bugün değilse bile yarın kendisine faydalı olabilecek kimseler vardı. Bu sebeple bütün bağları da bir anda koparıp atmak işine gelmiyordu.

İşte bu sırada Muzaffer Karan’ın teklifi imdadına yetişti. Muzaffer Karan o ana kadar pek de hararetli müdahalelerde bulunmamıştı. Zaten mizacı da pek öyle ayrılığı körükler bir hususiyet taşımıyordu. O her fikre hürmet etmek gerektiğine inanırdı. Bu sebeple yatıştırıcı bir teklifte bulundu:

<<Arkadaşlar. Bizim kaderimiz müşterektir. Bu sebeple birbirimize karşı askerce söz verelim ve aramızdaki fikir ayrılığının, 14 ler olarak bizi kat’iyen parçalayamıyacağına dair birbirimize şart koşalım. Biz ayrı fikirlere sahip olsak da gene 14 ler olarak beraberiz. Bunu hiçbir şey gölgeleyemez. Bu hususu bir deklarasyonla efkârı umumiyeye açıklayalım. Bu bizim için de bir bakıma teminat olacaktır. Biz askerler şeref sözü verdik mi sözümüzü kellemiz pahasında da tutarız.>>

Bu deklarasyon, hepinizin de bildiği gibi, kaleme alınıp ilân edildi. Kabul edilip ilân edildi ama bir süre sonra..

TÜRKEŞ’İN ÖZDAĞ İLE ESİN ÜSTÜNDE BÜYÜK NÜFUZU VARDI

Gerçekten de Brüksel’deki toplantıda açıklanan deklarasyonda 14 lerin bir fikir beraberliği içinde olduğu belirtiliyordu. 14 lerin bir fikir beraberliği içinde olduğu belirtiliyordu ama bu biraz garip bir birlikti.

Nitekim iki grup teşekkül etmişti diyebiliriz. Bu gruplaşmalara 9 lar ile 5 ler denilebilirdi.

Biz konumuzun seyri bakımından 9 ları bir yana bırakarak 5 ler üzerinde duralım.

Türkeş, gerçekten kendine bağlı 5 arkadaşiyle birlikte açıkça fikrini ortaya koymuştu. Fakat şunu da belirtelim ki Türkeş’in etrafında bulunanlar arasında bağlılık bakımından bir ayrılık bahis konusu edilebilirdi.

Meselâ Muzaffer Özdağ ile Numan Esin Türkeş’in talebesi idiler. Onun otoritesi altında eğitim görmüşler ve ona hayran olmuşlardı. Bu bakımdan bağlılıkları tamamen hissî idi.

Rifat Baykal ile Ahmet Er’e gelince onların bağlılıkları Esin ve Özdağ’ınki gibi hissî olmayıp tamamen şuurlu ve bilerek idi.

Herhangi bir olay karşısında Numan Esin ile Muzaffer Özdağ ikna edilebilirdi ama Rifat Baykal ve Ahmet Er için böyle bir şey bahis konusu bile değildi.

Hangi anlamda bir bağlılık meydana gelmiş olursa olsun ortada bir gerçek vardı; Türkeş grupu teşekkül etmiş bulunuyordu.

Şunu da belirtelim ki Türkeş’in grup yaratma yolundaki faaliyetleri daha eski tarihlere, Millî Birlik Komitesinin çalışmaları sırasına kadar dayanmaktadır diyebiliriz.

Daha o zamanlar Türkeş’in hareketlerini tasvip etmeyen Orhan Kabibay ve Orhan Erkanlı bu gruplaşma hareketleri karşısında açıkça düşüncelerini belirtmişler ve tasvip etmediklerini söylemişlerdi.

TÜRKEŞ KABİBAY’I TAKİP İÇİN RİFAT BAYKAL’I MEMUR ETMİŞTİ.

Nitekim Alparslan Türkeş, bütün resmî konuşmalara ve protokole rağmen gene de ihtiyatlı ve tedbirli davranıyordu.

Türkeş’e göre itimat, çoğu hallerde insanın başına büyük felâketler getirebilirdi. Bunu çok iyi bilirdi bu. Geçmişte birkaç ihtiyatsız hareketi ona biraz pahalıya mal olmuştu. Geçmişteki fanatik güven ve tesanüt anlayışı yüzünden daha genç bir subayken onu bir takım işkencelere maruz bırakmıştı. Bu sebeple kimseye itimadı yoktu.

O kadar yoktu ki, Orhan Kabibay’ın Brüksel’den Türkiye’ye iznini geçirmek maksadiyle geleceğini haber alınca derhal Rifat Baykal’ı harekete geçirerek onun da Orhan Kabibay’la birlikte Türkiye’ye gelmesini istedi. Çünkü Türkeş Orhan Kabibay’ın memleketteki temaslarını ve bu temasların mahiyetinin ne olabileceğini hem merak ediyor hem de öğrenmek istiyordu. Bu sebeple Rifat Baykal’ın peşini kat’iyyen bırakmamasını tembih etmişti.

Hepimizce malûm olduğu üzere tarihî Brüksel toplantısına tekaddüm eden günlerde Orhan Kabibay ile Rifat Baykal birlikte vatana geldiler. Ve birbirlerinden de ayrılmadılar (!) Her nereye gittilerse ise daima birlikte (!) gittiler.

Bu madalyonun bir tarafı idi. Ama madalyonun öbür tarafına gelince..

Bir kere şunu her şeyden önce belirtelim ki Kabibay çok zeki, bilgili, her türlü hareketi gayet soğukkanlılıkla karşılayan ve sağduyu açısından mütalâa eden çok nazik ve efendi bir adamdı. Düşmanına dahi merhaba diyen bir kimse idi.

Kaldı ki Rifat Baykal onun düşmanı değil, aksine hedefte birleştikleri bir arkadaşıydı. Ona karşı daha da nazik davranmak gerekirdi. Ve Orhan Kabibay, Türk topraklarına ayak bastığı andan İstanbul’u terk edip Brüksel’e döndüğü ana kadar Baykal’a durumu bütün çıplaklığiyle bildiğini kat’iyen sezdirmedi. Bunu Rifat Baykal anladı mı bunu halen de bilmiyoruz.

Kabibay, bu türlü hareketlerden kaçınan ve samimi bir insandı. Zaten bu sebeple İstanbul’da iken Rifat Baykal’a hissettirmeden bazı temaslarda bulundu. Onun için etrafına bir şey hissettirmemek ve duyurmamak kolay bir işti. O, 27 Mayıs hareketinin gerçek beyinlerinden biriydi. Bunu arkadaşları da biliyorlardı. Zaten bu yüzden de arkadaşları arasında çoğunluk bir grup Kabibay’ı desteklemekteydi. Bnna karşılık Türkeş de onun hareketlerini çok yakından bilmek ihtiyacı hissetmekteydi. Çünkü Kabibay’ın hareketleri kendisince önemliydi.

Orhan Kabibay, İstanbul’da ve diğer yerlerde, Rifat Baykal’ın kendisiyle birlikte bulunmasının verdiği hareket imkânsızlığı sebebiyle bazan hiç de arzu etmediği temaslar ve konuşmalar yapmak, hoşlanmadığı ve kendilerini tasvip etmediği şahıslarla toplantılara iştirâk etmek zorunda kalıyordu.

Oysa onun Türkiye’ye geliş sebebi ve temaslarındaki gaye, memleket hasretini gidermekle beraber Brüksel’e taze haberlerle dönmek, 14 lerin tarihî toplantısında gerçeklere dayanarak konuşmalara girişmekti. Çünkü fanatik ve ütopik hissî gerçeklerle davranış 14 lerin tarihî toplantılarında hâkim bir atmosfer olarak yer etmemeliydi. Çünkü memleketin olduğu kadar Avrupa’nın da gözleri şu günlerde Brüksel’e çevrilmiş bulunuyordu.

Kabibay’ın tek gayesi bu idi dedik. Gerçekten de bundan başka bir gayesi olsaydı Baykal’ı bir kenara bırakır, kendisinin peşinden gelmekte olduğunu ona bu hareketiyle hissettirir ve bunu açıklamaktan da çekinmezdi. Ama asıl gayesi bu değildi ki.. O, bütün her şeyde olduğu gibi bu meselede de memleketin menfaatini düşünüyor ve 14 lerin tutumu hakkında herhangi bir açık vermemek istiyordu. Bu tuhaf ve hazin bir durumdu.

Ama Kabibay ne yapabilirdi? Bunu Türkeş yaratmıştı.. Tutmuş kendisinin memlekete geleceğini haber alınca peşine Rifat Baykal’ı koymuştu. Bunu anlamamak için çocuk olmak lâzımdı.

Orhan Kabibay Türkiye’de iznini geçirdiği süre hep annesinin evinde kaldı. Böylelikle Rifat Baykal’dan habersiz temaslar yapabildi.

Bunların hepsini şimdilik bir yana bırakmak ve gerekli temasları yapmak en iyi ve yararlı yoldu. Çünkü memleketin ve Avrupa’nın gözleri 14 lerin Brüksel’deki toplantısına çevrilmişti.

“TÜRKİYE İKİNCİ BİR İHTİLÂLE Mİ GİDİYOR?”

Gerçekten de memleketin ve Batının gözleri 14 lerin Brükseldeki toplantısına çevrilmiş bulunuyordu.

Nitekim Türkiye meselelerine her zaman yakın bir ilgi duyan Le Monde gazetesi Brüksel’e hususî bir muhabir gönderdi. Türkiye’den de ne kadar acı bir tecellidir ki sadece Ekspres olayları yerinde takip etmek amaciyle yazı işleri müdürünü gönderdi. Bu, işe verdiği önemin derecesi hakkında okurlarımıza bir fikir verir sanırız.

Le Monde gazetesi muhabirinin geldiğinden iki gün sonra Le Monde’da bir yazı çıktı.. Yazının başlığı <<Türkiye ikinci bir ihtilâle mi gidiyor?>> idi. Bu yazısında Le Monde, Türkiye’de 27 Mayıs hareketini yaratan ve şimdi yurt dışına çıkarılmış bulunan subayların Brüksel’deki toplantısının anlamı bundan başka şey olamazdı, demekteydi. Le Monde’a göre, Türkiye’de 27 Mayıs ihtilâli başarı kazanamamıştı. Ve bugün Türkiye’de bir değerler karmakarışıklığı fazlasiyle mevcuttu. 14 ler bu hazin duruma belki de daha ümitli çareler getirebilecek kimselerdi. Zaten toplantılarının da anlamı buydu.

Gene Le Monde’a nazaran Türkiye’de askerî çevreler 14 leri bir kenara atmamış, aksine onların değerlerini kabul etmiş bulunmaktaydılar. Bu sebeple girişecekleri herhangi bir hareketin başarılı olması ihtimali de ayrıca fazlaydı.

Le Monde’daki yazı Brüksel’de okundu. 14 ler bu yazı üzerine derhal bir tedbir almak lüzumu hissettiler ve derhal Münir Köseoğlu ile Erkanlı’yı Paris’e göndermeye karar verdiler. Öyle ya, Le Monde’daki yazı bir takım çevreleri haklı veya haksız olarak kuşkulandırabilirdi. Bunu behemehal önlemek gerekiyordu.

Bu sebeple Münir Köseoğlu ile Orhan Erkanlı en kısa zamanda Paris’e hareket edip Le Monde’un yazı işlerine çıktılar. Burada ne konuşulduğunu sarih olarak bilmiyoruz. Fakat şu kadarını tesbit edebildik ki; Köseoğlu ile Erkanlı Le Monde gazetesini ikna edebildiler ve bundan böyle tahminlere dayanan yazılar yazmayacaktı. Gerçi 14 lerin bu çeşit yazılardan çekindikleri yoktu ama ne olsa memleketin menfaatleri ağır basıyordu. Şimdi durup dururken ikinci bir ihtilâlden bahsetmenin sırası mıydı?

Bu anlattıklarımız Alparslan Türkeş Brüksel’e gelmeden önce cereyan etmekteydi. Fakat Alparslan’ın gelmesiyle Le Monde’da bir ikinci yazı çıktı. Bu yazıda 14 lerin iç meseleleri ele alınıyor, 14 ler arasında liderlik için bir iç mücadelenin başladığından bahsolunuyordu.

Yazının başlığı, “Liderler Mücadelesi” idi. Yazıda bir takım gerçeklere değiniliyor, Türkeş’in liderlik arzu ve kararı bildiriliyordu. Bu doğru bir husustu. Türkeş daha gelmeden önce evvelce temas ettiğimiz gibi, liderlik gayesiyle bir takım teşebbüslere girişmişti. Brüksel’e gelince etrafına karşı takındığı tavır tamamen lider pozundaki bir adamın tutumu idi.

Fakat bu Kabibay ve arkadaşlarının naklettiğimiz mücadeleleri sonunda bertaraf edilebildi.

22 ŞUBAT – 14’LER VE TÜRKEŞ

Şimdi biraz daha gerilere gidelim ve bazı gerçeklerin aydınlanması bakımından faydalı olacağını sandığımız olayları sizlere nakledelim.

Her şeyden önce şunu söylemeliyiz ki 27 Mayıs hareketini başaran juntaya Alparslan Türkeş’i dahil ettiren şahıs 22 Şubat olaylarında adı başta gelen Talat Aydemir’dir. Ve işin hikâyesi de şöyledir:

1956 yılında teşekkül eden ve 1960 ın 27 Mayısında Türkiye’de iktidarı devirmeye muvaffak olan juntanın bir üyesi olan Talat Aydemir 1958 yılında bir gün Erzurum’a geldi. Vazife seyahatinde bir çok kimselerle temas etti. Bu meyanda Alparslan Türkeş’le de karşılaştı. Bu karşılaşma Talat Aydemir için bir hayli heyecanlı olmuştu.

Juntanın ateşli üyesi her gittiği yerde kendilerine taraftar kazanmak gayesiyle dikkatini çeken kimselerle görüşüyor ve sondajını yapıyordu. Bu görüşmelerde konuşmayı umumiyetle memleket gerçeklerine çekiyordu. Bu suretle juntanın başarısı için sağlam temeller atmak istiyordu.

Bu da onların hakkıydı. Bu sebeple Talat Aydemir Erzurum’a vazifeyle gönderildiği vakit, yolda, kimlerle neler görüşeceğini plânladı.

Talat Aydemir için Erzurum seyahatinde asıl mühim olan ve Millî Birlik Komitesinin faaliyetleri dolayısiyle Türkiyenin kaderi üzerine de tesirde bulunan bir olay varsa o da Erzurum’da Alparslan Türkeş’i tanımış olmasıdır denilebilir.

Gerçekten de o güne kadar Türkeş’in sadece adını duyuyordu. Belki bir iki defa görmüşlüğü vardı ama yakından tanımamıştı. İşte şimdi nihayet Alparslan ile karşı karşıya idi. İkisi de birbirlerinden hoşlandılar. İkisi de memleketin içinde bulunduğu çıkmazı görüyorlar ve kurtuluş çaresinin ne olabileceği hususunda fikirlerini açıkça ortaya atıyorlardı. Alparslan sadece bu husustaki fikirlerini açıkça söyleyen bir insandı. Meseleleri gayet güzel ve açık olarak ortaya koyuyor, sonra da çaresinin ne olacağını anlatıyordu. Talat Aydemir Türkeş’in anlattıklarını beğenmişti. Onun ileri sürdükleri gizli teşkilâtın da teşekkül etme gerekçesini teşkil etmekteydi. Nihayet Alparslan Türkeş’e teklifini yaptı. <<Alparslan bey, bugün memleketimizde kuvvetli bir teşkilât var. Ordunun en güzide subayları bu teşkilâtın üyeleridir. Sze teklifte bulunuyorum, kabul eder misiniz?>>

Alparslan Türkeş bir düşündü, sonra hemen cevap verdi: <<Evet. Kabul ediyorum.>>

İşte her şey burada başladı diyebiliriz. Çünkü bundan sonra Alparslan’ın istediği gibi bir çalışma şekli başladı. Öteden beri hayalinde yatmakta olanı belki de gerçekleştirebilecekti. İstediği yere istediği adamı da getirebilecekti.

Sonra ayrıldılar. Aralarında bir takım şifreler ve parolalar da tesbit ettiler. Talat Aydemir’i sevmişti Alparslan Türkeş. Çünkü ona inanılmaz imkânlar vermişti.

Bütün münasebetler 22 Şubat olaylarına kadar gayet sakin bir seyir takip etti ve ondan sonra da bazı çözülmelerle neticelendi.

Her şeyden evvel şu hususu belirtelim ki Talat Aydemir’in 27 Mayıs hareketi sırasında yurt dışında bulunması Millî Birlik Komitesine girememesi sonucunu doğurdu. Fakat Alparslan Türkeş’in, Aydemir’in vefakârlığını ve kendisine olan yardımını unutmaması gerekirdi. Nitekim unutmadı da. Bir süre sonra Talat Aydemir’i Harp Okulu komutanlığına getirdi.

22 Şubat olaylarına kadar bu böyle sürdü. 14 lerin yurt dışında vazife gördükleri zamana rastlayan 22 Şubat hareketi bu tarihten sonra bazı münasebetlerin de kesilmesine ya da bambaşka bir mahiyet almasına sebep oldu.

Brüksel toplantısından sonra âdeta ikiye ayrılmış olan 14 lerin dokuzları Talat Aydemir’in bu hareketini tasvip etmediler. Ne sebepten ötürü aralarında bir ihtilâf çıktığını kesin olarak bilmiyoruz. Ama ortadaki gerçek de Aydemir’in 9 larla münasebetlerini kestiği idi.

Talat Aydemir Alparslan’la olan münasebetlerini devam ettiriyordu. Çünkü Brüksel’deki toplantıda bütün niyetler ortaya çıkıp da fikirler billûrlaşmadan önce Alparslan hakkında duyduklarını bir kenara atmıştı. Fakat Alparslan’ın içinde yatan aslanı öğrenince onunla münasebetlerine son verdi. Çünkü yakınlarının belirttiğine göre onun Alparslan gibi şövenist bir ihtirası yoktu, olamazdı da…

Talat Aydemir’i asıl ürküten Türkeş’in ırkçılığı idi. Bir takım hayaller uğruna memleketini maceraya sürüklemekten bile çekinmeyen anlayışı idi Aydemir’i ürküten.

ALPARSLAN’IN IRKÇILIĞI

Şimdi üzerinde en çok durulan konuya, Alparslan Türkeş’in Irkçılık ve Turancılıkla ilgisi meselesine geliyoruz.

Bugüne kadar Alparslan Türkeş’in fikir yanı pek de öyle ele alınmış değildir. Gerçi birkaç vesile ile bu konu ele alınmış fakat etraflı şekilde açıklanmamıştır.

Biz bu yazıda evvelâ ırkçılık teorisinin ne olduğunu, sonra da Alparslan Türkeş’in ırkçılıkla ilgisini, bu açıdan ne yapmak istediğini gene vesikalara dayanarak yerimizin imkânı nisbetinde vermeye çalışacağız.

Irkçılık -ilmi deyimle Rasism- Batı ülkelerinde bir ara parlayan ve çok kısa süre altın devrini yaşayan bir fikrî temayüldür denilebilir. Bu bilimsel olmayan ve insanın insanı istismarının en vahşi ifadesi demek olan ırkçı temayülün kökleri ve onu besleyen kaynakları hakkında açıklamalarda bulunmak gereklidir sanıyoruz. Açıklamalarda bulunulmalıdır ki ırkçıların ne yapmak istedikleri iyice anlaşılabilsin.

Batıda Oswald Spengler adlı bir bilim adamının ortaya attığı teoriye nazaran ırklar yeryüzünde, aynen canlı varlıklar gibi, doğarlar, yaşarlar ve ölürler. Bu görüşün kökleri Arap filozofu ibn-i Haldun’a kadar dayanmaktadır diyebiliriz. Zira ibn-i Haldun da cemiyetlerin uzvi birer varlık olduklarını, biyolojik varlıklar gibi doğup, yaşayıp, öldüklerini ileri sürmüştü.

İbn-i Haldun’un bu görüşünü ele alıp daha sistematik bir şekle sokan Oswald Spengler Irkların Gerilemesi adlı eserinde toplum tarihinde zaman zaman bazı ırkların gelişip serpildiğini; buna karşılık da bazı ırkların dejenere olup gerilediğini ileri sürmektedir. Irkların gelişmesinin ya da gerilemesinin en kesin belgesi olarak da tarihte kurulan medeniyetlerin doğuşları, gelişmeleri ve gerilemeleri gösterilebilir.

Bunun sebebi ise, Spengler’e göre ırkların karışmaları ve dejenere olmalarıdır. Bu sebeple ırkçıların saf halde kalmaları bir medeniyetin yaşaması ve gelişmesi için şarttır denilebilir.

Bu görüş giderek, Rosenberg adlı Nazi Almanyasının bir numaralı ideoloğunun faydalandığı en önemli kaynaklardan biri oldu. Nitekim Rosenberg, ırkların saflığı teorisini ortaya atarak dünyada ırkların karışımının en kötü nümunesi olarak Amerikan ve Rus medeniyetlerini göstermekteydi. Ona göre Amerikada ve Rusyada Yahudilerle kaynaşmak bu medeniyetleri gerilemeye sürüklemekteydi. Şu halde Yahudilerle temas etmemek gerekiyordu.

Gene Rosenberg’e göre, yeryüzündeki ırkları sınıflandırmak mümkündü. Zira bugün, yeryüzünde gerçekten de ırkların bir kısmı efendi ırk, diğer bir kısmı ise efendi ırkların hizmetinde bulunmak zorunda olan ırk diye iki kategoride mütalaa edilebilirdi. Meselâ Germen ırkı her şeye rağmen efendi ırktı. Avrupa medeniyetinin tek temsilcisi durumunda idi, ya da böyle olmak gerekirdi. Fakat buna karşılık zenciler beyazların daima hizmetinde bulunmak zorundaydılar. Zira tarihin hiçbir devrinde siyahların, beyazların egemenliğinden çıkabildiği de görülmemişti.

Yukarıdaki fikirleri nakletmekten maksadımız daha sonraları Alparslan Türkeş ve onun gibi düşündükleri iddia olunanların beslendikleri kaynakları açığa çıkarmaktır.

Fikir plânında pek özet olarak naklettiğimiz ırkçılığın teorik esasları aşağı yukarı bu merkezdedir diyebiliriz.

Şimdi gelelim ırkçılığın tatbik şekillerine, takip ettiği gelişme seyrine ve akıbetine..

İkinci Dünya Savaşı öncesi Batıda bir sıra ülke, emperyalist bir devlet karakteri iktisap ettikten sonra genişleme temayüllerini maskelemek için bir takım teorik formüller ve müesseseler ileri sürdüler.

Bu arada Almanyada Nazi Partisi iktidarı ele almış bulunuyordu. Genel olarak diyebiliriz ki Nasyonal Sosyalist Almanya faşist ve askerî bir devlet karakteri taşımaktaydı.

Almanyanın resmî filozofları ve parti ideologları Germen ırkını dünyanın en üstün ırkı olarak ilân ediyorlar; <<yeni hayat>> sahaları için görülmemiş şekilde faaliyet gösteriyorlardı.

Nasyonal Sosyalizmin gemi azıya aldığı ve <<yeni nizam>> adına Hitler’in Kavgam adlı eserinin yastık altı kitabı haline geldiği devre Nazi Almanyası da kendisine muhtelif memleketlerde kendisine bir hayli taraftar bulmuştu.

Meselâ memleketimizde de o zamanlar meşhur Peyami Safa, Nasyonal Sosyalist hayranlığını teşvik ediyor, Yahudi aleyhdarlığının bayraktarlığını yapıyordu. Ancak şunu söyliyelim ki memleketimizde nazi hayranlığı, ırkçılık sadece Peyami Safa ile açıklanamaz.

İşte biz bu vesileyle Alparslan Türkeş’in neler yapmak istediğini iyice anlatabilmek için bu devrin hususiyetlerini yani ırkçı ve Turancıların faşizan temayüllerine, Hitler hayranlığına temas etmemiz gerekmektedir.

TÜRKEŞ’İN ADI İLK DEFA 1944 YILINDA DUYULDU

Sene 1939-1940.

<<Yeni Nizam>> uğruna Nasyonal Sosyalist Almanya, faşist İtalya, yeni bir savaşın öncülüğünü ve gaddarca hazırlayıcılığını yapmaktaydılar.

Alman militarizmi yeniden canlandırılmış, Prusya Junkerslerinin ananevî atmosferi yeniden Alman ordusuna hâkim kılınmıştı.

İşte bu sıralarda bir takım adamlar kaz adımlı Alman militaristlerinin oyunlarına ve gösterişli hareketlerine kurban olmaktaydılar.

Memleketimizde de bu gösterişli jestler bazı çevrelerde hayranlık uyandırmaktaydı. Onlar da Almanlar gibi saf ırk olarak kabul ettikleri bütün Türklerin bir araya gelmelerini istiyorlar, bunun için gerekirse savaşı bile göze alıyorlardı.

Fakat memlekette İsmet İnönü Cumhurbaşkanı idi ve bu neviden şövenist bir harekete kat’iyen müsamaha etmemekteydi. Bu sebeple Turancılık ideolojisi etrafında toplanmış bulunanlar hükûmetin resmî tutumunu kendi inançlariyle telif edemiyeceklerini anlayınca aralarında teşkilâtlanmaya ve gizlice Turancılık fikrini yaymaya başladılar.

O zamanlar bazı çevrelerde revaç bulan Turancılık hareketini iki şekilde mütelâa etmek gerekmektedir.

1- Açıkça ve basın yoluyla Irkçılık, Turancılık ve Yahudi aleyhtarlığı fikrini yaymaya çalışanlar.
2- Gizli bir cemiyet kurarak hükûmet politikasını kendi inançları yönüne çevirmeğe, hatta fırsat geçerse iktidarı ele geçirerek Nasyonal sosyalist karakterli bir devler kurmak isteyenler.

Bu dediklerimiz, size hiç de garip ve inanılmaz gelmesin. Çünkü bu vesikalarla sabit olan bir husustur. Nitekim Turancılar dâvası diye Adliye tarihine geçmiş olan dâvada bu cihet ortaya bulunmaktadır diyebiliriz.

Irkçı ve Turancıların hareketleri, ne yapmak istedikleri hakkında kesin ve sağlam bilgi edinebilmek için o zamanların siyasî ve kültürel atmosferine de temas etmemiz gerekiyor. Her şeyden önce şunu belirtmemiz yerinde olur ki Turancıların ağzından düşürmedikleri bir slogan da <<Kızılelma>> idi. Kızılelma o zamanlar bütün Türkleri bir bayrak altında toplamak anlamından başka bir şey taşımıyordu. Bu ise tamamen emperyalist karakterli davranıştı denilebilir.

Gerçekten Orhun, Gökbörü, Kızılelma gibi dergiler ve adı geçen dergilerdeki yazarlar bu yolda kesif bir şekilde faaliyet göstermekteydiler.

Bu hususta merhum Peyami Safa’yı bile geride bırakmışlardı. Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Nurullah Barıman, Fethi Tevetoğlu, Nejdet Sançar ve bir dizi irili ufaklı yazar bu yolda kalem tüketiyorlardı. Alman nazizmini kendileri için tabiî destek kabul ederek hummalı yayınlarına devam ediyorlardı.

Bu yayın faaliyeti içinde Alparslan Türkeş’in adı kat’iyen geçmedi dense yeridir. Fakat..

Bu yazı serisini hazırlayan ekibe mensup arkadaşlarımızdan biri Alparslan Türkeş’in adını o zamanlar Fazıl Hisarcıklılar’dan duymuştu. Hâdise şu şekilde cereyan etmişti.

Fazıl Hisarcıklılar Orman Fakültesinde öğrenciydi. Kayseriliydi. Kendisi koyu bir ırkçı Turancıydı. Genç subayların adından bahsederken Alparslan Türkeş’in de adından sitayişkâr bir şekilde bahsetmişti. <<Genç ve dinamik bir arkadaştır>> demişti; <<Gelecek için çok şeyler vaad eden birisidir o.>>

Sonra şöyle ilâve etmişti: <<Bizim Fethi Tevetoğlu’nun çok yakın arkadaşıdır.>>

Zaten bir süre sonra gerçekten yakın arkadaş oldukları meydana çıktı.

1944 senesinde, hatırımızda yanlış kalmadıysa, bir sonbahar ya da bir kış günü Turancıların dâvası başladı. Hükûmeti devirmek için girişilen bu teşebbüs akim kalmış ve müteşebbisleri tevkif edilmişti.

Tevkif edilenler arasında Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Nurullah Barıman, Fazıl Hisarcıklılar ve bu meyanda Alparslan Türkeş bulunuyordu.

Suçları <<devleti maceraya sürüklemek maksadiyle gizli bir cemiyet kurarak hükûmeti devirmeye teşebbüs>> idi.

O zamanlar Örfî İdare mahkemesinde görülen dâva bir hayli yankı uyandırmıştı.

Sanıklar Emniyet Müdürlüğü tabutluklarında işkence gördüklerini ileri sürüyorlar, kendilerine atfedilen ifadeleri zor altında verdiklerini söyleyerek kabul etmiyorlardı.

Hepsi de aydındı. Turancılığın cazibesine kapılmışlardı.

İşte Alparslan Türkeş’in adı bu vesileyle aydın ve gençlik çevrelerinde ilk defa ciddî şekilde duyuldu. Ve sonra uzun bir süre kendisinden bahsedilmedi.

Unutuldu.

Alparslan Türkeş parlak bir kariyerle ordu saflarına katıldı.

Sistemli bir çalışma ile kendi kendisini yetiştirdi.

Gayet ciddî ve sessiz bir insandı o. Hiçbir taşkınlığını ve ihtiyatsızlığını gören, bilen ve duyan yoktur dersek mübalağa etmemiş oluruz.

Bu yaşayış 27 Mayıs hareketini hazırlayan juntaya dahil oluncaya kadar devam etti.

Ondan sonrasını zaten biliyorsunuz.

Yani Alparslan 27 Mayıs 1960 ın saat 4.30 unda ilk defa Türk Silâhlı Kuvvetleri adına konuştu.

Artık Alparslan Türkeş için hayatının yeni bir safhası açılmıştı denilebilir.

TÜRKEŞ’İN İHTİLÂLDEN SONRAKİ TEMASLARI

Alparslan Türkeş, 27 Mayıs sabahı ihtilâl başarı kazanıp da bütün köşe başları kansız şekilde Türk Silâhlı Kuvvetlerinin eline geçince hayatının 2. safhasını yaşamaya başladı.

Millî Birlik Komitesinin en itibarlı üyelerinden birisiydi. Her şeyden evvel rütbe itbariyle komite üyeleri arasında birinci kademede bulunuyordu. Bu meratip Alparslan Türkeş’in çoğu hallerde işine yaradı.

Bir süre sonra Millî Birlik Komitesi içinde ihtilaf başgösterip de Komite üyeleri arasında gruplaşmalar teşekkül edince Alparslan Türkeş gruplardan biri içinde aktif rol oynamaya hazırlandı.

Hazırlandı ama bunun macerasını biliyorsunuz. Yurt dışına çıkarıldı.

Şimdi biz bunları bırakalım da Alparslan Türkeş’in ihtilâl sonrası tutumuna gelelim.

İhtilâlden hemen sonra Alparslan Türkeş otoriter ve bilgili tutumuyla kendisinden en çok bahsettiren adam durumuna hemencecik gelivermişti. Öyle ki yerli, yabancı bütün mensupları Alparslan Türkeş’in ağzından çıkacak tek kelime için gecelerini gündüzlerine katar oldular.

Alparslan Türkeş de bunu biliyordu. Üstelik bundan memnundu da. Kendisiyle diğer şahıslar arasına bir esrar perdesi çekiyor bunu ısrarla devam ettiriyordu.

Aynı zamanda mağrur bir tavır takınmaya başlamıştı da.

Büyük Millet Meclisinin yeni binasındaki çalışma odasına gelirken hiç kimsenin yüzüne bakmıyor, sert ve monoton adımlarla yukarı kattaki çalışma odasına gidiyordu.

Hattâ bir seferinde Temsilciler Meclisinde müşterek bir oturuma katılması bahis konusu idi.

Salona herkesten sonra geldi. Kapıda bir an duraladı ve alkışlar arasında kimseye selâm bir vermeden sert ve umursamaz bir edayla hızlı hızlı yürüyerek yerini aldı.

Bütün bunlar neye? diye düşünüyor insan… Evet bütün bunlar gerçekten de neye idi?

Alparslan Türkeş halk oyuna fikirlerini açıkça neden belirtmiyordu?

Acaba gene bir takım düşünceleri mi vardı?

Bu hususta sarih ve kesin bir şey söyleyecek durumda değiliz. Fakat o zamanlar cereyan eden olaylar belki bize Alparslan Türkeş’in tutumu hakkında bazı ipuçları verebilir.

İhtilâlin ilk günlerinde memleketin durumu ele alınmış, Alparslan Türkeş, Muzaffer Özdağ, Numan Esin ve bir iki arkadaşının tesiriyle yeni bir cereyan yaratılmak isteniyordu.

Memlekette kültür seferberliğini sistemli olarak gerçekleştirmek gerekiyordu. Bu sebeple bir teşkilât meydana getirmek ve her türlü kültür işlerini bu teşkilâta bırakmak şarttı. Bu Alparslan Türkeş ve etrafındakilerin ortaya attıkları bir tezdi.

Hemen bütün illerde Ülkü ve Kültür Birliğinin şubeleri açılmak istendi. Hattâ bir çok yerlerde açıldı bile. Bu şubelerin başına da tanınmış Turancılar ve şöveniştler getiriliyordu.

Alparslan Türkeş ve etrafındakilerin emrivaki şeklindeki maksatlı hareketleri bir süre sonra komite üyelerinden çoğunluğunu uyarmakta gecikmedi. Çünkü kilit noktalara gelenler hep de tanınmış ve Turancı tutumları sabit olmuş ya da sempatizan kimselerdi.

Gerçi o zamanlar bir kısım basında da yer bulmuş olan bu hareketin teorik esasları ilk nazarda bir çok iyi niyet sahibi kişiyi kendine bağlayabilirdi ama, Ülkü ve Kültür Birliği teşkilâtı tamamen faşizan karakterli otoriter bir kuruluştu. Modern ve bilimsel anlayıştan yoksun kişilerin iş başına geldikleri bir topluluk olacaktı.

Komitenin toplantılarında ya da komite üyelerinin kendi aralarındaki hususî sohbet toplantılarında bu gidiş endişeyle izleniyor ve muhtemel gelişmeler üzerinde hararetli tartışmalar yapılıyordu.

Türkiye, aydınları ve yetişme çağındaki çocuklariyle standart bir tipe irca mı edilecekti? Bu nasıl olurdu çağımızda?

Nitekim buna göz yumulmamasına karar verildi.

Bir gün bir de baktık ki Ülkü ve Kültür Birliği hayalinden vazgeçildi ve açılmış bulunan şubeleri de kapatıldı.

Alparslan Türkeş ve arkadaşlarına indirilen ilk darbe bu oldu.

Onlar bu teşkilâttan çok ümitliydiler. Hattâ o kadar ümitliydiler ki geleceğin Türkiyesinin nüvesini Ülkü ve Kültür Birliğinde görüyorlardı.

Fakat kısmet olmadı.

ÖNCÜ GAZETESİ

27 Mayıs hareketinden hemen sonra Alparslan Türkeş’in etrafını çeviren eski ve yeni arkadaşları onu yeni bir takım hamleler konusunda devamlı tazyiklerde bulundular. Öyle ki, bu malûm çevreler Alparslan Türkeş’in şahsında yeni bir liderin adını etrafa yaymağa ve onu Türkiyeyi kurtaracak kişi olarak tanıtmağa sistemli şekilde giriştiler.

Bu çevrelerin maksadı Alparslan Türkeş’i yeni bir maceraya itmekti ama onun bunu sezmemesine imkân da yoktu.

Sezmemesine imkân da yoktu diyoruz. Çünkü Alparslan Türkeş’in kafasının içindekileri gerçekleştirmek için onların yol göstermelerine ve akıl hocalığına ihtiyacı yoktur. Onlara nazaran mukayese kabul etmeyecek kadar bilgili idi bu konuda.

Nihayet bir gün Alparslan Türkeş’in çevresindekiler Alparslan Türkeş’i ikna ederek bir gazete çıkarmak hususunda onu harekete geçirdiler.

İşte Öncü gazetesinin hikâyesi buradan başlamaktadır.

Alparslan Türkeş Öncü gazetesinin kuruluş hazırlıkları hususunda yakınlarına gereken talimatı verdikten sonra kendisi de bizzat kuruluşla ilgilenmeye başladı. Gazetenin çıkışı mutlaka bir hâdise olmalıydı. Bunun için de büyük yatırımlara girmek gerekiyordu.

Türkeş, yakınları için otoritesini kullanarak kredi temin edebilmeleri hususunda yardımcı olmalıydı. Nitekim oldu da, Bir gün, Öncü gazetesi büyük gazetelerle basın hayatına karışıverdi.

Gazete, tutumu itibariyle Alparslan Türkeş’in çizdiği rotadan kat’iyen ayrılmıyordu. Bu rota, umumî hatları itibariyle <<İnkılâbı neticelerine kadar götürmek>> şiarında özetlenebilirdi. Ama neydi bu <<inkılâbı neticelerine kadar götürmek>> Bunu gazetenin neşriyatından ziyade Alparslan Türkeş’in ve etrafının fikriyatında aramak gerek. Öncü’de pek de ortaya atılmayan neşriyatında, sizin anlayacağınız.

Alparslan Türkeş’in Turancılık ideolojisinin yayılması için vasıtalı, vasıtasız sarfettiği gayretlere bir de Havadis gazetesi ile olan münasebetlerini ilâve etmek gerekmektedir sanırız.

Vaktiyle devrilen iktidarın sözcülüğünü yapmakta olan Havadis, Gökhan Evliyaoğlu, Hami Tezkan grupuna kalınca her şeyden önce satışın arttırılmasını gözönüne alarak inkılâba muhalefet etmeğe başladılar. Bu muhalefet o zamanlar imkânsız bir şeydi. Ama onları kim tutuyordu?

Hiç beklenmedik biri: Alparslan Türkeş.

Bir süre bu muhalefet devam etti ve sonunda hazineye intikal etmiş olan Havadis’ten Gökhan Evliyaoğlu ve etrafındakiler tasfiye edilince Alparslan Türkeş de basındaki en tesirli kollarını kaybetmiş oldu.

Böylece, bir maceranın ikinci safhası kapanmış bulunuyor.

Bu macerada bir sıra isimler zikrettik. Bunlar bugün de hayattalar. Kendilerinin tutumu bugün de değişmiş değil. Hâlâ bir şeyler yapabilmek için belki de havayı yoklamaktalar.

Bunlar bizim şimdi konumuzun dışında. Gelelim Alparslan Türkeş’e...

Türkiyeyi 1944 te bir maceraya sürüklemek amaciyle teşkilâtlanan Turancılar arasında adı geçen Alparslan Türkeş bugün de aynı fikirlere sahip midir diye bir soru atmıştık ortaya. Bizce, elde ettiğimiz bilgiye göre bu hâlâ mevcuttur ve Türkeş, fanatik fikirlerini bir kenara bırakmamıştır.

Nihal Atsız ve bir sıra Turancı ile temaslarını devam ettiren ve onların irşatlarını her hareketinde dikkate alan Alparslan Türkeş, halen Zürih’te bulunmaktadır. Orada Prof. Ali Fuat Başgil ile temastadır. Niyeti, bundan önce de açıkladığımız gibi Adalet Partisine girmek ve genel başkanlığı ele geçirerek iktidara gelmektir. İktidara gelince de, aksini söylemediğine göre, otoriter bir rejim tesis ederek nasyonal sosyalist korporatif bir devlet kurmak gayesindedir.

Bu meseleler, sanıyoruz ki Brüksel toplantılarında 14 ler arasında da konuşulmuştur. Fakat Kabibay, Şefik Soyuyüce, Erkanlı çağımızda böyle bir devletin bir milleti lâyık olduğu mevkie yükseltemiyeceğini, kişiye gerekli gelişme imkânlarını veremiyeceğini bildiklerinden Türkeş ve etrafındakilere muhalefet ettiler.

Alparslan Türkeş ve grupu, bugün, tamamiyle bir kopma olmamış olsa bile, 9 lar ile aralarında bir uçurum mevcut olduğunu biliyorlar.

Bugün memleketimizde bir nasyonal sosyalist hareket başarı kazanabilir mi? sorusuna biz hayır cevabını veriyoruz. Zira bugün hiçbir millet saf bir halde bulunmamaktadır. Ayrıca bir millet çeşitli yerlerde bulunan ırkdaşlarını bir araya toplamak teşebbüsüne girişebilir ama o toprakları ilhak etmek çılgınlığına girişemez.

Biz Alparslan Türkeş’in bu çılgınlığı yapmak isteyenlerle beraber olduğuna inanmak istemiyoruz.


GAZETELER 8 Mayıs 1965, Hürriyet, Milliyet, Yeni İstanbul, Dünya.

Seçim arifesinde partilerin güçlerini arttırmak için giriştikleri faaliyette dün bir sürpriz olmuş, fikir ve kanaat itibariyle, şimdiye kadar CHP’nin karşısında görünen eski MBK üyesi ve 14’lerden Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı ve İrfan Solmazer dün bir törenle Cumhuriyet Halk Partisine girmişlerdir. Kabibay, Erkanlı ve Solmazer’in partiye giriş beyannameleri, İnönü ile G. Sekreter Dr. Kemal Satır tarafından imzalanmıştır. CHP Genel Merkezinde yapılan törende 14 lerden Fazıl Akkoyunlu ve Numan Esin de hazır bulunmuşlardır.


ÖTÜKEN, 15 Mayıs 1965, 17. Sayı, Sahibi: Atsız.

Ötüken’den sesler:

İnad olsun diye.

Alparslan Türkeş CKMP’ye girdikten sonra Orhan Kabibay da iki arkadaşını alarak Halk Partisine yazıldı. 14 ler denilen grupun Türkeş’e karşı olanlarının en kıdemlisi olan ve 14 lerin başkanı olabilmek için stratejik, taktik ve lojistik hamleler yapan Kabibay bu son davranışıyla umduğunun tam aksini bulacak ve sırf Türkeş’e inad olsun diye giriştiği bu işten çok pişmanlık duyacaktır. Çünkü:

a) Türkeş bugün memlekette bir fikrin ve ülkünün mümessilidir.
b) Türkeş bütün memlekette İsmet Paşa ile birlikte kabul edilmiş iki siyasî liderden biridir. Kabibay sadece bir emekli albaydır.
c) Türkeş girdiği partiye kuvvet vermiştir. Daha şimdiden iltihaklar başlamıştır. Kurultaydan sonra da partinin başına geçeceği muhakkaktır. Kabibay Halk Partisine girmekle be kazandı? Hiç… Sadece üye sayısı “S” iken “S+1” oldu. O kadar.
d) Türkeş yurt içinde ve dışında tanınmış bir şahsiyettir. Kabibay’ı birkaç subaydan başka kim tanır?

Belki Kabibay da Türkeş’ten geri kalmamak için Halk Partisinin başına geçmeye çalışacaktır. Hayal bu ya… Belki de “Değişir Genel Başkan” olacaktır. Ve bu hayal gerçekleşirse bundan en çok Türkeş memnun olacaktır.


ATSIZ’IN MEKTUBU.

26 Ocak 1964

“Azizim Hacaloğlu,

Türkeş’in CKMP’ye girme işi şimdilik geri kalmış. Ben kendisini, Ankara’dan İstanbul’a geldiği gün gördüm. Bir iki saat konuştum. Bana da bir partiye gireceğini söyleyip fikrimi sordu. Ben başkan olmak ve yeni bir tüzük yapıp yeni bir ruh getirmek şartıyla girmesi lehinde bulundum. Fakat fikir sorduklarının çoğunluğu aleyhte bulunmuşlar. Bunu sonra kendisiyle konuşanlardan işittim. Bir de, fikir danıştığı arkadaşların çoğu pek dar bir zihniyetle hareket ediyor. Kimisi 27 Mayıs düşmanlığı yapmasını, kimi AP’ye girmesini, kimi din taraftarlığı bayrağı açmasını, kimi sosyalist olmasını, kimi sermayeyi korumasını istiyor ve kendi dedikleri olmazsa Türkeş’e düşman olacaklarını açıkça belli ediyorlar. Bu şartlar dahilinde Türkeş ne yapsın? Bizim halk gayet disiplinsiz ve dar görüşlü bir kütle oldu. Hem hiçbir şeye aklı ermiyor, hem de herkese akıl vermeye kalkıyor. Yalnız, inanılır bir lider arkasında gittiği zaman gizli değerlerini ortaya çıkaran bu halkla büyük işler yapmak için büyük önder olmak lâzım. Büyük önderliğin şartlarından biri de güvenilir bir arkadaş kadrosuna malik olmak. Türkeş’in en büyük talihsizliği, böyle bir arkadaş kadrosuna malik olmayışıdır. Yanında da Rifat Baykal’dan başka sağlam eleman yok. (……) biliyorsun, menfaat gördüğü zaman her ihaneti yapabilecek tıynette, aşağılık ve haysiyetsiz bir adam, (……) sosyalizm manyağı. Hiçbir şey bilmeden, her şeyi biliyorum sananların tam örneği. (……) iyi, fakat pek basit. (……) tanımıyorum ama Türkeş’in kafa dengi değil sanıyorum. Türkeş’e para yardımı yapan zenginler yok. Bu şartlarda ne yapılabilir bilmiyorum.”


Atsız’ın bu fevkâlade isabetli tahlilleri zaman içerisinde tezahür edecektir. Sosyalist olmadığı için solcular, kapitalist olmadığı için kapitalistler, din eksenli siyaset yapmadığı için siyasi ümmetçiler düşman olacaktır. Hatta, gün gelecek, siyasete pek yatkın olmayan Atsız’la da yolları ayrılacaktır.

1965’te CKMP’de Türkeş’le birlikte hareket eden dokuz kişiden Fazıl Akkoyunlu basında Orhan Erkanlı ve Mucip Ataklı’yı da içeren bir iftiradan dolayı 1967’de partiden ayrılmak durumunda kalır. Münir Köseoğlu, Şefik Soyuyüce, Numan Esin ve Mustafa Kaplan 1968’de istifa ederler. Ondörtlerden olmayan Fuat Uluç ise CKMP milletvekili olduğu sırada 1967’de istifa ederek AP’ye geçecektir. Rifat Baykal ve Muzaffer Özdağ 1969’da siyasetten ayrıldıklarını bildirmekle beraber resmi istifa tarihleri 12 Mart 1971 günüdür. İstifa tarihlerinin muhtıra gününe tesadüf etmesi çeşitli tefsirlere yol açmıştır. Dündar Taşer, MHP Genel Başkan Yardımcısı iken 1974 yılında elim bir trafik kazasında vefat eder. 1980 ihtilaline kadar Türkeş’in yanında bulunan Ahmet Er de 1992’de yollarını ayıracaktır.


AYDEMİR BALKAN, AKŞAM NÖBETİ.

Türkeş, ayrıntıyla, ıvırla zıvırla ilgilenmez, kuvvetini hissedince hemen hedefe yürümek isterdi.

---

Orhan Erkanlı, 27 Mayıs’tan dört beş gün sonra bana: “Türkeş’in liderliğini kabul edip, onun yolundan gitseydik, nasıl bir Türkiye olurdu bilemem!.. Ama herhalde bugünkü berbat Türkiye olmazdı…” demişti…

---

Numan Esin, 27 Mayıs’tan senelerce sonra, bir gün bana Türkeş için: “Kolay değil Aydemir, demişti, bu adam yirmi yıldır her gün, ama her gün, bir meydan muharebesi veriyor!..”

Hakikaten öyleydi. Bütün hayatı böyle geçmedi mi?..”


NUMAN ESİN, BİR 27 MAYISÇININ ANILARI.

Türkeş, Ondörtlerin lideri gibi başladığı bu işte sonunda yalnız kaldı ve Milliyetçi Hareket Partisi lideri olarak ölümüne kadar başarılı bir mücadele verdi. Ölümünde halkın cenazesine gösterdiği büyük ilgi, onun karizmatik önderliği ve siyasetteki sebatının ürünüdür.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

Halim Kaya

16 Ara 2024

Mustafa Çolak’ı birkaç yıl önce Samsun Türk Ocağı’nda dinlemiştim. O zaman Enver Paşa ile İttihat ve Terakki hakkında benim tarafımdan dikkat çeken bilgiler vermiş, dolayısıyla dikkatimi çekmişti.

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

16 Ara 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

28 Eki 2024

M. Metin KAPLAN

12 Eyl 2024

Nurullah KAPLAN

12 Eyl 2024

Hüdai KUŞ

22 Tem 2024

Orkun Özeller

03 Haz 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Ziyaret -> Toplam : 130,65 M - Bugn : 37370

ulkucudunya@ulkucudunya.com