21 Mayıs 1963, Talat Aydemir’in ikinci başarısız ihtilâl teşebbüsüdür. Bu olayda Türkeş, hiçbir alâkası olmadığı halde tutuklanır, sıkıyönetim mahkemesinde yargılanır, dört ay kadar askeri cezaevinde kaldıktan sonra beraat eder.
Türkeş ve Aydemir, 1958 yılında Elazığ’da tanışırlar. Aralarında dostluk tesis edilir. 27 Mayıs 1960 İhtilâlinde Aydemir Kore’de bulunduğundan, Türkeş’in teklif etmesine rağmen, diğer üyelerin kabul etmemesi sonucu Milli Birlik Komitesi’nde yer alamaz. Yurda dönüşünde yine Türkeş’in teklifiyle Harp Okulu kumandanlığına getirilir. 13 Kasım 1960’ta vefasızlık sergiler, Ondörtleri tasfiye eden ekibin yanında yer alır. 22 Şubat 1962 tarihinde başarısız bir ihtilâl denemesinden sonra emekli edilir. Türkeş sürgünden döndükten sonra karşılıklı ziyaretlerde bulunurlar. 10 Nisan 1963 günü Dikmen’de gizli bir toplantı yaparlar. Aydemir birleşerek yeni bir ihtilal teşebbüsüne girişmek düşüncesindedir. Türkeş, kendi liderliği etrafında siyasî faaliyette bulunmayı teklif eder. Aydemir bu teklifi kabul etmez. Kızılay’da çay bahçesinde ulu orta ihtilal planları yapmaktadır.
20 Mayıs 1963 günü, Türkeş evinde milletvekili ve senatör arkadaşlarıyla birlikte olduğu sırada evine gelen genç subaylar ve bir komşusu Aydemir’in darbe teşebbüsünü haber verirler. Milletvekilleri başbakan yardımcısına, o da başbakana haber verir. İnönü oralı olmaz. Hükümet darbeden zaten haberdardır. Aydemir cuntasının içinde hükümetin adamları vardır. Türkeş, olaylarla ilgisi olmadığına dair mekân şahidi göstermesine rağmen tutuklanır. Dikmen toplantısını hükümet haber almıştır. Türkeş, anılarında Cemal Tural ve İnönü’nün kendisini sürekli taciz ettiklerini söyler. Talat Aydemir, baştan sona hatalarla dolu darbe teşebbüsünün başarısızlığını Türkeş’in ihbarına bağlamaya çalışır. Türkeş ise bu iftirayı reddeder. Talat Aydemir’in en yakın arkadaşlarından idam cezası alan Osman Deniz, müebbetliklerden Bahtiyar Yalta, idam edilen Fethi Gürcan anılarında ihbar konusuna pek önem atfetmezler. Bilhassa Osman Deniz’in Türkeş ile ilgili müşahede ve söylediklerinden kendisinin değerli bir subay olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu dönem olayları genelkurmay başkanından sıkıyönetim komutanına, cumhurbaşkanından başbakanına, darbecisinden gazetecisine kadar bütün mühim zevatın ufuksuzluklarını sergilemek bakımından ibret verici bir devredir. Bunların arasından Alparslan Türkeş gibi büyük bir devlet adamı nasıl çıkmıştır, doğrusu, hayreti muciptir.
Türkeş’in CKMP genel başkanlığına aday olduğu 1965 yılında, AP yanlısı Haber gazetesinde Kürtçülükten sanık Doğan Kılıç Şeyhhesenanlı isimli bir gazetecinin, “Talât Aydemir’in İtirafları” başlıklı bir yazı dizisi yayınlanır. Bu gazetecinin işi gücü, bir süre aynı cezaevinde hapis yattığı Talât Aydemir, Fethi Gürcan ve Bahtiyar Yalta gibi ihtilâlcilerden Türkeş aleyhine bir laf koparabilmek olmuştur. Harbiyelilerin Türkeş’e tepki gösterdiğini yazmaktadır. Bunun söylediklerini, Erdoğan Örtülü isimli bir başka gazeteci de 1966 yılında yine Haber gazetesinde, “Üç İhtilalin Hikâyesi” yazı dizisinin 21 Mayıs kısmına aynen alır. Daha sonra kitap halinde basılır. Kitabın müteakip baskıları Konya’da Milli Ülkü yayınevi tarafından yapılmıştır. Talat Aydemir’in kendi notlarından oluşan hatıraları da aynı yıl kitap halinde neşredilerek gün yüzüne çıkar. Bu anılar büyük ölçüde Türkeş’i teyid etmektedir. Aydemir, sürekli arkadaşlarını itham etmekte, adeta onların ceza alması için hususu çaba sarfetmektedir. Kendisinin çok güçlü olduğuna inanmakta ve idam edileceğine asla ihtimal vermemektedir.
Erdoğan Örtülü’nün “Üç İhtilalin Hikâyesi, 13 Kasım, 22 Şubat, 21 Mayıs” kitabını kırk yıl önce alıp okumuştum. Yeşil renkli kapağın arkasında Başbakanlık Müsteşarı Kurmay Albay Alparslan Türkeş’in üniformalı bir resmi var. Sağ elinde çantası, Başbakanlık merdivenlerini hızlı adımlarla çıkarken, orada bekleşerek fotoğraf çekmeye çalışan gazetecilere selam veriyor. Yüzünde meşgul bir tebessüm. Resim altı yazısı, çarpıcı bir cümle: “Oğlunu kurban etmek isteyenlerin de bulunduğu bir ortamda; idamlar konusunda hiçbir itiraz sesi yükselmemiştir. İdamlara karşı çıkan tek ses TÜRKEŞ’in olmuştur.”
Hah ne güzel, bu kitap okunur, böyle gerçekleri cesurca ortaya koyan bir yazar muteberdir, diye düşünerek başladığım kitabın sonlarına doğru bir ibare ta o zaman dikkatimi çekmişti. “21 Mayıs 1963 ihtilâli sanıklarının tutuklu olarak bulundukları Askerî Cezaevinde en güç durumdan olan Alparslan Türkeş’ti. Özellikle Harp Okulu öğrencileri Türkeş’i rahat bırakmıyorlar, ‘muhbir, kalleş, k…’ gibi lâflar atarak onu güç durumda bırakıyorlardı.” Yani özetle diyor ki; Türkeş, Talat Aydemir’in 21 Mayıs 1963 ikinci darbe teşebbüsünü önceden haber almış, hükümete haber vermiş, o yüzden darbe başarısız olmuş, darbe sanıkları ve Harp Okulu talebeleri tutuklanmış, Türkeş’i de darbe teşebbüsüyle ilişkili olduğu iddiasıyla tutuklamışlar, cezaevinde de Harbiyeliler Türkeş’i rahatsız ediyorlarmış.
O yıllarda, 1980 darbesi sonrası, henüz Türkeş cezaevinde, anıları yayınlanmamış. Osman Deniz, Bahtiyar Yalta gibi 21 Mayısçılar da anılarını kaleme almamış. Konuyu etraflıca mukayese edecek, tahkik edecek kaynak yok. Yaşımız genç, muhakeme edecek tecrübemiz yok. Ağabeyler her biri başka alemde, danışacak büyük yok. Nihayet Metin ağabey geldi de, her hususu danıştığımız gibi, bunu da konu ettik. Gayet tafsilatıyla açıkladı. Allah binlerce kez razı olsun.
Meğer Erdoğan Örtülü isimli şahıs, başlangıçta verdiği intibanın aksine ülkücü, Türkeş sempatizanı filan değil. Solcu da değil. Daha da beteri, AP yanlısı, yani sağ denilen pislik yuvası muzır bataklığın gazetelerinde yazan bir gazeteci. Türkeş’e karşı tarafsız değildir. 1970’li yıllarda da Hür Anadolu gazetesinde komandoları bahane ederek Türkeş’le ilgili müteaddit yazılar kaleme almıştır.
Kitabının bilhassa 21 Mayıs’la ilgili kısmı gazeteci dedikodularından ibarettir. Bozacının şahidi şıracı misali, Doğan Kılıç Şeyhhesananlı isimli Kürtçü gazetecinin afaki notlarını doğrudan kitabına almış. Nasıl olduysa, Milli Ülkü yayınevi de bunu basmış. Elimdeki beşinci baskı. Herhalde yayınevi gözden kaçırdı ve hizmet ediyorum zannıyla baskı üstüne baskı yaptı. Kimse de konu üzerinde durmadı. Gerçi, o yayınevi basmasa başkası basar, ama en azından ülkücü olmayan birileri yayınladığı için, okuyucu da ona göre değerlendirip hüküm verir.
1459 adet Harp Okulu öğrencisi Talât Aydemir yüzünden hapse atılmış. Sonra da okullarından atılmış. Türkeş de Aydemir yüzünden tek başına hapiste. Yüzlerce cıva gibi genç Harbiyeli hakikaten Türkeş’e bu derece öfkeli olsa, tepkilerini daha ileri götürebilirlerdi. Yazgülü Aldoğan’ın 1986 yılında Hürriyet gazetesinde bu Harbiyelilerle günlerce süren yazı dizisi var, birinden biri Türkeş’ten bahsetmiyor. Harbiyelilerin Türkeş’e nasıl saygı duydukları aşağıda görülecektir.
Burada, yeri gelmişken, büyük ülkü adamı M. Metin Kaplan ağabeyi hasret ve hürmetle anarım. Kadim dostum Gündoğar Manga’yı da sevgi ve saygıyla selamlarım. Bu satırları okursa, şüphesiz şaşıracaktır. Bu onların şahsında, namuslu, ahlaklı, dürüst ve fedakâr dava adamlarına, gecikmeli bir hakkın teslimidir. Madem öyle, bugüne kadar niye esirgedin derse; demek ki, otuz yıl alemi seyretmek gerekliymiş, ayrıca yazıya dökmek için vesile çıkmamış diyelim.
Hamle Yayınları’na bahis konusu edilen böyle bir kitap gelmiş olsaydı, beş yüz elli sahifenin içerisinde o afaki cümlelerin yer aldığı satırları asla gözünden kaçırmaz ve ondan sonra, önüne dünyaları serseler, milyonlarca satacak, ihya olacaksınız deseler, bir daha dönüp bakmaya dahi tenezzül etmezdi. Ve o kitabı o pespaye haliyle basmaktansa, yine bütün gün simit ve çaya talim eder, akşamı da eve yayan dönerdi.
21 MAYIS 1963
21 Mayıs 1963 darbe hareketiyle ilgili aşağıdaki kaynaklardan tafsilatlı bilgi edinilebilir.
Talât Aydemir, Hatıratım.
Bahtiyar Yalta, Bir Darbeci Subayın Hatıraları.
Osman Deniz, Parola Harbiyeli Aldanmaz.
Fethi Gürcan, Ben İhtilalciyim.
Nesrin Turhan, İhtilalin Süvarisi.
Dündar Seyhan, Gölgedeki Adam.
Erdoğan Örtülü, Üç İhtilalin Hikâyesi.
Alparslan Türkeş, 27 Mayıs, 13 Kasım, 21 Mayıs ve Gerçekler.
Hulusi Turgut, Türkeş’in Anıları Şahinlerin Dansı.
Dünya, 26 Haziran 1962.
Talat Aydemir maksatlı haberleri yalanladı
Eski Harb Okulu kumandanı emekli Kurmay Albay Talat Aydemir yeni bir parti kuracağı ve Türkeş’le ilgisi olduğu yolundaki haberleri yalanlamıştır. Aydemir, <<Hiçbir partiye ne girerim, ne kurarım.>> demiştir. Eski Harb Okulu kumandanı bu şayiaların ve dedikoduların kendisini küçük düşürmek için çıkarıldığını ifade etmiştir.
Ateş, 25 Mayıs 1963.
Günün en mühim iddiası
Aydemir, Türkeş’i öldüreceğim, demiş
O da onu ihbar etmiş!
Emekli Albay Talat Aydemir’in 20/21 Mayıs gecesi bir ihtilâle teşebbüs edeceğini 14 lerden Alparslan Türkeş haber almış ve bunu bir kanalla hükûmete duyurmuştur.
Türkeş, Hindistan’dan döndükten sonra Talât Aydemir’le birkaç defa görüşmüş, bu görüşmelerden birisi şeker bayramında olmuş, Türkeş’le eşi Aydemir’in evine gitmiş, Aydemir’le eşi de, iadei ziyarette bulunmuşlardır.
Bu olaydan sonra Türkeş’le Aydemir arasında bir yakınlaşma olduğu söylenmiş, fakat Türkeş bunu kesinlikle tekzip etmiş, daha sonra da Türkeş’le Aydemir’in aralarının son derece açık olduğu öğrenilmiştir.
Türkeş’e yakın olan kaynakların verdiği bilgiye göre Talât Aydemir, Türkeş’e haber göndererek kendisini yok edeceğini bildirmiş ve tehdit etmiştir.
Pazartesi akşamı hareket henüz başlamadan önce Türkeş, Talât Aydemir’in ihtilâl hazırlığına giriştiğini öğrenmiş ve bir siyasî parti bünyesi içinde bulunan emekli bir subay arkadaşına telefon ederek <<Talât bir çılgınlık yapacak, bu mutlaka önlenmelidir. Ben de geceyi evde geçirmeyi tehlikeli buluyorum>> demiştir.
Bunun üzerine Türkeş’in kalacağı bir ev tedarik edilmiş ve kendisinden alınan bilgi Başbakan Yardımcısı Hasan Dinçer’e ulaştırılmıştır. Olay İnönü’ye telefonla ulaştırılınca, İnönü, haberin kaynağını sormuş, Dinçer, Türkeş’in böyle bir şeyden haberdar olduğunu anlatmış, İnönü de <<o halde derhal kumandanlara haber verelim>> demiştir.
Belki vicdanı sızlar diye: şehidlerin hazin töreni hapisteki Talât’a dinletildi!
20/21 Mayıs ayaklanmasının lideri Talât Aydemir, halen 28. Tümende mevkuf bulunmaktadır. Dün şehidlerin cenaze merasimi radyodan kendisine dinlettirilmiş ve gazeteler verilmiştir. Bu arada Tümen subayları kendisine hiç yüz vermemektedir.
Akis, 25 Mayıs 1963.
Talat Aydemir’le birlikte Emniyet ve Merkez Komutanlığı kuvvetleri asi Albayın suç ortağı olarak bilinenlerin tevkifine başladılar. İlk ağızda Talat Aydemir’i evinde tutan Mustafa Pakoba, Aydemir’in kayınbiraderi Nihat Oğuzer ve daha sonra da Yaşar Başaran (22 Şubatta Ankara Merkez Kumandan muavini), Emin Arat (22 Şubatçı), Şükrü İnanç (22 Şubatçı), Orhan Alpakın (22 Şubatçı) tevkif edilerek 1. Şubeye, oradan da askeri cezaevine nakledildiler.
Bundan sonra bir grup 14’lerin yakalanmasına girişildi. İlk olarak Alparslan Türkeş alındı. Sonra Rifat Baykal, Fazıl Akkoyunlu tevkif edildiler. Hiç biri mukavemete yeltenmedi. Tevkif edilmek üzere aranan Muzaffer Özdağ ise kendi ayağıyla Emniyete geldi. Cakalı bir tavırla içeri girdi. Bir taraftan gazetecilere poz verirken bir taraftan da karşısında bulunan Emniyet Müdürü Ali Ulvi Sulukioğlu’nu tanımaksızın Emniyet 1. Şube Müdürünü sordu. Sulukioğlu “Burada1 dedi. 1. Şube Müdürünün odasına giren Özdağ hışımla:
- Siz ne hakla Albay Türkeş’i tevkif ettiniz? Elinizde tevkif müzekkeresi var mı? Kanun nazarında mahkûm olursunuz, mesul olursunuz, dedi.
Bu sırada elini cebinde tutmaktaydı. Ali Ulvi Sulukioğlu ayağa kalktı ve:
- Ben Emniyet Müdürüyüm. İyi ki geldiniz. Biz de size bakıyorduk. Siz de bizim misafirimizsiniz, dedi ve sonra memurlara emir verdi:
- Beyi alın, üzerini arayın ve yukarı çıkarın.
Cakalı Özdağ birden çöktü. Hiç beklemediği bir anda tevkif edilmişti. Bu arada yakalananların evinde arama yapıldı. Ertesi gün de 11 havacı subayın lideri olarak bilinen Halim Menteş, bir ihtiyatî tedbir olarak nezarete alındı.
Ekspres Ankara, 27 Haziran 1963.
Talât Aydemir 14’lere çattı.
20/21 Mayıs olaylarına katılan sanıkların duruşmalarına bugün 09.00 dan itibaren Mamak Muhabere Okulundaki 1 numaralı Sıkı Yönetim Askerî Mahkemesinde devam edildi. Talât Aydemir, bunun üzerine bazı izahlar yaptı. Alparslan Türkeş ve 14’lerle teşriki mesai hakkında da <<14’ler bir uçak gibi yükselip yere indiler. Halbuki biz, yerde bulunan uçağınızı göklere çıkarmak istiyoruz>> dedi.
Akşam, 4 Temmuz 1963.
Emekli Albay Fuat Uluç’un ifadesi tespit edildi. Fuat Uluç, şunları söyledi:
<<Olay gecesi saat 20.30 – 21 sıralarında Alparslan Türkeş telefon etti. İhtilâl hazırlıklarını haber vererek, bunun bu gece, yarın veya daha sonraki gecelerde vuku bulabileceğini söyledi. İlgililere bildirmemi istedi. Ben, ısrarla ihtilâli kimin yapacağını sordum. İsim vermek istemedi.
Derhal Hasan Dinçer’i ve Mustafa Kepir’i parti binasına çağırdım. <Size çok önemli bir haber vereceğim> dedim. Mustafa Kepir geldiği halde, Dinçer’in gelmesi gecikti. Telefonla aradım. İsmail Hakkı Yılanlıoğlu’nun evine gittiğini, Türkeş’in Yılanlıoğlu’nu da durumdan haberdar ettiğini öğrendim. Daha sonra, Dinçer, Yılanlıoğlu ile birlikte parti binasına geldi. Kendilerine durumu anlattım. Hasan Dinçer, daha fazla tafsilat almak için Yılanlıoğlu’nu Türkeş’in evine gönderdi. Türkeş, bize aldığı haberi tafsilen anlattı. Sonra da, dört partinin müşterek bir deklarasyon yayınlamasının uygun olacağını söyledi. <Tansiyon ancak böyle düşürülebilir> dedi. Partiye dönüşümüzde, Dinçer’in telefonla Başbakanla konuştuğunu gördük. Tankların yollarda bulunduğunu ve harekatın başladığını bildirdik.>>
Alparslan Türkeş söz alarak, <<Fuat Uluç’un söyledikleri doğrudur. Yakın bir arkadaşım olduğu için, bu memlekette zuhur edecek ihtilâller hakkında benim temayülümü bilir. Burada açıklasın.>> dedi.
Fuat Uluç, <<Türkeş’in böyle bir temayülde olmadığını bilirim bunu aslâ tasvip etmez.>> dedi.
Muzaffer Özdağ da söz isteyerek şunları söyledi:
<<Fuat Uluç, Yılanlıoğlu ile birlikte Türkeş’in evinde idi. Türkeş’le beraber. Parlâmentoda dört partinin müşterek bir deklarasyon yayınlaması suretiyle, 27 Mayıs hedeflerinde birleştiklerini açıklamalarının yerinde olacağını bildirdik. Zira, biz Parlâmentoyu, her seferinde, en yetkili müessese gördük.>>
Milliyet, 5 Temmuz1963.
Sanık Fazıl Akkoyunlu, Talât Aydemir’in toplantılara bizzat katılmamış olmakla beraber, konuşulan konular hakkında bilgi sahibi olması lâzım geldiğini işaretle, bu husustaki bilgilerini açıklamasını istedi.
Talât Aydemir, bizzat katılmadığı bu toplantıların memleketin en seçkin aydınları ile yapıldığını bildirerek gizli bir mahiyeti olmadığını söyledi. <<İhtilâli 22 Şubatçılar olarak biz yaptık. 14’lerin, 11’lerin ve Dündar grubunun ihtilâl ile ilgileri yoktur>> dedi. Koordinasyon isminin, Orhan Erkanlı tarafından konduğunu bildirdi.
Akis, 6 Temmuz 1963.
Öğleden sonra Emekli Albay Fuat Uluç dinlenildi. Uluç ise meseleye bir başka noktadan girdi ve Alparslan Türkeş’in isyan hareketini kendi vasıtasıyla Hasan Dinçer ve dolayısıyla hükümete bildirdiğini ifade etti. Türkeş de söz alarak Uluç’un sözlerini doğruladı.
Milliyet, 9 Temmuz 1963.
Fethi Gürcan “Ben olsam harekâtı yönetenleri elimle kurşuna dizerdim” dedi. Fazıl Akkoyunlu da serbest bırakılanlar arasında.
Sanık Gürcan, 20-21 Mayıs harekâtının birinci derece sorumlularının Talat Aydemir, Emin Arat, Turgut Alpagut, Galip Gültekin, Mustafa Ok, Bahtiyar Yalta, kendisi, İzzet Köz, Fethi Işıklıtepe, Cemal Özdemir, Cevat Kırca ve Osman Deniz olduklarını söyledi. Rıfkı Erten ile Yaşar Başaran’ın fiilî harekete katıldıklarını, fikir karargâhında bulunmadıklarını söyledi.
Gürcan devamla, <<Eğer ben, sahibi salâhiyet olsam ve bu memlekette çöl kanunları hakim olsaydı, bu on beş kişiyi kendi elimle kurşuna dizer, bize inanarak harekâta katılan gençlere de <Bir daha böylelerinin peşinden gitmeyin der> serbest bırakırdım. Ne yapalım ki, hukuk esaslarına uygun olarak mahkeme devam etmektedir.>>
Gürcan, Türkeş ile yapılan Dikmen toplantısını da anlatarak bu toplantıya Talât Aydemir, Bahtiyar Yalta ve Mustafa Ok’un karşı taraftan ise Türkeş, Özdağ, Baykal veya Esin’in katıldıklarını, ancak, liderlik konusunda anlaşmaya varamadıklarını söyledi.
Sanık Fethi Işıklıtepe ile Cevat Kırca, Gürcan’ın kendilerinin fikir karargâhına dahil oldukları hususundaki sözlerini kabullenmediler. Bunun üzerine Gürcan ve Aydemir, kendileriyle birlikte yaptıkları toplantıları ve plân hazırlığını anlattılar. Aydemir inkârlar karşısında üzüldüğünü beyan etti.
Medeniyet, 10 Temmuz 1963.
13 Kasım’ın şifresi
Öğleden sonraki oturumda senatör Hazım Dağlı tanık olarak dinlendi. Hazım Dağlı şunları söyledi: <<Alparslan Türkeş’in faaliyetlerini, bir siyasi parti olarak takip etmekte idik. Kendisinin yakın arkadaşı Fuat Uluç, devrime sempatisi dolayısiyle, Alparslan Türkeş’in yurda avdetinde, bir partiyi tercih etmek lâzım gelirse, bunun CKMP olacağını söylemişti. Halbuki, Türkeş geldikten sonra gazetelerde başka bir partiye gireceğine dair haberler görülüyordu. Temayülâtını anlamak için bir akşam Ardıçoğlu’nun yazıhanesinde, Yılanlıoğlu, Fuat Uluç ve ben Türkeş ile buluştuk. Türkeş, suallerimiz üzerine CKMP’nin programını tetkik ettiğini ve bunu kendi çalışmalarına uygun bulduğunu söyledi. Milliyetçilik konusundaki sorularımızı da cevaplandırdı. Parti tüzüğünde yer alan milliyetçilik anlayışı ile aynı fikirde olduğunu bildirdi. <<Benim milliyetçilik anlayışım, Atatürk’ün milliyetçiliğidir. Türk milletini seven herkes Türktür, sevmiyen Türk olsa dahi Türk değildir>> dedi.
Muzaffer Özdağ şunları söyledi: <<Biz bir yurt gezisine çıktıktan sonra, fikirlerimizi halk efkârına duyurmak istediğimizi söylemiştik. Şahit de, bunu hatırlayacaktır.>> 13 Kasım hakkında da bazı izahlar yapan Özdağ, <<13 Kasımın parolası can can, işareti kocakarı idi>> dedi.
Daha sonra konuşan Fethi Gürcan, <<İhtilâlden bir gün evvel Turgut Alpagut ve Talât Aydemir’i arabası ile gezdirmişti. O zaman yapılan konuşmalara vakıftır. Şimdi, burada Alpagut’un ihtilâli sanki misafirlikte tesadüfen öğrenmiş gibi konuştuğunu görüyorum. Doğruyu söylesin>> dedi.
Talât Aydemir <<Pazar günü Turgut Alpagut’u ben bu arkadaşın arabası ile gezdirdim. Alacağı vazifeyi anlattım. Görevlendirilecek birliklerin yerlerini gösterdim>> dedi.
Bahtiyar Yalta ile Fethi Gürcan arasında, ihtilâlin karar günü hakkında bir münakaşa oldu. Yalta, harekâttan 20 Mayıs günü saat 12’de Alpagut vasitasiyle haberdar olduğunu bildirerek <<Bana, bir kelimei şahadet getirecek kadar zaman bırakmadınız, dedim>> dedi.
Talat Aydemir <<Bahtiyar Yalta’yı harekâttan haberdar etmedim. Ona Alpagut vasıtasiyle haber gönderdim. Bundan dolayı üzülmüş olduğunu şimdi anlıyorum>> dedi.
Milliyet, 20 Ağustos 1963.
Bakan, Mamak sanıklarını kurtarmak için kurulan teşkilâtın ele geçtiğini bildirdi
Millî Savunma Bakanı İlhami Sancar şu önemli açıklamaları yapmıştır: Silahlı isyan hareketinden sonra ele geçmeyen, takip edilen ve hâlen hakkında delil elde edilemeyenler bulunmaktadır. Son iki ay içinde Türk Silâhlı Kuvvetleri mensuplarından bâzılarını tahrik ederek, gizli bâzı teşebbüslerde bulunmak isteyenler Sıkı Yönetim tarafından ele geçirilmiştir. Mamak suçlularının organize ettiği bir grubun vurucu ve toplayıcı kuvvet ismi altında teşkilâtlandığı haber alınmıştır. Ancak bu hâlen tahkik safhasındadır ve mahkemeye intikal etmemiştir. Şehrimizde Mamak sanıklarını kurtarmak için teşkilât kuran bâzı şahıslar delilleri ile birlikte suçüstü yakalanmışlardır. Bu arada aşırı solcuların bâzı teşebbüsleri de görülmüş ve bunlar vesikaları ile birlikte ele geçirilmiştir. Bunların bir kısmının tahkikatının seyrine göre belki bırakılacağını, bir kısmının da tutulacağını açıklayan Sancar, Sıkı Yönetimin herşeyi hâkim marifeti ile yaptığını, basın içinde sâlim yoldan ayrılanların kanunî müeyyidelerle karşı karşıya bırakılacağının tabiî olacağını, Sıkı Yönetimin Meclisin emrinde olduğunu, bu sebeple bu müesseseyi yıpratmanın doğru olmayacağını açıklamıştır.
Yeni İstanbul, 6 Eylül 1963.
Mamak’ta karar: yedi idam, 29 müebbet hapis, 45 beraet
İdama mahkûm olanlar: Talât Aydemir, Fethi Gürcan, Erol Dinçer, İlhan Baş, Cevat Kırca, Osman Deniz, Ahmet Güçal.
Müebbet hapis: Mustafa Ok, Bahtiyar Yalta, Turgut Alpagut, Emin Arat, İzzet Köz, Galip Gültekin, Rıfkı Erten, Ziya Gökalp Pusat, Atillâ Altugan….
Beraet edenler: Alparslan Türkeş, Rifat Baykal, Muzaffer Özdağ, Fazıl Akkoyunlu…
Milliyet, 10 Kasım 1963.
Sıkı Yönetim, radyoda konuşanları ikaz etti
Türkiye Radyolarındaki seçim konuşmaları ile ilgili olarak Ankara Sıkı Yönetim Komutanı Cemal Tural dün bir bildiri yayınlamıştır. Sıkı Yönetim Komutanının 51 sayılı bildirisi şudur:
<<Bütün olan Türk milletini bölücü ve birbirleri aleyhine kışkırtıcı radyo konuşmaları yaparak kanunları ve kanunî müesseseleri tanımamazlıktan gelenler hakkında kanunî takibat yapılacaktır. İlgililerin dikkatli bulunmalarını tavsiye eder, hususiyle aziz Atatürk’ün milletçe saygı ile anılacağı önümüzdeki hafta içinde bütün konuşma ve yazmalarda aziz Atatürk’e ve yüce Türk milletine karşı daha da saygılı bulunulmasını önemle hatırlatırım.
Cemal Tural
Orgeneral
Ankara Sıkı Yönetim Komutanı>>
DÜNDAR SEYHAN, GÖLGEDEKİ ADAM.
Aydemir liderliğini ilân ederek ekip çalışması yerine kendi indî kanaatlarıyla hareket etme yoluna sapınca benim ve bir kısım arkadaşlarımın kendisine ayak uydurma imkânımız kalmadı, yollarımız ayrıldı.
Aydemir, memleket sever ve namuslu bir adamdı. Bu iki vasfı, onu hesapsız, tedbirsiz ve basiretsiz davranışlara sürüklemekten kurtaramamıştır.
21 Mayıs 1963 olaylarını incelemek ayrı bir konudur. 21 Mayıs hareketine bir kısım 22 Şubatçı katılmamıştır. Aydemir, bu harekete hazırlanmaya başladığı gündenberi, Alb. Ünsalan’ı ve bazı yakın arkadaşlarımızı tamamen karşısına almıştı. Her türlü münasebetlerimiz ve irtibatımız kopmuş bulunuyordu, o derece ki, bir gün beni ziyarete gelen Yb. Osman Deniz’e; “Talât bir ihtilâl yapsın, gelsin beni kapımın önünde kurşuna dizsin” diyecek kadar aramız açıktı.
Ama, 21 Mayıs hareketinin bastırılmasından yararlanarak tekmil ihtilâlci olarak bilinenleri temizlemeyi kendi kişiliklerinin emniyet garantisi olarak görenler bu fırsatı kaçırmak istemediler.
21 Mayıs sabahı saat 11.00 de beni de evimden aldılar.
Dört gün Emniyet birinci şubede sandalye üzerinde bekletildik. Beşinci gün bir et kamyonuyla Muhabere Okulunda bir koğuşa nakledildik. Odada bir gece yattım. Ertesi gün beni oradan da aldılar. Yalnız bir odaya kapattılar. Gece yarısı uyandırıldım. “Giyin gideceğiz…” dediler. Aşağıya indiğim zaman et kamyonu yine kapıda idi. Önünde arkasında ikişer cip… İçlerinde inzibat askerleri dolu.
Kamyonda 14’lerden Rifat Baykal vardı. Birbirimize kelepçelediler. Mamak’taki Askerî Cezaevine götürdüler. Müdürün odasında, hapishaneye giriş formalitelerinin tamamlanması sabah saatin üçünü buldu. Sonunda Binbaşı Müdür; “Gidip odalarınızı hazırlattırayım” dedi. Bir hayli bekledik. Dönünce bavullarımızı yüklendik. Demir parmaklıklar, bir demir kapı, uzunca bir koridor ve içlerinde birer karyola bulunan demir parmaklıklı bir sıra hücre… Helâları da içinde. Baykal birine, ben bir başkasına kilitlendik. Yorgunluktan ve uykusuzluktan taş gibi düştük yatağa…
Sabahleyin helâyı açtım. Tepeleme pislik doluydu… Su akmıyordu. Koridoru dolaşan nöbetçi lâf anlamamak için emir almıştı. Anlaşılıyordu, bize işkence etmek için talimat almışlardı… Ertesi gece yanımızdaki hücrelere Alparslan Türkeş, Muzaffer Özdağ ve Fazıl Akkoyunlu’yu da getirip kapadılar.
15 gün hücreden dışarı çıkarmadılar. Sonraları, 10 dakika bahçede güneşlenme müsaadesi verildi. Bir aralık ben bundan da mahrum bırakıldım. “Senin hücrenin anahtarlarını kaybettik” dediler. Üç gün sonra bulabildiler anahtarı.
Akkoyunlu kendini kaybedecek kadar hastalandı. Devamlı kusuyor kendini taştan taşa atıyordu. Doktor, hemen hastaneye kaldırılması gerektiğini söylüyordu ama, bu yetkiyi elinden almışlardı. Yerlerde sürünen arkadaşımızın hali fecîydi. Bu korkunç manzara karşısında Muzaffer Özdağ’ın kahrından hüngür hüngür ağladığı gözlerimin önünden hiç gitmez. [Sanıklardan Fazıl Akkoyunlu ve Ömer Tekebaş rahatsız olduklarından duruşmada bulunamadılar. Medeniyet, 26 Haziran 1963; Tutuklu sanıklardan Fazıl Akkoyunlu ve Nezihi Fırat hasta olduklarından duruşmaya çıkamadılar. Ekspres Ankara, 27 Haziran 1963]
Mahkemede ilk sorgum yapılırken, hücre cezasının ancak mahkûmlara uygulanabileceğini, o anda tutuklu olduğuma göre hücreden çıkartılmam için mahkemece karar verilmesini talep ettim. Mahkeme bu kararı verdi ve adlî amirliğe tebliğ etti. O gece adlî amirlik hapishane müdürüne koğuşa naklim hususunda emir vermiş. “Hazırlan koğuşa gideceksin” dediler. Henüz toplanmıştım ki nöbetçi subayı geldi. “Şimdi bizzat Örfî İdare Kumandanından telefonla emir aldım. Hücrede kalacaksınız.”
Yeniden yerleştik hücreye… Tahliye edilinceye kadar orada kaldık. Ziyaret günleri ailelerimize çektirdikleri eziyet ve cefa anlatmakla bitmezdi.
Bir memleketi işgal eden düşman bile tutukladığı kişilere böyle eziyet çektirmez. Esir kamplarında, hattâ tahşit kamplarında bize yapılan muamelelerin misallerini göstermek kolay değildir. Bir de Yassıada tutukluları 27 Mayısçılardan şikâyet ederler.
Ve bu muameleleri, 27 Mayısı hazırlayan ve yapanlara elinde yetki bulunan eski silâh arkadaşları reva gördüler.
İnsan; insana, asmaya götürürken bile, kişiliğine yakışır şekilde, insanca davranır.
Fazla lâfa lüzum yok…
OSMAN DENİZ, HARBİYELİ ALDANMAZ
Alparslan Türkeş’le Görüşme
Alparslan Türkeş’le de görüşmek ve onun da birleşmeler hakkındaki görüşlerini alma fırsatını bir gece hücresinde bir araya gelerek buldum. Bulunduğu hücrede bizler gibi diğer sanıklarla irtibatı kesilmiş bir halde tutuluyordu. Benim hücremle onunki arasında iki hücre vardı. Görüşmeyi Binbaşı Rifat Baykal ve Muzaffer Özdağ ayarlamıştı. Hücrelerimizin zincirlerle sarılı kilitleri gardiyanlar tarafından açılmıştı. Alçak sesle görüşmeye başladık. Alparslan Türkeş şöyle konuşuyordu:
- Ben bildiğin gibi 22 Şubat 1962’de yurtdışındaydım ama olayları yakından takip ediyordum. Talât Aydemir ile çok uzun geçmişimiz vardır. Birbirimizi çok iyi tanırız. 27 Mayıs’ın ilk gizli cemiyetleri içinde çalıştık. 27 Mayıs 1960’da o Kore’de bulunuyordu. Yurda döndükten sonra onu en kritik yere, Harp Okulu Kumandanlığına getirdik. En güvendiğimiz arkadaşımızdı. 13 Kasım 1960 olayında bizi enterne ettikleri zaman kendisine haber yolladım, fakat hiç kıpırdamadı. Bizi feda etti. Neyse olan oldu, ben gücenmedim. Ben Hindistan’dayken kendisiyle mektuplaştık. Aramızda bir ayrılık yoktu, fikir birliğimiz devam ediyordu. Bildiğin gibi Türkiye’ye döndük. İstanbul’da seninle ve Cevat Kırca’yla görüştük. Sizinle yaptığım görüşmeden memnun kaldım. Ankara’ya gelişimiz de sizin de katılmanızı arzuladım ama olmadı. Siz, Aydemir ile baş başa görüşeceğime dair karar almışsınız. Onun için gelmediniz. Halbuki bu yanlış bir karardı. Talât Aydemir daha başlangıçta beni ekarte etmeyi hedeflemiş. İşte Ankara’ya böyle geldik. Arkadaşlarla yapılan temaslar sonucunda Talât Aydemir ile ikili bir zirve yapılmasına karar verildi. Her iki taraftan seçilen heyetlerle Dikmen’de bir arazide bir araya geldik. Talât Aydemir heyetlerden ayrılarak ikimizin baş başa görüşmesini istedi. Niyetini biliyordum. Beni ekarte etmek! Buna rağmen baş başa oturup konuştuk. Ben birleşirsek güçleneceğimizi, çalışma ve tecrübelerimizle çok güçlü bir seviyeye ulaşacağımızı söyledim. İtidalli hareket etmemizi istedim. Talât Aydemir şöyle dedi: “Birleşmeyi ben de çok istiyorum. Ancak 13 Kasım 1960’tan bu yana Türkiye çok değişti. Siz bunlardan uzak kaldınız. Türkiye’nin şartlarını ben yakından takip ettim. Bütün bunların üstesinden ben gelebilirim. Teklifim benim başkanlığımda birleşmektir. Senin hakkında çok şeyler yazıldı çizildi. Kafatasçılığın, bozkurtçuluğun, aşırı milliyetçiliğinden Kemalizme karşı olan fikirlerine kadar… Tüm bunların üstesinden bu devrede gelemezsin. Ben Türkiye’deki ilerici güçleri sürükleyen, organize eden, güçlü bir kuvvete sahip durumdayım. Bu şartlarda en doğalı benim lider olmamdır. Bunu kabul ederseniz birleşebiliriz. Aksi halde bu görüşme burada biter.” Ben kendisine, “Böyle kesin hükümle bir yere varamayız. Bu teklifin kabul edilir tarafını göremiyorum” diye karşılık verdim. O da “O halde görüşmemiz bitmiştir. Her iki tarafa da başarılar dilerim. Yollarımız ayrıldı” dedi ve görüşme böylece bitti. İşte, gördüğün gibi, Dikmen toplantısı peşin hükümlü bir toplantıydı, kabul edilebilir bir yanı yoktu.
Türkeş’in hücresinde bizden farklı olarak bir rahle ve üzerinde okumakta olduğu belli olan bir Kuran-ı Kerim mevcuttu. Türkeş konuşmasına devam etti.
- Eğer Aydemir ile anlaşabilseydik yürütülecek olan faaliyet plânını değiştirecektim. Hindistan’dayken Türkiye’ye dönüşte uygulayacağım plânı bütün ayrıntılarıyla hazırlamıştım. Plânım Aydemir’inkinden çok farklıydı! Talât çok yanılmıştı. Onun yürüttüğü Silahlı Kuvvetlerin genç kadrolarıyla ihtilal denemesinin başarılı olamayacağını biliyordum. Bu denemeler artık geçerli değildi. Çünkü 27 Mayıs 1960 başarısı, ondan sonraki 22 Şubat 1962 denemesi, bu arada 21 Ekim 1961 protokolü ile 9 Şubat 1962 protokolü gibi başarısız faaliyetler siyasi parti yöneticileri ile ordunun üst kademelerindekileri birbirine çok yaklaştırmış ve devamlı uyanık hareket etmeye, karşı tedbirler almaya yöneltmişti. Ayrıca 27 Mayıs’ın doğurduğu sonuçlar Silahlı Kuvvetlerin bünyesinde de gruplaşmalar meydana getirmiş ve 22 Şubatçılar, 14’ler, Havacılar grubu, Silahlı Kuvvetler Birliği mensupları ve 27 Mayısçılar gibi gruplara yol açmıştı. Bu grupları birleştirmek ve bir fikir etrafında toplayarak müşterek harekete sevk etmek imkânsızlaşmıştı. Nitekim Talât bunları birleştirememişti. Talât yalnızca 22 Şubatçılar ile harekete geçmiştir ki bu yapılmış olan en büyük hatadır. Hatta bunların hepsi 22 Şubatçı da değildir. İçlerinde bizi destekleyen subaylar da mevcuttur. Onlar da yanılarak harekete girdiler. Bu hareket bunlara rağmen başarıya ulaşabilirdi ama Talât Aydemir’in basiretsizliği yüzünden iyi organize edilememiştir. Yine de söylüyorum, bütün dezavantajlarına rağmen iyi bir lider bu hareketi başarabilirdi. Ancak hareketin başarılması da yeterli değildi. Sonrası ne olacaktı. Talât Aydemir “Ben Harp Okulu Komutanı olacaktım” diye ısrar ediyor. Peki, Türkiye’nin kaderi kimlerin eline terk edilecekti? Hareket sonrası istikrar nasıl sağlanacaktı? Bütün bunlar tehlikeli bir geleceğin habercisiydi. İşte onun içindir ki Talât büyük bir gücü boşu boşuna harcamıştır. Ben kendi ölçülerime göre Talât Aydemir’in kadrosunda senden ve Fethi Gürcan’dan başka güçlü insan göremiyorum. Sizi de yaktı! Tabii küçük subaylar da pırlanta gibi… Talât’ın liderlik vasfı yoktu. Bunu çok eskiden beri bilmekteydim. Ben ona görüşmemizde söyledim, ikaz ettim: “Senin metodun iflas etmiştir. Artık silahlı bir güçle başarıya ulaşamazsın. Bu metodu değiştirmemiz lazım. Onun için de birleşmemiz lazım.” Ama o dinlemedi. Ben şimdi size ve özellikle sana üzülüyorum! Durumunuz çok ağır! İnşallah idamdan kurtulursunuz! Temennim budur.
Aramızdaki görüşme bitmek üzereydi. Daha fazla aynı hücrede olamazdık. Buna rağmen Türkeş’e aklımda düğümlenen soruyu sordum:
- Peki Albayım, sizin Türkiye’ye dönüşünüzde uygulamayı düşündüğünüz plân neydi?
- Açıkladığım gibi, silahlı bir eylem değildi. Yani 27 Mayıs gibi bir eylem düşünmüyordum. Önce güçlü bir kadro teşkil edip, bu kadroyla siyasi faaliyete girmeyi hedefliyordum. Türkiye’nin kaderine siyasi kadrolaşma ile yön verilebilir. Tabii bu siyasi kadro güçlü gruplarca desteklenecekti. Ben Talât Aydemir ile anlaşamayınca bu yönde bazı çalışmalara da başlamıştım. Şimdi biz de buraya geldik ve benim de işim güçleşti. Eğer dışarı çıkarsam, bıraktığım yerden devam edeceğim. Artık Türkiye’de hedefe siyasi kadrolaşma ile gidilebilir.
- Sizce bir parti kurmak yoluyla Türkiye’de iktidara gelinebilir mi? Politika çamuruna batınca, CHP ve AP karşısında başarıya ulaşmak mümkün mü?
- Dedim ya, hedefe ulaşmada Silahlı Kuvvetleri deneme metodu iflas etmiştir. Bunun bir diğer yolu siyasi kadrolaşma ve bu kadroyu hedefe götürecek gücü kullanmaktır.
Türkeş ile görüşmemiz burada noktalandı ve hücreme döndüm.
Türkeş’le bu görüşmemizden sonra, arkadaşlarıyla birlikte beraat edinceye kadar bir daha bir araya gelemedik. Taa ki kararların okunmasına katar…
5 Eylül 1963’te kararlar okundu. 7 kişi idam cezası almıştı. Talât Aydemir, Fethi Gürcan, Cevat Kırca, Ahmet Gücal, İlhan Berk, Erol Dinçer ve ben.
Mamak Cezaevine gruplar halinde dönüyorduk. Cezaevinde yeni düzenlemeler yapılıyordu. İdam cezası alan 7 kişi için ayrılan bir bölmede hücreler hazırlanıyordu. Bu kargaşada beraat edenler vedalaşıyordu. İşte böyle bir hengamede Alparslan Türkeş yanıma geldi ve beni bir kenara çekerek;
- Osman, çok üzgünüm. Bu sonucu beklemiyordun. Ama oldu işte. Şunu bilesin ki, henüz her şey bitmedi. Ben senin kurtulacağına inanıyorum. Senin gibi birinin idam edilmesini kabul edemiyorum. Sana şunu söyleyeceğim, senin için büyük çaba sarfedeceğim. Dilerim ki kurtulasın. İnan ki senin yanında olacağım. Özellikle senin kurtulmana çalışacağım. Şimdi müsterih ol, üzülme!, deyip vedalaştı.
- Ümit etmiyorum. Bizim işimiz bitti, Albayım. Buna rağmen ilginize teşekkür ederim, size de bundan böyle başarılar diliyorum, dedim.
Türkeş beni o günün şartları içinde teselli etmiş, içtenlikle davranmıştı. Benim kişiliğim hakkında onda bıraktığım intibanın böyle oluşunun o an için rahatlatıcı yönü elbette ki olmuştu. Kim var ki yaşayan bir varlığın canının başkaları tarafından alınmasına göz göre göre seyirci olsun? Hele siyasal nedenlerle can almak vahşetin en büyüğüdür. Bu arada şunu belirtmeliyim, Türkeş’in aşırı milliyetçilik yönü ile Turancılık karışımı ideolojik yapısını ele aldığım konuyla karıştırmamak gerek. Bu görüşler benim yapıma ters düşer.
Dediğim gibi 5 Eylül’de kararlar açıklandı:
İdama mahkûm edilenler: Talât Aydemir, Fethi Gürcan, Erol Dinçer, Osman Deniz, Cevat Kırca, İlhan Baş, Ahmet Gücal.
BAHTİYAR YALTA, BİR DARBECİ SUBAYIN HATIRALARI
Millî Birlik Komitesi’nin Oluşturulması
Tartışmalar
Millî Birlik Komitesi (MBK) için ortalıkta biri 20, diğeri 70 kişilik iki liste dolaşıyor. Tartışmalar ile uzlaşma sağlanamaz. Bunun üzerine 27 Mayıs’a kadar çalışmalarda bulunanlar, 27 Mayıs günü çalışmış olanlar ve kişisel değerleri ile göze çarpanlardan bir liste oluşturulmasına geçilir.
Türkeş ile Kabibay’ın; Talat Aydemir, Dündar Seyhan, Sadi Kocaş ve Halim Menteş’i MBK’ya önermelerine Suphi Karaman çok sert karşı çıkar. Suphi Karaman;
- Eski ihtilâlcilerin gözü karadır. Olay çıkarır, başımıza dert olurlar. Aydemir’e Ankara’da bölük vermem, Kars’ta tümen veririm der.
Bu dört subayın MBK’ya alınmamalarında, 9 subay olayından sonra yurt dışına gitmeleri ile kıskançlığın ve Komite’deki dengelerin bozulmamasının rolü olabilir.
22 Şubatçı Albayların Birbirleriyle Çekişmeleri ve Üst Kadro
Kur. Alb. Talat Aydemir eski ihtilâlcilerdendi. Dokuz Subay Olayı’ndan sonra tutuklanmaktan çekindiği için Kore’ye atanmasını sağlayarak, bir süre yurttan uzaklaşır. Bu yüzden MBK’ye üye olamaz. Talat Aydemir 27 Mayıs ihtilâline katkıları olduğu düşüncesindedir. Öne geçmek ve etkin olmak için fırsat kollamaktadır. İlk rakibi kardeşi kadar kendine yakın olan Kur. Alb. Alparslan Türkeş’ti. Aydemir’in içindeki liderlik ateşi, zamanla kor aleve döner. Bu tutumu ile iticidir, tetiktedir, kuşkucudur ve kırıcıdır. Bu nedenle her türlü birleşmeyi liderliğine karşı bir tehdit olarak görmekteydi.
E. Kur. Alb. Alparslan Türkeş ile Tanışma
27 Mayıs 1960 ihtilâlinin kudretli albayı Alparslan Türkeş, yurt dışına sürülen on üç kişinin birliğini sağlayamadan, 23 Şubat 1963 tarihinde yurda döndü. Türkeş, yandaşı birkaç 14’cü ile küçük bir grubun ve bazı gazetelerin çabalarına rağmen, umduğu gibi coşkun bir kalabalıkla karşılanmadı.
Biz 22 Şubatçılar olarak Türkeş’i Yenimahalle kavşağında karşılamayı uygun bulduk. Burada Türkeş’i karşılamaya gelenler on beş kişiyi geçmiyordu. Fethi Gürcan ve Mustafa Ok ile birlikte karşılayanlar arasındaydık.
Türkeş beni arabasına davet etti. Türkeş bana:
- Seni de Komite’ye almak istedim. Bildiğin engeller nedeniyle başarılı olmadım demesi hiç hoşuma gitmemişti. Sözünü ettiği engellerden haberim olmadığı gibi, MBK’ya davet edilmeyi de aklımdan hiç geçirmemiş ve kimseden de beklemiştim… Çünkü bunu hak edecek bir ön çalışmada bulunmamıştım. Bu açıklama bana inandırıcı gelmemişti. Türkeş ile ilk defa karşılaşıyordum… İnsanları kendine bağlamak bu kadar kolay mıydı? Politika hırsı insanları bazen kör edebiliyor…
Gazetecilerin; - Sağ kolunuzu uzatarak Ankara’yı selâmlarken fotoğrafınızı çekelim demeleri bir tuzaktı. Türkeş faşist selamı verirken fotoğrafının çekilmesi oyununa gelmedi.
– Ben, Ankara’yı kalbimle selâmlıyorum cevabını verdi. Bir muhabirin;
- Avrupa’da trafik kazası geçirmişsiniz sözüne;
- Bana çarpan çarpıldı diye cevapladı…
Türkeş’ten evi önünde yeniden görüşme ve esenlikler dileği ile ayrıldık. Kendi aramızda Türkeş konusunu görüştük. Türkeş’i basınla ilişkilerinde ve kolluk güçlerinin kovuşturmalarına karşı dostça uyarmayı uygun bulduk. Mustafa Ok ile Türkeş’i ziyaret etmemiz kararlaştırıldı. Bu maksatla Türkeş’e Mustafa Ok ile birlikte uyarı ziyaretinde bulunduk. Türkeş uyarılarımızı dinlemekten çok bizi etkilemeyi yeğledi…
Aydemir Türkeş Görüşmesi
Talat Aydemir ile Türkeş’in ziyaretini fazla geciktirmeden gerçekleştirdik. Aydemir ile Türkeş eski iki arkadaş gibi değil, birbirlerine rakip olarak soğuk ve gergindiler. Liderler statülerini koruma hesabı içindeydiler. Uzlaşmaları çok zor görünüyordu. Ancak burada Türkeş’in Aydemir’e daha diplomatça ve dostça yaklaşmayı denediğini ve fakat Aydemir’in katı tutumunu koruduğunu söylemeliyim.
İçtenlikten ve dostluktan yoksun bu karşılaşmadan, aklımda kalan şu oldu. Türkeş, Fethi Gürcan’a;
- Fethi, Ankara’yı kuşattığımızda, bu defa kimseyi kaçırmayalım diyerek, eski bir ihtilâlci olarak yeni bir ihtilâlde nasıl sert davranılacağı mesajını veriyordu.
Aynı Türkeş daha sonra 21 Mayıs 1963 hareketi sonrasında, Mamak Mahkemesi’nde ise; - En kötü demokrasi, en iyi ihtilâlden daha iyidir diyecektir.
28 Mart 1963 İhtilâl Toplantısı
Talat Aydemir ile Fethi Gürcan kuvvetler hakkında detay bilgiler vermeye başladılar.
Kurul ihtilâlin 31 Mart 1963 günü saat 23.00’te başlamasını kabul etti…
Tam hayırlı olsun diyeceğimiz ve dağılacağımız sırada, Planlama Grubu toplantılarında bir tek kelime söylemeyen, bir tek satır yazmayan ve hiçbir katkıda bulunmayan Alaylı İhtilâlci Mustafa Ok’un söz istediğini hayretle gördüm..
Mustaf Ok heyecan içinde konuşmaya başladı:
- Bu ihtilâl hareketi başarıyla sonuçlanacak. Fakat yönetimi ele geçirdikten sonra yan kuvvetler karşısında zor duruma düşülecek. İhtilâllerin bir partiye dayanılarak yapıldığı unutulmamalı. Biz bu kurala uymadığımız için ülkeyi yönetemeyiz.
Mustafa Ok bize açıkça CHP ile birlik olun diyordu.
Başta Talat Aydemir olmak üzere, orada bulunanlardan bir ses çıkmadı. Ne söyleyeceklerini ve ne edeceklerini bilemez bir hale düştüler. Nihayet Talat Aydemir:
- Tehir edelim diyebildi… Ardından;
- İhtilâl kalsın kelimeleri tekrarlandı…
Fethi Gürcan Gürledi
– Ne oldu arkadaşlar? Dilinizi mi yuttunuz? Hepiniz sustunuz… Subaylar hazır. Doğudan, İstanbul’dan gelen subaylar öbek öbek evlerde bekliyorlar. Ben bu subaylara şimdi ne diyeyim? dedikten sonra, Mustafa Ok’a yüklendi. Mustafa Ok renkten renge girerek, sesini çıkarmadan suçlamaları dinledi…
Son Uyarım ve Önerim
Mustafa Ok’un bu uyarısı üzerine, arkadaşların şaşırıp kalmaları karşısında şunları söyledim:
- Mustafa Ok’un bu düşüncelerini ilk önce Plânlama Grubu’nda söylemesi gerekmez miydi? Arkadaşlar, hepiniz bu konuşma üzerine susuverdiniz. Hepiniz endişeye kapıldınız. Sanırım sizler korkuyorsunuz. Bu tutumunuzla sizler bu işi başaramazsınız. Siz bu işten vazgeçin. Çünkü sizler ihtilâlci yüreğine ve kafasına sahip değilsiniz. İhtilâl öyle herkesin harcı, basit ve kolay bir eylem değildir. Artık askerle oynamayı bırakın. Bize ümit bağlıyan ve güvenenlere zarar vermekten kaçının. Ben bu gruptan ayrılıyorum dedim ve kalktım.
Kapıya yöneldiğimde Fethi Gürcan önüme geçti. Talat Aydemir’in bir şey dediği yok. Ayağa kalkan Emin Arat ve Fethi Gürcan:
- Biraz bekle!
Bu ısrarlar çoğalınca kaçtı denmesin diye durdum
Mustafa Ok kuyuya bir taş atmıştı. Mustafa Ok dahil kimse kuyudan taşın nasıl çıkarılacağını bilmiyordu. Tekrar konuşmaya başladım,
- Bunca hazırlıktan sonra, bu grubun ihtilâl yapacak nitelikte olmadığı anlaşıldı. Siz ancak ihtilâlci bir grupla birleşerek ihtilâl yapabilirsiniz.
- Kiminle? Sorusuna kimse cevap vermeyince...
- Türkeş Grubu cevabını verdim.
Önerim hemen aynen benimsendi. Benim Mustafa Ok ile Türkeş Grubu ile derhal birleşme görüşmelerine başlamamız ve ihtilâlin de yapılacak görüşmeler nedeniyle durdurulduğunun İstanbul’a ivedilikle bildirilmesi kararlaştırıldı.
Türkeşçiler ile Birleşme ve Görüşmelerimiz
Muzaffer Özdağ ile hemen ilişki kurduk. Ardından Mustafa Ok ile 29 Mart 1963’te Muzaffer Özdağ’ın Saraçoğlu’ndaki evine gittik. Gazi Rifat Baykal da oradaydı. Son günlerdeki olaylar onları da etkilemiş bulunuyordu. Hemen konuya girdik.
“Liderlerin birleşme düşüncelerimize engel olan tutumlarına kapılmayalım. Liderler semboldür. Asıl olan kadrodur. Kadroyu oluşturan bizler anlaşırsak, hazırlayacağımız statüye liderler uyarlarsa sorun çözülür. Uymazlarsa Yöneyim Kurulu, Başkanı kendisi seçer.
Aramızda grup çıkarı ce üstünlüğü konu olmamalı. Eşit temsil olacak. Aydemirciler, Türkeşçiler yarışına son verilecek. Kuracağımız örgüt kararlaştıracağımız adla anılacak…” dedik. Bu sürpriz girişime, Özdağ evet derken, Baykal cevabını saklı tuttu…
Türkeş ile de görüşmek isteriz dedik. Türkeş’in Bursa’da olduğunu söylediler. Derhal Ankara’ya gelmesi için mesaj gönderilmesini önerdik. İdeolojiyi (Kemalizm), statüyü ve çağdaş ulusal hedeflerle hareket plânını ertesi gün (30 Mart) görüşmek üzere, ayrıldık.
22 Şubatçıların Gözaltına Alınacakları Haberleri Gelince
30 Mart 1963 günü Muzaffer Özdağ’ın evinde bıraktığımız yerden görüşmeye başladık. Bir ara eve iki üsteğmen geldi. Muzaffer Özdağ’ın subaylarla kapı arkasında yavaş sesle konuşması dikkatimizi çekti. Muzaffer Özdağ yanımıza döndü. Konuşmayı merak etmekle beraber bir şey sormadık. Özdağ da bir açıklamada bulunmadı. Aramızdaki konuşmanın harareti düşmüş gibiydi.
Bu arada Numan Esin geldi. Numan Esin görüşmemizi bir süre izledikten sonra bize;
- Sizleri bu gece gözaltına alacakları söyleniyor dedi…
O ana kadar susan Muzaffer Özdağ önemsiz bir şeyden bahsedermiş gibi:
- Demin gelen üsteğmenler de Aydemircilerin bu gece gözaltına alınacaklarını, ne olur ne olmaz bizim de (Türkeşçilerin) tutuklanabileceğimizi düşünerek haber verdiler dedi.
Numan Esin söylemeseydi, bizi ilgilendiren bu önemli haberden muhtemelen bilgimiz olmayacaktı. Muzaffer Özdağ’ın bu tutumu dostça değildi. Politik hırsın gözleri kör ettiği, bencil ve güvenilmez bir ortam içindeydik. Görüşme ortamı yerini kaygıya bırakmıştı. Toplantıyı kestik, durumu anlamak için dışarı çıktık. Biz doğru Talat Aydemir’in yakında bulunan evine gittik. Biz haberi Aydemir’e demeden, o bize;
- İyi ki geldiniz. Birkaç saatten beri, bu gece bizim tutuklanacağımız haberleri gelmeye başladı. Ben de durumu arkadaşlarımıza duyuruyorum.
Haber Ankara’da yayıldığına göre, komplonun gizliliği kalmamıştı. Gerçekten bu gece gözaltına alma işi gerçekleştirilirse, yarın sabah Ankara allak bullak olur. Bu haberi özellikle parlamenterlere, gazetecilere ve komutanlıklarla subaylara ivedilikle duyurmalıydık.
Bu haber üzerine alınabilecek önlemleri tartıştık. Sonunda arkadaşları hareketlerinde serbest bırakmayı uygun bulduk. Kızılay ile Orduevi arasında birkaç tur atarak korkmadığımızı kendi çevremize ve komploculara göstermek için Kızılay’a çıktık.
Türkeşçiler ile Görüşmeler Sona Erdi
30 Mart 1963’te Şubatçıların gözaltına alınacakları haberi üzerine, Türkeşçiler ile görüşmemizi kestik. Anlaşma esaslarını süratle çözmek için Türkeş’in Bursa’dan Ankara’ya gelmesini söylemiştik. Yarıda bırakılan toplantının devamı için Rifat Baykal’dan olsun, Muzaffer Özdağ’dan olsun, hiçbir ses çıkmadı. Neden görüşmelere devam edemeyeceklerini söylemediler. Ancak Muzaffer Özdağ’a olan güvenimizin sarsıldığını söylemeliyim.
Dikmen Toplantısı
Türkeş Grubu ile 10 Nisan 1963 günü Dikmen kırsalında buluştuk. Biz Talat Aydemir, Mustafa Ok ile birlikte üç kişiydik. Türkeş Grubu da Alparslan Türkeş, Gazi Rifat Baykal ve Muzaffer Özdağ ile üç kişiydiler.
Talat Aydemir ile Alparslan Türkeş’in bir köşeye çekilerek, baş başa görüşmelerinden çok rahatsız olmuştum. Fakat arkadaşlardan bir ses çıkmayınca, uyarı ve eleştiri ile öneriyi uygunsuz buldum. Liderler yanımıza dönünceye kadar biz de aramızda hiç konuşmadık. Çok geçmeden liderle asık yüzle döndüler…
Talat Aydemir;
- Türkeş’e Turancı, tutucu tanındığını, aksini söylemediği sürece birleşemeyeceğimizi söyledim dedi.
Alparslan Türkeş de;
- Askerlikte üç kişi bir araya gelirse biri komutayı ele alır. Aydemir ile anlaşamadık dedi.
Evet ikisi de farklı nedenlerle anlaşamadıklarını söylediler. Bu toplantının ifade edilmeyen tek konusu vardı. O da liderlikti…
Seyhan’ın Yazıhanesinde Yaptığımız Toplantı
11Nisan 1963’te Selçuk Atakan’ın ricası üzerine, Emin Arat ve Mustafa Ok ile birlikte Dündar Seyhan’ın yazıhanesine gittik. Kokteyl Grup ile toplandık.
Doktrin ve ihtilâl üzerinde kolayca uyuşuldu. İhtilâl karargâhında her grubun ikişer kişi ile temsil edilmeleri önerildi. Bu durumda ihtilâlin ana grubu olan 22 Şubatçılar iki kişi, Kokteyl Grup (11’ler, 14’ler ve Komiteciler) ise altı kişi ile temsil edilecekti. Tasfiyemizi öngören bu demokratik önerinin tarafımızdan kabul edilmesi söz konusu bile olamazdı.
Bu toplantı da başarısızlıkla sonuçlandı…
Bugün Görünmeyen Mustafa Ok – 20 Mayıs 1963
Saatlerin su gibi aktığı bugün, nedense Mustafa Ok hiç görünmedi. Hâlbuki evlerimiz çok yakındı. Mustafa Ok hemen hemen her gün uğrardı.
Kur. Alb. Alparslan Türkeş ile Kur. Yzb. Muzaffer Özdağ’dan sonraları Mamak Askerî Cezaevi’nde aldığım bilgilere göre Türkeş, Mustafa Ok ile bana;
- Talat Aydemir’in yapacağı ihtilâle benim katılmamam için sözlü bir mesaj yollamış, fakat Mustafa Ok bu mesajı bana bildirmedi.
Mustafa Ok bana haber vermemekle, hem kendisi ihtilâlin riskine girmeyecek hem de ihtilâl başarılı olursa benim vasıtamla ihtilâlle ilişkiye geçmeyi hesaplamış olmalı. Ne kadar zeki bir insan. Vicdan mı? Onu geçiniz…
20/21 Mayıs 1963 gecesi Mustafa Ok’un KHO’ya çıktığını görenler vardır. İhtilâlin kötüye gittiğini görmesi üzerine, okuldan evine dönen Mustafa Ok’un ilk işi hemen komşularını evine toplamak olur. Komşularına;
- Adım 22 Şubatçıya çıkmıştır. Görüyorsunuz ben evimdeyim ve ihtilâlle hiçbir ilgim yok. Tanıklarım sizlersiniz… der.
Evet Mustafa Ok “köşedeki bakkal kadar” ihtilâlden habersiz bir insandır artık. Mamak’ta Askerî Mahkemede böyle ifade verecektir.
Ciddiyetten Uzak Harekât
Harp Okulu’na doğru çıkıyoruz. Okula yaklaşınca durduk. Etraf sessiz. Yalnız nöbetçiler ayakta. Turgut Alpagut:
- Plana göre öğrencilerin, okula sızan genç subaylar tarafından fidanlığa çıkarılmaları gerekiyordu, dedi.
Fakat öğrencilerden hiç kimse fidanlıkta yoktu. Okul ışıklarını söndürmüş, sessizliğe gömülmüştü.
Harbiye’den Genelkurmay’a oradan 229. Piyade Alayı kışlasına doğru gittik. Kışlada hareket yoktu. Tekrar Harbiye’ye dönüyoruz. Tam o sırada radyodan yükselen Harp Okulu Marşı duyuldu. Marştan sonra ihtilâl duyurusu verilmeye başlandı. Etraf hâlâ sakindi. Okulun önüne geldik. Harbiye’den gene çıt çıkmıyordu. İhtilâl duyurusuna rağmen okul harekete geçmiyor, okulu harekete geçirecek olanlar da ortada görünmüyorlardı.
Böyle plansız ve savruk ihtilâlden hayır gelmez.
Beklemekten sabrımızın tükendiği ve tam da oradan ayrılacağımız sırada karanlık fidanlığın içinden E. Yzb. Tevfik Saltoğlu çıkarak yanımıza geldi.
– Sizi bekliyoruz. Öğrenciler sizi görmedikçe çıkmıyorlar deyince, çaresiz araçtan indim. Tek ve baş sorumluymuşum gibi… Turgut Alpagut’a dönerek;
- Anlaşıldı iş başa düşüyor dedim ve asfaltın ortasında kendimi göstere göstere nizamiyeye bizi tutuklama olasılığı olan nöbetçilere doğru bir yanımda Turgut Alpagut diğer yanımda Tevfik Saltoğlu yürüyoruz.
Nöbetçiler hiçbir harekette bulunmadılar. Nöbetçi subayının odasına girdik, soran yok. Öğrencileri nasıl harekete geçireceğimizi tasarlarken, iç avlunun çift kanatlı büyük demir kapısı saat 00.30 sularında gürültü ile açıldı. Öğrenciler heyecan içinde zapt edilemez coşkun bir sel gibi okulda dışarıya çıkmaya başladılar.
Bu sırada uzun boyu ile bir elinde tabancası, diğer elinde şapkasını sallayarak;
- Aslanlar yaşayın! diye haykıran Fethi Gürcan’ı gördüm. Öğrenciler Fethi Gürcan’ı kucaklıyorlardı. Dayanamadım;
- Fethi, kutlamaların sırası değil. Tanklar aşağıda korumasız tek başlarına, hemen harekete geçin! dedim. Okula sivil gelen emekli subaylar hemen orada yanlarında getirdikleri üniformalarını giydiler. Ben emekliydim, sivil gelmiştim ve sivil devam edecektim.
Öğrenciler okulun dışına çıkmışlardı. Fakat onları bir düzen içinde harekete geçirecek subaylar, lider ve karargâhtan hiç kimse ortalıkta görünmüyordu. Bu akıl almaz gecikmenin, ihtilâle ne kadar zarar verdiğini söylemeye gerek yoktu. Bütün fırsatlar birer birer elden kaçıyordu. Başarılabilecek bir ihtilâl kaybedilmeye doğru hızla yuvarlanıyordu.
Üniformasını giyen Turgut Alpagut’a;
- Albayım plânınıza göre öğrencileri harekete geçirin. Çok gecikildi. Niye bekleniyor, neden harekete geçilmiyor? dediğimde Turgut Alpagut;
- Yalta ben plânı bilmiyorum deyince, haykırmamak için kendimi zor tuttum. Yakınmanın sırası değildi, zaten yararı da yoktu. Şimdi önemli olan derhal işe başlamaktı. Görevim değilken, hesapta olmayan komuta boşluğu nedeniyle, inisiyatifimle sorumluluk yükleniyordum.
- Albayım öğrenci birliklerini hemen Bakanlıklar, Radyoevi, Merkez Komutanlığı, PTT Ulus mihveri üzerinde görevlendirelim. Komutan ve plânı bilen karargâh sorumluları gelince gerekli ayarlamaları yaparlar. Göze ilişen subaylara saat 01.00 sularında; Yzb. Nihat Çonguroğlu’na Bakanlıklar, E. Yzb. Tevfik Saltoğlu’na Radyoevi ile Merkez Komutanlığını, P. Tğm. Metin Akpınar’a Konya Eskişehir kavşağını, Tğm. Remzi Kılıç’a Saraçoğlu Mahallesi’ni, Tğm. Aycan Ünlü’ye Tandoğan Kavşağı’nı tutma görevi verilir.
Talat Aydemir Nihayet Göründü
Öğrenci bölükleri Bakanlıklar ile Ulus’a doğru giderlerken, Talat Aydemir tek başına, yokuş yukarı yürüyerek okula geliyordu… Nöbetçi subayları onu nizamiyede karşıladılar. Selâmladılar. Ortalıkta coşku yoktu. Durgun fakat gergin bir hava esiyordu.
Henüz ihtilâlin başarısını gösteren üst düzeyde katılımlar olmamıştı. Bütün bu can sıkıcı saptamalara rağmen, ben Talat Aydemir’in gelmesinden memnun olmuştum. Çünkü işlerin yoluna sokulacağını ümit ediyordum.
Talat Aydemir nizamiye önünde etrafını alan birkaç subaya;
- KHO Komutanı benim, benden emir alacaksınız. Talat Aydemir’in yanında ne kurmay başkanı, ne karargâh subayları, ne de emir subayı vardı. Karargâhsız Talat Aydemir ihtilâl hareketini nasıl yönetecekti…
Aydemir toplanabilen birkaç subaya; Mustafa Pakoba’ya santral ile ilgilenmesini, Okul bağlı birliklerine E. Yb. Hakkı Sümer’in ve Okul nöbet işlerine de Okul Nöbetçi Subayı Top. Yb. Behzat Tanır’ın bakmasını emretti.
Talat Aydemir ihtilâl harekâtı ile ilgili tek kelime söylememişti.
Yanında E. P. Alb. Tevfik Ünlüer, E. P. Alb. Cahit Aksoy ile Deniz Yüksek Mühendisi Alb. Galip Gültekin’den başka kimse yoktu. Bu subaylar o gece Talat Aydemir’in yanında oturmaktan başka hiçbir şey yapmamışlardı.
Kur. Alb. Turgut Alpagut, Talat Aydemir ile yüz yüze gelmekten kaçınıyor. Talat Aydemir de Turgut Alpagut ile konuşmuyor, bana da soğuk davranıyordu. Talat Aydemir herhalde harekâtı tek başına yürütebileceği düşüncesinde idi.
Talat Aydemir üç albayla yerleştiği büyük odanın masası üzerine koyduğu radyodan duyurusunun tekrarlanmasını renk vermeden dinliyordu.
Burada radyo dinlemek yerine ihtilâl birliklerini yakından izlemek daha doğruydu. Bu düşünceyle Talat Aydemir’in odasından çıktım. Nizamiye önünde duran Turgut Baransel’in arabasına binerken aniden Turgut Alpagut da ortaya çıktı ve o da benimle beraber arabaya bindi. Genelkurmay ile Hava Kuvvetleri kavşağına geldiğimizde yol kalabalıktan tıkanmıştı. Ortalıkta düzeni sağlayacak tek bir subay yoktu.
Hava subayları, sanki hepsi Harbiyelileri kucaklamaya çıkmışlardı. Karışıklık, zayıf komutayı daha da işlemez hale getirmişti. Az ötede Fethi Gürcan Hava subaylarıyla konuşuyordu. Öğrenciler cephane istiyorlardı. Kavşaktaki kalabalığın dağıtılmasını istediğimde, Fethi Gürcan sihirli değneği ile trafiği açıverdi. İhtilâl sırasında yiğit, yurtsever ve askerliğe aşık Fethi Gürcan’ı bu gece ikinci görüşümdü. 22 Şubatın atak üsteğmeni Erol Dinçer ihtilâlin başarısı için canla başla çalışıyordu.
Hava subaylarından tanıyanlar etrafımı çevirdiler. Benden görev istiyorlardı. Ben de ancak;
- İhtilâle taraftarsanız, çalıştığınız birimlerde ihtilâli destekleyin. İhtilâle katkıda bulunun. Gün ışıyınca isteklerinizin karşılanması dikkate alınır, diyebildim. Çünkü o sırada belirli bir görevim yoktu. Buradaki kargaşa düzene girince Turgut Alpagut ile Harp Okulu’na döndük.
Şehre inince aklım Harp Okulu’ndaki komuta boşluğunda, Harbiye’ye çıkınca bu sefer de aklım birliklerde kalıyordu. Yapılan hatalara çok şaşıyordum.
Genelkurmay Başkanı General Cevdet Sunay yabancı konuğu Genelkurmay Başkanı’na 20/21 Mayıs gecesi orduevinde resmî yemek veriyor. Kendisine, Talat Aydemir’in bu gece ihtilâl yapacağını haber veren subaya General Cevdet Sunay’ın;
- Sus! Ortalığı telâşa verme! Onlar ihtilâl değil, Danıştay’da açtıkları dâva ile orduya geri dönmeyi düşünüyorlar. Biz de dönüşlerini önlemeyi düşünüyoruz, diye çıkıştığı işitilir.
E. Kur. Alb. Alparslan Türkeş’in 20/21 Mayıs hareketini hükûmete ihbar etmesine rağmen Hükûmetçe dikkate alınmadığı kesinlik kazanır. (Sıkıyönetim Askerî Mahkemesi’ndeki Alparslan Türkeş’in açıklamalarından) Haberler önemsenip araştırılsaydı, darbeyi garnizonda alınacak önlemlerle anında söndürmek, olası ve çok kolay olurdu.
Aydemir yazdığı ihtilâl bildirisini Emin Arat’a gözden geçirmesi için verir. Emin Arat bildiriye Kemalist görüşü ve polisin görevini sürdürmesini ekler ve duyuruyu Talat Aydemir’e verir.
Talat Aydemir Osman Deniz’in ve yakın çevresinin (Mustafa Pakoba, Rıfkı Erten, Fethi Gürcan, Galip Gültekin) önerileri ile bildirinin altına kendi adını yazar. Bu gençlerin bir bölümünü memnun edebilirdi. Fakat ordunun özellikle üst kademesinin tepksini çekecekti…
Bnb. Necmi Acar Merkez Komutanlığının en güçlü İnzibat birliğinin komutanıdır. İnz. Alb. Yaşar Başaran tarafından Bnb. Necmi Acar Radyoevi’ni ele geçirmekle ve ihtilâl bildirisini yayınlatmakla görevlendirilir.
Bnb. Necmi Acar kimseye hiçbir bilgi vermeden, ani olarak ihtilâle katılmaktan vazgeçer ve bu gelişme üzerine, Ankara ile İstanbul ihtilâl gruplarının bekledikleri ihtilâl duyurusu vaktinde yayınlanamaz. Bnb. Necmi Acar’ın sözünden dönmesi ile ihtilâl ilk darbeyi almış olur.
Radyoevi’ne Alb. Yaşar Başaran ile Ütğm. İlhan Baş tanklarıyla gelirler. Kolaylıkla Radyoevi’ne bir mukavemetle karşılaşmadan girerler. Ütğm. İlhan Baş mikrofonun başına geçer.
Radyo duyurusu ile ihtilâli haber alan subaylar, harekete geçerler. Çoğu görev yerlerine, bir kısmı da KHO’na koşarlar.
Tümen Kurmay Başkanı Kur. Yb. Ali Elverdi Radyoevi’ne gider. Ortalık sakindir. Radyoevi’nin önünde iki tank durmaktadır. Radyonun kapısında hiçbir nöbetçi yoktur. Kur. Yb. Ali Elverdi elini kolunu sallayarak kolayca içeri girer. Kısacası kritik radyo harekâtı çok hafife alınmış, görevliler Radyoevi’ni hiç düşünmemişlerdi.
Alb. Yaşar Başaran ile Radyoevi’nde karşılaşan Ali Elverdi;
- İhtilâl başarılı olsun, der. Ali Elverdi’den kuşkulanan Yaşar Başaran, Ali Elverdi’nin tabancasını alarak Binbaşı’yı üst katta caddeye bakan bir odaya kapatır. Fakat Başaran, kuşkulandığı Elverdi’nin kapısına bir nöbetçi koymaz ve kapıyı da kilitlemez.
Anonstan sonra, Radyoevi’ne gelen İnzibat birliğinin dışarıda beklediğini gören Ali Elverdi inzibatlara pencereden tutuklandığını ve onu kurtarmalarını el işaretleriyle anlatır.
İnzibatlar ürkerek girdikleri Radyoevi’nde hiçbir güvenliğin alınmadığını hayretle görürler. Kurtulan Ali Elverdi inzibatlarla yayın odasına girer. Yayın yapan İlhan Baş’ı tutuklatır ve mikrofonun başına kendisi geçer. Bu yayın üzerine halk şaşkına döner. Ankara ve İstanbul’daki ihtilâlciler karşı kuvvetlerle hiç karşılaşmadan, bir karşı anonsla panikleyerek hızla kışlalarına dönmeye başlarlar. Yani Aydemir, ihtilâli bir karşı anonsla kaybediyordu.
Karşı anons üzerine Fethi Gürcan ve Erol Dinçer hemen Harbiyeli bir grupla Radyoevi’ne koşarlar. İnzibatların zayıf ateşinden sonra Harbiyeliler Radyoevi’ne girerler. Ali Elverdi’yi yaka paça yayından alırlar. Can derdine düşen Ali Elverdi bu kez;
- Ben sizin olduğunuzu bilmiyordum. Özür dilerim. Ben Tümen’in Kurmay Başkanıyım. Müsaade edin yeni bir yayınla büyük hatamı gidereyim. Birliklere ihtilâlcilerin yanında yer almalarını söyleyeyim, der
Maalesef bu önerinin önemi o anda kavranamaz. Karşı anonsu yapana ihtilâl anonsu okutularak, panikleyen ihtilâlcilerin bozulan moralleri yerine gelebilirdi. Ali Elverdi’ye;
- Senin cezanı ihtilâl karargâhı verecek derler ve Talat Aydemir’in yanına KHO’na götürürler.
Burada tam panik içinde ayakta zor duran Ali Elverdi, Talat Aydemir’in ayaklarına kapanarak; hata ettiğini yana yakıla anlatarak, telefonla garnizon birliklerine ihtilâlin yanında yer almalarını söyleyerek, ihtilâle yardımcı olmasına fırsat verilmesi için yalvarır. Harbiyeliler;
- Komutanım bu haini konuşturmayın, vuralım… derler.
Talat Aydemir;
- Hayır! Onun cezasını İhtilâl Konseyi verecek, der. Ali Elverdi’yi kızgın Harbiyelilerin elinden kurtarır.
Fakat Ali Elverdi’nin Garnizon birliklerine telefonla karşı anons yaparak ihtilâle katılmalarını söylemesi niye istenmez… Bu öneriye kimse önem vermez… İşler rayından çıkmaktadır…
Ankara Garnizonundan KHO, 229. Piyade Alayı, Süvari Grubu, Zırhlı Tugay ve Tank taburları harekete geçmişlerdi. Ancak bu kuvvetlere komuta edecek yeterli subay yoktu. Harekât birkaç yüzbaşı ve birkaç teğmen, üsteğmen, takım komutanına kalmıştı.
Sokaklarda görünmek sonuç almaya yetmedi. Kurumlar ele geçirilmez ve kritik personel hızla toplanmazsa amaca varılamaz. İş uzadıkça, çok duyarlı olan bulunan ihtilâlci birliklerin paniğe kapılma olasılıkları da artar.
Turgut Alpagut, Talat Aydemir ile karşılaşmak istemediği için Talat Aydemir’in odasına girmiyordu. Talat Aydemir’in odasına girdiğimde; hüzünlü ve endişeli, ağır bir hava ile karşılaştım. Odadakiler yığılıp kaldıkları koltuklarda sessiz oturuyorlardı. Radyonun kapatılmış olması dikkatimi çekti. Kaygıyla;
- Radyoyu niye kapattınız? diye sormam üzerine Talat Aydemir masa üzerinde duran radyoyu isteksiz bir şekilde açtı.
Radyoda Hükûmet yanlısı bir duyuru yayınlanıyordu. Eyvah! Şimdi patlak verecek olan panik harekâtı alt üst edecekti. Ortada henüz hükûmetin etkin bir hareketi yokken, darbe radyo yayını ile kaybediliyordu.
Radyo elimizden çıkmıştı. Talat Aydemir’in odasında bulunanların karamsarlık içinde oturmaktan başka bir şey yapmamaları üzerine;
- Komutanlar, oturmanın sırası değil. İşlere hemen dört elle sarılma vaktidir, dedim. Durumu kurtarmak için etkili bir girişimde bulunmak gerekiyordu. Bunun için bizden yana olan birlikleri bilmeliydim. Talat Aydemir’e;
- Albayım hangi birlikler elimizde soruma, Talat Aydemir cevap vermedi. Bunun üzerine;
- Genelkurmay Kışla Komutanlığı bizden yana mı? soruma;
- Yalta! Bana bir şey sorma! Koş bir şeyler yap! demesi yüreğimi sızlattı.
- Albayım 229. Piyade Alayı kimden yana? demem üzerine, Talat Aydemir;
- Biraz evvel Alay’ın Yargıcı Ütğm. Ziya Gökalp Pusar geldi. Alay bizim elimizde dedi.
- Albayım ben 229. Piyade Alayı’na gidiyorum diyerek hemen dışarı çıktım.
Evet işe yarar bir şeyler yapmalıydım. Fakat panik içinde kışlalarına dönen birlikleri yeniden ateşleyerek görev yapacak duruma sokmak olanaksız görülse de deneyecektim.
229. Piyade Alayı bizim elimizdeyse, görev başarma yeteneğine demekti. Kestirmeden hızla Alay’a doğru hareket ettim. Nizamiye’de duran Tayyar Baransel’in arabasına yöneldiğim sırada karşıma gene Turgut Alpagut çıktı.
229. Piyade Alayı’nın bulvara açılan nizamiyesine geldiğimizde geri çekilen piyade ve süvari birlikleri içinde kaldık. Bulvarın açılmasını bekliyoruz. Hızlı hareket edelim derken olmadık aksiliklerle zaman kaybediyorduk. Bir defa işler ters gitmesin. Nihayet yol açıldı. Fakat bir manga bulvarı keserek denetlemelere başladı. Sırım gibi bir kıt’a çavuşu önümüzde durdu.
Alay Komutanı Yardımcısı P. Yb. Kazancı sallanarak yanıma gelince;
- Yarbayım ne oluyor? Niye geçmemize engel oluyorsunuz? demem üzerine Yarbay şaşırır gibi oldu. Askerlere;
- Yolu açın! dedi. Uyanık Kıt’a Çavuşu ise;
- Komutanım bunlar ihtilâlci. Arkada bir subay ile Harbiyeli oturuyor. Bırakmayalım Komutanım! deyince Yarbay uyandı. Askerlere;
- İndirin, tutuklayın, Alay’a götürün! demesi ile ihtilâle devam etme düşüncem tutuklanmamız üzerine sona erdi. Bize bağlı olduğu bildirilen 229. Piyade Alayı Radyo’nun el değiştirmesi ile kışlasına dönmüş ve karşımıza geçmişti. Böylece kendi ayağımızla tuzağa düşmüş olduk.
229. Piyade Alayı Nöbetçi Amiri’nin odasına alındık. Üstümüzü aramadılar. Kimliğimizi bile sormadılar. Subaylar telâş içinde kışlada koşuşturuyorlar. Bir ara Yarbay Kazancı yanımıza geldi. Bizi hemen odadan çıkardılar. Karargâhta ayrı odalara kilitlediler. Tutuklanmıştık. Tuvaletten KHO’nun bulunduğu sırt görünüyordu. Fakat gecenin karanlığında hiçbir şey fark edilmiyordu. Gün ışıyınca 229. Piyade Alayı’nın açılmış ve yayılmış olarak KHO’na doğru ağır ağır ilerlediğini görünce kahroldum. Bu manzarayı görmektense ölümü tercih ederdim. En çok Talat Aydemir ile Fethi Gürcan’ı merak ediyordum. KHO öğrencilerinin karşılaştıkları olaylar yüreğimi dağlıyordu.
21 Mayıs 1963 gün ağarırken Piyade Alayı’nda hareketlenme arttı. Çok geçmeden bizi hatırladılar ve karargâhtan dışarı çıkardılar. İki jip birkaç adım ötemizde durdu. Bize kelepçe vurmadılar. Merkez Komutanlığına alındığımızda ortalıkta nöbetçi erlerden başka kimseyi göremedik. Bizi önce bodrum katında küçük bir odaya aldılar. Bir müddet sonra Turgut Alpagut’u götürdüler. Daha sonra saat 09.30’da beni aldılar. Zemin katta, parka bakan bir odada, olayla ilgili bildiklerimi söylemem istendi. Beş altı satırlık bilgi verdim.
Saat 20.00’de Turgut Alpagut, Rıfkı Ertem ve beni cezaevinin kapalı aracına bindirdiler. Burada da kelepçe vurulmadı. Araç durduğu vakit kapının açılması ile Necatibey Caddesi’nde, Çankaya Polis Karakolu önünde durduğumuzu gördük.
Fazla beklemeden arabaya Talat Aydemir, Emin Arat, Yaşar Başaran, Mustafa Pakoba, Şükrü İnanç, Orhan Alpakın ve iki polis bindi. Bize çok uzun gelen bir yolculuk yaptık. Polisler, Aydemir’e hiç çekinmeden;
- Ah olmadı Albayım. Yoksa herkes arkanızdaydı. Şimdi kabaranlar sabah ayaklarınıza kapanacaklardı diyorlardı.
21/22 Mayıs1963 gecesi saat 23.30’da Mamak Askerî Cezaevi’ne vardık. Arabada bekletiliyoruz. Şımarık Havacı bir astsubay, ikide bir kapıyı açıp, kurşuna dizileceğimizi ihsas etmeye çalışır gibi tabancasını bize doğrultarak sayım yapıyor. Aklı sıra bizi korkutmak istiyor. Saat 01.10’da cezaevine alındık. Nihayet dar bir koridorda sıralanan, önünde nöbetçiler bulunan hücrelerimize saat 02.30’da kilitlendik.
Tek kaldığımız hücrenin eni 2,5, boyu beş adım kadardı. Hücrelerin koridora bakan tarafı demir parmaklıydı. Demir parmaklı kapı devamlı kapalı tutuluyordu. Hücrede çok düşük voltajlı bir lamba gözleri rahatsız edecek kadar az ışık veriyordu. Haki renkli yastık ve yatak, terden ve tozdan muşambaya dönmüştü. Kıtık yatak âdeta çakıl taşları üzerinde yatıyormuş gibi rahatsızlık veriyordu.
Kötü ve ağır kokusu olan hücrede epey dar bir bölme tuvalet ve lavaboya ayrılmıştı. Aylarca kalacağım hücre buydu…
22 Mayıs 1963 günü sorgular başladı. Sorguya ilk önce Talat Aydemir’i çağırdılar. Epey bekledikten sonra Talat Aydemir aramıza sorgudan memnun olmuş gibi döndü.
– Arkadaşlar! Ben her şeyi söyledim. Onlara üçbuçuk kişi olmadığımızı anlattım dedi. Anlaşılan konuşmaktan başka yapacak bir işimiz kalmamıştı. Bizim burada her şeyi açıklamamız dışarıda kalanları paniğe ve bize karşı güvensizlik duymaya sürüklemez miydi?
Ne kadar çok kişi gözaltına alınırsa o kadar iyi olacağı sanılıyordu. Oysa gerçek hiç de öyle değildi. Dışarıda tutunacak bir dal, bize yardım edebilecek sağlam adamlar bırakmamakla ne elde edecektik. İtiraflarla, taraftarları bulunmayan, dostsuz, yalnız ve zayıf bir grup haline düşürülüyorduk.
P. Yb. Rıfkı Erten de sorgudan hücreye güle oynaya döndü. On sekiz sayfa ifade vermekle övünüyor, yiğitçe bir iş yaptığını sanıyordu. Bu hesapsız konuşmaların ilerde çok zararını görecektik.
23 Mayıs günü savcıya gitmek üzere saat 11.00’de uyandırıldım. Savcı Bnb. Turgut Akan’dı; ben, “KHO’na çıktık. Harekâtı izledim. 229. Piyade Alayı önünden geçerken yolu kesen askerler tarafından tutuklandık. O andan itibaren harekâtla her türlü ilişkimiz kesildi.” dedim. Savcı yarım sayfa bile tutmayan ifademden hiç memnun kalmadı.
– Konuşmamakla siz zararlı çıkarsınız. Çünkü arkadaşlarınız onlarca sayfalık ifadelerinde sizden çok söz ettiler. Hep sizin adınızı verdiler.
Savcı masasının üstünde duran sayfalar dolusu ifadeleri göstererek:
- Talat Aydemir, Turgut Apagut, Rıfkı Ertem her şeyi anlattılar. Siz bu açıklamaları cevaplamayacak mısınız?
- Ben sizin yardımcınız değilim. Arkadaşlarım hakkında konuşmam,
dediğimde, Turgut Akan; “O vakit siz duruşmalarda sürpriz iddiaları cevaplamak zorunda kalırsınız” dedi. “Duruşmalarda gereken cevapları veririm” dedim. Savcı Turgut Akan; “Peki, ifadenizi imzalayın” dedi. Sonra bana içtenlikle; “Başarsaydınız neler yapacaktınız” diye sorunca; “Söyleyeceklerimi duruşmalarda kullanmaya kalkmayacağınıza şeref sözü verirseniz, ana başlıklarını söylerim” dedim. Turgut Akan; “Aramızda kalacak” deyince Kemalist Doktrin’den, iç ve dış siyasetteki görüşlerimizden söz ettim. Savcı kahve ikram etti. Açıklamamı dinlerken yer yer hüzünlendiğini fark ettim. Savcı Bnb. Turgut Akan sözünde durdu. Duruşmalarda özel olarak söylediklerimden yararlanmaya kalkmadı.
28. Tümen ve Garnizon Komutanı General Nuri Hazer
3 Haziran 1963 sabahı Ankara Garnizon Komutanı General Nuri Hazer hücrelere bizleri görmeye geldi.
General Nuri Hazer doğru koridorun sonunda bulunan Talat Aydemir’in hücresine gider ve; “Talat biliyorsun durumun ağır. Senin için üzülüyorum” der. Emin Arat’a; “Emin, sen nasıl katıldın?” Ve Turgut Alpagut’a da; “Sana acımam, Yalta’ya çok yanarım” dedi ve ayrıldı.
Hemen ardından hücremin kapısını açtılar. Beni hücrenin dışına çıkardılar. Yönetim bölmesinde buyur edildiğim odada, tek başına General Nuri Hazer oturuyordu.
Durumuzu, isteklerimizi sordu. Ben de hücrelerin temizlenmesini, yatak takımları ile yemekhanelerden, havalandırma ve görüşlerden bahsettim. İlgiyle dinledi, sonra cezaevinde hafif bir iyileşme oldu. Çünkü Sıkıyönetim Komutanı General Cemal Tural devrinde ancak bu kadarı yapılabilirdi.
Bu Feci Duruma İhtilâli Hafife Almak Neden Olmuştu
İhtilâlciler, ihtilâlin başarısız olması için ne hatalar yapmak gerekirse, hepsini bir fazlasıyla yaptılar diyebiliriz. Şöyle ki;
Talat Aydemir’in yanında ne kurmay başkanı, ne karargâh subayları, ne de emir subayı vardı. Karargâhsız Talat Aydemir ihtilâl hareketini tek başına yönetecekti
İşe yarar komuta elemanları gelmemişti. Talat Aydemir ile Turgut Alpagut el ele verecekleri yerde, birbirlerinden uzak duruyorlardı.
Genç kıt’a subayları çalıştılar fakat üst subaylardan Fethi Gürcan hariç kimse gelmemiş, gelen üç kişi de yararlı çalışmalarda bulunmamışlardı.
Harekâtın erken saatte (23.30) başlaması hata idi. Herkesin derin uykuya daldığı saat 03.00 sıralarında, uyku sersemi iken bastırmak daha uygun olabilirdi.
İhtilâl saat 23.30’da başlatılacağına göre, komutanla karargâh personelinin en geç 22.00’de bir araya gelmeleri gerekirdi.
İhtilâl duyurusunun “İhtilâl Karargâhı veya Konsey” imzası ile değil, Talat Aydemir’in adı ile yayınlanması olumlu etkiden daha çok tepkiye neden olduğu görüldü.
Kur. Bnb. Ali Elverdi’nin karşı anons yapma önerisinin kabul edilmemesi hataydı.
İhtilâl saat 23.30’da başlamış ve saat 01.10’a kadar yetkili sivil-asker kritik noktada görevli tek bir personele dokunulmamış olması bir başka hatalı hareketti. Ayrıca söz konusu zaman dilimi içinde birliklerin cadde ve sokaklarda görünmesi ile yetinilmesi yanlıştı.
Kritik tesislerin ele geçirilmemeleri ve kritik personelin hızla toplanmamaları hataydı.
Radyo gibi çağımızın çok önemli etkileme aracının ele geçirilir geçirilmez savunulmasının ihmal edilmesi ihtilâlin kaybedilmesinde en etkili neden olmuştu.
Karşı duyuru üzerine, Harbiyeliler hariç, tanklar hemen havlu attılar. Piyadeler ile süvariler de yerlerini terk ederek panik içinde kışlalarına döndüler. Oluşan çöküntü üzerine Harbiyeliler bütün gece sabaha kadar tek başlarına mücadeleye devam ettiler.
Komutanla görevlilerin vaktinde işlerinin başına gitmemeleri üzerine yenilgi kesinleşti.
İnançlı Harbiyeliler asla yenilmediler. Onlar, onurlarının gerektirdiği gibi direndiler. Gün ağarırken Ankara’da bir tek onlar ayaktaydılar.
Bu darbeyi hükûmet kuvvetleri durdurmadı. Hareket Radyo’nun güvenliği sağlanmadan ihtilâl duyurusunun yayınlanması, sonra elini kolunu sallayarak birkaç inzibat eriyle Radyoevi’ne giren binbaşının karşı anonsu üzerine Ankara ile İstanbul’daki ihtilâl birliklerinin panikleyerek hızla kışlalarına geri dönmeleri ile sona erdi. Ondan sonraki çabalar başarılı olamadı. Harbiyelilerden başka direnen birlik kalmadı ve onlar son ana kadar bütün gece övgüye değer bir cesaretle dayandılar.
Dünyada böyle kendini anonsla mağlup eden başka bir ihtilâl hareketi var mıdır bilmiyorum.
21 Mayıs 1963 hareketinin sonu tutuklanma, yargılanma, iki değerli subayın asılması, yüzlerce subayın ve Harbiyelilerin cezalandırılması ile sona eren bir facia oldu…
Mahkeme Bizi Yönlendirmesin
7 Haziran 1963 günü yargılanmamız başladı. İfadelerin alınmasına Talat Aydemir’den başlandı. Endişelerimiz aynı olmakla beraber duruşmalarda tutumlarımız arasında derin farklar ortaya çıkmaya başladı. İlerdeki günlerde birbirimize düşme olasılığı kaçınılmaz görünüyordu.
İlk ifadesinde sözlerine çok dikkat eden Fethi Gürcan daha sonraları Talat Aydemir’e uyarak bildiklerini, gördüklerini bir bir anlatmaya başladı. Rıfkı Erten de ilk günden itibaren açıklamalarına devam etti durdu.
Savcıyla yarışırcasına olaylara katılanları bir bir açıklamak. Bizim 3,5 kişi olmadığımızı göstermek için gazetecileri, profesörleri, politikacıları ve generalleri ihbar etmek bize hiç yakışmadığı gibi çevremize de çok zarar verdi.
Bu gidiş yararlı değil zararlı, çok tehlikeli ve etrafı sarsan bir gidişti. Buna engel olmak için uyarıda bulunmak ve ortak bir görüşe varmak gerekiyordu. Bu amaçla hücrelerimizin koridorunda Talat Aydemir, Emin Arat, Turgut Alpagut, Cevat Kırca, Yaşar Başaran, Rıfkı Erten, Mustafa Ok ile toplandık. Az da olsa kendimize geldik. … İhbarlar da kesildi.
Mustafa Ok’un Savunması ile Duruşma Salonu Karıştı
28 Haziran 1963 günü Mustafa Ok’un ifadesi alındı. İdamla yargılanmaya başlayan Mustafa Ok kapıldığı korku ile bildiklerini bir bir sıralamaya geçti ve arkadaşlarına çok zarar verdi. Kendisinden başka hiç kimseyi düşünmeden konuştu durdu. Savunmasını güçlendirmek için de ikide bir benden söz etti. Mustafa Ok’un mahkemeye getirdiği bir tanık da; “Mustafa Ok Şubatçıların fikirlerini onaylamadığı için onlardan ayrıldı” deyince ortalık karıştı. Talat Aydemir, Fethi Gürcan ağır suçlamalarla Mustafa Ok’u iyice hırpaladılar. Mustafa Ok’un Fethi Gürcan’a; “Cesareti zekâsından büyüktür” demesi öfkeyi arttırdı. Duruşması bir trajediye dönüştü. Mustafa Ok hepimizi çok üzdü.
Gürsel’in Aydemir’e Can Borcu
İdam kararları TMBB’ye gönderildiğinde, Talat Aydemir’in hücresine gitmiştim. Teselli edecek söz bulmak ne kadar güç olsa da yalnız kalmaması, acı ve ümitsiz derin düşüncelere dalmaması için yanına gittim.
Talat Aydemir sigara içmezdi. Fakat cezaevinde Salem sigarası içmeye başladı. Talat Aydemir hâlâ metindi. Gürsel’e çok güveniyordu.
– Ben üzülmüyorum. Sen de üzülme. İdam hükmü köşkten dönecek. Erol Dinçer’i genç olması, Fethi Gürcan’ı da cesareti kurtarır. Beni de cemal Gürsel kurtarınca, Osman Deniz’i de asmazlar dedi ve Gürsel ile amcası General Gazi İlyas Aydemir’in hikâyesini anlatmaya başladı.
Kur. Bnb. Talat Aydemir Elazığ’da Topçu Tabur Komutanı bulunduğu sırada, denetlemeye General Cemal Gürsel gelir. Öğle yemeği için masaya oturulduğunda Cemal Gürsel, subayların kendilerini tanıtmalarını ister. Talat Aydemir’e sıra geldiğinde;
- Kurmay Binbaşı Talat Aydemir deyince,
General Cemal Gürsel;
- General İlyas Aydemir ile ilgin var mı? sorusuna;
- Amcam olur Generalim! deyince,
Cemal Gürsel yanında oturan Albay’a;
- Binbaşı Aydemir’i yanıma alacağım. Siz bir sandalye öteye geçin. Benim Aydemir ailesine bir can borcum vardır, der.
Subaylar gibi Talat Aydemir de General İlyas Aydemir ile General Cemal Gürsel arasındaki “can borcu” olayının merakla anlatılmasını beklerler. General Cemal Gürsel olayı anlatmaya başlar.
– Gazi Mustafa Kemal Kocatepe’de, ülkenin kader vuruşmasını başlatmıştı. Ben de Kocatepe’de bulunuyordum. Başkomutan’ın Albay İlyas’a ivedi emir vermesi gerekiyordu. Fakat telefon hattı kesilmişti. Bana kısa yazılı emri verdiler. İçeriğini de kısaca anlattılar. Başkomutan Gazi Mustafa Kemal bana;
- Bu emri koşarak, hiç oyalanmadan Albay İlyas’a ilet. Fırka (Tümen) derhal ….. istikametinde taarruza geçsin!
Emrini verince hemen tepeden aşağıya doğru koşmaya başladım.
Vadiye adımımı atar atmaz, düşmanın yoğun topçu ateşi altında kalınca, “tam siper” yaptım. Aklım Albay İlyas’ta fakat top ateşinden kalkmamla yere yatmam bir oluyordu. Top ateşi altında yata kalka Albay İlyas’a nefes nefese, gecikerek varabildim.
Ben, İlyas Beyin yanına vardığım sırada, İlyas Bey Başkomutan ile telefon görüşmesi yapıyordu… Kan ter içinde yazılı emri uzattığımda, İlyas Bey bana baktı. Telefondan, Başkomutan’ın;
- Emri vaktinde iletmeyen teğmen gelince, kurşuna dizilmesi istediği duyulur.
Ben titriyordum. İlyas Bey bana baktı;
- Pek de gençmişsin! dedi.
Başkomutan’a;
- Paşam, Teğmen burada. Yazılı emriniz bende. Fırkam emrettiğiniz yönde taarruza geçmek üzeredir. Genç Teğmen vazifesini canla başla yaptı Paşam der…
Sonra bana dönerek;
- Niye geç kaldın?
Ben de;
- Albayım yolum düşman ateşi altındaydı. Yata kalka ancak gelebildim.
İlyas Bey bana;
- Bir dahaki sefere daha hızlı hareket edersin, dedi.
General Cemal Gürsel subaylara öğütlerde bulunduktan sonra bana;
- Aydemir benim sizin ailenize bir can borcum bulunduğunu unutma, der.
Aydemir bana;
- Şimdi Cemal Gürsel’in bizim ailemize olan can borcunu, ödeme vakti geldi. İdam hükmü şimdi onun onayına sunulacak. Eminim Cemal Gürsel hükmü uygulamayacak, dedi.
Kader keşke Talat Aydemir’in önüne General Cemal Gürsel’i çıkarırken, karşısına da İnönü’yü çıkarmasaydı… Ben;
- Bu olay Gürsel’e münasip bir kişi ile ve münasip bir şekilde hatırlatılsa… Paşa olayı unutmuş olabilir…
Aydemir o kadar emindi ki… Bu olayı hiç unutmaz, dedi.
İnönü olmasaydı, ben de Cemal Gürsel’in idam hükmünü imzalamayacağını düşünebilirdim. Fakat Cemal Gürsel, İnönü’ye karşı çıkmadı ve Talat Aydemir’i affedemedi.
Fethi Gürcan’ın Rüyası
Fethi Gürcan bazen içine kapanır, derin düşüncelere dalardı. Bunca çabanın, fedakârlığın sonu bu olmamalıydı. Gürcan etrafına neşe, ümit saçan, eşi bulunmaz harika bir subaydı. İhtilâle herkes Gürcan gibi sarılsaydı, bu felâket başımıza gelmeyebilirdi.
Bir gece karton dosya kapağına yazdığı rüyasını heyecan içinde bana okudu. Gördüğü rüya gerçekten ilginçti. Gece tuttuğu notlara bakarak yer yer okuyarak rüyasını anlattı.
“Kavaklıdere’den yokuş yukarı, Pembe Köşk’e (Çankaya’ya) doğru çıkıyoruz. Talat Aydemir ile çıkıyoruz. Koyu siyah alçak bulutlardan, hava kararmıştı. Rüzgâr da çok sert esiyordu… Rüzgârdan yorulan Talat Aydemir bana;
- Ben yoruldum. Bu yokuşu çıkamam. Ben vazgeçiyorum. Sen istersen devam et, dedi.
- Birlikte çıkarız, gayret et dedimse de Talat Aydemir iyice geride kaldı.
Hava kara çevirdi. Tipiye karşı yürümek, beni de yormaya başladı. Yürüyemeyeceğim derken, Pembe Köşk’ün nizamiyesi ile nöbetçi askerleri görünce, içim sevinç ve ümitle doldu… Canlandım… Yürüyorum…
Bu sırada aniden etrafımı köpekler sardılar. Köpekleri savacak bir sopa yoktu. Köşk kapısındaki askerler, köpeklerin üstüme saldırdıklarını görüyorlardı. Fakat, donakalmış gibi yardımıma koşmuyorlardı. Askerlerin bu haline sinirlendim;
- Ne öyle duruyorsunuz? Yardım etsenize dedim.
Askerle kıpırdamadılar bile. Çaresiz kalmıştım. Kollarımı yana doğru uzattım. Köpekler iki işaret parmağımdan kanımı emiyorlardı. Bu sırada uyandım.”
Fethi Gürcan rüyasını anlatırken yeniden yaşıyormuş gibi heyecanlandı. İkimiz de rüyanın neyi gösterdiğini ya da neyi anlattığını kestirmekle beraber, gene de ümit ediyorduk. Talat Aydemir’in yürüyememesine üzülmüştüm. Fethi Gürcan’ın pes etmemesine sevinir gibi oldum. Fakat askerlerin köpeklere karşı harekete geçmemelerinden de endişelendim… Fethi Gürcan’a güzel sözlerle ümit vermeye çalıştım. Sanırım rüya, iki idealistin, iki fedakâr askerin ve iki kahramanın bizden nasıl ayrılacaklarını anlatıyor gibiydi.
Kahraman’ın Ailesine Son Mektubu
Suvari Binbaşısı Fethi Gürcan, Yargıç Numan Özdalga’nın;
- Her gittiğin birliği kolayca nasıl emrine alıyorsun? sorusunu;
- Bu benim özelliğimdir! diyerek soruyu çok kısa, çok açık, askerce cevaplamıştı.
20/21 Mayıs 1963 gecesi Fethi Gürcan etrafındaki aydın, kararlı, cesur Harbiyeliler ve üsteğmenlerle, her gittiği yere yetişen tek üst subaydı.
Harbiyelilerin zapt edilemez bir sel gibi heyecan içinde okuldan dışarıya çıktıkları sırada, kalabalığın içinde bir elinde tabancası, diğer elinde şapkası Fethi Gürcan’ı gördüm. Coşku ve kıvanç içindeydi.
– Yaşayın Harbiyeliler diye haykırıyordu…
O gece Fethi Gürcan ile yanından hiç ayrılmayan üsteğmenler ve Harbiyeliler kadar başka hiç kimse başarıyı aramadı…
Kahramanlar dünyanın her yerinde övgü ve saygı görürler. Öldürülen yurtsever şerefli kahramanların, tarihte yaşamaya devam ettiklerine insanlık tarihi tanıklık etmektedir.
Sözünü tutan, arkadaşlarını yarı yolda bırakmayan, yurdu için fedakârlıktan kaçınmayan , ölüm korkusunu yenen “Efsane Fethi Gürcan”ın ailesine yazdığı son mektubu sunuyorum.
Bu mektup kahraman askerin onur belgesi ve son sözüdür. Darağacına gitmeden önce yazdığı bu mektupta, Sv. Bnb. Fethi Gürcan’ın ne kadar korkusuz, ne kadar soğukkanlı, ifade gücü yüksek, vatanına ve ailesine bağlı olduğunu görüyoruz…
27/6/964
Cuma saat 02.55
Canım karıcığım ve yavrularım,
Ölümümden dolayı üzülmeyiniz. Bu benim alın yazımmış. Kalben müsterih olarak öteki dünyaya göç ediyorum. Kendini vatana ve millete adamış insanların gönül rahatlığı içindeyim. Size şerefimden başka bir miras bırakamadığım için üzgünüm. Bu emanetimi sonuna kadar muhafaza edeceğinizden eminim.
Yavrularım, annenizi üzmeyiniz, tahsilinize devam edin, vatana ve millete yararlı insanlar olmak için çalışın. Allah sizi fena insanlardan korusun.
Hepinizi önce Allah’a, sonra asil Türk milletine emanet ediyorum. Hepinizi ayrı ayrı kucaklar son defa, gözlerinizden öperim.
Sizi çok seven
Babanız Fethi Gürcan
NESRİN TURHAN, İHTİLÂLİN SÜVARİSİ
Emekli bir binbaşı olarak nasıl oluyor da, altı ay gibi kısa bir sürede, ilişkiye girdiği kıtaları ihtilale ortak edebiliyordu?.. Duruşma hâkimi ilk fırsatta bu sorunun yanıtını bulmak istedi.
“Tank Okulu’na kimseyi tanımadan nasıl girecektiniz, sizin özelliğiniz nedir?”
“Beni ordudaki bütün subaylar tanır.”
“Kimseyi tanımadan girebilecek miydiniz?”
“Ne zaman gitsem girebilirim. Hangi kıtaya gitsem girebilirim ve oraya hâkim olurum. Hususiyetim budur. Size bunu ispatlarım… İsterseniz şu anda beni serbest bırakın, yirmi dört saat içinde girdiğim bütün birlikleri komutam altına alayım.”
FETHİ GÜRCAN, BEN İHTİLALCİYİM
Duruşma Hakimi – Tank Okulu’na ehemmiyet veriyorsunuz. Orada kimseyi tanımadan nasıl gireceksiniz?
Sanık Fethi Gürcan – Beni ordudaki bütün subaylar tanırlar.
Duruşma Hakimi – Orda kimseyi tanımadan girebilecek miydiniz?
Sanık Fethi Gürcan – Ne zaman gitsem girebilirim. Hangi kıt’aya gitsem girebilirim ve oraya hakim olurum. Hususiyetim budur.
AHMET ER, HÂTIRALARIM VE HAYATIM
21 Mayıs 1963 olaylarından birkaç ay önceydi. Alparslan Türkeş, Rifat Baykal, Muzaffer Özdağ, Mustafa Kaplan ve ben Atatürk orman Çiftliği’nde toplandık. Bu toplantıda Numan Esin yoktu. Türkeş:
“Arkadaşlar, Talat Aydemir benimle görüşmek istiyor, haber göndermiş. Ben bu görüşmeyi kabul edeyim mi, etmeyeyim mi?”
Ve bana dönerek devam etti:
“Ahmet ne dersin, ben bu görüşmeye gideyim mi?”
Cevap verdim:
“Albayım siz Talat Aydemir’le görüşmeyin. Talat Aydemir, Menderes’in ve arkadaşlarının idâmında Albay Halim Menteş’le müessir olmuşlardır. Böylece siyasî şansını da yitirmiştir. Şimdi o benim için en iyi hareket tarzı nedir, ‘ya devlet başa ya kuzgun leşe’ gibi bir felsefeyi temel almaktadır. Bizim harekâtımız böyle bir temele istinad edemez. Bir Türkiye ve Türk milleti için en doğruyu ve en hayırlı olanını araştırırız. Talat Aydemir şu anda denizde boğulmaktadır. Onu kurtarmaya giderseniz siz de boğulursunuz. Bu görüşme fayda değil, zarar getirir. Sonuç olarak görüşmeye gitmeyin.”
Türkeş Kaplan’a döndü ve sordu:
“Kaplan sen dersin?”
O şöyle cevap verdi:
“Ben Ahmet Bey’in görüşüne iştirak ediyorum. Gitmeyin, görüşmeyin.”
Türkeş bu defa Rifat’a sordu:
“Rifat sen ne düşünüyorsun?”
Onun cevabı farklı oldu:
“Gidin, görüşün efendim.”
Türkeş bu defa da Muzaffer’e döndü:
“Muzaffer sen ne diyorsun?”
O da Rifat’la aynı görüşteydi:
“Gidin, görüşün.”
Dört kişiden Mustafa Kaplan ve ben görüşmemesi istikâmetinde, Rifat Baykal ve Muzaffer Özdağ görüşmesi istikâmetinde fikir beyan ettik. Türkeş kendi düşüncesini bizlere söylemedi. Aradan bir müddet geçti. Bir de duyduk ki Talat Aydemir’le, Alparslan Türkeş 10 Nisan 1963 günü Dikmen sırtlarında toplanmışlar. Talat Aydemir’in yanında Mustafa Ok, Bahtiyar Yalta, Türkeş’in yanında Rifat Baykal ve Muzaffer Özdağ varmış. Talat Aydemir ve Alparslan Türkeş orada gruptan ayrılarak ikisi başbaşa görüşmüşler. Türkeş oradaki heyete, “Talat Aydemir’le anlaşamadık” demiş. Talat Aydemir, “Niçin anlaşamadığımızı da söyle sayın Türkeş” deyince Türkeş de liderlikte anlaşamadıklarını ifâde etmiş ve ayrılmışlar. Biz bunları daha sonradan arkadaşlarımızdan öğrendik.
Oysa biz yurda döndükten sonra nasıl bir yol takip edebileceğimizi aramızda müzâkere etmiş ve şu üç husus üzerinde durmuştuk. Dernek kurmak. Parti kurmak. Fikirlerimize uygun bir partiye girmek. Sonuç olarak bir dernek kurmaya karar verdik. Bu derneğin tüzüğü ve programı sanıyorum Muzaffer Özdağ tarafından hazırlanmıştı. Derneğin kuruluş ve açılışını 27 Mayıs 1963 tarihinde kararlaştırmıştık. Zaman yaklaşıyordu. 20 Mayıs 1963 tarihinde Ankara’da toplanmıştık. 14’ler Türkiye’ye dönüşlerinde yine bir araya gelmişlerdi. O gün bir karar aldık. 27 Mayıs1963 tarihinde derneğin açılmasıyla ilgili programın yapılabilmesi için Ankara Uzun Otel’de -Benim kaldığım oteldi- 14’ler olarak akşam toplanacaktık.
Akşam olmuştu. Ben arkadaşları bekliyordum. Tam o sırada Numan Esin büyük bir telaşla otele geldi. Beni bir kenara çekerek:
“Talat Aydemir ihtilâl yapıyor. Şu anda tanklar sokaklarda geziyor. Haberin yok mu?”
Gerçekten benim hiçbir şeyden haberim yoktu. Ben derneğin açılmasıyla ilgili program yapmak üzere arkadaşları bekliyordum. Numan’la “ne yapalım” diye düşündük. Ben görüşümü açıkladım.
“Bize sempati duyan subayların evlerine gidip haber verelim. Bir ihtilâl oluyor. Bu ihtilâl Talat Aydemir’in ihtilâlidir. Bizim bu hareketle uzaktan yakından ilgimiz yoktur diyelim.”
Numan bu fikrimi uygun buldu. Derhal aklımıza gelen adresini bildiğimiz yerlere gittik. İlk gittiğimiz Süvari Bnb. Arif Akkoyun’un evi idi. Kendisine durumu anlattık. Bu harekâta karışmamasını bildirdik. Bundan başka bir iki subayın daha evine uğrayıp durumu bildirdik ve doğruca Türkeş’in evine yöneldik. Onu evinde bulduk. Eşi Muzaffer Hanım, çoluk çocuğu hepsi evdeydi. Bizim arkamızdan Türkeş’in evine Vecihi Öğütçüoğlu ile Naci Kuşadalı geldiler. Kısa bir durum muhâkemesinden sonra karar verdik: Talat Aydemir başlattığı bu ihtilâlde muvaffak olursa o da 14’leri ya sürer, ya hapseder, ya da öldürür. 14’lerin içinde hesaplaşacağı ilk adam Türkeş olur.
Gerçi Talat’ın yanındaki bazı subaylar 14’lere sempati duyan kimselerdi. Bunlardan bâzısı ile şahsî dostluklarımız vardı. Bahtiyar Yalta gibi arkadaşlar Talat Aydemir’in 14’lere karşı yapacağı bu kötülüğü önlemeye çalışırlardı. Ne olur ne olmaz biz Türkeş’i kaçırmalıydık veya bir yerde saklamalıydık. Vecihi Öğütçüoğlu ile Naci Kuşadalı Türkeş’i Numan Esin’in akrabası olan bir astsubayın evinde saklamak üzere görev aldılar ve Türkeş’le beraber evi terkettiler.
Biz Numan Esin’le beraber Türkeş’in evinde kalacak eşini ve çocuklarını bekleyecektik. Bu karar ve bu program tatbik edildi. Türkeş bizden önce CKMP Milletvekili İsmail Hakkı Yılanlıoğlu’nu telefonla bularak ihtilâli haber vermiş. O da zamanın Milli Savunma Bakanı bulunan Hasan Dinçer’e bildirmiş. Biz Türkeş’in evindeydik. Dikkatle radyoyu dinliyoruz. Bir iki uçak sesi duyduk. Bir ara radyo yayınını keserek anons etti. TSK’leri Genel Karargâhı adına Talat Aydemir’in mesajını verdi. Anlaşılıyordu ki Talat Aydemir radyoyu ele geçirmiş durumdadır. Az sonra Ali Elverdi isimli bir yarbay konuşuyordu radyoda.
O gece Türkeş’in komşularından bir zât da Türkeş’in evine geldi. Bütün aile sabaha kadar radyonun başından ayrılmadık. Muhtereme Muzaffer Hanımı ve çocuklarını teskin ve teselliye çalıştık. Gece yarısı askerî bir cip Türkeş’in evine yakın bir yere geldi ve durdu. Uzun bir müddet bekledikten sonra gitti. Bu cipin neyin nesi olduğunu anlayamadık. Ben evden bir ara dışarıya çıktım. Etrafı gözledim. Silâh sesleri ve nal sesleri geliyordu. Artık sabah olmuştu. Hükümet kuvvetleri duruma hâkim, Talat Aydemir de teslim olmuştu.
Bu sonuç anlaşıldıktan sonra Türkeş saklandığı yerden eve döndü. Yanında Naci Kuşadalı, Vecihi Öğütçüoğlu da vardı. Hepimiz evde toplanmıştık. Sabah kahvaltısı yapıyorduk. Kahvaltıda bulunanlar şunlardı: Numan Esin, ben, Türkeş, Naci Kuşadalı, Vecihi Öğütçüoğlu. Kahvaltı esnasında radyodan Talat Aydemir’in ve taraftarlarının toplandıklarını ve tutuklandıklarını duyduk. Bunu üzerine “Albayım bu harekete bizi de bulaştırırlar, dikkatli olalım” dedim
Türkeş cevaben:
“Katiyen… Bizi niye bulaştırsınlar ki, bu hareketin bizimle ne ilgisi var ki?”
Oysa 10 Nisan’da Dikmen’de yapılan toplantıyı istihbarat birimleri not almış olamazlar mıydı? Hepimiz yorgun ve uykusuzduk. Kendisine istirahatler dileyerek evden ayrıldık. Biz Numan’la Dışkapı’daki kaldığımız Uzun Otel’e döndük ve istirahate çekildik.
Öğleye doğru Türkeş’in evine birkaç polisin geldiğini, evde arama yaptıklarını ve kendisini de alıp götürdüklerini öğrendik. Biz Uzun Otel’de üç kişi kalıyorduk. Mustafa Kaplan, Numan Esin ve ben. Üçümüz de İstanbul’da oturuyorduk. Arkadaşlarımız tutuklanıp dururken İstanbul’a evlerimize dönmeyi uygun bulmadık. Tutuklanan arkadaşlarımızın kendilerinin ve ailelerinin ihtiyaçlarına cevap verebilmek için Ankara’da kalma tarihimizi bir müddet uzattık. Sonra üç arkadaş birer haftalık nöbet çizelgesiyle İstanbul’dan Ankara’ya geldik, gittik.
Kendilerine avukat tutmamız için çalışmalarımızda İsmail Hakkı Yılanlıoğlu’nun da yardımı olmuştur. Üç arkadaşımızın 21 Mayıs olayıyla ilgileri olmadığını biliyor, beraatlerini bekliyorduk. Nitekim öyle de oldu. Türkeş Mamak’tan tahliye olduğu gün kendini karşılayanlar bunlardı.
Naci Kuşadalı, Vecihi Öğütçüoğlu, Rifat Baykal ve ben tutukevinden eve gelirken Türkeş bana döndü.
“Ah Ahmetçiğim, keşke senin sözüne uyup Talat Aydemir’le görüşmeye gitmeseydim. Ne yapalım çekecek çilemiz varmış.”
Tutukevinden çıktığı gün veya ertesi gün Türkeş, Baykal, ben, Türkeş’in eşi Muzaffer hanım Ankara’dan Isparta’ya hareket ettik. Muzaffer hanım Ispartalıydı. Annesi ve babası da oradaydı. Onları ziyarete gidiyorlardı. Hepimiz çok neşeliydik. Isparta’ya vardık. Kurbanlar kesildi, bütün aile sevinç içindeydi. Bir müddet orada misafir kaldık. Sonra kendilerini sevinç ve neşe içinde bırakarak Rifat’la ayrıldık. Rifat İzmir’e, ben de Akhisar’a döndüm.
21 Mayıs olayı sebebiyle karşılaştığımız durum dernek kurmamızı engellemişti. Yurt dışında görevli olan arkadaşlardan bazılarımız iki yıllık süre sonunda dönemediler. Dündar Taşer, Muzaffer Karan, Münir Köseoğlu, mazeretleri sebebiyle yurda geç dönebildiler. Biz altı kişi zaman zaman bir araya geliyor ve memlekete hizmet bakımından nasıl bir yol takip edeceğimizi görüşüyorduk. Dernek kurmak hemen hemen programdan çıkmıştı. Geriye iki alternatif kalıyordu: Parti kurmak ya da fikrimize uygun bir partiye girmek
Partiye girme hususu ağırlık kazanan bir görüştü. Fakat buna da gene müştereken karar verecektik. O arada CKMP sempati duyduğumuz bir partiydi.
NUMAN ESİN, DEVRİM VE DEMOKRASİ BİR 27 MAYISÇININ ANILARI
Milliyetçi Önderlerle Tanışmalar
O arada, o sivil gençlerle başka ziyaretler de yapıldı. Necip Fazıl Kısakürek bunlardan biriydi. Feneryolu’nda güzel bir köşkte oturuyordu. Beyaz eldivenlerle servis yapan uşakları vardı. İslamcı ve kavgacı bir gazete olan Büyük Doğu’yu çıkarıyordu. Birtakım sorular sordum. Kendisini bana cevap vermeye zorunlu hissetti. Konuştukça beni tatmin etmeye çalıştı. Menderes’ten yardım ve destek aldığını bile söyledi. Yanımdaki tecrübeli zat, Necip Fazıl’ın İslamcı görüşlerini beğenmemekle beraber, Türk milliyetçiliği ile İslamcılığın senteze götürülmesi inancında olduğunu, ama Necip Fazıl’ın dürüst bir adam olmadığını söyleyerek beni uyardı.
O dönemde önemli bazı muhalif milliyetçi önderleri de tanıdım. Nihal Atsız bunlardan biriydi. Kendisi Kartal Maltepe’de komşumuzdu zaten. Atsız’ın evinde, bazı ileri gelen Türk milliyetçileriyle görüşmelerim de oldu. Bunlardan biri de Demokrat Parti milletvekillerinden Sait Bilgiç’ti.
Benim o dönemde bu kişilerde gördüğüm hatta kendileriyle tartıştığım noksanlık şuydu; Türk milliyetçilerinin, ülkenin temel meseleleri üzerinde ciddi bir araştırmaları yoktu. Halk Partisi döneminde hapse atılmış insanlardı. Demokrat Parti de iktidara geldikten sonra bunlara fazla bir yakınlık göstermedi. En fazla lise öğretmenliği gibi bazı görevler verdi. Ben kendileriyle yaptığım tartışmalarda bazı değerli taraflarını saptamışımdır. Örneğin Nihal Atsız gerçekten dürüst bir insandı. Türk diline hakimdi ve iyi bir yazardı. Fakat, o da bir cam fanusun içinde yaşayan, bırakın Anadolu gerçeğini, İstanbul’un doğusunu ve Türkiye’nin meselelerini bilmeyen, öğrenmek de istemeyen, hatta kendisine ters düşen düşünceler dile getirildiğinde sabırsızlaşıp hiddetlenen bir kişiydi. Eşi Bedriye Hanım, realist bir kadındı, objektif ve tutarlıydı.
Türk milliyetçilerinin arasında farklı görüşler de olmuştur. Örneğin, Nihal Atsız ile İsmet Tümtürk’ü aynı yere koymak mümkün değildir. İsmet Tümtürk’ün Cenab Şahabettin’in oğlu olduğunu duymuşumdur. Onların en büyük hataları, kendilerinden başka milliyetçi tanımamalarıdır. 1944 milliyetçiliğinin, Irkçı Turancı hareketin yanlışlarını sürdürüyorlardı. Örneğin, İsmet Tümtürk bir yandan Irkçı Turancı hareketi savunuyor, “Dinimiz kinimizdir” diye yazılar yazıyor; bir yandan da milliyetçilik ile aşırı İslamcılığı ve Nurcu hareketi kucak kucağa getirmeye taraftar oluyordu. Onun için, Necip Fazıl’la pek içlidışlıydı. Nihal Atsız ise buna karşıydı.
Bu milliyetçi akımın diğer önderleri de Mehmet Kaplan ile felsefeci Nurettin Topçu’dur. Mehmet Kaplan aslında Nihal Atsız’la bacanaktı. Ama görüşmezlerdi. Nurettin Topçu derin bir adamdı. Hareket isimli dergisi Türk milliyetçiliğinin yayınları içinde sanırım en ilginç, en sağlam dergilerden biriydi. Ankara’dayken görüştüğüm Prof. Remzi Oğuz Arık ise Türk milliyetçiliğini köylülük temeline dayandırmak için mücadele eden bir dünya görüşüne sahipti. İdeal ve İdeoloji adındaki eserinde ilginç görüşler ileriye sürmüştü. Prof. Namık Orkun da Irkçı Turancılığa bulaşmış bir kimseydi. Benim bu çevreyle ilişkilerim çok berrak, net ve eleştireldi. Tanışıklıklarım belki biraz rastlantısal, ama bilinçliydi. Fakat hep tavır koymuş, yanlışlarını yüzlerine söylemiş ve tartışmışımdır. Fikirlerimin oluşumunda, tanıştığım insanların etkisi olmuştur. Çoğu, duygusal bir yanlışlığın içerisindeydi. Buna karşılık üniversite hocalarından Mümtaz Turhan’ın kitaplarını faydalı görmüşümdür. Sağ görüşlü bir bilim adamıdır. Kültür Değişmeleri isimli ilginç bir eseri de vardır. Milliyetçi akım içerisinde tanıştığım diğer kişiler arasında şu kişiler de vardır. Mehmet Emin Alpkan, Nejdet Sançar, Hikmet Tanyu, Zeki Sofuoğlu, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu, Fethi Gemuhluoğlu, daha sonra tanıdığım Ayhan Songar’la dostluğum ömür boyu sürdü.
Türkeş İhtilal Fikrini Açıyor
Bana ihtilal fikrini ilk kez Türkeş açmıştır. 1958-1959 kışıydı. Ben Harp Akademisi ikinci sınıf öğrencisiydim, o da kurmay yarbaydı. Yüksek Kumanda Akademisi’ne gelmişti. Beni buldu. Piyade Atış Okulu’nda onun öğrencisiydim. Kartal Maltepe’de zırhlı tugaydaki görevim sırasında o Selimiye’deki bir alayda görevliydi. Hatta ameliyat olmuştu da onu hastanede ziyaret etmiştim. İlişkimiz kopmamıştı. Aralıklı olarak senede veya iki senede bir görüşüyorduk. O zamana kadar hiçbir şey söylememişti. İlk kez bu görüşmemizde söz etti.
Yeri gelmişken Türkeş’ten biraz söz etmek istiyorum. İyi bir hocaydı. Türkçeyi iyi kullanan, işine son derece bağlı, ciddi, ölçülü bir adamdı. 1944 hareketleri sırasında gözaltına alındığını, on ay hapiste kaldığını duyuyorduk, ama konuşmalarında ırkçı olduğu izlenimini bize hiç vermemişti. Turancılığı ise şöyle açıklıyordu: “Türkiye’nin dışında Türkler vardır. Dış dünyadaki Türklerin kültürlerini, Türklüklerini korumaları, kuşku yok ki en azından, tercih edilecek bir şey. Nitekim, Türkiye’nin politikası bugün pek farklı değil. Bulgaristan Türklerini niye korumaya çalışıyoruz? Yunanistan ve Kıbrıs Türkleriyle niye ilgileniyoruz. Türkiye’nin dış Türkler sorunu vardır. Bu sorun göz kapanarak inkâr edilemez. Türkeş’in söylediği şeyler bunlardı. Bunların ötesinde düşünceleri vardıysa bile açıklamamıştır. Bize genç subaylar, milliyetçi çocuklar diye yaklaşmış olabilir. Türkeş saygı duyduğumuz bir hocamızdı. Beş çocuklu, dürüst bir aile babasıydı. Ona duyduğumuz saygı yüzünden 1960 İhtilâli’nde Türkeş’le beraber olduk. Daha sonraki dönemlerde çeşitli sebeplerden dolayı birbirimizden ayrıldık.
Türkeş’in bana ihtilal fikrini ilk kez açtığı güne dönelim. Türkeş, “Sınıf birincisi olmuşsun” diyerek beni tebrik etti. Harp Akademisi’nin bahçesini gezerken, memleketin durumunu anlattı. Ülkenin içinde bulunduğu şartların gittikçe ağırlaştığını, badirelerden çıkartılabilmesi için orduya görev düşebileceğini, bizim de vatansever insanlar olarak buna hazırlıklı olmamız gerektiğini söyledi. Ben de dedim ki: “Yarbayım, ben başka çıkış yolları olacağı kanısındayım. Memleket kendiliğinden bu işin çaresini bulabilir. Mutlaka bir ordu müdahalesi gerekmez. Bizim de bir ihtilalci heyet içinde bulunmamıza gerek yok. Böyle bir düşünceyi ülke için de, şahıslarımız için de tehlikeli buluyorum.”
Sözlerim korkudan mı kaynaklanıyordu? Olabilir. Korku insanî bir duygu. Ne olduğunu bilmediğim bir meseleye hemen evet demem mümkün değildi. Şunu da söyleyeyim ki, daha sonraki görüşmelerimizde bir çok arkadaş, daha ilk anda, çekinmeden, evet demiştir. Bazıları da hiç beklemediğimiz anda eksenlerinin çevresinde dönerek tabanlarının üstüne düşmüştür. İhtilalci korkusuzdur diye bir şey söylenemez. Ben de belki korkudan, ama daha çok objektif şartların ülke için hazır olmadığı noktasındaki düşüncemden ötürü Türkeş’e hemen evet demedim. Bir iki kez daha geldi, konuştuk. Düşüneyim dedim. Sonra, yakın çevremdeki bir iki arkadaşımla görüştüm. Onlar da aynı fikirdeydiler. İhtilal fikrine direnişim bir süre devam etti, ama Türkeş benden umudunu kesmedi.
Kabibay’la Tanışma
1958’in sonu ya da 1959’un başıydı. Bir gün nasıl oldu, tam hatırlamıyorum. Türkeş bir yerden beni arabayla aldı. Arabanın içinde Kabibay’la tanıştım. Türkeş dedi ki: “Orhan Kabibay, ihtilalin İstanbul’daki en güçlü adamlarından biridir.” Beni de, “Harp Akademisi’nin parlak öğrencilerindendir” diye tanıttı. Tanışma gerçekleştikten sonra hep birlikte memleket sorunları üzerine bir görüşme yaptık. Böylece ihtilal fikrini sonunda kabul ettik. Bir fikri kabul ettikten sonra, saniye geçirmeme huyum vardır. Kararımı verdiysem o artık kaçınılmazdır.
Örgütlenme
Er ve Özdağ ile birlikte, ilk ihtilalci çekirdeği kendi aramızda kurduktan sonra, yeni arkadaşlar edinme konusuna ilkeler getirdik. Kuşkusuz ilk ilke mutlak gizlilik ilkesiydi. Kabataslak hazırladığımız İstanbul’daki kritik hedefleri ele geçirmede yararlanılacak birlikler ve bu birliklerdeki subaylar arasında güvenebileceğimiz kimseler üzerinde durduk. Davutpaşa Tugayı’nda Erkanlı zaten kendi örgütünü kurmuştu. Harp Akademi’sinde öğrenci olan Yüzbaşı Kâmil Karavelioğlu, Yüzbaşı İlyas Albayrak, Hava Yüzbaşısı Hüseyin Güven, Hava Yüzbaşısı Emanullah Çelebi’yle konuşarak onları da örgüte kazandırdık. Emanullah ve Hüseyin’in tavsiyesi üzerine öğretmenleri Mucip Ataklı ve Haydar Tunçkanat’ı ikna ederek örgüte aldık. Harp Akademilerindeki diğer subayları Muzaffer Özdağ örgütlemiştir. Sonraki yıllarda ihtilalcilik moda oldu. Davul zurnayla ihtilal yapmaya kalkıştılar, bu yüzden başarılı olamadılar. İhtilalcilik gizli örgüt, korku içinde yürüyen bir etkinlik demektir. Her an yakalanma korkusu ve paniği vardır. Onun için sırlar dışarıya kolay kolay verilmez.
Türkeş ihtilal fikrini bana açtığında bu konuyu Muzaffer’le tartışmışızdır. Muzaffer, Türkeş’le tanıştıktan sonra onun ihtilalde önemli görev almasına karşı çıktı. “Türkeş, 1944 olaylarında adı söylentilere karışmış bir adam. İhtilalde önde gelen bir adam olarak görünürse, bunun bir takım olumsuz sonuçları olur.” Muzaffer, Türkeş’i liderlik vasfı olmayan, sıradan bir yarbay olarak gördüğünü söyledi, “Benim liderim sensin” dedi, “kendimizin dışında niye lider arayalım?” Belki de doğru söylüyordu.
Tanıdığımız subaylar arasında en yüksek rütbelisi Türkeş’ti. Hocamız olduğu için de ona güveniyorduk. Onun dışında pek fazla insan tanımıyorduk. Ben yüzbaşıydım. Yüzbaşının ihtilal lideri olması mümkün değildi. Yine de şu olabilirdi; önündeki daha büyük rütbeli subaylarla işbirliği içinde olarak liderliğe adım adım gitmek. Gelenekleri olan bir orduda yüzbaşıdan ihtilal lideri olamaz. Yüzbaşı, en fazla, ihtilalin önderlerinden olabilir. O zaman geriye hangi olasılık kalıyor? İhtilalin önderleri arasında bulunmak ve zaman içerisinde ihtilalin liderliğine yükselmek.
Türkeş Başbakanlık Müsteşarlığından Alınıyor
Ben yurt gezisindeyken Türkeş’in Başbakanlık müsteşarlığı görevinden alınması, komite içindeki güç dengesini bozarak 13 Kasım’a giden yolu açtı.
Olayı, Balıkesir’de konuk olduğum Hava Kuvvetleri’ne bağlı bir üsteyken öğrendim. Havacılardan Mucip Ataklı ile karacılardan Madanoğlu, Acuner, Köksal bir olmuşlar; Gürsel’in Türkeş’i görevden almasını sağlamışlardı. Olayı o günkü şartlar içinde normal karşılayarak tepki göstermedim. Bunu yapsaydım, daha o gün beni de gözaltına almaları mümkündü. Türkeş’in Başbakanlık müsteşarlığından uzaklaştırılmasını da bir kayıp olarak gördüm, ama
Üzerinde pek durmak istemedim artık.
Türkeş Demokrat Bir Kişi miydi?
Türkeş hep şüphe uyandırmıştır, ama benim kanaatimce o da özünde demokrattı. Ben şimdi Türkeş’i savunmak için söylemiyorum ama Türk dünyası gerçeğinin bütün Türkiye Türkleri tarafından keşfedildiği ve ortaya çıktığı bir dönemi yaşıyoruz. Dış Türklere ilgi duymak yanlış bir şey değildir. Geçmişte bu, politik bir tavır koymaktı. Sovyetler Birliği’nden çekiniyor, Almanların oyununa gelmekten korkuyorduk. Onun için bu gerçeklere gözlerimizi kapatmıştık. Türkiye zayıf bir ülke olduğu için, bu tür politik serüvenlerin bir hareket olarak yer bulması İsmet Paşa tarafından istenmemiştir. 1944 yılında da Turancılara karşı açık tavır alınmıştır. Ama bu bir gerçeği ortadan kaldırmıyor. Türkiye dışındaki 80-100 milyon Türk’ü siz inkâr edemiyorsunuz. İşte, adamlar bağıra bağıra, “Biz Türkçe konuşuyoruz, Türküz” diyorlar.
Türkeş’in, 1980 öncesinde, ülkücü komandoların yaptıklarından, terör eylemlerinden, MHP genel başkanı veya hareketin başbuğu olarak savunulacak bir tarafı yoktur.
Ondörtlerin Lideri Kim Olacak?
Kabibay, Solmazer’in, Taşer’in ve Erkanlı’nın desteğini almıştı. Ben ve Mustafa kendisini desteklemesek de yardımcı oluyorduk. Tezi şuydu: “Türkeş arkadaşımızdır, onu bırakmayız. Ne var ki, Türkiye’nin bugünkü şartları içerisinde Türkeş’in liderliği ile bir yere varamayız. Çünkü Türkiye’deki arkadaşlar Türkeş’i istemiyor.” Arkadaşlar dediği de, Silahlı Kuvvetler Birliği’nin ileri gelenleri olan Talat Aydemir, Dündar Seyhan gibi isimlerdi. Kabibay’dan bana bir haber geldi. “Mustafa Kaplan’ı al gel, Roma’da buluşalım.” Biz kalktık, uçakla Roma’ya gittik. Kabibay ile Solmazer arabayla geldiler. Böylece 1961 yazında Roma’da, ilk defa bir toplantı yaptık. Bu toplantıya Dündar Seyhan da katıldı.
Oradaki görüşmelerde Dündar Seyhan’ın çabasıyla, Kabibay’ın önderliği konusu su yüzüne çıkmaya başladı. Mustafa zeki çocuktu, beni uyardı. “Bunlar bir numara peşindeler, dikkat et!” dedi. Ben, o işi zaman halleder, dedim. Doğruydu, ben de işin farkındaydım. Hiçbir şey belli etmeden dinledik onları. Kabibay fazla ileri gitmedi. Bu işleri daha çok Dündar Seyhan götürüyordu.
Derken, Türkiye’de seçimler yapıldı, 29 Ekim kutlamasından önce biz Paris’e gittik. Orada, Türkeş, Kabibay, Erkanlı, Kaplan ve benden oluşan beş kişilik bir grup olarak basın toplantısı yaptık. Bizim basın toplantısı Türkiye’de bomba gibi patladı. Cemal Gürsel bizi görevden almak için emir verdi, ama gerçekleştiremedi. Seçimlerin ardından Türkiye’ye dönmemiz bekleniyordu, fakat Seyhan geldi ve dönmememiz için Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’ın ricalarını getirdi.
Ondörtlerin Bölünmesinde Dündar Seyhan’ın Rolü
Bu arada Dündar Seyhan, Silahlı Kuvvetler Birliği içerisinde giderek artan bir etkinliğe sahip olmaya başladı. Seyhan, bizim aramızda Türkeş’e karşı Kabibay’ı tutuyordu. Nitekim, bu tavrını Roma toplantısında açıkça ortaya koymuştu. Seyhan ile Kabibay’ın Uçaksavar Okulu’nda başlayan ve 1950’li yıllardan beri süregelen çok eski arkadaşlıkları vardı. Birbirlerine o kadar güveniyorlardı ki, Dündar Seyhan için, daha sonraki yıllarda gelmiş bir Türkeş’i kabul etmektense, Kabibay’a yönelmek doğal bir seçimdi. Diğer taraftan, Türkiye’ye o anda hâkim olan Silahlı Kuvvetler Birliği’nde ve Halk Partililer arasında Türkeş sevilmiyor, istenmiyordu. Türkeş’in gücünden çekiniyorlar, fikrinden gocunuyorlar, Türkiye’de dayandığı temelleri onaylamıyorlardı. Irkçı Turancı temellerle ilişkisi olduğu, biraz da abartılarak ileri sürülüyordu. Kısacası, Türkeş’e karşı bir cephe vardı. Kabibay’ı ve Erkanlı’yı kendilerine daha yakın ve sıcak buluyorlardı. Amaçları, Ondörtlerin içinden bir kısmını tutmak, diğer kısmı itmek, böylece parçalamaktı.
Bern Toplantısı ve Ondörtlerin Bölünmesi
Sonraki toplantımızı Bern’de yaptık. Bütün bu toplantılarda hep Ondörtler içindeki liderlik çekişmesi öne çıkmıştır. Tartışmalar Türkeş’in gıyabında yapılıyordu. Ben açık seçik şunları söyledim: “Biz Ondörtler olarak mücadelemizi Türkeş’le başlattık, Türkeş’le sürdürdük. Yurtdışında da bizim liderimiz Türkeş olarak biliniyor. Bu politikayla Türkiye’de beğenilir veya beğenilmeyiz ama Türkiye’deki adamlar bizi beğenmiyor diye lider değiştirmek yanlış bir şeydir. Kabibay da seçkin bir arkadaşımızdır. Bunu bir liderlik kavgasına götürmeyelim.” Ama ne yazık ki etkili olamadım. Dündar Seyhan, Kabibay’ı Türkeş’in karşısına çıkaran bir politikanın tezgâhlayıcısı olarak Ondörtlerin bölünmesinde en büyük neden olmuştur.
İlk kez ciddi olarak Kabibay mı, Türkeş mi meselesi tartışıldığında dedim ki: “Bu işin altında bir oyun var. Dışarıda bizi bölmeye yönelik bir hareket görüyorum. O yüzden şimdiden burada Kabibay’ı ya da Türkeş’i lider tayin etmemizi doğru bulmuyorum. Ama mutlaka lider olsun diye ısrar ediyorsanız benim oyum Türkeş’e” dedim ve kestirip attım. Bunu hiç beklemiyorlardı. Ben de Kabibay’ı seviyor, beğeniyordum, ama oyunun sonunda parçalanacağımızı anladığım için, benim gücümü ve ağırlığımı da dikkate alarak belki bu hesaplardan vazgeçerler diye o şekilde konuştum. Rifat Baykal Türkeş’i tutuyordu. Mustafa Kaplan daima ılımlı bir insandı. O da bir şeyler söyledi.
Kabibay diyordu ki: “Türkeş fazla sivri bir isim. Biz bu arkadaşla bir yere varamayız.” Daha sonra Erkanlı ve Solmazer de aynı görüşe katıldı. Pragmatik hareket ediyorlardı. Türkiye’de o dönemde etkili güç olarak, Cumhuriyet Halk Partisi ile Silahlı Kuvvetler Birliği bulunuyordu. Bir de Millî Birlik Komitesi’nde etkili olan kişileri sayabiliriz. Arkadaşlarımızdan bazılarının Osman’la ve Sezai’yle ilişkisi vardı. Türkeş bunların hepsine ters düşmüş bir adamdı. Dündar Seyhan, “Domuz topu gibi ha bire hedefe vuracaksınız. Türkeş’le hiçbir yere varamazsınız.” derdi.
Ben Ondörtlerin Türkiye’de kuvvet ifade eden kimselerle işbirliği içerisine girerek dünya görüşlerinin ve kişiliklerinin yıpranmasından endişe ediyordum. Bizim potansiyelimiz belirgin bir şekilde ortaya çıkmaya başlamıştı. Yurtdışında olduğumuz için hükmedemediğimiz bu potansiyel gücü Türkiye’dekiler bizim isimlerimizi kullanarak kendi taraflarına çekmek istiyordu. Nitekim Dündar Seyhan Türkiye’ye döndükten sonra, Ondörtlerin adamı havasına girdi ve o arkadaşları kendi etrafında toplamaya çalıştı. Bunun üzerine, bizden gelen telkinlerle arkadaşlar Dündar Seyhan’dan da uzaklaştılar. Potansiyelimizin ve bize inanarak peşimizden gelen kişilerin bazı ayak oyunlarıyla harcanmasına karşıydım. Silahlı Kuvvetler Birliği’nin genç kanadı bizi tutuyordu, büyükler ise Ondörtleri getireceğiz diyerek onları oyalıyordu.
Brüksel’de Alınan Kararla Ondörtler Parçalanıp Dağılıyor
Bern toplantısında ortaya koyduğum kesin tavır üzerine müthiş kızdılar bana. Ondan sonra ilişkiler zayıfladı, ben de koordinatörlük görevini bıraktım. Bunun üzerine Kabibay ve Solmazer kendileri koordinatörlüğü üstlendiler ve başladılar sağa sola mektuplar yazmaya. Brüksel’de Türkeş’in de katıldığı toplantıda ipler tamamen koptu. Toplantılarımızı bir pansiyonda yapıyorduk. Orada yoğun bir tartışma ve çatışma sonucunda Dündar Taşer’in önerisiyle -ki ben karşı çıkarak oy vermedim- Ondörtlerin dağılmasına karar verildi.
Silahlı Kuvvetler Birliği
Silahlı Kuvvetler Birliği, Ondörtlerin yurtdışına gönderilmesi sırasında hızla örgütlenen bir ihtilalci subaylar hareketi olarak başlamış, daha sonra Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’ı aralarına katmışlardı. Bu harekette etkili olan subaylar, Harp Okulu Kumandanı Talat Aydemir, Ankara Merkez Komutanı Selçuk Atakan, Jandarma Okulu Kumandanı Necati Ünsalan, Hava Kuvvetleri Harekât Başkanı Halim Menteş’ti.
Bunlar 27 Mayıs İhtilali’ne ya katılamamış ya da katıldığı halde Millî Birlik Komitesi’ne girememiş, ama komitedeki arkadaşlarına sokularak mevki ve makam sahibi olmuş kişilerdi. Örneğin Talat Aydemir 27 Mayıs sırasında Kore’de görevliydi. Kore dönüşünde arkadaşları tarafından Harp Okulu kumandanlığına getirilmişti. Necati Ünsalan da aynı şekilde Jandarma Okulu’nun başına gelmişti. Halim Menteş ihtilal sırasında Napoli’de görev yapıyordu. O da Hava Kuvvetleri’nde Harekât Şubesi müdürlüğüne getirilmişti. Kilit noktalarına getirilen bu kişiler Millî Birlik Komitesi’nin parçalanmasını izlerken biraz da kışkırttılar. Komitenin zaafa düştüğü sırada ise bir güç haline geldiler. Bunu planlı bir şekilde yaptıkları kesin. Amaçları, zayıflayan ihtilal kadrolarından üstün olup, gerçek anlamda bir ihtilal gücü haline gelmekti. Bunu başardılar. Ankara’da güç kazanarak Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’ı da etki altına aldılar.
Böylece gerek Ankara’da, gerek İstanbul’da başlıca birlik kumandanlarının katıldığı bir örgüt gerçek iktidar haline dönüştü. Komiteden onlarla işbirliği içinde olanlar da vardı. Havacılarla işbirliği içinde olan Mucip Ataklı, Karacılarla işbirliği içinde olan Acuner hizbi birlik içerisindeydi. Madanoğlu, Cemal Gürsel ve Osman Köksal bu cuntaya karşı çıktı. Böylece Millî Birlik Komitesi’nin etkinliği sıfırlanmış oldu. Etkinlik tamamen Silahlı Kuvvetler Cuntası’na geçti.
Brüksel, Nato merkezi olduğu için subayların sık sık gelip gittiği bir yerdi. Halim Menteş de bir görevle geldi ve orada Kabibay’la görüştü. Menteş, özellikle Türkeş’i ve Muzaffer Özdağ’ı düşman gibi görüyordu. Oysa Özdağ’la akraba veya hemşeriydiler. Halim Menteş, Emanullah Çelebi, Muzaffer Özdağ Kafkas kökenli insanlardı. Ama aralarında ihtilalin yorumu yönünden farklılıklar vardı. Halim Menteş koyu Halk Partili ve İsmet Paşa yanlısı bir arkadaşımızdı. Ben onların tartışmalarına tanık olduğum için, Muzaffer’e bakış açılarını gayet iyi bilirim. Amaçları, sürgünde bulunan Ondörtlerin arasına anlaşmazlık sokup parçalamaktı. Onun için Kabibay’ı, Solmazer’i ziyaret ediyorlardı, ama bu işler bizlerden gizli yürüyordu. Biz bunları daha sonra Kabibay’dan öğrendik. Kabibay dinamik bir adamdı. Kim eline geçerse ondan yararlanmaya ve onu değerlendirerek bir adım ileri gitmeye çalışırdı. Kendisi çok sevdiğim ve saydığım bir insan olmasına karşın, liderlik meselesinde kendisine avans vermedim. Çok kızdı ve gücendi. Bütün hayal kırıklığına karşın, yine beğendiği taraflarım vardı ki hep dost kalmışızdır.
22 Şubat Hareketi’ne ve bir bütün olarak Halk Partisi’ne angaje olmadık. Bir bütün olarak Türkeş’in manevralarına da alet olmadık. Ama yine de Ondörtlerin bütünlüğü parçalandı ne yazık ki. Arkadaşlarımızın üçü de seçkin kişilerdi, ama lider olmak için hiçbirisi yeterli değildi. Başlangıçta Türkeş lider olarak görünmüştür ama öyle kalamamıştır. Kabibay onun elinden bayrağı almak istemiş, alamamıştır. Daha sonra Erkanlı, Taşer tarafından liderlik yarışına itilmiştir. Ben hep toparlayıcı oldum. Liderlik iddiasında bulunmadım ama fiilen hep etkiliydim.
Ben liderliğe soyunan arkadaşlarımın üçünü de çok seviyorum, ama tarihî gerçeği ortaya çıkarmak, birbirimize karşı tutumumuzu belirtmek için, yaşadığımız her şeyi anlattım. Hayatımın daha sonraki döneminde ise Türkeş’ten uzaklaştım. Kabibay’la daha yakın oldum.
Türkiye’ye Dönüş
17 Kasım’da Türkiye’den ayrılmış, 19 Kasım’da Madrid Büyükelçiliği’nde göreve başlamıştım. 3 Aralık 1962 günü, akşam saat altıda İstanbul’a vardık.
İstanbul’a geldiğimizde, daha aşağıya inmeden, çevremiz gazetecilerle sarıldı. 1948’den beri tanıdığım gazeteci Ayhan Hünalp dedi ki: “Halim Menteş ve arkadaşları tasfiye edildi, haberin olsun.” Halim Menteş, Emanullah Çelebi, Haydar Tunçkanat ve Mucip Ataklı bizim tasfiye edilişimizde büyük rol oynamış bir ekipti. 22 Şubat’ta da İsmet Paşa’yla işbirliği yaparak Talat Aydemir’i tasfiye etmişlerdi. Fakat orduda kendi başlarına kalınca, bu kez İsmet Paşa onları tasfiye ettirmişti. O gün haberi duyunca doğrusu sevindim. Çünkü Halim Menteş’in Halk Partisi yanlısı, hastalıklı ve akılsız tutumu bizi rahatsız ediyordu. Türkiye’ye döndüğümüz zaman çatışacağımızdan emindik.
Benim dönüşümden sonra, 21 Mayıs 1963’te Talat Aydemir ve arkadaşlarının ikinci ayaklanmasına kadar geçen dönemde neler yaptık?
Her gün beş on subay, beni ziyaret etmek için eve geliyordu. Bana gelenlere şunları söylüyordum: “Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu şartlar yeni bir ordu hareketini kesinlikle geçerli kılmaz. Talat Aydemir veya başkasıyla böyle bir hareketin içerisine asla girmeyin! Bize düşünce, fikir, araştırma lazım. Okuyun, araştırın, kendinizi yetiştirin.”
Yaptığım telkinlerin doğru ve faydalı olduğuna inanıyorum. Bana gelen çocukların çoğu, Talat Aydemir’in bu ikinci delice ayaklanmasına karışmamıştır. İstanbul’da Talat Aydemir’in gücünün gençlik içerisinde çözülmesinin nedeni, benim kesin tavrımdır. Biz gelmeden önce, Talat Aydemir Harp Okulu komutanı olduğu için, onları ne de olsa epey etkilemişti. İsmet Paşa, “Talat Aydemir, Harbiyelileri aldattı” diye mecliste konuşunca, bunlar da, “Harbiyeli aldanmaz” diye çelenk koydular.
Ankara’ya gittiğimizde de, Bahtiyar Yalta ve Mustafa Ok’la görüşüyorduk. Onlar, “Beraber bir hareket geliştirebilir miyiz? Darbe yapabilir miyiz?” diye araştırma yapıyorlardı. “Kuvvet dökümünü ortaya koyalım” dedik. Bir de baktık ki, onların kuvveti, aşağı yukarı bizim kuvvetimiz zaten.
Talat Aydemir’i Ziyaret
Kısacası, biz cephe aldığımız zaman, Talat Aydemir’in ihtilal yapacak gücü kalmıyordu. Bu yüzden Talat, etkinliklerimi bilmesine karşın, bana karşı açık cephe almadı. Ben Talat Aydemir’i evinde ziyaret ederek, kendisiyle de konuştum. Bir ihtilalin zamansız olduğunu, başarılı olamayacağını kendisine belittim. Aynı sözleri Bahtiyar Yalta ile Mustafa Ok’a da söyledim. Yalta, 13 Kasım’dan önce, benim Harp Okulu’na tabur komutanı olarak tayin ettirdiğim arkadaşlardan birisiydi.
Türkeş, Erkanlı ve Kabibay’la Selanik’te Buluşma
Türkeş, Türkiye’ye şubatın son haftasında geldi. Demek ki, üç ay boyunca, Türkiye’de yalnız başıma çalışmıştım. Kabibay o zaman henüz Brüksel’deydi. Erkanlı Atina’da görevliydi. Bu üç kişi, “Dönmeden aramızdaki sorunları bir kez daha görüşelim” diyerek, Selanik’te buluşma kararı almışlar. Buluşmaya beni de çağırdılar. Bir otelde buluştuk. Yine anlaşamadılar. Birinin ak dediğine, diğeri kara diyordu. Ben anlaşacaklarını umduğumdan değil de, son bir kere arkadaşlarımı göreyim diye Selanik’e gitmiştim.
O sırada Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlar şöyleydi: Bir meclis kurulmuştu, iktidarda İsmet Paşa vardı. Talat Aydemir bir ihtilal hazırlığı içerisine giriyordu. Ama ben şahsen, yeni bir ihtilal taraflısı değildim. Kuvvetlerimiz Talat Aydemir’e, şuna buna angaje olmuştu. Önce kuvvetlerimizi toplamalıydık. Sonra onları sağlam bir fikrî temelde yoğurmak, siyasî bir güç haline getirmek gerekiyordu. Bu emek ve ileri görüşlülük isteyen bir işti. Bir ihtilal macerasının içine girersek, kaybolur giderdik. Çünkü durum 22 Şubat’taki gibi değildi. İktidar daha güçlüydü. Türkeş’le birlikte Türkiye’ye döndük. Yunanistan dönüşümüzde bize esaslı bir törenle, taraftarlarımız karşıladı. Divan Oteli’nde basın toplantısı yaptık. Türkiye’de olan arkadaşlar, Türkeş’le birlikte toplantıda bulunduk. Basın metnini ben hazırlamıştım. O gün söylenenler, Ondörtlerin radikal düşüncesinin güzel bir ifadesidir.
Huzur ve Yükseliş Derneği
Türkeş’in Türkiye’de ne yapacağı, büyük soru işaretiydi. Türkeş’in çevresinde 1944 Turancıları ve Türkçüleri olduğu için, bu kişilerle Türkeş’in ne yapacağı merak konusuydu. Bunlar biraz dışlanmış gruplardı. Bir kısmı Adalet Partisi’nin içinde yer almıştı, ama pek de güçlü değillerdi. Türkeş’in Adalet Partisi’nde liderliğe oynamak istediği şeklinde söylentiler vardı. Biz buna karşıydık. “Sen ihtilalden gelmiş bir adamsın. Gümüşpala artığı bir Adalet Partisi’nde senin yapacağın bir şey olmaz. Zaten, seni lider yapmazlar” diyorduk. Türkeş bir taraftan Adalet Partililerle gizli açık temaslarını yürütürken, diğer taraftan, “Bir dernek kuralım” düşüncesini ortaya attı. Bu fikre biz de katıldık. Sonra Ankara’da ve İstanbul’da hazırlıklara başladık. Derneği kuracağız, bizler de yöneticileri olacağız. Ankara’daki arkadaşlara baktım, çoğu Türkeş’in 1944 arkadaşları. Bir kısmını ben de tanıyorum, aralarında çok takdir ettiğim insanlar da var, ama ben kuracağımız derneğin daha geniş tabanlı, halkın her kesiminin temsil edileceği bir dernek olmasını arzu ediyordum. Türkeş’e, “Bu, bir çeşit Türk Milliyetçiler Derneği oluyor. Bu birleştirici bir dernek olmaz ve sizi liderliğe götürmez. Sizi bir hizbin, bir klanın, bir dar görüşün adamı olarak gösterir ki zaten öyle suçlanıyorsunuz, daha da perçinler” dedim. “Haklısın, peki nasıl yapalım?” dedi, ama adamları çevresine toplamıştı.
Bu arada Türkeş’le ilişkim konusunda bana zaman zaman yöneltilen sorulara da değinmek isterim. Türkeş’in bizim hayatımızdaki yeri nedir? Türkeş, Piyade Atış Okulu’nda tabya hocamdı. O dönemde yaptığımız tartışmalarda Türkeş’i hep ileri bir noktada gördüm. Halk Partisi ve İsmet İnönü kampanyalarıyla tanıtılan, ırkçı ve Turancı aşırılığın içinde gibi gelmedi bana. Gayet normal bir milliyetçiydi benim gözümde. Halkını seven ve ülke gerçeklerini bilen, ileri görüşlü, dünyayı tanımış, Batı’yı bilen, güzel İngilizcesi olan, okuyan, araştıran, seçkin bir insan olarak algılamışımdır kendisini. Doğal olarak, hocalığının bende yarattığı hayranlığın da etkisiyle, değerlendirmelerim belki tam yerinde olmamış olabilir. Yine de benim Türkeş hakkındaki düşüncem, yalnız hocalığıyla sınırlı değildi. Turancı Türkçü dergilerde çıkan takma imzalı yazılarında da hep uzlaştırıcı, toplayıcı ve Türk milliyetçiliğinin normal sayılabilecek sınırları içinde görmüşümdür.
Yurtdışındayken, Türkeş’i hep bu 44 kadrolarından uzak tutmaya çalıştım. Brüksel’deki son toplantıda Solmazer Türkeş’e açıkça sordu: “Sen kimlerle berabersin?” Türkeş, “Benim eski arkadaşlarımla bağlılığım vardır, inkâr edemem” dedi. İrfan, “O zaman beraber olamayız seninle” dedi. Kendileri ise, Ondörtleri parçalamak isteyen Halk Partisi’yle ilişkiye girmişlerdi. Türkeş o soruyu içtenlikle cevaplamak yerine, hiç cevap vermeyebilir ya da böyle sual mi olur diye geçiştirebilirdi. Yine de bizim samimi uyarılarımız Türkeş’i onlarla ilişkilerinde hep frenlemiş ve bizim çizgimize yaklaştırmıştır. Ben şöyle düşünüyordum. Bunca yıl beraber mücadele ettik. Yurtdışında bin bir parçaya bölündük, Türkiye’ye geldik. Hiçbirimizin doğru dürüst sağlam bir zemini yok. Şurada üç beş arkadaşız zaten. Birbirimize bir daha düşmeyelim, Türkeş’i ortada bırakmayalım. Elimizdeki kuvveti daha fazla dağıtmanın gereği yok. Benim Huzur ve Yükseliş Derneği macerasına yaklaşımım hep buydu.
O üç beş arkadaş kimdi? Benim dışımda Muzaffer Özdağ, Ahmet Er ve Mustafa Kaplan vardı. Hep birlikte bu derneğe girecektik, bir de Türkeş’in 44 arkadaşları. Biz derneği daha geniş bir zemine oturtalım dedik. Bu düşünceyle, Mustafa Kaplan’la beraber Fahri Belen’i ziyaret ettik. Türkeş bizim bu çabamızdan pek hoşnut olmasa da, hayır da diyemedi. Biz bu şekilde, Türkeş’i tekrar toparlamaya ve kendimize göre doğru olan yola sokmak istedik.
Türkeş ile Aydemir’in Dikmen Zirvesi
Bir gün, Muzaffer Özdağ’ın evinde, Mucip Ataklı bizi ziyaret etti ve birlikten, beraberlikten söz etti. Vaktiyle bizi tasfiye edenler arasında yer alan bu kişinin sözlerini pek ciddiye alamazdık. Nitekim geçiştirdik. Talat Aydemir o zaman, çevresinde topladığı güce, Ondörtlerden Türkiye’ye dönen bizleri, Halim Menteş ile arkadaşlarını ve Mucip Ataklı’yı da katarak, yeni bir güç oluşturma manevrasına girişti; temaslarını artırdı. Bizim aramızda yine farklı görüşler belirmeye başladı. Ben, Mustafa Kaplan ve Ahmet Er yeni bir ihtilalin tutmayacağı konusunda hemfikirdik. Türkeş bir taraftan, olur mu olmaz mı diye tartışırken, diğer taraftan da, acaba gücümüz nedir, toparlayıp bakalım, elverişli olursa girilir havasındaydı.
Muzaffer Özdağ ile Rifat Baykal da Türkeş’e yakın düşünce çizgisi içindeydiler. Biz karşı çıktığımız için bizi atlatarak, Türkeş ile Talat Aydemir’i görüştürdüler. Nerede? Dikmen dağının zirvesinde. Bir taraf Türkeş, Özdağ ve Rifat Baykal’dan oluşuyor. Diğer tarafta ise Talat Aydemir, o da yanına Bahtiyar Yalta ile Mustafa Ok’u alarak geliyor. Dikmen dağında toplantı yapılıyor. Biz bunu sonradan öğrendiğimizde müthiş kızdık. Özellikle Mustafa Kaplan öfkelendi. Kaplan, Türkeş’in yakın arkadaşıydı. Onu bizden iyi tanıyordu. Türkeş için hep maceracı der, “Türkeş yanlış işler yapmaya bayılır. Yahu, ne konuşuyorsun Talat Aydemir’le? Bu adam göz göre göre ihtilale gidiyor. Sen Türkiye’ye daha yeni gelmişsin. Henüz yerine yerleşememişsin. Bu adamla neyin ortaklığını yapacaksın? Parti kuramazsın. Sana cephe almış durumda. İhtilal yapamazsın, kendisini lider kabul ediyor.” Nitekim Türkeş ile Aydemir, liderlik konusunda anlaşamadılar. Hemen ardından, 21 Mayıs olayları patlak verdi.
Aydemir’in İhtilal Girişimi ve Türkeş’in Üzüntüsü
Mustafa Kaplan, Ahmet Er ve ben, o gün tesadüfen Ankara’daydık. Rifat ile Muzaffer zaten oradaydı. Aydemir harekete kalkışacak şeklinde haberler gelmeye başladı. Akşamüstü Türkeş dedi ki, “Talat bu akşam ihtilal yapacakmış.” Şaşırdık. “Yapacak, kesin!” diye tekrarladı. “Ne yapacağız? Bütün arkadaşlara haber verelim. Sakın böyle bir şeyin içerisine girmesinler, yazık olur” dedim. Bir görev bölümü yaptık. Herkes atladı arabasına, arkadaşları ziyaret etti. Ankara’da ne kadar arkadaşımız varsa, haber verdik, 21 Mayıs Hareketi’ne sokturtmadık. Yine böyle bir uyarı ziyaretinden dönerken, Kızılay Meydanı’nda saat 12.00 sularında bir baktık, tanklar! Derken radyoda Silahlı Kuvvetler Birliği adına ihtilal bildirisi okutturuluyordu. Biz şok olduk. Haberimiz olmasına karşın, yine de şaşırmıştık. Tankların arasından hızla döndük, Türkeş’in Kader Sokak’taki evine geldik. Uzun Otel’de kalıyorduk. Türkeş evinden çıkmış, yanında Vecihi Öğütçüoğlu vardı. Öğütçüoğlu, Harp Okulu’ndan, çok değer verdiğim bir arkadaşımdı. İstifa etmişti. Kararlı bir kişiydi. Talat Aydemir başarılı olursa, belki gelir bizleri kurşuna dizer, endişesiyle Türkeş’i kaçırmışlardı. Yine de dayanamamışlar, bizimle görüşmeye gerek görmüşlerdi. Buluşma noktası da kendi eviydi. Evinin önünde, Türkeş bize çıkıştı. Muzaffer, Mustafa ve ben vardık. “Siz bana engel oldunuz, ama bakın adam yaptı!” dedi. İhtilal liderliğini Talat’a kaptırdığı için müthiş bir üzüntü ve pişmanlık içindeydi. Vecihi’ye döndüm, “Ne oluyor?” dedim. “Bırak, ben şimdi götürüp kendisini sakinleştiririm.”
Talat Aydemir’in ihtilal girişimine ordunun büyük kısmı tepki gösterdi. Radyoevi iki üç defa el değiştirdi. Sonunda Talat Aydemir ve arkadaşları yakalanarak Mamak Hapishanesi’ne götürüldü. Ertesi gün öğleye doğru Türkeş’i de almışlar. Muzaffer Özdağ sinirlenip Merkez Komutanlığı’na gitmiş. Bağırıp çağırınca onu da tutuklamışlar. Rifat Baykal’ı ve Fazıl Akkoyunlu’yu da almışlar. Mustafa Kaplan, Ahmet Er ve ben, bizi de alacaklar diye bekleşiyoruz. Kızılay Meydanı’nda Mustafa’yla beraber oturduk, kendimizi gösteriyoruz. Yanımıza gazetelerden bir iki arkadaş geldi. Sonra Mustafa dedi ki: “Gidip otelde Ahmet’i bulalım.” Otelciler bizi görünce şaşırdı; çünkü bütün ihtilalciler tutuklanmıştı. Bir iki gün bekledik Ankara’da. Bizi arayan soran olmadı.
Sonra mahkemeler oldu. Mahkemeler aylarca sürdü. Mamak’ta arkadaşlarımız hapiste yatarken, biz dışarıda kaldık. Onlara avukatlar bulduk. Evlerine gittik geldik. Yardımcı olduk. Birkaç ay sonra Muzaffer’i, Türkeş’i, Akkoyunlu’yu ve Rifat’ı salıverdiler. Diğerleri mahkûm oldu. Örneğin Bahtiyar Yalta yedi yıl hapis yedi. Mustafa Ok, Halim Menteş, Dündar Seyhan beraat ettiler. Onlardan on gün önce de, Genç Kemalistler Ordusu adlı girişimi nedeniyle Talat Turhan’ı tutuklamışlardı. Böylece kendisi Talat Aydemir hareketine katılmamış oldu. Talat da iddia ediyor ki, onu tutuklatan, Talat Aydemir’in kendisidir. “Altındaki kuvvetleri çekip, kendime bağlıyorum düşüncesiyle, beni ihbar etti” diyordu. Talat Aydemir’in böyle bir ihbarcılık yapabileceğine hiç ihtimal vermiyordum. Türkeş’in yaptığı bir şeyi de biz sonradan öğrendik. Ertesi gün Türkeş’in evine gidip, “Albayım, sizi de alabilirler” dediğimde, “Nem tedbirimi aldım” dedi. “Nasıl?” diye sordum. “Hasan Dinçer’e haber verdim. Bu işten sıyırdık” diye cevap verdi. Hasan Dinçer, o zaman hükûmette bakandı. Fakat ertesi sabah, Türkeş’i de alıp götürdüler. Mahkemede Türkeş’in ihbarı meydana çıktı. Türkeş o zaman bu haberi nereden duyduğunu bize söylememişti. Kendisine haberi veren, Türkeş’in çok yakın arkadaşı, Fuat Uluç isminde emekli bir subaydı. Mahkeme sırasında Türkeş’in bu bilgiyi Fuat Uluç’tan aldığını (Amerikan istihbaratından da gelmiş olabilir), Türkeş’in Hasan Dinçer’e bildirdiğini, Dinçer’in de İsmet Paşa’ya söylediğini, İsmet Paşa’nın ise pek önem vermediğini öğrendik. Benim tahminim o ki, Genelkurmay bu ihtilal hareketinin olacağını o akşam biliyordu.
CKMP’ye Katılma ve CKMP Genel Başkan Yardımcılığı
21 Mayıs Hareketi’ne katıldılar gerekçesiyle arkadaşlarımızın tutuklanması üzerine ben, Mustafa Kaplan ve Ahmet Er, biz de içeri alınırız düşüncesiyle Ankara’ya çok az gider olmuştuk. Birkaç ay sonra Ankara’da bir daire satın aldım. Amacım, yine Ankara’ya yerleşmek ve politika yapmaktı. Henüz otuz üç- otuz dört yaşlarındaydık. Mustafa Kaplan bizden biraz daha büyüktü. Türkeş ise yaşı elliye yaklaşmış bir adamdı. Doğal olarak, yaşında getirdiği farklı görüşler vardı. Örneğin Türkeş, politikaya bir an önce girmek istiyordu. Farklı arkadaşlar farklı görüşlerde olduğu için bir kısmı CKMP’ye, bir kısmı da CHP’ye girdi. Ben önce istemedim, ama daha sonra arkadaşlarımın ağır baskısına direnemeyerek Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne girdim ve 1966 seçimlerine arkadaşlarımla beraber katıldım. Partideki herkes bizim partiye girmemizi istiyordu. Türkeş’in yanı sıra Dündar Taşer ile Rifat Baykal da partiye girme konusunda hızlı taraftardı. Muzaffer Özdağ çekimserdi. Mustafa Kaplan ve ben Muzaffer’le şöyle anlaşmıştık. Muzaffer de partiye girmeyecekti ve biz yalnızca katılan arkadaşların giriş töreninde bulunacaktık. Fakat o gün, Muzaffer ani bir kararla partiye katıldı. Biz buna gücendik, kırıldık ve ayrıldık partiden. Hatta, bizi dinlemeyip verdiği söze aykırı davrandığı için Muzaffer’e ağır konuştuk. İki ay sonunda ikna edildik ve biz de CKMP’ye girdik.
İptal Edilen Milletvekilliği
Biz bütün Türkiye’de seçime girdik ve yüzde üç oy aldık. Türkeş, Rifat Baykal ve Muzaffer Özdağ milletvekili oldular. Yalnız benim durumumda garip bir şey oldu. Çanakkale’den milletvekili seçildim. Resmi Gazete’de ismim milletvekili olarak yayınlandı. Yüksek Seçim Kurulu’ndan mazbatamı aldım. Eşimiz dostumuz kutladı. Sonra millî bakiye sistemindeki yanlışlık nedeniyle bunu kaybettim. Partideki görevim, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi genel başkan yardımcısı olarak 1967’ye kadar devam etti.
CKMP’den İstifa
Seçimden sonraki dönemde Türkeş’le olan görüş farklılıkları beni partiden soğuttu ve hızımı yitirdim. Sosyalist Kültür Derneği’nde verdiğim NATO ve ABD karşıtı konferansımı Yön dergisi yayımlayınca Türkeş beni ağır bir biçimde eleştirdi. Partililer arasında aleyhimde yoğun bir propaganda yapıldı. Bunun üzerine partiden istifaya karar verdim ve 1 Temmuz 1967 tarihinde istifa mektubumu Türkeş’e gönderdim. O tarihten bu yana Türkeş’le hiçbir düşünce ve fikir birliğim olmadı.
Türkeş’e gönderdiğim nazik istifa mektubu bir şeyler ifade ediyordu. Mektup, “Albayım” diye başlıyordu, “yollarımız ayrıldı. Sizlere başarılar diliyorum. Ben bundan sonra kendime göre bir yol izleyeceğim.” Neydi takip edeceğim yol? Niye CKMP’den ayrılmıştım?
En başta, benim CKMP’ye girmem yanlıştı, ama Türkeş için değil. Ben o dönemde Türkeş için de yanlış diye düşünüyordum, fakat bir yerde şu değerlendirmeyi de o zaman yaptım, şimdi biraz daha geniş bir şekilde açıklayayım. Türkeş bizden on yaş ileride bir adamdı, daha tanınmış bir kişiydi. Çevresi kendisinin zaten bir an önce politikaya girmesini ve sonuç almasını istiyordu. O bu fırsatı da değerlendiremezse ne olurdu? Bir de ona bakmak lazım. Yani bu adam ihtilal lideriydi. Tasfiye oldu. Sonra yurtdışından geldi. Bir şeyler yapması bekleniyor, ama o hiçbir şey yapmıyor. Derviş gibi evinde, köşesinde oturuyor. Toplumun bakış açısı ne olurdu? Çünkü bizler hızlı adamlar olarak biliniyorduk. Türkeş de ihtilal lideri olarak ismi göklere çıkarılan bir adam. Gelmiş, Gaziosmanpaşa Kader Sokak’taki evinde oturacak, gelene gidene fikirlerini söyleyecek. Bana göre de doğrusu bu. Ama bir ihtilal lideri tansiyonunda bir insan bu fikirlerini ne ölçüde uygulayabilir? Nitekim, Türkeş uygulayamadı. Olaylarda etkili olabilmek, öne geçmek için mevcut partilerden birine girdi. Adalet Partisi olmadı, CKMP isteyince oraya girdi. Bu kararda, zannediyorum, 21 Mayıs’ta gözaltına alınıp bir kaç ay hapis yatmanın yarattığı bir huzursuzluk da rol oynamış olabilir. “Bizi rahat bırakmazlar, bir şeyin içine sokarlar. İyisi mi bir siyasî şemsiyenin altında meclise girelim de kendimizi emniyet altına alalım” duygusu rol oynamış olabilir. Bir de o yaşa gelmiş, kemale ermiş bir insanın siyasette milletine hizmet vermeyi düşünmesi normal bir şey. Bizler bekleyebilirdik, biraz daha zamanımız vardı. Ama o bir an önce girmeyi tercih etti.
Ben, isteksiz, gönülsüz, bir yerde arkadaşlarımı kıramadığım ve onlardan kopmamak için partiye katılmıştım. İstifa ettiğim zaman, Türkeş’ten de, onun yanında kalan arkadaşlarımdan da ortak bir hareket noktasında umudumu kesmiştim. Çünkü CKMP sonuçta, Halk Partisi’nden ve Demokrat Parti’den dışlanmış, düşünce olarak nispeten arkaik, daha çok olumsuz bir tepki partisi yapısındaydı ve bizim sonradan getirdiğimiz güçle bile benim düşündüğüm anlamda ilerici bir hareket yaratması mümkün değildi. Arkadaşlarıma da güvenimi kaybetmiştim. Ayrılmak benim için doğru bir karardı. Benim ayrılışımdan iki yıl sonra Mustafa Kaplan genel sekreterlikten istifa etti. 12 Mart 1971 sıralarında da Muzaffer Özdağ ve Rifat Baykal ayrıldılar. Türkeş’in yanında kala kala, Dündar Taşer ile Ahmet Er kalmıştı. Daha sonra Dündar Taşer öldü. Ahmet Er de 1990’larda ayrıldı.
CKMP’den ayrılışım aşamalı oldu. Önce genel başkan yardımcılığından ayrıldım, partinin yönetim kurulu üyesi olarak kaldım. Daha sonra istifa ederek Türkeş’le bağımı tamamen kopardım. Haklıydım; çünkü Türkeş, benim düşünce yapıma ters gelen bir siyasî gelişmeye gitmişti. Nitekim daha sonraki dönemde, partinin Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi olan adını değiştirdi, Milliyetçi Hareket Partisi oldu. MHP, gençlik içinde daha çok “vur-kır”a dayanan bir örgütlenmeye doğru gitti ve gerek 70’li, gerek onu takip eden 12 Eylül döneminde, sağ-sol çatışmalarında aktif bir kavga gücü olarak çıktı ortaya. Oysa ben hep sentezden bahsediyordum düşünce olarak. Bu düşünce akımlarının Türkiye için yararlı olabileceği bir ortak nokta yakalayıp bir senteze ulaştırmak ve oradan netice almaya gitmek istiyordum. Bu daha sonra çok daha farklı bir biçimde, liberal bir düşünce içerisinde Turgut Özal tarafından gerçekleştirildi Türkiye’de.
Yukarıda, CKMP’den istifa edişimden sonra Türkeş’le hiçbir düşünce ve fikir birliğim olmadı, demiştim. İlişkimiz de tamamen koptu. Aslında benden yana bir şey yoktu. Gayet medenî bir şekilde, siyasette alışagelenin tersine, hadise yapmadan ayrıldım. Gayet kısa bir mektupla yollarımızın ayrıldığını bildirmekle yetindim. Türkeş bilmiyorum nedendir, buna gücenmiş olabilir; niye istifa ettin bile demedi. İstifamı belki bekliyor, belki de istiyordu. Sosyalist Kültür Derneği’nde yaptığım konuşma ve onun yarattığı memnuniyetsizlik, parti içindeki bir takım hoşnutsuzluklar yüzünden. Bir de bizim Türkeş üzerindeki etkinliğimizi azaltmaya çalışan bazı çevreler, Türkeş’in etrafındaki Ondörtlerin Türkeş’ten kopmalarında etkili olmuşlardır, şüphe yok. Daha sonra gözaltına alındım, tutuklandım, on ay hapis yattım. Hapisten çıktıktan sonra bana geçmiş olsun bile demedi. Seneler sonra kendisi 12 Eylül’de hapse girdi çıktı. Tesadüfen, Antalya’da aynı otelde kalmışız. Kendisiyle görüştüm, geçmiş olsun dediğim zaman, “Senin de başından çok şeyler geçti, sana da geçmiş olsun” demek durumunda kaldı. Bunlar çok önemli şeyler değil. Medenî dünyada ilişkilerin böyle olmaması lazım, ama oluyor demek ki. Yani ben bundan fazla alınmış değilim ve böyle şeyler benim görüşlerimde uzun boylu değişikliğe yol açmaz. Ama benim Türkeş’le esas kopuşum, onun partiye, sağ militan, vurucu bir güç kişiliği kazandırma eğiliminde oluşundadır.
MHP’deki başbuğluk iddiası da zaten demokrat düşünceyle bağdaşmıyordu. Demek ki içinde benim daha önce tespit edemediğim, anlayamadığım bir eğilim varmış. Veyahut da siyaset icabı öyle olmak gerekiyor diye öyle olmuş olabilir. Çünkü bazen insanlar kendi oluşlarına değil de, siyasetteki görüntülerine önem vermek durumunda kalırlar. Çünkü Türkeş, örneğin, son zamanlarda yine demokrat kişilik kazanmış bir hava estiriyor. Adam belki de siyasette vaktiyle bıraktığı izden ve bu izi derinleştirerek yaratacağı siyasal birikimden de yararlanmayı düşünerek de başbuğ görüntüsünü tercih etmiş olabilir.
27 Mayıs 1991’de Millî Birlik Komitesi üyelerinin hepsini davet ettiğim yemeğe gelenler arasında Türkeş de vardı. Orduevinde bir yemek yedik. Daha sonra da Muzaffer Özdağ’ın oğlunun düğününde karşılaştık. Eski konular ve kırgınlıklar hakkında hiç konuşulmadı. Türkeş’le baş başa konuşma fırsatı bulamadık.
Türkeş’le son görüşmemiz ölümünden ne kadar önceydi hatırlayamıyorum. Telefon ederek İstanbul’a geleceğini ve benimle görüşmek istediğini bildirmişti. Geldi ve Çırağan Sarayı’nda beni yemeğe davet etti. Yemekte kendisinin dışında on - on iki partili arkadaşı ve Münir Köseoğlu da bulunuyordu. Sağına Münir’i soluna da beni oturttu. Yemekte ülke sorunlarını tartıştık. Yorgun fakat mutlu bir hali vardı. Bizlerle bir arada bulunmaktan çok memnun olduğunu söyledi. Yemeğin sonuna doğru Akgün Otel’in sahibi Nihat Akgün’ün, mafya olduğu söylenen birinin yemeğe katılması o gecenin bütün güzelliğini ve anlamını bozmuştur. Bunu da kaydetmeden geçemem. Türkeş’in bu adamlarla ne alışverişi vardı? Türkeş’in bu adamın yemeğe katılmasından rahatsız olduğu hissediliyordu. Ama bu olay 12 Eylül kara yazgısından ağır yara alan Türkeş’in bundan sonra benimsediği uzlaşmacı ve barışçıl görüntüsüne karşın, geçmişte yaptığı hataların yükünü taşımak zorunda kaldığının açık görüntüsüydü. Ne yazık ki, geçmiş yılların ağır atmosferi içinde Türk Milliyetçilik Hareketi, bu tür pisliklere bulaştırılmıştır. Ülkücü mafya ve ülkücü terörün Milliyetçi Hareket’e verdiği olumsuz zararın başlıca sorumlusu, kuşkusuz hareketin önderidir.
TÜRKEŞ’İN ANILARI – HULUSİ TURGUT
TALÂT AYDEMİR İLE TANIŞMA
Takvim yaprakları 1958 yılını gösteriyor. Mevsim kış. Doğu illerimizden Elazığ, o yıl çetin soğuklara sahne oluyor.
243 nci Piyade Alayı 1. Tabur Komutanı Kurmay Binbaşı Alparslan Türkeş, kendisini makamında ziyarete gelen Motorlu Topçu Tabur Komutanı Kurmay Binbaşı Talât Aydemir’den çok önemli bir teklif alıyor. Şimdi, askerî karargâhtaki bu ziyareti izleyelim:
Aydemir - Arkadaşlar, sizi aramızda görmek istiyor.
Türkeş - Aranızdayım, beraberiz.
Aydemir - Yoo, öyle değil.
Türkeş - Nasıl?
Aydemir – Bizim, bu namussuzları, bu iktidarı devirmek üzere bir gizli cemiyetimiz var. Arkdaşlar, sizin de aramızda olmanızı istiyorlar. Sizi çok seviyorlar hepsi.
Türkeş – Peki, ne yapmak istiyorsunuz?
Aydemir: Bu Demokrat Parti iktidarı, memleketi batırıyor. Kötüye götürüyor. Bu memleketi yine İsmet Paşa kurtarır. Bunları devirelim, Halk Partisi’ni iktidara getirelim, diye düşünüyoruz
Türkeş: İsmet Paşa 27 sene bu memleketi idare etti. Bu bahsettiğiniz yoksulluklar, aksaklıklar, geri kalmışlıklar falan, onun sorumluluğudur. Şimdi onu tekrar iktidara getirirseniz, ne verecek memlekete? Atatürk’ün emri var, asker politikaya karışmaz. Subayın, politikayla uğraşmaması lâzım. Tarihimizde, bir Balkan Faciası yaşadık. Onun için, bu defalık siz bana böyle bir şey söylememiş olun, ben de böyle bir şey duymamış, işitmemiş olayım.
Türkeş, Kurmay Binbaşı Talât Aydemir’le yaptığı konuşmanın devamını şöyle anlatacaktı:
“Ben böyle deyince çok üzüldü, bozuldu. Sarışın bir insandı böyle, mavi gözlü. Sarardı rengi. Peki, dedi. Kalktı gitti benim odamdan…”
Türkeş, ordu içindeki cuntadan gelen bu teklif üzerine derin bir düşünceye dalıyor, bu arada kendi kendine durum değerlendirmesi yapıyordu. Yine Türkeş anlatıyor:
“Bu görüşmeden sonra anladım ki; Silâhlı Kuvvetler’de içten içe bir şeyler oluyor. Zaten bazı şeyler de duyuyordum.
Aydemir’le görüşmemizin üzerinden bir süre geçti, eğitimdeyim. Posta eri koşarak geldi, nefes nefese… Dedi ki:
- Topçu Komutanı Albayım geldi, Taburda, sizi bekliyor.
Hemen döndüm, süratle gittim. Baktım, Tümen Topçu Komutanı Kurmay Albay Faruk Ateşdağlı.”
Şimdi, Albay Ateşdağlı ile Binbaşı Türkeş’in konuşmalarını izleyelim.
Türkeş – Hoşgeldiniz komutanım.
Ateşdağlı – Siz, genç kurmaylar, büyüklerinizi aramazsınız, sormazsınız. Hatır saymazsınız. Burnunuz çok büyük oluyor.
Türkeş – Emredin Komutanım, ne emriniz varsa, ben yapmaya hazırım, içeri buyurmaz mısınız?
Ateşdağlı – Hayır, girmeyeceğim. İnsan bir yemek de vermez mi?
Türkeş – Emredersiniz. Bizim evi teşrif eder misiniz?
Ateşdağlı – Ederim, gelirim.
Türkeş – Kimleri emrediyorsanız, yemekte kimlerle bulunmayı arzu ediyorsanız, o arkadaşlarımızı davet edeyim.
Ateşdağlı – Talât’tan başka Muammer ve Turan’ı da çağır.
Binbaşı Türkeş, Alay Komutanı Ateşdağlı’nın bu beklenmedik teklifi karşısında şaşırıyor, yemek vereceği günün heyecanına kapılıp, muhtemel gelişmeler karşısında nasıl bir tavır alacağının plânlarını yapmaya koyuluyordu. Bu işin devamını yine Türkeş anlatıyor:
“Ben, Alay Komutanı’nın ayaküstü ziyaretinden sonra mes’eleden biraz işgil aldım. Daha sonra yemeğe geldiler. Oturduk, yemek yedik, sohbet ettik. Bana dedi ki:
- Biz, sizi seviyoruz. Beraber olalım, diyoruz. Talât da bunu sana söylemiş. Sen, reddetmişsin.”
Türkeş, Alay Komutanı’nın bu serzenişi karşısında hemen toparlanıp şu karşılığı verecekti:
“Efendim, bu mes’elenin, zât’ı-âlinizin bir emri olduğunu bilmiyordum. Konuyu, tam kavrayamamıştım. Emrediyorsanız, sizin olduğunuz yerde ben her zaman olurum…”
İşte, bu yemekli toplantı, Kurmay Binbaşı Alparslan Türkeş’in, Silâhlı Kuvvetler içinde bulunan bir önemli cuntaya girişinin tescili oluyordu.
Türkeş, Elazığ’da, şark görevine, Amerika Birleşik Devletleri’nden gelmişti. Pentagon’daki NATO Türk Temsil Heyeti’nde görev yapmış, vatana dönüşünde bir de Amerikan otomobili getirmişti.
Ancak bu otomobil Türkeş’in başını ağrıtıyor, Amerika görmüş hal, Tümen Komutanında kıskançlık yaratıyordu. O günlerin anısını Türkeş şöyle anlatacaktı:
“Nuri Paşa isminde bir Tümen Komutanımız vardı. Aslında çok temiz ve çalışkandı. Fakat bizler, dış görevden geldiğimiz için bize karşı hırçın bir hali vardı. Bu arada Amerika’dan getirdiğim arabaya taktı. Onu tabura sokmamı yasakladı. Arabamı nerede görse sinirleniyordu. Bir defasında Harput Kalesine çıkmış. Oradan aşağıyı seyrederken dere içinde duran arabama yine gözü takılmış. O sinirle hemen aşağıya inmiş. Araba konusunu açtı. Görmek istemiyorum, dedi. Ben de önce bir samanlık kiralayıp orada sakladım. Daha sonra da sattım.”
Elazığ’daki Tümen Komutanı Nuri Paşa, Kurmay Binbaşı Alparslan Türkeş’in Amerika’dan getirdiği otomobile takadursun, Alay Komutanı Kurmay Albay Faruk Ateşdağlı ve çok güvendiği birkaç silah arkadaşı cuntaya yeni elemanlar kazandırmakla meşguldü. Zaten Nuri Paşanın bu işlerle ilgilenmesi düşünülemezdi.
Türkeş’in cuntaya evet demesinden sonra özellikle Talât Aydemir, kendisi ile teması sıklaştırıp, kuvvetli bir dostluğun kurulmasını sağlıyordu. Bu arada örgüt konusunu da yeni arkadaşına ayrıntısı ile açmağa başlayan Aydemir, bir önemli kuşkusunu dile getirmeden de edemiyordu. Acaba Aydemir’in kuşkusu neydi? Bu gelişmeleri de Türkeş’ten dinliyoruz.
“Aydemir’le artık ailece görüşüyoruz. Konu tabii dönüp dolaşıp memleket mes’elesine geliyor.
Merhum Aydemir, Cuntayı anlatırken, yalnız bir arkadaşından gocunuyor, endişeleniyordu. Bu kişi, o sıralar Kurmay Yarbay olan Faruk Güventürk. Aydemir’in anlattıklarına göre Güventürk birkaç gizli örgütün üyesi imiş. İleri geri konuştuğundan, biraz fazla alkol alınca, her şeyi söyleyebileceğinden kuşku duyuyor.
Güventürk’ün lâkabı, arkadaşlar arasında Makarios diye geçiyordu. Makarios aşağı, Makarios yukarı. Kendisini, ben tanımıyordum. Önce istanbul’da görevliymiş, sonra Bolu’ya Topçu Komutan Muavini olmuş.”
Türkeş, gizli örgüt konularını eşinin ve öteki subay ailelerinin yanında konuşmamaya çok özen gösteriyordu. Ancak, arkadaşlarının aynı titizliği gösterip göstermediklerini bilmiyordu.
Bu arada Aydemir, kişisel sırlarını da Türkeş’e açmaya başladı. İşte yine böyle bir sahneyi Türkeş’ten dinleyelim:
“Talât Aydemir çok sıkılmış, bir gün bana geldi. Dert yanmaya başladı. Maaşının yetmediğini söyledi. Astlarına borçlandığını anlattı. Böyle söyleyince asabiyet gösterdim. ‘Ast’a borçlanmak, otoriteyi yıkar, ertesi gün ona emredemezsin’, dedim.
Geçim zorluğundan bahsetti. Çaresiz kaldığı için borçlandığını söyledi. Benden toplu para istedi. Bölük pörçük borçları dağıtmayı arzu ettiğini belirtti.
Maaşlarımız 200-220 lira. Zannediyorum, topluca 2500 veya 3500 verdim. O da borçlarını temizledi.”
Türkeş gizli örgüte girmişti ama, örgütün İstanbul merkezinden hiç de iyi haber gelmiyordu. Talât Aydemir adına postalanan ve Perdeci imzalı bir mektup, özellikle bu Kurmay Binbaşı’yı perişan ediyordu. O kritik günleri Alparslan Türkeş, daha dün olmuş gibi, olaydan 36 yıl sonra anlatmaya koyuldu:
“Aydemir’e, İstanbul’dan bir mektup gelmiş. Altında Perdeci diye imza var. 9 Subay’ın yakalandığı, Makarios diye anılan Faruk Güventürk’ün de içlerinde olduğu belirtiliyor.
Mektuptaki bilgilere göre, Güventürk tutuklanmış, Maaşı kesilmiş. İstanbul’daki gizli örgüt üyeleri, Güventürk’ün ailesine her ay 500 lira verecekler, kendisine de göndereceklermiş. Bu arada yine Güventürk’e, ‘Ağzını sıkı tut’ diye haber yollamışlar.
Mektubun bizce en önemli noktası Aydemir’e yapılan uyarı idi. Ona, ‘Tedbirli ol. Makarios konuşabilir.’ deniliyordu.
‘Beni tutuklarlarsa, çoluk çocuk sana emanet’ dedi. Ben de kendisini teselli ettim. Elimden gelen her türlü yardımı yapacağımı söyledim.
Bu olaydan birkaç gün sonra Aydemir ve ailesi bir ikinci panik daha yaşadı. Diyarbakır’dan Kolordu Komutanı bir akşam vakti Tümeni denetlemeye geldi. Bunun üzerine Aydemir, acele evden çağrıldı. Ancak, eşi, bu çağrıyı hemen mektuba bağlamış, paniğe kapılmış. Kocasını tutukladıklarını zannetmiş.
Ardından evdeki feryad figânı, ev sahibi duyup gelmiş. Aydemir’in eşi de, emekli polise her şeyi anlatmış. Kocasına gelen mektuptan, hattâ gizli örgütten bile bahsetmiş.
Meğer Aydemir gizli örgütle her şeyi eşine anlatırmış. Sonra kendisini, ‘Böyle şeyleri niye Hanımefendiye söylersin’ diye uyardım. ‘Oldu bir kere’, dedi.
Bu olay böylece geçiştirildi. Sonra Aydemir Siirt’e, ben de yarbaylığa terfi ederek Ankara’ya tayin oldum. Önce Genelkurmay NATO Şubesinde görev aldım, ardından da Kara Kuvvetleri NATO Şubesi Müdürü ve Kurmay Albay oldum.
Aydemir, Siirt’ten mektup göndererek, kendisini Kore kâfilesine yazdırmamı istedi. Ankara’da, Millî Savunma Bakanı Şem’i Ergin’in emir subaylığını yapmış olan Adnan Çelikoğlu isimli arkadaşımız vasıtasıyla Aydemir’in isteğini yerine getirdim. Emir Subayı da örgüt üyesi idi. Bu arkadaş daha sonra İstanbul Belediye Başkan Yardımcılığı da yaptı.”
Elazığ’dan Başkent Ankara’ya yerleşen Türkeş, bir yandan örgütün İstanbul kanadını öğrenmeğe çalışırken, bir yandan da Ankara kadrosu ile temasa geçecekti. Bakalım sonrasında neler var:
“İstanbul’da örgütün ilk kurucu heyetinde Kurmay Albay Cemal Yıldırım, Faruk Ateşdağlı, Naci Asutay ve Bekir Ecevit var. Hepsi seçkin kimseler.
Ankara ve İstanbul’da gruplar oluşturmuşlar. Henüz plânlı çalışmaları yok. Birbirleri ile kısmen irtibatlılar. Gizliliğe riayet ediyorlar.
Ben Ankara’ya gelince bunlarla temasım oldu. Bunlar, Demokrat Parti’yi devirip, yerine İsmet Paşayı geçirmek istiyorlar.
Bu onlara, kolay, basit geliyor. İktidara ‘siz beceremiyorsunuz, çekilin’ diyecekler, İsmet Paşaya da ‘Paşam, siz buyurun’ edilecek. Araştırıyorum İsmet Paşa ile irtibatları var. Paşanın evine gidip geliyorlar. Damadıyla görüşüyorlar.
Meselâ bunlar, Muzaffer Karan; Fikret Kuytak. Bunlar daha sonra Millî Birlik Komitesi’ne üye oldular.
Bu arkadaşlar, CHP’nin o tarihteki Genel Sekreteri İsmail Rüştü Aksal’la da görüşüyorlar. Birtakım temasları olduğunu görüyorum.”
Türkeş, Elazığ’da gizli örgüte evet diyerek giriyor; ancak Ankara ve İstanbul ekibinin CHP ile irtibatı onu rahatsız ediyordu. İşte, bundan sonra yapacaklarını şöyle sıralayacaktı:
“Bu durumda düşünüyorum ve diyorum ki; Demokrat Parti Anayasaya göre kurulmuş bir siyasî parti. Demokrasilerde çeşitli siyasî partiler var. DP’yi, yani CHP’nin karşısında bir parti olduğundan dolayı suçlamak doğru değil. O da seçim kazanmış, iktidar olmuş. Hataları olabilir
Bizim, Demokrat Parti’ye kızıp, CHP taraftarlığı yapmamız doğru değil. Kendi kendime böyle düşünüyorum ve Ankara’daki arkadaşlarıma da söylüyorum. Yanlış bir düşünce tarzı ortaya koyuyorsunuz, diyorum.
Gizli örgüt toplantılarında daima İsmet Paşa münakaşası var. İçimizden bazıları da, ‘Çankaya’dan Dışkapı’ya kadar karşılıklı elektrik direklerine onar tane Demokrat Partili asmalı ki, memleket düzelsin’, diyor.
Mevcut iktidar da soğukkanlılığını kaybetmiş, Meclis Tahkikat komisyonları kurulmuş, çok sert tartışmalar oluyor.
İsmet Paşa, Meclis’te, ‘Sizi, ben de kurtaramayacağım’ falan gibi meşhur sözler söylüyor. Vatan Cephesi kuruluyor.
Böyle bir hava içerisinde memleket.”
YEMİN SORUNU
“Yeni Anayasa gereğince Komite üyelerinin Meclis binasında ve halkın huzurunda yemin etmeleri gerekiyordu.
Yeni metin hazırlanırken bir kriz doğdu. Metnin son cümlesi şöyle bitiyordu.
‘…. bir karşılık beklemeksizin kendimi Türklüğe adadım!’
Buradaki Türklük sözüne Sami Küçük ve birkaç Komite üyesi şiddetle karşı çıktı, Türklük sözünün Turancılık anlamına geleceğini ileri sürdüler.
Sonra yeminin bu bölümü, ‘…. bir karşılık beklemeksizin kendimi Türk Milletine adadım.’ şeklinde değiştirildi.”
KOMİTE İÇİN BÜYÜK PAZARLIK
“İhtilâlin en zor tarafı, Komite’nin oluşması şeklinde ortaya çıktı. Yüksek Yönetim Kurulu adını verdiğimiz kurucular 10-12 kişiden ibaretti.
29 Mayıs 1960 Pazar günü Bakanlar Kurulu toplantı salonunda, Komite için sadece 18 kişinin ismini belirledik. Hatta bu liste, ismi olan üyeler tarafından da imzalandı. Fakat bir gün sonra liste 24’e ulaştı.
İş bununla da kalmadı, arkadaşlarını ziyarete gelen her subay Komite’ye yerleşmenin çarelerini aradı. Bir de baktık ki; sayımız 45’e ulaşmış.
Gerçek kurucular birbirleri ile rekabet halindeydiler. Bu yüzden hizip halindeki Komite üyeleri, kendilerine dışarıdan destek aramaya, adamlarını da içimize sokmaya kalkıştılar.
O tarihte yurtdışında görevde bulunan Sadi Kocaş, Dündar Seyhan, Talât Aydemir ve Halim Menteş’i komite üyeliğine teklif ettim. Benim bu önerimi Orhan Kabibay da destekliyordu.
Komiteye sonradan gelenler bu teklifimizi hiç beğenmediler. Oysa, bu dört isim yıllar önce kurulan Gizli Örgüt’ün ilk elemanları olarak çalışmışlardı.
27 Mayıs’tan önce Gürsel’den hemen hemen hiçbir yardım ve destek görmedik. Tek yardımı, gizli örgütümüzü ele vermemekti.
Zaman zaman kilit noktalara tayinler konusunda ricalarımız olmuş, bu isteklerimizi hep kulak arkası etmişti.
3 Mayıs’ta bizi yüzüstü bırakıp İzmir’e gitmesi de bu işe ne derece sarıldığının bir göstergesi oluyordu. Buna rağmen, Orgeneral ihtiyacından kendisini başımıza getirdik.
Bazı arkadaşlarımız 27 Mayıs’ı takip eden günlerde evlerine gizlenmek ihtiyacı duydular. Daha sonra ise Komite üyesi olarak ortaya çıktılar. Bunların başında Vehbi Ersü ve Refet Aksoyoğlu geliyordu.
Ahmet Yıldız, Suphi Gürsoytrak, Kâmil Karavelioğlu ve Şükran Özkaya gibi üyeler ise İstanbul’da bulunduklarından, esas harekâtı planlayan hiçbir karar toplantısına katılmadılar.
Haydar Tunçkanat, Emanullah Çelebi, Münir Köseoğlu ve Selahattin Özgür de ne çalışmalara katıldılar ne de harekât günü iş yaptılar.
Aslında ben, tüm bu nedenlerden dolayı Komite’nin açıklanmasını istemedim. Gizli bir hüviyet içinde bir süre daha çalışmasında yarar gördüm. Bu konuda Cemal Paşa ile de mutabık kaldık.
Haksız yere Komite’ye girmiş olanları zaman içerisinde tasfiye edeceğimiz düşüncesindeydim. Ancak, arkadaşların hepsi, isimlerin hemen açıklamasında diretti.
Artık Komite’ye son şekli verilmek üzere idi. Özellikle Kurmay Albay Mithat Ceylan, Ertuğrul Alatlı, Necati Kumruoğlu ve Cevat Kırca liste dışı kaldılar.
Mithat Ceylan’ın, 27 Mayıs’ı izleyen günlerde sık sık İnönü’nün evine gidip Komite çalışmalarını ona bildirdiği haberi geldi. İrfan Solmazer bu olayı tanıklarıyla açıkladı. Tabii bu arada Kıyma Makinası Bildirisi gündeme geldi. Ortalığı bir anda karıştıran bu bildiriyi Mithat Ceylan, Ertuğrul Alatlı ile birlikte hazırlamıştı.
Alatlı aramıza, Sami Küçük tarafından dahil edilmişti. O da, Mithat Ceylan gibi CHP yöneticileri ile temas halindeydi.
Listeden çıkarılan Necati Kumruoğlu ile Cevat Kırca ise, kendileri Komite çalışmalarından hoşlanmadıkları için başka görevlere atanmalarını istediler.”
Kurmay Albay Türkeş, Millî Birlik Komitesi’nin oluşması sırasında verilen mücadeleyi bir nefeste anlattı. Bu konudaki anılarının sonuna gelmişti ki, bir arkadaşını davranışlarından dolayı şükran ve rahmetle yadediyordu. O kişi, Hava Kurmay Yarbay Agasi Şen’di. Türkeş Şen’le aralarında geçen diyaloğu şöyle nakletti:
Türkeş – Agasi, senin bir sıkıntın var galiba?
Şen – Komutanım, bu adamlarla memlekete işleri yürütülemez. Aklı bir şeye ermeyen, dünya gidişinden habersiz bir sürü insan, toplantılarda gürültü edip duruyor.
Türkeş – Agasi, görüşünde haklısın. Fakat bu ilk günlerin böyle olması kaçınılmaz. Sabret, yavaş yavaş her şeyi düzene koyacağız
Şen – Yok Komutanım, ben bunların içinde yapamayacağım.
Agasi Şen daha sonraki bir Komite toplantısında söz alıp, cebinden çıkardığı kimlik kartını masaya atıyor ve şunları söylüyordu:
- Arkadaşlar, ben Komite’de çalışmayacağım! Üyelikten istifa ediyorum. Allahaısmarladık…
Bu istifanın devamını yine Türkeş’ten dinleyelim:
“Agasi Şen’i yanımızdan uzaklaştırmama konusunda Orhan Kabibay’la anlaştık. O sırada Cumhurbaşkanlığı Başyaverliği boştu. Tavsiyem üzerine Cemal Paşa, Agasi Şen’i yanına aldı.
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği için adayım Ankara Komutanlığı Kurmay Başkanı Kurmay Albay Şinasi Orel’di. Cemal Paşa bu teklifimi de olumlu karşıladı. Ancak, Genel Sekreterliğin, Muhafız Alayı Komutanı Osman Köksal’a verilmesi uygun görüldü.
Daha Sonra Şinasi Orel’i, Başbakanlık binasında, Devlet Plânlama Teşkilâtı kuruluşunu hazırlamakla görevlendirdim.
Bu Teşkilâtın kuruluşu ile ilgili tüm emir ve direktifler imzamla yayınlandı.”
22 ŞUBAT 1962
Türkiye’de 27 Mayıs 1960’la başlayan ihtilâller zincirine 22 Şubat 1962’de bir yeni halka eklenmek isteniyordu. Ancak, darbe teşebbüsü yarım kalıyor, halka da yere düşüyordu. O tarihte, Alparslan Türkeş Hindistan’da sürgündeydi. Olup bitenleri uzaktan izliyordu. Ama çeşitli kanallardan kendisine sağlıklı haberler geliyordu.
Bu olaydan tam bir yıl sonra Türkeş vatana dönecek ve Talât Aydemir’le arkadaşlarının başlatıp, muvaffak olmadıkları darbeyi tüm ayrıntılarıyla öğrenecekti. Türkeş anılarında, 22 Şubat’la ilgili şunları anlatıyordu:
“22 Şubat Olayı’nın başında Silâhlı Kuvvetler Birliği de var. Sonra onlar caymışlar, çekilmişler. Merhum Aydemir ifadesinde bunları anlatıyor.
Aydemir, acele etmiş olabilir. İfadesinde diyor ki; ‘Benimle beraber olanlar, daha sonra İsmet Paşaya kaydılar.’
Talât Aydemir bana bağlı olan subay arkadaşlarımıza bazı vaadlerde bulunarak, onların desteğini sağlamış, şunları söylemiş:
‘Türkeş’i Türkiye’ye getireceğim, bana yardım edin, beni destekleyin, beraber olalım, İnönü’yü devirelim. Bu iktidarı yıkalım, ondan sonra da ben, hemen uçak gönderip, hepsini yurda getireceğim, mühim görevlere getireceğim.’
22 Şubat’ı da, subayları getirerek düzenlemiş. Rahmetli Aydemir, temiz bir insandı. Ailece temiz, ama kendi kavrayışı, bilgisi, kültürü yönünden, hatta ortadan da az gücü olan bir insandı.
Etrafında Marksist devrim heveslileri de toplanmış, bizim arkadaşlarımızı da toplamış. Kendisi, Harp Okulu Komutanı sıfatıyla idareye el koyacak ama, öyle bir zayıf liderlik yapıyor ki; yani başından itibaren 22 Şubat’ın başarıya ulaşmaması için her türlü şartı meydana getiriyor.
22 Şubat Harekâtı başlayınca, merhum Fethi Gürcan Muhafiz Alayı Süvari Grup Komutanı olarak, Muhafız Alayı Komutanı’nı enterne edip, Köşk’ün çevresini kuşatmış.
O sırada, Çankaya Köşkü’nde Cemal Gürsel Paşanım başkanlığında Hükûmet toplanmış. Başbakan İsmet Paşa var, bütün Bakanlar Kurulu orada toplanmış. Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları da oradaymış.
Cemal Paşa Muhafız Alayı Komutanını aramış bulamamış. Çünkü komutan enterne edilmiş. Süvari Binbaşısı Fethi Gürcan’ı bulmuş, ona demiş ki:
‘Sayın Binbaşım, biraz hava almak istiyorum. Köşk’ten dışarı çıkabilir miyiz, müsaade var mı?’
Cemal Gürsel Paşa, çok zekî, kurnaz bir insandı. Gerektiği zaman böyle kendinden küçük rütbedeki insanlara da tatlı hitap etmesini bilirdi.
Fethi Bey, daha sonra Harp Okulu’nda ihtilâli yöneten Talât Aydemir’i telefonla arayarak Cemal Paşanın isteğini iletmiş. Aydemir de, ‘Bırakın kardeşim gitsinler, bizim onlarla işimiz yok.’ cevabını vermiş.
Cumhurbaşkanı, Başbakan ve tüm Komutanlar Köşk’ten dışarı çıkmışlar. Eski kurt İsmet Paşa, Köşk’ten çıkar çıkmaz etrafındakilere demiş ki:
‘Talât kaybetti. Bizi salmaması lâzımdı. Şu andan itibaren yenilmiştir.’
Köşk’ten kurtulanlar, doğruca Hava Kuvvetleri Komutanlığına gidip, orada karargâh kurmuşlar ve 22 Şubat’ı noktalamışlar.”
22 Şubat 1963’te Hindistan Sürgünü’nden dönen Alparslan Türkeş Ankara’ya yerleşti. Ancak, eski silâh ve ideoloji arkadaşları peşini bırakmıyordu. Kimisi tekrar ihtilâl yapalım diyor, kimisi de siyaset yapmak istiyordu.
Türkeş’in eski arkadaşı Talât Aydemir, 20-21 Mayıs 1963’de ikinci defa darbe teşebbüsünde bulundu. Sonu hüsran oldu. Alparslan Türkeş’i de bu olayın sanıkları arasına alıp tutukladılar. Yaklaşık dört ay hücrede kalan Türkeş beraat etti.
21 MAYIS 1963
İHTİLÂLCİLERİN TAŞ OCAĞI ZİRVESİ
10 Nisan 1963 tarihi, Türk İhtilâller Tarihi’nin kilometre taşlarından biridir. İşte o gün, ülkemizin iki ünlü ihtilâlcisi koskoca Ankara’da, Zirve Toplantısı için, üzüm bağlarıyla kaplı dağlık bir alandaki taşocağını seçerler.
Taşocağı Zirvesi’nin kahramanları, 27 Mayıs 1960 İhtilâli’nin Kudretli Albayı Alparslan Türkeş ile, 22 Şubat 1962’de başarısız bir darbe teşebbüsünde bulunan Talât Aydemir’dir.
32 yıl önceki Başkent Ankara’nın dillere destan üzüm bağlarıyla süslü Dikmen’de gerçekleştirilen bu cunta toplantısı büyük bir gizlilik içinde yürütülmüş, o günlerde kokusu çıkmamıştır.
Niye bir, dört duvar arası değil de, dağbaşında yapılmıştı bu görüşme? Bakalım, Türkeş, konuya nasıl bir açıklık getirecek:
“Hindistan sürgününden vatana dönüp, Ankara’ya ulaştım. Eşim ve çocuklarım, benden önce gelmişlerdi. Bu arada merhum Talât Aydemir’den, ziyaret haberi geldi. Randevu istediler, verdim.
Daha önce de anlattığım gibi Elazığ’da çok yakın dostluğumuz olmuştu. Ailece hemen her akşam beraber olurduk. Çocuklarımız da arkadaştı. Eşi, kızı ve oğlunu beraberine alarak, Gaziosmanpaşa Kader Sokak’taki evimize ziyarete geldiler.
Tabii, eski arkadaşlığımız olduğu için kendisini kucaklayıp, kolumu beline doladım. Bir anda kolumu tutup, itti. İşte o zaman, demek ki Talât Aydemir kendini çok büyük görüyor, samimi hareketimi laubalilik sayıyor, dedim.
Anladım ki, eski arkadaşlığımızdan kaynaklanan samimi hareketleri istemiyor. O, eliyle itince; ben de kolumu çekip, hiçbir şey demeden kendisini misafir ediyorum.
Aradan zaman geçiyor, ziyaretine karşılık verilmediğinden şikâyetçi oluyor, bu da bana duyuruluyordu.
Aydemir’in ziyaretine karşılık vermek için arkadaşlarımla sözleştim. Randevu alıp, topluca ziyaretine gittik. Evinin salonunda oturuyorduk. Sohbeti koyultmuştuk. Birden kapı açıldı, salona gazeteciler daldı.
Bu harekete bir anlam veremedim. Biz, gizli bir ziyaret yapmıyorduk. Dostça görüşmeye gelmiştik. Gazetecileri niçin haberdar etti, bir türlü anlayamadık.
Fotoğraf faslının ardından ev sahibi Aydemir, gazetecilere hitaben şunları söylüyordu:
‘Türkeş benim eski arkadaşımdır. Ziyaretime geldi. Birlikte memleket meselelerini görüşüyoruz.’
Ben, bu beklenmedik hareket karşısında sessiz kaldım.”
Alparslan Türkeş, eski silâh arkadaşı, aile dostu Talât Aydemir’in evinden buruk bir şekilde ayrılıyor, bu dostluğa yeni bir yön vermeyi düşünüyordu. Ancak karşı taraf, güçlerin birleştirilmesini istiyordu. Yani, ihtilâlci iki gücü.
Bu arzuyu da yine Türkeş’in anılarından izleyelim:
“Aradan bir süre geçti, merhum Aydemir’le birlikte 22 Şubat olaylarına karışmış olan Mustafa Ok, bizim arkadaşlarımızdan Numan Esin ve Rifat Baykal’a geldi. Aydemir ve arkadaşlarının adı 22 Şubatçılar, bizimki ise 14’lerdi. Mustafa ok, iki grubun birleşmesi teklifini getirdi.
Arkadaşlarım beni haberdar ettiler. Durumu değerlendirdik. Buyursun Talât Bey, konuşalım dedik. Ancak, Aydemir, benim evime gelmeyi kabul etmiyormuş. Oysa, Aydemir’e son ziyareti ben yapmıştım. Hemen ardından ikinci defa gitmeyi uygun görmedim.
Sonuçta her iki tarafın arzusu ile Dikmen’deki bir taşocağında buluşup görüşmeye karar verdik. Çünkü, o günlerde bu birleşme isteniyordu.”
Alparslan Türkeş ile Talât Aydemir’in buluşma yeri büyük bir gizlilik içinde tesbit edildi. Her iki liderin en güvenilir adamları ayrı ayrı buluşma noktasına gidip keşif yaptılar. Tepenin güvenliğini araştırdılar.
O günlerde İsmet İnönü, Başbakan olarak görev yapıyor, Hükûmetin istihbarat örgütleri iki eski lideri ve çevresini adım adım izliyordu. İş o kadar ileri gitmişti ki; Talât Aydemir’i göz hapsinde tutmak için kapısının önüne bir inzibat kulübesi kuruluyor, Ankara Merkez Komutanı Kurmay Albay Orhan Çokdeğer de, er kılığına bürünüp, bu kulübeden 22 Şubat’ın liderini izliyordu.
Zaten, Taşocağı Zirvesi’nden sadece dörder kişi haberdardı. Toplantı yeri, zamanı ve şekli önceden ayrıntılı bir şekilde belirlenmiş, liderlere eşlik edecek eski askerler, silâhlarını kuşanmıştı.
Tarihî zirveyi yine Türkeş’ten dinliyoruz:
“Aydemir’le görüşmeden önce arkadaşlarıma ‘Her gün ihtilâlcilik olmaz. Suriye’de olduğu gibi ger gün darbe ve müdahale olmaz’ dedim.
Ayrıca, karşımızda İsmet Paşa gibi bir devlet adamı vardı. İsmet Paşa, çok adamın başını yemişti. Atatürk’ün sağ koluydu. Bir çok vartalardan geçmiş bir insandı. Onun için, bunu hafife almamak gerekiyordu. Dikkatli olmak lâzımdı. Tüm bunları arkadaşlarıma söylüyordum.
Görüşme konusunda daha fazla baskıya dayanamayıp, 10 Nisan 1963 günü saat 10’da, taşocağının bulunduğu tepeye gitmeye karar verdim.
Yanımda Muzaffer Özdağ, Rifat Baykal, Numan Esin, zannediyorum Mustafa Kaplan da vardı. Merhum Talât Aydemir’in yanında ise Yaşar Başaran, Bahtiyar Yalta, Fethi Gürcan -Allah rahmet eylesin- ve Mustafa Ok bulunuyordu.”
DÜELLO GİBİ ZİRVE
10 Nisan 1963 – Saat 10.00
Türkeş ve Aydemir iki ayrı otomobille taşocağına geldiler. Beraberlerinde dörder arkadaşları vardı. Arabalar daha önceden belirlenen yerlere park edildi. Liderler araçlardan tek tek çıktı. Refakâtçılar ise merak ve heyecan içerisinde liderlerin oynadığı senaryoyu izlemeye koyuldular.
İhtilâlcilerin araçları, taşocağının iki ayrı uç noktasına park etmişti. Hava pırıl pırıldı. Ankara baharı yaşıyordu. Liderle zirvesine kuş sesleri adeta fon müziğini oluşturuyordu.
İki ayrı aracın içindeki eski askerler ise, oturdukları yerden Türkeş ve Aydemir’i izlerken bu ara tâkip edilip edilmediklerini kontrol etmekten de geri durmuyorlardı.
Liderler, iki zıt kutuptan, sert adımlarla yürümeye başladılar. Taşocağının orta yerindeki koskoca kayalık buluşma noktaları olacaktı. Yüzyüze geldiler, yaklaştılar, askerce selâmlaştılar. Tabiat adeta susmuş, onları dinliyordu.
Yine kulağımız Türkeş’te:
“Merhum Aydemir’le filmlerdeki gibi buluştuk. Arkadaşlarımız merakla bizi izliyordu. Aydemir’le karşı karşıya gelmez, başladım konuşmaya. Dedim ki:
- Talât, benim liderliğim altında birleşmeyi, beraber çalışmayı kabul ediyor musunuz? Benim liderliğim altında, meşrû siyasî faaliyette bulunalım. Bir siyasî partiye girip, orada çalışalım. Bu yolla, memlekete hizmete gayret edelim.
Aydemir, bu teklifime ‘hayır’ dedi. Konuşmasını şöyle sürdürdü:
- Bir defa sizin liderliğiniz kabul edilemez. Çünkü, Turancı olarak tanınıyorsunuz. Ayrıca, Demokrat Parti sempatizanı, Adalet Partili tanınan bir insansınız. Sizin liderliğinizi hiç kimse kabul etmez. Siyasî anlaşmaya gelince, biz demokrasi yoluyla, particilikle memlekete hizmet edilemeyeceği kanaatindeyiz. Memlekete, ihtilâl yoluyla hizmet edileceği inancındayız. Onun için siyasî faaliyet, particilik de yapmayız.”
Dikmen’in zirvesinde Türkeş – Aydemir görüşmesi adeta söz düellosu şeklinde sürüyordu. Her iki asker, inançlarından taviz vermiyor ama konuşmalarında ölçülü bir üslupla birbirlerini suçluyorlardı.
Şimdi, söz sırası Alparslan Türkeş’teydi:
- “O halde birleşmemiz söz konusu olamaz. Çünkü, görüşlerimiz arasında çok büyük bir fark var. Bir defa benim tecrübelerim mevcut. Benim liderliğim altında birleşmenin doğru olacağı kanaatindeyim.
Artık her gün memlekette ihtilâlcilik oynanmaz. Türkiye, Suriye gibi her erken kalkanın darbe yapacağı bir ülke olmaz. Seçim yapılmıştır. Particilik, faaliyettedir. Meclis çalışmaktadır. Bu durumda, demokratik düzen içinde meşru siyasî faaliyetle hizmet çaresine bakmalıyız.”
Alparslan Türkeş’in son sözleri, Taşocağı zirvesinin de sonucunu belirler gibiydi. Bu defa Aydemir, “Önce birleşelim, liderlik konusunu ileride tartışırız” diyor, Türkeş ise sözlerini şöyle bağlıyordu:
- “Aramızda bu derece aykırı düşünce farkı varken, birleşme nasıl olur? İleride bunu nasıl tartışır, hallederiz? Biz, Millî Birlik Komitesi’nde bile bu görüş ayrılıklarından dolayı birbirimizden ayrıldık. Bizi sürgüne gönderdiler, Millî Birlik Komitesi’ni parçaladılar.
Bunu biz yaşadık. Bunun acı tecrübesini ben biliyorum, taşıyorum bu tecrübeyi üzerimde. Bu tecrübe daha taze iken tekrar bu derece aykırı, farklı düşüncelerle nasıl birleşeceğiz? Bu birleşmeden ne hayır gelebilir. Olmaz böyle bir birleşme. Sizinle biz, birleşemeyiz!..”
Türkeş cümlesini tamamlar tamamlamaz durduğu yerden harekete geçip, kendilerini beklemekte olan arkadaşlarına doğru yöneliyordu…
ASKERÎ DİSİPLİN İÇİNDE…
Takvim yaprakları, günün tarihini 10 Nisan 1963 olarak gösteriyordu. Saat, 10.15’di, Ankara’nın Dikmen sırtlarındaki bir taşocağında ihtilâlci on emekli subay, çok önemli bir konuda karara varmak için, açık hava toplantısını tamamlamak üzereydi.
27 Mayıs 1960 İhtilâli’nin önderlerinden Alparslan Türkeş ile 22 Şubat 1962 darbe teşebbüsünün başarısız lideri Talât Aydemir bu tarihî zirvenin birinci aşamasını tamamlamış, alınan kararları arkadaşlarına açıklamak amacıyla orta yere doğru gidiyorlardı.
Bu gizli toplantının zabıtlarını Türkeş’in anılarından izleyelim:
“Aydemir’le yaptığım görüşmeyi bitirip, bizleri bekleyen arkadaşlarıma doğru yürümeye başladım. O, biraz kısa boylu olduğu için benim gerimde kaldı. Sağ tarafımdan geliyordu. Bizleri bekleyen arkadaşların ise merak içinde olduklarını tahmin ediyordum.
Arkadaşlarımıza on beş metre kala durdum. Onlar da hemen otomobillerinden fırladılar. Bütün dikkatlerini bize yöneltmiş, bekliyorlardı. Askerî bir disiplin içindeydiler. Arabaların yanından bir adım ileri atmıyorlardı.
Ben, yüksek sesle, hepsinin duyacağı şekilde konuşmaya başladım:
- Arkadaşlar, biz Talât Beyle anlaşamadık. Birleşmemiz mümkün değildir. Birleşemeyiz.!
Bu sözlerim üzerine, Talât Aydemir, omzumun üstünden bana seslenerek dedi ki:
- Ne sebepten anlaşamadığımızı, birleşemediğimizi izah edin…
Evet, Aydemir’in konuşmasından sonra şu cevabı verdim:
- Buyurun, onu da siz izah edin.
Aydemir, aramızda geçen konuşmayı arkadaşlarımıza aynen nakletti. Liderlik konusunda anlaşmazlığa düştüğümüzü açıkladı.
Bunun üzerine, Aydemir grubundan Mustafa Ok, çok üzgün bir ifade ile söze girdi. Rengi atmış vaziyetteydi. Öne çıktı, yüzünü bana doğru dönerek şunları söyledi:
- Efendim, biz bu birleşmeden çok yarar umuyorduk. Bu birleşmenin olmasını istiyorduk. Müsaade ederseniz, bu işi burada sürdürelim. Zaman zaman onlarla bir araya gelelim. Başbaşa verelim, müzakerelerde bulunalım. İleride, belki bir anlaşma zemini bulabiliriz.
Mustafa Ok’un bu konuşmasını bütün arkadaşlar dikkatle izledik. Daha sonra kendisine, ‘hay hay, yine görüşürüz, konuşuruz’, cevabını verdim.
İki ayrı grup, arabalarımıza binip taşocağını terkettik. O tarihlerde Dikmen bağlık bahçelikti. Çok tenha idi. Bizim geliş gidişimizi de gören olmamıştı. Daha önce de söylediğim gibi biz, beş arkadaştık. Aydemir grubu da beş kişiden oluşuyordu. Toplantı yerimiz, büyük bir gizlilik içinde yürütülmüştü. Hükûmet ilgililerinin bu buluşmayı öğrenmesini istemiyorduk.
Ancak, ileriki günlerde meydana gelen gelişmeler, ortaya çıkan acı sürprizler, bu işin pek de öyle kolay olmadığını ortaya koyacaktı.
Sonradan öğrendik ki, karşı taraftan gelenler arasında görevliler varmış…
Ama görünürde bir şey yoktu.”
ÇAY BAHÇESİNDE CUNTA TOPLANTISI
Türkeş aslında 10 Nisan zirvesine gönülsüz gidiyordu. Çünkü, Aydemir’in niyetini öğrenmişti. Ancak, arkadaşlarının ısrarına dayanamayıp bu buluşma teklifine evet demişti. Türkeş, Aydemir’le niçin birleşmek istemiyordu. Bu sorunun cevabını da kendisinden alalım:
“Dikmen kayalıklarına gitmeden önce çok düşündüm. Kendi kendimle hesaplaştım. İçimden, Aydemir’le ortak hareket etmenin mümkün olamayacağı kararını verdim. Çünkü onunla birleşmek bir netice vermeyecekti. Her gün Kızılay’da, bir çay bahçesinde oturuyor, orada arkadaşlarıyla ihtilâl plânlaması yapıyordu.
Bütün garsonlar, siyasî polisin adamları; bütün oradaki görevliler, MİT’in adamları. Onların gözünün önünde yüksek sesle müzakere ediyorlar. İhtilâl plânlamasını tartışıyorlar.
Bu şekilde bir hareket doğru değildi. Dediğim gibi, artık demokrasi de işliyordu Türkiye’de. Meclis faaliyetteydi.
Sadece arkadaşlarımı tatmin için Taşocağı toplantısına gidip, orada inisiyatifi ele geçirdim. Kendi liderliğim altında toplanmasını teklif edince, tahmin ettiğim gibi, hemen buna itirazda bulundu. Zaten, bundan sonra anlaşma, birleşme söz konusu edilemezdi. Öyle de oldu…”
21 MAYIS
Alparslan Türkeş, Taşocağı zirvesinin kırkıncı gününde Ankara Gaziosmanpaşa semti Kader Sokak’taki evinde bazı politikacı dostlarını ağırlıyordu. 20 Mayıs 1963 günü gerçekleşen bu görüşmede birkaç parlamenter vardı. Bu arada iki genç subay çok önemli bir haber getirecek, onlardan alınan bilgileri, emekli bir kurmay albay da doğrulayacaktı.
Şimdi bu macera dolu, heyecan dolu ziyareti Türkeş’ten dinleyelim:
“20 Mayıs günü akşamüstü Kader Sokak’taki evimde Senatör merhum Hâzım Dağlı, Milletvekili Gökhan Evliyaoğlu, merhum İsmail Hakkı Yılanlıoğlu bulunuyordu. Adana’dan gelmiş bulunan Kâmil Kırıkoğlu da ziyaretçilerim arasındaydı.
Gelmişler, beni Adalet Partisi Genel Başkanı yapmanın şartlarını anlatıyorlardı. Bu arada memleket meselelerini görüşüyorduk.
Kapı çalındı. Jandarma Muhafız Alayı’ndan iki genç subay geldi. Benimle özel olarak görüşmek istediler.
Koridora çıktım. Gençler, asker selâmı ile karşıma dikildiler. Şunları söylüyorlardı:
- Komutanım, Talât Albayım bizi çağırdı, ya bu akşam, ya yarın akşam harekete geçeceğini bildirdi. Sizin de, kendisiyle beraber olduğunuzu söyledi. Bize görev verdi.
Genç subaylara, nasıl bir görev verildiğini sordum, şunları açıkladılar:
- Komutanım, Jandarma Muhafız Alayı ile Namık Kemal Mahallesi’nde komutanların, generallerin oturduğu evleri kuşatma altına alıp, onları enterne edeceğiz.
Evimin koridorunda, hazırol’da beni dinlemeye geçen iki genç yüzbaşıya şunları söyledim:
- Oğlum, benim bir şeyden haberim yok. Ben, Talât Beyle beraber değilim. Onun böyle bir niyeti varsa bile; ben, bunu doğru bulmuyorum. Siz de, bütün arkadaşlarınıza haber verin, Hükûmetin emrinde kalın. Kanunsuz herhangi bir olaya karışmayın!
Sıkı şekilde öğüt verdiğim iki yüzbaşı, selâm vererek evden ayrıldı.
Hemen ardından, bir üsteğmenle, bir tuğgeneralin yeğeni geldi. Onlar da benzer haberler getirdiler. Bu bilgi, olayın ikinci elden doğrulanmasıydı.
Bu ziyaretçilerime de aynı şeyleri söyledim. Kanunsuz bir harekete katılmamaları uyarısında bulundum. Hükûmete sadık kalmalarını istedim.
Evimin, üçüncü defa kapısı çalındı. Bu defaki ziyaretçim, benim apartman dairesinin hemen altında oturan emekli Kurmay Albay Ekrem Süer’di. Kendisi, Amerikan Yardım Kurumu’nda Tuslog’da memur olarak çalışıyordu. Çok saf, temiz bir arkadaştı. O da sohbete katılıp, konuşmaya koyuldu.
- Amerikalılardan duydum, Talât Aydemir ya bu akşam, ya yarın akşam ihtilâl yapacakmış. Amerikalıların kuvvetli istihbaratı var. Bu akşam yapacağına kesin gözüyle bakıyorlar. Ne olur, ne olmaz, sen burada, evde bulunma. Gelirler, burayı basarlar. Seni alıp götürebilirler. Kendi emniyetini düşün.
Ekrem Beyin konuşmasını misafirlerim heyecanla dinlediler. Bunun üzerine ben, arkadaşlarıma hitaben şunları söyledim:
- Bu haberler boş değil. Gelen arkadaşları yakından tanıyorum. Bunlar rastgele konuşmazlar. Bir şey var havada. Siz de bu akşam evlerinizde bulunmayın isterseniz. Çoluğu çocuğu bir yerlere götürün. Tedbirli olun. Ne olur, ne olmaz!..”
İHTİLÂL KAPIYA DAYANIYOR
Alparslan Türkeş’in evi, tarihî bir kararın arefesindeydi. İhtilâl, geliyorum diyordu. Ev sahibi, konuklardan Kâmil Beye ise şu uyarıda bulunuyordu.
– Kâmil Bey, sen de hemen yola çık. Ya Adana’ya hareket et, ya da otelini değiştir…
Türkeşlerin misafirleri hemen dağıldılar. Alparslan Türkeş, eşi Muzaffer Hanımla başbaşa kaldı. Hemen bir karar vermesi gerekiyordu. Zaten, bir süreden beri Hükûmet güçlerinin hedefi idi. Aydemir grubunun birleşme teklifini de reddettiği için onların da kendisine bulaşması kaçınılmazdı.
En sağlıklı kararı, yine kendisi verecekti.
Tarihler 20 Mayıs 1963’ü gösterirken, Türkiye, üçüncü bir ihtilâlle karşı karşıya bulunuyordu. İlki, 27 Mayıs 1960’ta başarı ile sonuçlanmış, 22 Şubat 1962’deki darbe teşebbüsü ise başarısızlığa uğramıştı.
Üçüncü harekâtı da, Talât Aydemir başlatıyordu. Kendisi, 1950’lerde oluşan ilk cuntanın kurucuları arasında yer almıştı. 1960’ta Kore’de görevli olduğu için 27 Mayıs’ın kadrosunda yer alamamış, ancak yurda döndükten sonra Harp Okulu Komutanı olup, tekrar cuntacılığa kalkmıştı.
Aydemir, 22 Şubat 1962’de, Ankara’daki bazı birlikler ve Harp Okulu öğrencilerini yanına alıp, darbe teşebbüsünde bulunmuş, ancak daha sonra Hükûmet kuvvetlerine teslim olmuştu. Bu arada kendisi ve arkadaşları için özel bir Af Kanunu dahi çıkarılmıştı.
20 Mayıs 1963 günü akşamüstü Türkeş’e gelen haberlerin doğruluğu harekâtla birlikte kanıtlanıyordu. Bu arada, Türkeş’in evinde bulunan Gökhan Evliyaoğlu, Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala’yı gelişmelerden haberdar ediyor, CKMP milletvekili Fuat Uluç da, aynı şekilde durumu Başbakan Yardımcısı ve CKMP Genel Başkanı Hasan Dinçer’e ulaştırıyordu.
Bu heyecanlı gecenin gelişmelerini Türkeş şöyle anlatıyor:
“Hasan Dinçer, ihtilâl haberini alınca hemen Başbakan İsmet Paşayı aramış. Paşanın o gün erken yatacağı tutmuş. Uykusundan uyandırılmış, telefon gelmiş, Hasan Beyi dinledikten sonra şunları söylemiş:
- Bu herifin her gün ihtilâl yapacağı haberi geliyor.
İsmet Paşa, bu yeni haberi ciddiye almamış. O güne kadar Aydemir’le ilgili pek çok haber duyup, artık usanmış. Ardından, uykuya devam etmiş.”
İHTİLÂL BİLDİRİSİ
20 Mayıs 1963 Pazartesiyi Salıya bağlayan gece yarısı saat 24 civarında Ankara radyosu ansızın susuyor, bu arada dalgalar karıştığı için bir Almanca konuşma duyuluyordu. Onu, Üsteğmen İlhan Baş’ın “Dikkat… Dikkat!..” diyen sesi izleyecekti.
27 Mayıs İhtilâli’nden üç yıl sonra yine Ankara radyosundan ikinci defa ihtilâl bildirisi okunuyordu. İlk bildiriyi Kurmay Albay Alparslan Türkeş okumuş, bu seferkini ise genç bir subay duyurmaya kalkmıştı.
Üsteğmen İlhan Baş, bildiride şunları söylüyordu:
“Dikkat Dikkat
Şimdi Türk Silâhlı Kuvvetleri İhtilâl Genel Karargâhı’nın bildirisini dinleyeceksiniz:
Büyük Türk Milletine,
1- Gayesi ve vazifesi, milletimizin kurtarıcısı ve Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Atatürk’ün ilkeleri ile çizdiği yolda yürümek ve milletimizi çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırarak refah, huzur ve güvenlik içinde yaşatma olan Büyük Millet Meclisi ve onun hükümetleri, mevcut anayasa ve kanunları hiçe sayarak partizan bir zihniyetle hareket etmeleri neticesi ekonomik, sosyal ve politik hayatımızı tamamen felce uğratmışlar, millet ve devletimizin bekasını tehlikeye düşürmüşlerdir.
Durumu çok yakından ve hassasiyetle izleyen Türk Silâhlı Kuvvetleri, bu şartlar altında Büyük Milletimizin isteklerine uygun olarak ve bunu millî vazife bilerek idareye el koymak zorunda kalmıştır.
2- Türk Silâhlı Kuvvetleri tamamen Atatürk ilkelerine bağlı olarak milletimizin muhtaç olduğu kuvvetli, istikrarlı, devrimci ve demokratik Cumhuriyet idaresini kuracak ve muhalefeti amacına ulaştıracaktır.
Bu amaç Türk Milletinin refahı, huzuru, hızla çağdaş uygarlık düzeyine yükselmesi, eşitlik, bütünlük, birlik ve güven içinde millî şeref ve haysiyetle bütün hürriyetlerine sahip olarak barış içinde yaşamasıdır. 3- Bu maksatla, Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu feshedilmiştir. Bütün siyasî partiler ile siyasî partilere bağlı veya siyasî mahiyette olan bütün dernekler kapatılmıştır ve her türlü siyasî faaliyet men edilmiştir.
4- Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde vatandaşlarımızın ve yabancıların mal ve can emniyetleri ile hak ve hürriyetleri mevcut kanunlarımız dahilinde Türk Silâhlı Kuvvetleri ile Emniyet Kuvvetlerinin teminatı altındadır.
5- Birleşmiş Milletler Anayasası’na tamamen riayetle, mevcut anlaşma ve dayanışmalarımıza sâdık kalınacaktır. İdare mekanizması, amirleri ve emniyet teşkilâtı mensupları, idare amirlerine her türlü yardımı yapacaklardır.
6- Büyük Türk Milleti, hiçbir şahıs, zümre ve parti adına hareket etmeyen, yalnız milletine karşı borçlu olduğu vazifesini yapan senin Silâhlı Kuvvetlerinin zaman zaman yayınlayacağı bildirileri tam bir vakar, huzur ve güvenlik içinde bekle, halaskâr fedailerin yalnız ve daima senin emrinde ve hizmetindedir.
Türk Sİlâhlı Kuvvetleri
İhtilâl Genel Karargâhı
adına
Talât Aydemir”
RADYODA BİLDİRİ SAVAŞI
Alparslan Türkeş, 21 Mayıs Harekâtı’nı, radyosunun başında izliyor, bu arada gelen bilgileri de değerlendiriyordu. Şimdi yine kendisini dinleyelim:
“Olaylar başlamış, tanklar Kızılay’a çıkmış. Radyo başındayız. Bu arada radyo sık sık el değiştiriyor. Ankara Radyoevi, önce isyancıların eline geçmiş, sonra Kurmay Yarbay Ali Elverdi geri almış. Tüm bu gelişmeleri radyodan izliyoruz.”
Geceyarısı başlayan harekât adeta kara ve hava savaşına dönüşüyordu. Aydemir, Hava Kuvvetleri’nden beklediği desteği bulamıyor, bu arada Radyoevi’ne de hâkim olamıyordu.
Harp Okulu öğrencileri ise Başkent’te dehşet saçıyordu. Türkeş, bu sahneleri anılarında şöyle anlatacaktı:
“Harp Okulu öğrencileri, Genelkurmay Başkanı’nın evine dayanmış. Cevdet Paşa, bir ifadeye göre banyoya gizlenmiş, bir ifadeye göre alt kattaki veya üst kattaki bir daireye geçmiş. Evi arıyorlar, bulamıyorlar.
Zaten Harbiyeliler hemen komutanların oturduğu Namık Kemal Mahallesi’ni kuşatmışlar. Bu arada Talât Aydemir de Harp Okulu’nu karargâh olarak kullanmaya başlamış. Mürted’den jetler havalanmış. Bir yandan da Aydemir’e, teslim ol çağrısı yapılıyormuş.
Sonradan öğrendim, Ankara’nın içi savaş alanına dönmüş. Jetler bir yandan bildiri atarken, bir yandan da isyancı birlikleri makinalı tüfekle tarıyormuş
Aydemir kaybettiğini anlayınca, arkadaşları ile birlikte Harbiye’nin arka kapısından çıkıp, Dikmen deresinden yukarı doğru, ağaçlıklar arasından yürümüş. Sonra da teslim olmuş.
Aslında rahmetli Aydemir, özellikle Havacılara güvenerek yola çıkmış. Ancak, onlardan umduğunu bulamamış. Havacılar Hükûmetin yanında yer alınca, darbe ters tepti. Zaten rahmetli Aydemir, ihtilâle hazırlanırken bu harekâtından sokaktaki adamın dahi haberi vardı. Yani geliyorum, diyen ihtilâldi. Tabii, ona karşı önlemler de alınacaktı.
Ben tüm bu tehlikeleri sezdiğim için, başımın çaresine bakmalıydım. Çünkü, Aydemir muvaffak olsaydı bana bulaşacaktı. Hükûmet de yanlış bir kanaate saplanıp beni O’nunla birlikte görmeye başlamıştı. Dolayısıyla, böyle bir harekette Hükûmet beni de rahatsız edecekti.”
TÜRKEŞ, 21 MAYIS GECESİ İKİ AYRI EVDE GİZLENDİ
Alparslan Türkeş’in Gaziosmanpaşa Kader Sokak’taki evinde 13 Kasım 1960’tan üç yıl sonra yine kasvetli ve heyecanlı bir gün daha yaşanacaktı. Zaten bu ailenin hayatı taa 1944 yılından beri hep heyecan dolu geçmekteydi.
Otuz yıldan bu yana kasvet ve şöhret içiçe geçmiş, Türkeş ailesi, kendisini olayların seyrine kaptırıp yaşantısında adeta kaderi seçmişti. O, 1960 İhtilâli’nin en kuvvetli adamıydı. 1963’te ise, gölgesi dahi izlenen, tehlikeli bir asker. Rejim, Türkeş’i böyle görmek istiyordu. Nitekim, öyle de görüyordu.
20 Mayıs 1963 günü ise tek günahı, rejime sâdık kalışıydı. Ama kimseye yaranamadığı için, bir ihtilâl ortamında, darbeyi yapanın da, yapılanın da kendisine bulaşacağını biliyordu.
O gece yeterli istihbaratı olmuş, sıra karar vermeye gelmişti. Konuklarını alelacele gönderdiğine göre, kendisi ve ailesi için de bir şeyler düşünüyor olmalıydı. Bakalım, kararı neydi:
“Misafirlerimizi yolcu ettikten sonra eşimle konuştum. Evi terketmem gerekiyordu. Bir odada yakın arkadaşlarım Numan Esin ve Ahmet Er, vereceğim kararı bekliyorlardı. Evi terketme kararımı arkadaşlarıma da bildirdim. Ahmet Er, bizim evde kalacaktı.
Rahmetli eşim Muzaffer Hanımla bir süre başbaşa görüştüm. Metin olmalarını söyledim. Vefakâr eşim zaten yirmi yıldan beri bu gibi olaylara göğüs germiş, sıkıntılarını içine gömmüştü. O, vefakâr ve cefakâr, asil bir Türk anasıydı. Mutluluğumun yanı sıra, çilemin de ortağıydı.
Bir süre sonra evi terkettim. Ayrılırken eşime şunları söyledim:
- Beni ararlarsa, akşamüstü gitti, yarın gelecek. Nereye gittiğini bilmiyorum, dersiniz.
Eşim ve çocuklarımla vedalaştım, yüzbaşılıktan ayrılma Vecihi Öğütçü ile birlikte evden uzaklaştım. Vecihi Bey, matbaacılık yapıyordu. Beni çok severdi. Vecihi Öğütçü’nün uyguladığı plân çerçevesinde yola çıktık.
Vecihi Beyin yanı sıra Hava Astsubayı arkadaşımız Zihni Hizaroğlu da bana refakat etti.
Onların arabasına binerek mahalleden ayrıldım. Beni Cebeci’de, havacılara uzun süre öğretmenlik yapmış olan Talât Bey isminde bir zat’ın evine götürdüler. Bu evi Zihni Hizaroğlu tavsiye etti. Çok emniyetli olduğunu söyledi. ‘Burayı kimse akıl etmez, burada kalalım, durumu buradan tâkip edelim’, dedi.
Bizi Talât Beyle birlikte eşi, çocukları, kızı karşıladılar. Büyük misafirperverlik gösterdiler. Eğer sağ ise Allah ömür versin, vefat etmişse Allah rahmet eylesin.
Ev, Cebeci’de, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni geçtikten sonra, bir hamamın yanındaydı. Giriş kat bir daireydi. Hava karanlık olduğu için bizim gelişimizi kimse farketmedi.
Darbe gecesini, Talât Beyin evinde, çay sohbeti ile geçirdik. Bu arada radyomuz açıktı. Tankların Kızılay’a çıktığına dair haberle geliyordu. Bir kısım arkadaşlarımız eve geliyor, olayları anında bize bildiriyordu.
Geceyarısı radyo kavgası başladı. Önce darbeciler konuştu. Ardından Hükûmete bağlı kuvvetler tekrar radyoyu ele geçirdi. Ama, sık sık el değiştirme olduğu bildirilerden anlaşılıyordu.
Sabahı ettik. Bu arada arkadaşlar ev değiştirmemizi önerdi. Tebdil-i mekânda ferahlık var, dediler. Talât Beyi epey rahatsız etmiştik. Bizimle beraber bulunan arkadaşlarımızdan Hüseyin Kapıcıoğlu’nun evine gitmeye karar verdik.
Kendisi, Yüzbaşılıktan ayrılmıştı ve Hacettepe’de Numune Hastanesi civarında oturuyordu.
Mekân değişikliği yaptık, Hüseyin Beyin evine geldik. Onların da radyosu açıkmış. Gelişmeleri oradan izledik. Gün ağardı. Radyo savaşı bitti. Aydemir grubunun sesi artık duyulmuyordu.
Sabah, kuşluk vakti ortalık yatıştı. Artık evime dönmeliydim. Ev sahipleri kalmam için ısrar ettiler. Ama onları daha fazla tâciz etmenin anlamı yoktu. ‘Mesele bastırıldı, bir şey kalmadı’ dedim.
Arkadaşlarım beni yine otomobilleri ile evime götürdüler. Ortalık sâkindi. Yolda kimse çevirmedi. Eşim ve çocuklarım olayları heyecanla takip etmişler. Gece boyunca eve bir gelen olmuş, beni sorup gitmiş.
Öğle vakti yemeğe oturduk. Misafirlerimiz de geldi. Bu arada Emniyet’ten geldiklerini ifade eden birkaç sivil, beni götürmek istediklerini söylediler…”
Evet, korktuğu başına gelmiş, Hükûmet kendisine bulaşmıştı. Olayların içinde olmadığını ne kadar söylese, inandıramazdı. Türkeş’le sivil polisler arasında şu konuşmalar geçiyordu:
- Efendim, emir aldık, sizi Emniyet’e götüreceğiz.
- Beni nereye götüreceksiniz? Bu olaylarla bir alâkam yok.
- Efendim bilmiyoruz, biz de emir kuluyuz.
Polisler, daha sonra Türkeş’in üzerini arıyor, aynı eylemlerini evin içinde sürdürüyorlardı. Gelişmeleri yine kendisinden dinleyelim:
“Evi köşe bucak aradılar. Buldukları birtakım şeyleri yanlarına aldılar. Evden çıktık, kapıda bekleyen bir otomobile bindirdiler.
Arabaya binerken, ben haklıyım, suçsuzum diye bağırıyordum. Bu olaylar, İsmet Paşaya, o günkü iktidara bir vesile veriyor. Benim o darbe hareketiyle hiçbir ilgim bulunmadığı halde evime gelip arama yapıyor, ardından da Çankaya Karakoluna götürüyorlar.
Karakolun önü bakıyorum ana baba günü, kalabalık. Meğer 21 Mayısçıların bir kısmını yakaladıkça oraya getiriyorlarmış.
LAF ATANI YERE SERDİM
Tam arabadan iniyorum, fötr şapkalı, siyah paltolu, uzun boylu, esmer bir adam beni görünce, ‘ha işte, iyi ki bunu yakaladınız’, diye aleyhimde bağırmaya başladı. Zaten canım sıkılmıştı, karakola girerken buna bir tokat yapıştırdım, boylu boyunca iki seksen yere uzandı..
Polisler hemen araya girdi. Bana dediler ki:
- Aman Albayım, siz bize bırakın, biz onların hakkından geliriz.
Bu, çok müfrit, Halk Partili bir mühendismiş. Sonradan ismini gazeteler de yazdı. ‘Dava edeceğim Türkeş’i, bana vurdu’ dedi. Ben, bunu ilk defa gördüm. Canımın sıkıldığı bir anda karşıma çıkıp laf atınca, otomatik olarak iki tane patlattım...”
SANDALYE ÜSTÜNDE ÜÇ GÜN
Çankaya Karakolu’nda on gün kaldık. Ömrümüz sandalye üstünde geçti. Akşam olunca sandalyeleri yanyana dizip üzerine yatıyorduk. Böyle, meşakkatli bir bekleyiş.
Benimle birlikte karakolda Muzaffer Özdağ, Rifat Baykal, Fahri İpekkaya vardı. İki üç odayı gözaltına aldıkları kişilere tahsis etmişlerdi. Nezarethane şeklinde değildi. Yemeklerimiz dışarıdan geliyor, çamaşırlarımızı da evlerimizden gönderiyorlardı.
Aradan bir süre geçtikten sonra Askerî Savcı geldi. Baktım, kendisi Çankırı’dan tanıdığım dostum Turgut Akan. Kendisiyle selâmlaştık. Geçmiş olsun, dedi. Turgut Akan sonra general olmuştu. Ardından emekliye ayrıldı.
Savcı Akan, mekân şahidi göstererek dün ne yaptığınızı anlatır mısınız? dedi. Ben de mekân şahidi göstererek, yani olay saatine kadar nerelerde bulunduğumu, kimlerle ne konuştuğumu anlattım. İfadelerimin hepsi tutanağa geçti.
Evde, milletvekilleriyle, senatörlerle, Adana Belediye Başkanı ile beraber olduğumu, ardından da Talât Bey ve Hüseyin Kapıcıoğlu’nun evlerinde misafir edilişimi Askerî Savcı’ya tek tek anlattım.
İfadeler tamamlandı, on günün sonunda bizlere şu haberi tebliğ ettiler:
- Mamak’a intikal edeceksiniz!
Hazırlandık, tutuklu arabalarına, mahkûm arabalarına bindirildik, kelepçesiz bir vaziyette yola çıkarıldık…”
TÜRKEŞ ADALET PARTİSİ’NE GENEL BAŞKAN YAPILACAKTI
27 Mayıs 1960’ta, Silâhlı Kuvvetlerden bir grup subayın gerçekleştirdiği ihtilâlle, on yıllık Demokrat Parti iktidarına son verilmişti. Ardından iktidarın tüm kadroları tutuklanıp Yassıada’ya gönderilmişti.
1961 yılına gelindiğinde siyasî faaliyetlere yeniden izin verilecek, mahkeme kararı ile kapattırılan Demokrat Parti’nin yerine iki ayrı parti kurulacaktı. Bunlardan birincisi Ragıp Gümüşpala’nın Genel Başkanı olduğu Adalet Partisi, ikincisi ise ihtilâl hükûmetinde Maliye Bakanlığı yapmış Ekrem Alican’ın liderliğindeki Yeni Türkiye Partisi’ydi.
AP lideri her ne kadar Gümüşpala görünüyorsa da, eski DP’li Isparta Milletvekili Said Bilgiç’in kardeşi Dr. Sadettin Bilgiç partinin kadrolaşmasında etkin rol oynuyordu.
1961 yılının 15 Ekim günü yapılan Parlamento seçimlerinde hiçbir parti tek başına iktidara gelememişti. Bu arada Dr. Bilgiç de AP Isparta Milletvekili sıfatıyla Meclis’e giriyor, bir yandan da AP Genel Başkan Yardımcısı ve Teşkilât Başkanı olarak görev yapıyordu.
Alparslan Türkeş 22 Şubat 1963’te sürgünden dönüp Ankara’nın Gaziosmanpaşa semtindeki evine yerleşti. Bir anda ilgi odağı haline gelmişti. Şimdi o günleri kendi ağzından dinleyelim:
“Ankara’ya dönüşümüzde ziyaretçi akınına uğradım… Bunlardan artık bunalmaya başladım. Kimi haber getiriyor, kimisi de haber topluyordu. İşte böyle bir ortamda AP’den Sayın Sadettin Bilgiç’le de devamlı temas halindeydik. Bir iki sefer merhum İsmail Hakkı Yılanlıoğlu’nun evinde beraber görüştük.
Henüz Süleyman Bey Genel Başkan seçilmemişti. Gümüşpala da sağdı. Sadettin Bey bana şunları söyledi:
- Dolaşıyorum, sizin Adalet Partisi Genel Başkanlığına gelmeniz için hazırlık yapıyorum. Bunun için de küçük bir yerden sessiz sedasız bir ara AP’ye kaydolun.
Sadettin Bey AP’nin ileri gelenlerindendi. Kardeşi merhum Said Bilgiç Beyle çok yakın arkadaştık. Sadettin Beyin kendisi dahil, yani aile milliyetçi bir aile. Türk milliyetçiliğini benimsemiş, Türk milliyetçiliğinde gayret göstermiş bir aile.
Nitekim Said Bey DP Milletvekili olduğu sırada Türkiye Milliyetçiler Derneği diye bir dernek kurdu. O derneğin başkanıydı ve dernek bir hamlede Türkiye’de çok itibar gördü. 83 Şube açtı tüm Türkiye’de. İki ay gibi bir zaman içinde 83 Şube birden açtı ve o zaman aldığımız haberlere göre DP yönetimini başta merhum Bayar ve merhum Menderes olmak üzere çok ürkütmüş. Said Bey yarın bunu bir parti haline getirip karşımıza çıkar diye endişelenmişler. İhbarlar ve dedikodular üzerine Hükûmet Türkiye Milliyetçiler Derneğini kapatmış. Bu arada merhum Said Bilgiç Bey de Demokrat Parti’den ihraç edilmiş. Merhum Menderes daha sonra üzülmüş, ihraç kararını kaldırarak Said Beyi tekrar partiye davet etmiş. Bilgiç ailesi böyle bir aile. Bu aile ile bizim eskiden beri çok yakınlığımız var. Merhum babaları Müftü Efendiyi de tanıyorum.”
Alparslan Türkeş bir yandan Sadettin Bilgiç’le ilişkilerini sürdürürken bir yandan da öteki partilerin ilgi odağı oluyordu. AP’lilerin yanı sıra CKMP’liler de kendisini partilerine davet edeceklerdi. Gelişmeleri yine Türkeş’ten dinleyelim:
“Sadettin Bilgiç Beyle birkaç defa da merhum Prof. Dr. Recep Doksat’ın evinde bir araya geldik. Daha sonra AP’nin o zamanki Samsun İl Başkanı Ercüment Basa merhum ve Sinop İl Başkanı Ayhan Bey bana telefon ettiler. Görüşmek istediklerini söylediler. Gümüşpala’dan memnun olmadıklarını ifade ettiler. ‘Siz AP Genel Başkanlığını kabul ederseniz biz yirmi gün içinde Konya’da olağanüstü bir kurultay toplamayı düşünüyoruz’ dediler. Karadeniz’deki dokuz il başkanının kendileri gibi düşündüğünü, onlar adına telefon ettiklerini açıkladılar. Sonra merhum Ercüment Basa telefonda aynen şöyle konuştu: ‘Kızılay’dan yanına yirmi boyacı al, istersen onları da Genel İdare Kurulu Üyesi seçeriz.’ Merhum Basa, yani kimi isterseniz kabulümüz demek istiyordu.”
HUZUR VE YÜKSELİŞ DERNEĞİ
“Bu arada Huzur ve Yükseliş Derneği adı altında bir dernek kurduk. Her gün arkadaşlarımızla orada toplanıyorduk. Partileşme çalışmalarımızı da arada sürdürdük. Bestekâr Sokak’taki dernek binamıza, AP Samsun ve Sinop İl Başkanları geldi. AP Genel Başkanlığı konusunu açtılar. Kendilerini daha sonra bir başka odada oturan arkadaşlarımla karşılaştırdım. AP’lilerle arkadaşlarım arasında anlaşma sağlandı. Bu görüşme 18 Mayıs 1964 günü gerçekleşti. Ancak 21 Mayıs olayı patlak veriyor, her şey bozuluyordu.
Huzur ve Yükseliş Derneği’ni Mustafa Kemal Erkovan, Zühtü Pehlivanlı, Alaattin Çetin, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu ve daha birçok parlamenterin katılmasıyla kurduk. Bu derneğe AP’lilerin yanı sıra Yeni Türkiye Partili, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partililer de geliyor, bizleri aralarına davet ediyordu. Biz ise derneğimizi parti haline getirmeyi düşünüyorduk. O tarihte 14’lerden mühim bir kısmı benim yanımdaydı. Onlarla da görüşüyorum, konuşuyorum. Onları da silkeleyip bırakmak mümkün değil. Bu arkadaşlarım çeşitli görüşler ileri sürüyor, ancak AP’yi benimsemiyorlardı.
CKMP’ye daha sıcak bakan arkadaşlar AP ve YTP’deki milliyetçilerin de orada toplanabileceklerini belirtiyor, bu sırada partinin Genel Başkanlığını, Başbakan Yardımcısı Hasan Dinçer vekâleten sürdürüyordu.”
21 Mayıs 1963 olayları üzerine Türkeş tutuklanacak, partileşme çalışmaları ise askıya alınacaktı. 1964’e gelindiğinde AP Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala vefat ediyor, Türkeş ise bu partinin Genel Başkanlık yarışına katılmayıp, Süleyman Demirel’e karşı Sadettin Bilgiç’i destekliyordu. AP’deki yarışı 28 Kasım 1964 günü Süleyman Demirel kazanacak, bir süre sonra da Alparslan Türkeş CKMP Genel Başkanı olacaktı.
TÜRKEŞ YİNE HÜCREDE
21 Mayıs 1963 günü Emekli Kurmay Albay Talât Aydemir’in giriştiği darbe teşebbüsü, duruma hükûmet kuvvetlerinin hâkim olması üzerine başladığı gibi bitmişti. Darbe lideri teslim olmuş, harekâta karışan silâh arkadaşlarıyla birlikte tutuklanmıştı. Aslında Türkeş, Aydemir’in bu harekâtından ne kadar kaçtıysa olaylar o derece üstüne üstüne gelmişti. Adı İhtilâlciye çıktığı için mâsum olduğuna kimseyi inandıramıyordu. Ama 20 Mayıs gecesi evini terkederken aynen şunları söylemişti:
“Talât başarı elde ederse O, Hükûmet duruma hâkim olursa İsmet Paşa bana bulaşırlar.”
Türkeş’in korktuğu başına gelmiş, önce gözaltına alınmış, on gün süre ile Çankaya Karakolu’nda sorgulandıktan sonra tutuklanmıştı. Bundan sonrası aylarca ve aylarca hücrede geçecekti.
Şimdi Türkeş’in anılar defterinden bir sayfa daha çevirip, birlikte Mamak Askerî Ceza ve Tutukevi’ne doğru yol alalım:
“Çankaya Karakolu’ndan bizi topluca hapishane arabasına koydular. Kelepçe takmamışlardı. Tutuklular arasında Aydemir’in avukatlarından bir zat da bulunuyordu. Hapishane arabasını görünce paniğe kapıldı, ‘ben parasını vereyim taksi ile götürsünler’, dedi. Kalp hastası olduğunu söyledi. ‘Böyle karanlık yerde, kapalı yerde gidemem, sağlığıma dokunur’ şeklinde konuşup, ardından da ağlamaya başladı. İçimizden birisi avukata bir tokat vurdu. ‘Sus, hemen arabaya bin, burada Türkeş Bey de var, korktular ağladılar diye adımızı çıkaracaksın. Sus bakayım, hemen arabaya bin’, dedi.
O zavallıyı hapishane arabasına tıktılar. Hepimizi adeta bu kapalı hücrenin içerisine istif ettiler. Arabanın iki bölümü vardı. Dış bölümünde silâhlı koruma erleri bulunuyordu. Bizi alıp, Mamak’a götürdüler. O zamanki Askerî Cezaevinde önce hapishane Müdürü Binbaşı Yılmaz Beyin odasına alındık. Oraya Ankara Merkez Komutanı da geldi. Bu arada bana, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’dan bir mesaj getirdi.
Ben Çankaya Karakolu’nda gözaltında tutulurken, Cevdet Paşaya bir mektup yazıp, polisler aracılığıyla göndermiştim mektubumda özetle şu ifadeyi kullanıyordum: ‘Paşam, benim bu olaylarla bir ilgim yok. Siz, beni tanıyorsunuz. Yani, benim bu işe karıştırılmam haksızlıktır. Lütfen bunu anlayın.’ Mektubumun bir yerinde Cevdet Paşadan, beni çağırması ve görüşmesini istemiş, bazı açıklamalarda bulunacağımı belirtmiştim.
Tam Cezaevi Müdürü’nün odasına girdiğimiz an, Albay Orhan Çokdeğer bana şunları söyledi:
- Türkeş Albayım, Genelkurmay Başkanımızın selâmı var. Sıkıyönetim Komutanlığı’nın aldığı karar gereğince, şimdilik sizinle görüşmesinin mümkün olamayacağını bildiriyor ve geçmiş olsun diyor.
Demek ki Sunay Paşa mesajımı almıştı. Fakat, Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 6 numaralı bir tebliği vardı. Koskoca Genelkurmay Başkanı, Sıkıyönetim Komutanı’nın bir tebliği nedeniyle benimle görüşemeyeceğini bildiriyordu.”
[Ankara Sıkıyönetim Komutanlığının 8 numaralı tebliği:
Nezaret altına alınmış olanlar tahkikat safhası içinde sivil veya asker hiç kimse tarafından ziyaret edilemez.
Ankara Sıkı Yönetim Komutanı
Korgeneral
Cemal Tural]
CEVDET SUNAY’LA İLİŞKİLERİM
“Cevdet Paşaya büyük iyiliğim olmuştu önceleri. 27 Mayıs’ta yakınlığımız vardı. Bir dileğime, bu şekilde cevap verdi. Vermese de olurdu. Cezaevi Müdürü’nün odasında bir saatten fazla oturduk. Bizleri yatıracakları yer konusunda sürekli telefon görüşmesi yapıyordu. Zannederim Sıkıyönetim Komutanı Cemâl Tural’a danışıyordu.
Bir saat sonra gardiyanlar geldi, bizi çağırdılar. Çıktık, önce bir bahçe kapısını geçtik, sonra kilitli bir kapıya ulaştık. Oradan da geçip, koğuşların bulunduğu bölgeye alındık. O bölme de demir parmaklıklarla kesilmiş ve üçüncü bir demir kapı yerleştirilmiş.
Üçüncü kilidi de geçtik. Bir dördüncü demir kapıya vardık, dayandık. Dördüncü kapı demirden yapılmıştı. Daha bitmedi. Beşinci bir kapıya doğru yol alıyorduk. Uzunca bir koridora girdik. Bu koridorun başında beşinci kilitli kapı bulunuyordu. Sıra altıncı kilitli kapıya gelmişti. Bu kapıların her birinin arkasında kutu kutu hücreler vardı. İşte o bölümde bulunan bir hücreyi de bana ayırmışlardı. Ortalarda bir hücre. Her hücrenin içinde iki katlı demir bir karyola, onların üzerinde de asker yatağı var. Tuvaleti ve lavabosu da içinde. Adeta telefon kulübesi gibi. Bu tıkış tıkış yere bir de sandalye koymuşlar. Gardiyan, herhalde bana ikram olsun diye, ‘burası temiz’ dedi.
19 yıldan beri hücre ile ikinci defa tanışıyordum. 1944 yılında Turancılık Dâvası sanığı olarak İstanbul’daki Tophane Askerî Cezaevi’nde bir yıla yakın hücre cezası çekmiştim. Suçumuz, Dış Türkler sorunu ile ilgilenmekti. O tarihte İsmet Paşa, Cumhurbaşkanı idi. Ama kendisine Millî Şef deniliyordu. Emri ile tutuklanmıştık. Meşhur 19 Mayıs Nutku, o zamanki yöneticilere adeta bir emir niteliğindeydi.
Kader bizi yine bir başka İsmet Paşa rejimi zamanında tekrar cezaevine soktu. Paşa, bu sefer Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı idi. Paşa ile yıldızımız hiç barışık olmamıştı. 27 Mayıs’ta bazı arkadaşlarımız ülke yönetimini İsmet Paşaya ikram etmek istiyor, ben ise buna şiddetle karşı çıkıyordum.
SIRA SIRA HÜCRELER
Evet, hücreli hayatım başlıyordu. Eşim, beş çocuğum ve anam gerilerdeydi. Hindistan Sürgünü’nden döneli henüz üç ay olmuştu. Hiçbir şeye bulaşmamaya özen gösteriyordum. Ama olaylar üstüme üstüme geldi.
Demir karyolam, tahta sandalyem, demir parmaklıklar ve ben… Bavulumu ve hurcumu hücreme bırakan gardiyan kapımı kapattı ve üstüme kilidi vurarak bir başka hücreye doğru yol aldı. İlk anda bitişik hücrelerde kimler var bilmiyordum. Sonradan öğrendim ki, sol tarafıma Kurmay Albay merhum Dündar Seyhan’ı yerleştirmişler. Sağ tarafımda ise Süvari Yarbayı merhum Gazi Alankuş yatıyordu. Alankuş’un üst tarafındaki hücreye ise Muzaffer Özdağ’ı, onun yanına da merhum Fâzıl Akkoyunlu’yu yerleştirmişler. Hemen sol tarafımda merhum Seyhan’ın hücresine bitişik yerde ise Rifat Baykal kalıyormuş.
Hücrelerin dağılımı böyleydi. Bir başka hücre bölümü daha vardı. Orada ise merhum Talât Aydemir, Kurmay Albay Cevat Kırca, Yaşar Başaran, Bahtiyar Yalta ve diğerleri konmuş durumdaydı. Aynı cezaevinde bir başka suçtan dolayı yatan Kurmay Yarbay Talât Bey, Binbaşı İsmet Bey ve arkadaşları bulunuyordu. Bunlar bizden önce Millî Savunma Bakanlığı’nda, Silâhlı Kuvvetler’de bazı faaliyetleri görüldüğünden tutuklanmışlar.
GÖRÜŞMELER BAŞLIYOR
Bir süre sonra ailelerimizle görüşmeye izin verdiler. Ziyaretçilerimizle aramızda çift cam bulunuyordu. Gelenlerle bağıra bağıra konuşabiliyorduk. Kapan gibi bir hücreye giriyoruz, karşımızda çift katlı bir cam, o camdan arkada bizi seyreden yakınlarımıza avazımız çıktığı kadar bağırıyoruz. Görüşmede hâl hatır sormaktan başka ne yapabilirdik ki?”
[Ankara Sıkıyönetim Komutanlığının 26 numaralı tebliği:
1- 20-21 Mayıs olayları ile ilgili olarak, 1 numaralı sıkı yönetim Adlî Amirliğinde yapılmış olan tahkikat tamamlanmış ve son tahkikat açılma kararı, 4 Haziran günü sanıklara tebliğ edilmiştir.
2- Sanıkların askerî muhakeme usulü kanununun 204 üncü maddesine tevfikan kendilerini müdafaa için avukat tutmaları zımnında, bugünden (4 Haziran) itibaren aileleri efradından en yakın biriyle tutukevlerinde, usule göre, görüşmelerine müsaade edilecektir. Tutuk evlerine temas için gidecek bu yakın aile efradı, bugünden itibaren Jandarma Okulunda açılmış olan Sıkı Yönetim İrtibat Bürosuna müracaat edecekler ve oranın talimatına göre, tutuk evlerine yollanacaklardır.
3- Sanıkların tutmak istediği avukatlar yine Askerî Muhakeme Usulü Kanununun 206 ncı maddesinin 4 üncü fıkrasına göre, 1 Numaralı Sıkı Yönetim Adlî Amirliğince müdafiilik sıfatı kabul edildikten sonra duruşmalara katılabilecektir.
4- Sanık ailelerinin sanıkları ziyaretleri 9 Haziran Pazar gününden başlamak üzere duruşma yapılmayan Pazar günleri olacaktır. Bugünlerde ziyaret yalnız ana baba, eş ve çocukları için olmak üzere saat 09.00-12.00 ve 14.00-16.00 arasında yapılacak ve cezaevlerinin talimatına göre azamî 10 dakika üzerinden tanzim edilecektir.
5- Harb Okulundaki ziyaretler ve avukat tutma işleri hakkında ayrıca tebliğ yayınlanacaktır.
Cemal Tural
Korgeneral
Ankara Sıkı Yönetim Komutanı]
“Bu arada Kurucu Meclis üyeliği yapmış olan merhum Atalay Peköz, bizim avukatlığımızı kabul etti. İyi bir avukattı, iyi bir arkadaştı. Gerekli hazırlıklara başladık. Yakında mahkemeye çıkacağımızı söyledi. Her gün öğleden sonra yarım saat kadar beni tek başıma iç avluya çıkarıyorlardı. Benim hücremin penceresinin altında toplanan tutuklu gençler, ‘nem alacak felek benim’ türküsünü, ‘nem alacak İsmet benim’, şeklinde uyarlayıp söylüyorlardı.
Bizim de hoşumuza gidiyordu. Ekşi tatlı nar mı verdi, sıcak soğuk bir şey mi verdi…
İDAMIMIZ İSTENİYOR
İddianameyi hazırlamışlar, hepimize dağıttılar. Türk Ceza Kanunu’nun 146. maddesine göre idamımız isteniyor. Halbuki bizim bu olaylarla hiç ilgimiz yok. Avukatımıza da durumu anlatmıştık. Savcı ifadelerimizi alırken O’na da mekân şahitleri ile birlikte nerelerde olduğumuzu söylemiştik.
Bir süre sonra duruşmalar başladı. Talât Aydemir’le beni cezaevinden çıkardılar, birer kolumuzdan birbirimize kelepçelediler. Otobüse bindirdiler ve duruşmanın yapılacağı salona götürdüler.
Duruşma salonunda en önde merhum Talât Aydemir ve öteki 21 Mayısçılar oturuyordu. Sorgulama başladı, ilk ifadeyi merhum Aydemir verdi. Bu ifadeler sırasında çok ilginç olaylar cereyan ediyordu. Bazı subaylar, bu olayların içinde biz yokuz deyince, rahmetli Aydemir, orada hepsine birer azar çekiyordu. Zaten, bu ifade sahiplerinin hakkında dosyalarda hiçbir kanıt da yoktu.
Merhum Aydemir, arkadaşlarına hitaben şunları söylüyordu:
- Tarih önünde yargılanıyoruz. Hiç bir şeyi saklamayın, her şeyi açıkça ortaya dökün, konuşun. Niçin inkâr ediyorsunuz? Sizinle falan yerde görüşüp, ihtilâli şu şekilde yapalım diye konuşmadık mı? Siz şu görevi üstlenmediniz mi? Falan subayla filan generalle temas etmek üzere görev almadınız mı? Hatta gidip temas etmediniz mi?
Duruşma sırasında merhum Aydemir, arkadaşlarını çok sıkıntılı durumlara sokuyordu. Sanıklar suçlamaları reddetse bile Aydemir kalkıyor, onların da olaya bulaştıklarını anlatıyordu.
İfade sırası Hava Kurmay Albay Fethi Işıklıtepe’ye gelmişti. Bu zat hakkında da bir delil yoktu. Sorgulaması sırasında suçlamaları reddediyordu. İşte bu anda merhum Aydemir yine ayağa fırlıyor ve şunları söylüyordu:
- Ben kartımı ikiye bölüp yarısını size verdim. Diğer yarsını da buluşacağımız subaya. Sizi bir talimatla Beşiktaş İskelesi’nin üstündeki gazinoya gönderdim. Kartları birleştirdiğiniz an, o subayla tanışmış olacaktınız. Niçin bunları anlatmıyorsunuz?..
Aydemir’in bu sözleri üzerine adeta mahkeme salonunun orta yerine bir bomba düşmüştü. Tüm sanıklar endişe içindeydi. Hepsi bu azaptan kurtulmak istiyor, fakat merhum Aydemir, onları suçlular sınıfına sokmak için adeta çaba harcıyordu… Aydemir’in arkadaşları arasında panik başlamıştı.”
İKİ ESKİ SİLÂH ARKADAŞI
Türkeş ve eski arkadaşı Aydemir, birbirlerine kelepçeli vaziyette cezaevinden mahkeme salonuna getiriliyorlardı. Türkeş, bu arkadaşı ile 1957 yılının sonbaharında Elazığ’da tanışmış, kısa sürede aile dostları arasına dahil etmiş ve kendisine karşı özel bir ilgi göstermeye başlamıştı. Kendi dostluklarının yanı sıra eşleri ve çocukları da birbirleriyle arkadaş olmuştu. Hattâ o kadar ki, Türkeş’i gizli örgüte ilk davet eden kişi de Talât Aydemir’di.
Olaylar bu iki kadim dostun yollarını ayırıyordu. Aydemir, 1959 yılında Türkeş’in ilgisiyle Kore’ye gönderilmiş, 27 Mayıs İhtilâli’nden sonra da Harp Okulu Komutanlığı’na getirilmişti. 13 Kasım 1960’ta Millî Birlik Komitesi içindeki hesaplaşma sırasında Talât Aydemir, Türkeş karşıtı grupların yanında yer alacak, ancak 22 Şubat 1962’de ilk darbe teşebbüsünü başlatırken ordu içindeki Türkeş taraftarlarından yararlanacaktı.
Bu iki eski silâh arkadaşının ilişkileri işte böylesine içiçe geçmişti. Ama 21 Mayıs Olayları’nda Türkeş, Aydemir’in yanında yer almıyordu. Fakat kader onları aynı cezaevinin çatısı altında tutuyordu.
AYDEMİR’LE KONUŞMALARI
Türkeş ve Aydemir cezaevinde kaldıkları süre içinde ancak elleri kelepçeli duruşmaya gidip gelirken konuşma fırsatı yakalıyorlardı. Bakalım, bu konuşmalarda neler vardı:
Türkeş – Talâtçığım, sen duruşmalar sırasında niçin arkadaşlarını müşkül vaziyete sokuyorsun? Onlara illa her şeyi anlat, diyorsun. Karışma, bırak kendilerini kurtarabilenler kurtarsın. Onları, ceza almak durumuyla karşı karşıya getirme.
Aydemir – Arslan, biz tarih önünde yargılanıyoruz. Bütün gerçekler ortaya dökülmeli. Hem neden korkacağız? Bu işte en fazla ceza alması gereken adam benim. Bu adamlar bana en fazla ya üç sene ya da beş sene ceza verebilirler. On sene bile veremeyecekler.
Alparslan Türkeş, Talât Aydemir’le yaptığı görüşmeler konusunda şu ayrıntılı bilgileri verip, bu arada bazı değerlendirmeler yapacaktı:
“Ben, duruşmalardan korkmuyordum. Bu işin içinde olmadığımı şahitlerle ispat edecek durumdaydım. Neticede, beraat edeceğimden de emindim. Eğer adil bir yargılama olursa meseleyi aşacaktım. Ancak, bir garazkârlık olursa beni mahkûm edebilirler, diye düşünüyordum.
Yargılanan arkadaşların çoğu benim eski arkadaşlarımdı. Durumlarına üzülüyordum. Ceza göreceklerinden endişe ediyordum. Sıkıntıya düşmelerinden çok üzüntü çekiyordum. Bu arkadaşların durumunu kurtarmak için Talât Aydemir’e birkaç defa yolda rica ettim. Onları işin içine çekmemesini ısrarla istedim. Aldığım cevaplar karşısında çok şaşırdım. Biraz da, tabii eski arkadaşım olan Talât Aydemir’e acıdım. Yani, kavrayış gücü yeterli değil, yeteneği kısıtlı. Zaten yeteneğinin kısıtlı olduğunu eskiden beri biliyordum. Ama temiz bir insan, çalışkan bir subay, vatansever bir insandı. O bakımdan kendisini seviyordum. Arkadaşlığımız oldu.
Çok derin bir kültürü olmadığını, yeteneğinin sınırlı bulunduğunu biliyordum. Fakat, bana verdiği cevaplar karşısında çok acıdım. Çünkü içinde bulunduğu durumu, yaptığı hareketin mahiyetini ve karşı karşıya bulunduğu tehlikeyi farkedemiyordu. Benim ricalarıma, kendi cevabını aldıktan sonra birkaç defa daha ısrarla rica ettim. Ama o da düşüncelerinde ısrarlıydı.
Nihayet bir gün sanıklarından birisi -şimdi ismini hatırlayamıyorum- mahkemede dedi ki:
- Efendim, her mahkemede bir iddia makamı var. Sizin yüksek mahkemenizde ise iki iddia makamı var. Birisi, Sayın Savcılar, diğeri ise Sayın Albayım Talât Aydemir.
Evet, duruşmalar böyle gergin bir havada devam ediyordu. Askerî bir garnizon içinde yargılanmamıza rağmen çok sıkı güvenlik önlemleri alınmıştı. Bizi, cezaevinden duruşma salonuna otobüslerle taşıyorlardı. Otobüslerin etrafında ise silâhlı muhafızlar vardı. Mamak Kışlası içinden Muhabere Okulu’na gidiyorduk. Erler, silâhlarının namlularını üzerimize doğrultmuş vaziyette tetikte bekliyorlardı.
Ayrıca cezaevinin çevresinde Tümen Topçu Alayı mevzi’e sokulmuştu. Topların namluları da cezaevine dönüktü. Yani, herhangi bir kurtarma hareketi olur diye mi korkuyorlar, yoksa bir isyandan mı, artık bilemiyorum. Olağanüstü koruma önlemleri vardı. Ben, tam altı kilit altında yatıyordum. Daha önce söylediğim gibi kilitler şöyleydi.
• Bahçe kapısı kilidi
• Bina kilidi
• Koğuşlara giriş kilidi
• Koğuşlardan çıkış kilidi
• Lavabo kapısı kilidi
• Hücre kapısı kilidi
Şimdi, biz böyle altı kilit altında otururken, duruşmalar da devam ediyordu. Ancak bir gün kapılar birdenbire açıldı. Yanıma 21 Mayısçı subaylarla birlikte bir kısım Harbiye öğrencileri geldi. Şaşırdım. Bunca güvenlik önlemleri birdenbire niçin kaldırıldı diye. Yanıma gelenler bana şunları söyledi:
- Efendim, büyük bir koğuşta yan yana iki koltuk koyduk. Biri zât’ı-âliniz için, diğeri de Aydemir Albayımız için. Orada oturup konuşacağız. Türkiye’nin geleceği nasıl olmalı, onu tartışacağız.
Şimdi, Allah Allah dedim, kendi kendime. Bahçeye dahi beni yalnız çıkarıyorlardı. Gündüz bütün kapılar üzerime kilitliydi. Altı kilit altında yatıyordum. Gece olunca bu kilitler acaba niçin açıldı?..
Ben gelmiyorum, dedim. Ne olacağımız belli değil oğlum, burada duruşmalar devam ediyor. Türkiye’nin hangi geleceğini oturup tartışacağız. Biz bugün ağır bir suçlama altında tutuklu bulunan sanıklarız. Kendi geleceğimiz belli değil.
Onlar gitti, başkaları geldi. ‘Efendim, gençleri düzeltemeyiz. Gençler sizi seviyorlar. Gelmenizi arzu ediyorlar’, dediler. ‘Gelmiyorum’ cevabını verdim. Hemen ardından bizim 14’lerden olan arkadaşlarıma şunları söyledim: ‘Siz gitmeyin, sizin gitmenizi de yasaklıyorum, men ediyorum. Katılmayın, çünkü anormal bir durum var.’
Cezaevine girdiğimizden beri çok sıkı tertibat alınmıştı. Bırakınız dışarıyı, içerdekilerden de kimseyle görüşemiyordum. Ama akşam olunca bazı gardiyanlar ve bizden olan görevli astsubaylar idare ediyor, arkadaşlarımızla kısa bir süre de olsa görüşüp, dertleşebiliyorduk.
Ama bu seferki durum farklıydı. Bir anormallik sezdim. Bu bir tuzaktı. Öyle zannediyorum ki, Aydemir’le beni karşılaştırmak istedikleri koğuşta mutlaka dinleme tertibatı vardı. Oradaki dinleyiciler arasında da dışarıyla işbirliği yapan görevlilerin olduğu mutlaktı. Ben, kendimi kontrol edebilirdim ama karşımdaki kimsenin ne söyleyeceği belli değildi. Aydemir bu teklife evet demişti. Hatta kendisi gitmiş, oturmuş, benim gelmemi beklemişler.
Benimle beraber 14’lerden sadece Sayın Rifat Baykal, Sayın Muzaffer Özdağ ve Sayın Fâzıl Akkoyunlu’yu tutukladılar. Diğer 14’lere dokunmadılar. Dördümüzü 21 Mayısçılarla beraber mahkemeye sevk ettiler. Duruşmalar üç ay mı sürdü, dört ay mı sürdü, o süre içinde biz de bu sıkıntıları çektik. Onlarla beraber tutuklu kaldık, onlarla beraber yargılandık.”
Başkent Ankara’nın kuzeydoğusunda yer alan Mamak semti, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin çok önemli bir garnizonunu sinesinde barındırır. Kolordu Komutanlığı buradadır. Ankara âdeta buradan korunur. Olağanüstü durumlarda Mamak hemen gündeme gelir. İhtilâllerde, darbelerde Başkent’in yönetimi oraya kayar. Sanıklar orada yargılanır, olağanüstü hapishaneler orada kurulur.
21 Mayıs 1963’te Talât Aydemir ve arkadaşlarının Silâhlı Kuvvetler içinde başlattıkları ayaklanma aynı gün Mamak Garnizonu’nda noktalanmıştı. Sivil emekli subayların yanı sıra, genç üniformalı Harbiyeliler şehrin sokaklarından toplanıp Askerî Cezaevi’ne tıkılmıştı.
Garnizonun orta yerindeki Askerî Ceza ve Tutukevi’nde ise çok sıkı önlemler alınmış, adeta tepesinden kuşların uçmasına dahi izin verilmez bir ortam yaratılmıştı. Ama bu hapishanenin içinde bir tek konuda özgürlük vardı: Harbiye Marşı’nı söylemek…
Başta Alparslan Türkeş ve Talât Aydemir olmak üzere yüzlerce tutuklu çok kötü koşullarda bu hapishanede barındırılıyor, hücrelerde geçen çileli günler sadece Harbiye Marşı ile nağmeleniyordu. Yargılanmalar ise bir sinir savaşı bicinde sürüyordu.
21 Mayıs Olayları’nın sanığı Alparslan Türkeş, cezaevi yaşantısını ve yargılamalarını anlatmaya devam ediyordu. Kendisini yine bu tarihî anılar sayfasında izleyelim:
“Askerî Cezaevi’nde Harbiyeli gençler gece gündüz Harbiye Marşı’nı söylerlerdi. Onlar çok ateşli ve heyecanlı kişilerdi. Zamanla cezaevindeki sıkı disiplini gevşettiler. Avluya çıkmamıza ve öteki sanıklarla birlikte olup konuşmamıza izin verdiler. Bir defasında tank yüzbaşısı Feridun Bey ismindeki arkadaşla süvari yüzbaşısı Muhteşem Erol Aydın adındaki genç subayımız gayet saygılı bir biçimde yanıma geldiler, sevgi gösterisinde bulundular. Bunun yanı sıra serzenişleri de oldu. Bu gençler şöyle konuşmaya başladılar:
- Komutanım, bizi niçin Talât Aydemir’in eline bıraktınız? Bakınız, başımıza ne haller geldi? O, bize hep sizinle beraber olduğunu söylüyordu.
Ben, kendilerine ‘beraber değildik’, dedim. Onlar, ‘keşke bunu bize bildirseydiniz’, şeklinde konuştular. Ben sözlerimi şöyle sürdürdüm:
- Gençler, Talât Aydemir’le beraber olmadığımı bir çok arkadaşa bildirdim. Mesaj gönderdim herkese.
Muhteşem Erol Aydın vefat etti. Allah rahmet eylesin, çok yakışıklı ve temiz bir süvari subayıydı. Boyu 1.80’in üzerinde, gayet sıhhatli, sağlıklı bir genç adamdı. Aynı zamanda ressamdı, sanatkârdı. Cezaevindeyken tuvali önünde, fırçası elinde sürekli resim yapardı. Benim de portremi yapmak istemiş, avukatım aracılıyla tuval, boya ve öteki malzemeleri getirttim.
Avluda, havalandırmaya çıktıkça benim yağlıboya tablomu yapmaya başladı. 40x80 veya 40x60 boyutunda bir tablomu yaptı. Ama ne yazık ki, cezaevinden tahliye olurken o güzelim tablo kayboldu.
Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi’nde Başkanlığı Fevzi Günaçan ismindeki bir Tümgeneral yapıyordu. Kendisi ciddi, ağırbaşlı, vakur, adaletli ve dürüst bir askerdi. Mahkeme üyesi ise Albay Mehmet isminde bir zat’tı. O da daha sonra Korgeneralliğe kadar yükseldi, Millî Savunma Bakanlığı Müsteşarlığı yaptı. Temiz, değerli bir subaydı.
Duruşma hâkimi ise, Deniz Hâkim Yarbay Numan Özdalga idi. Allah rahmet eylesin, kendisi daha sonra Tümamiralliğe kadar yükselmişti.
Bu arada bir müdafaa avukatı Mahkeme Heyeti’nden izin alarak Talât Aydemir’e hitaben şu soruyu yöneltti:
- 21 Mayıs İhtilâl Hareketi başarıya ulaşsaydı, acaba kendileri Devletin hangi makamına geleceklerdi?
Hâkim, Talât Aydemir’e dönerek, ‘buyurun, cevap verin’, dedi.
Talât Bey kalktı ve avukatın sorusunu şöyle cevaplandırdı:
- Efendim, bizim öyle makamda mevkide gözümüz yok. Bu hareket başarıya ulaşsaydı, ben yine Harp Okulu Komutanı olacaktım. Harp Okulu Komutanlığı’na gelecektim. Kırılan şerefimi de kurtaracaktım. Daha sonra Harp Okulu binasının üstüne neon lambalarla “Harbiyeli Aldanmaz” diye yazdıracaktım.
Aydemir’in bu konuşması üzerine Mahkeme Başkanı, avukata yönelip, ‘tamam mı’ diye soruyor, daha sonra her ikisine de ‘buyurun, oturun’ diyordu.
Evet, bir ihtilâl lideri bu, verdiği cevap ve görüşler de bunlar. Söyledikleri çok dikkate değer şeylerdir… Mamak duruşmaları çok ilginç sahnelerle doludur.”
TAŞOCAĞI ZİRVESİNİ KİM İHBAR ETT
Alparslan Türkeş ile Talât Aydemir 10 Nisan 1963 günü, Ankara’nın Dikmen semtinde bir taşocağında gizlice buluşuyorlardı. Bu buluşma sırasında yanlarında çok güvendikleri arkadaşları vardı. Ancak, bu görüşmenin Hükûmete ihbar edildiği, 21 Mayıs Olayları’nın duruşması sırasında ortaya çıkacaktı.
Aydemir ve arkadaşları, Türkeş’i bir başka konuda muhbirlikle suçladılar. Onlar, 21 Mayıs’ın Türkeş tarafından Hükûmete duyurulduğunu iddia ediyorlardı. Oysa, Aydemir’in ihtilâl teşebbüsünü hem AP’li bazı Parlamenterler, hem de CKMP Genel Başkan Vekili Hasan Dinçer öğrenmişti. Başbakan İnönü de, Koalisyon ortağı Hasan Dinçer’den Aydemir’in ihtilâl hazırlığını haber alıyordu.
Aydemir ve arkadaşlarının 21 Mayıs 1963 tarihinde giriştikleri darbe teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanınca Ankara’da iki ayrı Sıkıyönetim Mahkemesi kuruldu. Bu teşebbüsün sanıkları yargılanmaya başlanacaktı. Olaylarda, lider konumunda bulunan ve aktif rol oynayan ordu mensupları Muhabere Okulu’ndaki 1 numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nde hâkim huzuruna çıkarılıyor, ikinci derecede rol almış Harp Okulu Öğrencileri ise Harbiye’de kurulan 2 no’lu Sıkıyönetim Mahkeme’sinde yargılanıyordu.
Mamak’taki 1 numaralı Mahkemede ilginç, o derece de düşündürücü bir sahne yaşanmıştı. Evet, Alparslan Türkeş ve Talât Aydemir’in 10 Nisan 1963 günü saat 10’da Dikmen’deki bir taşocağında yaptıkları gizli buluşma, Mahkeme kayıtlarında yer alıyordu. Sözde, “Gizli Buluşma” idi… Bu tarihî buluşmayı her iki grup da çok gizli tutmuş, o bakımdan liderler yanlarına çok güvenilir arkadaşlarını almışlardı. Ancak, Mahkeme Başkanı’nın Türkeş’e yönelttiği bir soru, bu gizliliğin hiç de korunmadığını ortaya koyuyordu.
Alparslan Türkeş, 21 Mayıs yargılamalarının bu çok önemli sahnesini anılarında şöyle anlatacaktı.
– “Duruşmaların bir yerinde Mahkeme Başkanı bana şunu sordu: ‘Zirve toplantısını anlat bakalım.’
Önce anlayamadım. Başkan, müstehzi, böyle alaycı bir şekilde tekrarladı. Şaşırdım. Başkan, zirve toplantısı deyince, aklıma Truman’la Stalin’in buluşması gibi konular geldi. Daha sonra Mahkeme Başkanı konuyu açıkladı: ’10 Nisan’da Aydemir’le buluştuğunuz Taşocağı Zirvesi’ni anlat bakalım’, dedi.
Tabii meseleyi iyice kavradım. Ve aynen anlattım. Aydemir de, benim anlattığım şekilde, ‘Evet, öyle oldu’ cevabını verdi. Mahkeme Başkanı, o gün Taşocağı’nda bulunan arkadaşlarımızın da ifadesine başvurdu. Hepsi tek tek olayı düzgün bir biçimde naklettiler.
Büyük bir gizlilik içinde gerçekleştirildiği zannedilen Taşocağı Zirvesi deşifre olmuş, Hükûmet bu buluşmayı öğrenmişti. Oysa, bu görüşme sırasında Türkeş ve Aydemir’in yanında sadece dörder güvenilir arkadaş bulunuyordu. Ama bunlar içerisinde Hükûmet yandaşı bir muhbirin varlığı duruşmalar sırasında ortaya çıkacaktı. Konuya açıklık getirmek için Türkeş’e sorduk, cevaplarını da aldık.
Turgut – Sayın Türkeş, bu olayı dönemin yönetimi acaba nasıl haber aldı?
Türkeş – Onu bilemiyorum.
Turgut – O görüşme günü tâkip edilmediğinizden emin miydiniz?
Türkeş – Yani orada bir şey göremedim, bir takip görmedim. Ama gelenler arasında görevliler olabilir yani.
Turgut – Hükûmete yakın görevliler mi?
Türkeş – Tabii, görevliler olabilir.
Turgut – İnönü yönetimine yakın birisi bildirmiş olabilir mi?
Türkeş – Yeni duydum. Orada, İnönü ile temasta olup da, olayı götürenler olduğunu duydum.
Turgut – Kim olduğunu biliyor musunuz?
Türkeş – Biliyorum, ama şimdi açıklamak istemiyorum.
TÜRKEŞ’E SUÇLAMA
21 Mayıs Olayları’nın duruşmaları sırasında Aydemir Grubu, Türkeş’e bir başka konuda ağır bir suçlamada bulunacaktı. Darbe teşebbüsünü İnönü Hükûmeti’ne, Türkeş’in duyurduğunu iddia ediyorlardı. Bu suçlama, Talât Aydemir’in idamından sonra yayınlanan anılarında da yer alacaktı. Şimdi Türkeş bu suçlamaları cevaplandırıyor:
“Bu yargılamalardan sonra beraat ettim. Siyasî hayata atıldım. Bölücü ve marksistlerin hedefi oldum. Mücadele kızışınca beni karalamak için zaman zaman şöyle söylediler: ‘Efendim, Talât Aydemir’i ihbar etti, Türkeş muhbirdir. Arkadaşını ihbar etti, ipe gönderdi.’
Bana bu şekilde iftiralarda bulundular. Oysa anılarımın diğer bölümümde de anlattım.. İhtilâl haberleri bana dört ayrı kanaldan geldi. Bu haberler geldiği sırada yanımda milletvekili arkadaşlarım vardı. Onlar aynı akşam kendi liderlerini haberdar etmişler. Konu, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Genel Başkan Vekili ve Başbakan Yardımcısı Hasan Dinçer tarafından da Başbakan İsmet İnönü’ye ulaştırılmış. İsmet Paşa, telefonla haberi alınca, ‘O herif hakkında her gün ihtilâl ihbarları geliyor’ demiş. Yatmış, uyumuş.
Talât Aydemir, daha sonra kendi hatırâlarında, rahmetli Fuat Uluç ile aramızda geçen telefon konuşmasını biraz mübalağalı anlatıyor. Oysa, benim ihbarım söz konusu değil, her şey orta yerde cereyan etti. Darbe gecesi, evimde muhtelif partilere mensup milletvekilleri vardı. Subaylardan , emekli subaylardan haberler geldikçe onlar da heyecanlanıp, bizim evden hemen ayrıldılar. Başlarının çaresine bakmaya gittiler.
Milletvekillerinin, liderlerini haberdar etmesi beni mahkûmiyetten kurtardı. Ben, özellikle hiç kimseye telefon açıp, Aydemir ihtilâle girişiyor demedim. Evime haber getirenleri, milletvekilleri ile beraber dinledim ve daha sonra ben de evimi terkettim.
Duruşmaların sonuna gelindiğinde olaylarla hiçbir ilgimiz olmadığı anlaşılmıştı. Ancak savcı son mütaleasında yeni bir suçlamada bulundu ve dedi ki;
‘Madem siz bu hareketin içinde yoktunuz, ama haber aldınız. Niçin Hükûmete bildirmediniz?
Türk Ceza Kanunu’nda bu gibi olayları da bilip de, Hükûmete bildirmemenin zannedersem üç yıla kadar hapis cezası varmış. Savcı bu nedenle cezalandırmamı talep etti. Daha sonra avukatlarımız şu savunmada bulundu:
‘Bu gibi olayları bir Milletvekili duymuş olursa, Hükûmet de duymuş sayılır. O nedenle müvekkilimin olayı duyurmasına gerek yok.’
Daha önce de ifade ettiğim gibi, 20 Mayıs gecesi evimde bulunan AP milletvekillerinden Gökhan Evliyaoğlu gitmiş, durumu hemen o zamanki Genel Başkanları emekli Orgeneral merhum Ragıp Gümüşpala’ya bildirmiş, CKMP milletvekili ve Genel Sekreter merhum Fuat Uluç da Başbakan Yardımcısı Hasan Dinçer Beyi haberdar etmiş.
Mes’elenin önü ve arkası bu. Böylece beraat ettik.
Duruşmaların bitiminden bir akşam önce, cezaevi müdürünün uyarısı ile eşyalarımızı topladık. Ertesi gün yeni tertip ve düzen olacağını söylediler. Bavulumu hazırladım, üstüne de Yüzbaşı Muhteşem Aydın’ın yapmış olduğu yağlıboya portremi koydum. Kararın açıklanacağı sabah yine Aydemir’le birlikte birer kolumuzdan kelepçelendik ve Mahkeme Salonu’na götürüldük.
Karar açıklanmadan önce Mahkeme Başkanı General şu tâlimatı verdi:
- Tâlimatımı iyi dinleyin. Şimdi sanık isimleri üçer üçer okunacak, ismi okunanlar ayağa kalkacak. Haklarında verilen kararı en ufak bir nümayiş ve ses çıkarmadan dinleyeceksiniz. Aksine davrananlar ağır ceza görecek. Hüküm kendilerine bildirilenler birbirlerinden onar adım aralıklarla ve birerli koldan salonu terkedecek.
Heyecan içinde bekliyordum. Önce tabii merhum Talât Aydemir’in ismi okundu, arkadan Fethi Gürcan ve Osman Deniz. Kalktılar, hükümleri dinlediler: İdam! Talât Aydemir merhum sarışın bir insandı fakat karardan sonra daha da sarardığını farkettim. Allah kimseye vermesin, rengi limon rengine döndü ve o anda hiç kimseden çıt çıkmadı. Önde merhum Aydemir, on adım ardından merhum Fethi Gürcan onu takiben de Osman Deniz yürüyordu… Erol Tuncer’e de idam cezası verilmişti. Sonra müebbedler okundu… Bu anda Rifat Baykal kulağıma eğilerek ‘Geçmiş olsun Albayım’ dedi. ‘Hayrola’ diye sordum, ‘İdamların içinde okunmadık, müebbedlerde de olmayız’ cevabını verdi. Her okunuşta Baykal’dan geçmiş olsun sözlerini dinliyordum.
Evet, bizim isimlerimiz okunmadı.
İdamımız istenirken, beraat ediyorduk.
Ne büyük mutluluktu. Bu mutluluğun bedelini çok, ama çok ağır ödedik…”
Talât Aydemir ve arkadaşlarının 21 Mayıs 1963’te, Silâhlı Kuvvetler içinde başlattığı ayaklanma aynı gün bastırılmış, olayın sanıkları 7 Haziran’da, Sıkıyönetim Mahkemesi’ne çıkarılmıştı. Yargılamalar hızla görülüp, 5 Eylül’de tamamlandı. Talât Aydemir ve altı arkadaşı hakkında ölüm cezası verilmişti. Bunlardan sadece Talât Aydemir ve Fethi Gürcan’la ilgili hüküm TBMM’nin kararıyla infaz edilecekti.
Alparslan Türkeş ve onunlar birlikte tutuklanan öteki üç 27 Mayısçı da serbest bırakılmıştı. Ama bu dört atlık eziyet, Türkeş ve arkadaşlarının hayatından yıllar götürmüştü.
Türkeş’le o yıllara dönelim, tahliye sonrası duygu ve düşüncelerini öğrenelim:
“Bu olayda büyük haksızlığa uğradığımı hissediyor, görüyor ve üzüntü duyuyordum. Hattâ öfke duyuyordum. Bu süre içerisinde benim hücre cezam bir yana, ailem büyük sıkıntı çekti. Maddî problemleri aşmak için yurtdışından getirdiğim otomobilimi sattım. Onun parasıyla avukat masraflarını karşıladım.
Tutukluluk tarihim yaz dönemine rastladığı için çocuklarımızın öğrenimini etkilemedi. Okullar kapanırken tutuklandım, açılmadan önce tahliye oldum.
Bu olaylarla ilgili kendimde bir eksiklik veya hata hissetmedim. Çünkü, çok tedbirliydim. Önsezimin de güçlü olduğunu olaylar gösterdi. Taşocağı’na giderken kendi kendime hesap yaptım. Ona göre hazırlıklı oldum.
Cezaevinden tahliye olduktan sonra AP ile o eski münasebetlerim kalmadı. Olaylar, o ilişkileri soğuttu.
21 Mayıs Olayları’ndan sonra arkadaşlarıma, ‘Biz bir siyasî partiye girelim’ dedim. 27 Mayıs’ta görev yaptığımız için adımız bir defa ihtilâlciye çıkmış. Memlekette de biz sürgüne gönderildikten sonra 22 Şubat 1962 olayları oldu, ardından Silâhlı Kuvvetler Birliği teşekkül etti, sonra da 21 Mayıs patlak verdi. Bu olaylar dolayısıyle, bizim, memlekette yapmak istediğimiz hizmetler ancak partileşme ile olur. ‘Ya bir siyasî parti ile anlaşalım ya da kendimiz bir parti kuralım’, dedim.
Meşru yoldan, siyasî parti içinde çalışmamız lâzımdı. Arkadaşlarım da bu görüşteydi. Ama, siyaset kirli iş, diyenler de vardı. Ama ben, memlekete hizmet için başka yol olmadığını kendilerine söyledim.
Bu arada sayın Osman Bölükbaşı, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Genel Başkanlığı’ndan ayrılmıştı. CKMP, başsız kalmıştı. Bu partide yönetici olan bir kısım arkadaşlar, ‘Türkeş Beyi alalım, Genel Başkan yapalım. Bizim parti ancak öyle yaşayabilir, kurtulabilir’, dediler.
CKMP yöneticileri Mehmet Altınsoy, Ahmet Oğuz, İrfan Baran beni, partilerine davet ettiler. Altınsoy ve Oğuz, o tarihte Devlet Bakanı olarak görev yapıyorlardı. Hasan Dinçer de partinin Genel Başkan Vekiliydi.
Hükûmet Başkanı Suat Hayri Ürgüplü, Yardımcısı da AP’nin yeni Genel Başkanı Süleyman Demirel’di. Yani CKMP koalisyondaydı. Seyfi Öztürk de Köyişleri Bakanı olarak Kabinede bulunuyordu.
CKMP olağan kongreye hazırlanırken, bir kısım arkadaşlarımız acele edilmemesini öneriyor, bu arada Adalet Partisi’nden de yeni davetler geliyordu.
Nihayet, CKMP Genel Başkanlığı için ısrar arttı. Ahmet Oğuz, Seyfi Öztürk ve Mehmet Altınsoy bu işin mutlaka sonuçlanmasını istediler. Ben, Ahmet Oğuz’un Genel Başkan olmasını önerdim. Ardından, Ahmet Oğuz altı ay için Genel Başkanlığı kabul edebileceğini açıkladı.
Kurultaya gittim, ama partiye henüz kaydımı yaptırmadım. Ahmet Oğuz Gene Başkan seçildi. Bu gelişmelerden sonra arkadaşlarıma şunları söyledim.
- Bakınız, bir 21 Mayıs olayı yaşadık. Hiçbir suçumuz olmadığı halde bu kadar sıkıntı çektik. Türkiye’nin kaderi demokrasidedir. En iyi yönetim biçimi de yine demokrasidir.
27 Mayıs, o günkü olağanüstü şartların getirdiği bir olaydı. Keşke o da, o şekilde olmasaydı. Ama işte o şekilde tecelli etti. Onu artık kapatacağız. Meşru yoldan, demokrasi düzeni içinde memlekete hizmet imkânı arayalım. Bu da partiye girmekle olur. Şimdi Halk Partisi’ne girmek istesek, onlarla aramızda bir çok olaylar geçti, onların bize karşı büyük alerjisi var. Zaten ben, onların geçmişteki sorumluluklarına katılmak istemem. Onları ben, Türkiye’nin uğradığı bir çok dertten dolayı sorumlu görüyorum. AP de bize karşı soğumuş durumda.’
Bu şartlar altında arkadaşlarıma, ‘CKMP’ye girelim’, dedim. Arkadaşlarm, ‘Ama bu parti can çekişiyor’, cevabını verdiler. ‘Bölükbaşı gitti, iyice zayıfladı’, dediler. ‘Onu biz kuvvetlendireceğiz’ diyerek, 14’lerden on kişinin CKMP’ye girmesini sağladım.
Muzaffer Özdağ, Rifat Baykal, Fâzıl Akkoyunlu, Numan Esin, Mustafa Kaplan, Şefik Soyuyüce, Münir Köseoğlu, Dündar Taşer ve Ahmet Er’le birlikte CKMP’ye kaydolduk. Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı ve İrfan Solmazer CHP’ye, Muzaffer Karan da TİP’e gittiler. 1965 seçimlerine katıldık. Ankara Milletvekili seçildim. Muzaffer Özdağ Afyon’dan, Rifat Baykal ise Mardin’den Parlâmento’ya girdiler.
Demokratik hedefimize ulaşmıştık…”
CKMP ORDU KARARGÂHINA DÖNDÜ
Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Genel Başkanlığı için Alparslan Türkeş ve Ahmet Tahtakılıç aday gösterilmişlerdi. Oylamaya geçildi; Türkeş, Tahtakılıç karşısında 400 -500 gibi büyük bir oy farkıyla CKMP Genel Başkanı oldu.
Bu arada Osman Bölükbaşı da, Millet Partisi’nin Genel Başkanlığını yapıyordu. Bölükbaşı, Türkeş ve arkadaşlarının seçilmesini şu cümlelerle karikatürize ediyordu:
- Yahu orası Ordu Karargâhına döndü. Çizme gıcırtısından, kılıç şakırtısından oraya girilmiyor.
Alparslan Türkeş, siyasete atılışıyla başlayan yeni yaşantısını anılarında şöyle anlatır:
“14’lerden dokuz arkadaşımla birlikte CKMP’ye girdik. Daha önce de ifade ettiğim gibi üç arkadaşımız CHP’ye, bir arkadaşımız da TİP’e gittiler. Böylelikle 14’ler parçalanmış oldu. Zaten biz sürgündeyken Brüksel’de bir toplantı yapmıştık. O toplantıda bana karşı Orhan Kabibay’ın adaylığı ortaya atıldı. Ben bu tavır karşısında serbest olduğumu söylemiştim. Bu tavrım üzerine Orhan Kabibay ve Orhan Erkanlı bu defa üçlü bir yönetim kurmamızı teklif ettiler. Yani, triyomvira.
Ben, bu teklifi doğru bulmadım. Tarihten örnekler verdim. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında Cemal-Enver ve Talât Paşaların triyomvirasını anlattım. Napolyon’un kurduğu triyomvirdan bahsettim. Böyle üç başlı idarenin hiçbir yerde muvaffak olmadığını kendilerine örnekleriyle anlattım.
Bizden ayrılıp CHP’ye giden arkadaşlarımıza bu parti içinden itirazlar olmuş. İsmet Paşa da itiraz edenlere şöyle demiş:
- Bunları Türkeş’e karşı kullanmam lâzım. 14’leri parçalamaya çalışıyoruz. 14’lerden üçünü koparabildik. Bu arkadaşları partimizden milletvekili seçtirelim. CKMP’ye karşı, Türkeş’e karşı bunların CHP’de bulunması lâzım.
Nereden nereye, Muzaffer Karan, o Tank Binbaşısı Muzaffer Karan Türkiye İşçi Partisi’ne girdi ve milletvekili seçildi. TİP’in on beş milletvekilinden biri olarak Parlâmentodaydı. Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı ve İrfan Solmazer de böylece CHP’ye girip milletvekili seçildiler. Bizden de üç kişi; Ben, Rifat Baykal ve Muzaffer Özdağ milletvekili olarak Parlâmentoya girdik. Benimle beraber olan diğer arkadaşlarımız ise seçilemedi. Onları muhtelif yerlerden aday göstermiştik. Ama CKMP zaten çok zayıflamış partiydi. Yeterli oy sağlayamadık, seçilemediler.
Bizim CKMP’ye girmemiz üzerine AP’de bir telâş başladı. Yani rakip bir parti olarak, benim CKMP’nin başına geçmemi önlemek istediler. CKMP içinde liderlik mes’elesi gündemdeydi. AP’liler dışarıdan harekete geçtiler. Ahmet Tahtakılıç’ı Genel Başkanlık için öne sürdüler.”
GÜRSEL’DEN TAKTİK
“Bu arada arkadaşlarımdan, Cemal Gürsel Paşayı ziyaret konusunda şu öneriyi aldım:
- Cemal Paşa ile sizin eskiden beri yakınlığınız ve dostluğunuz olmuştur. Biz yurtdışına sürüldükten sonra da aleyhimizde, bilhassa sizin aleyhinizde hiçbir şey söylemedi. Vatansever insanlardı, dedi. Olumlu konuştu, ziyaret etmeniz iyi olur.
Rifat Baykal da Gürsel’i sürgün dönüşü ziyaret ettiğini açıklayıp, bana şunları söyledi:
- Ben, daha önce gittim, Gürsel Paşayı ziyaret ettim. Beni çok iyi karşıladı, çok memnun oldu, okşadı beni görünce. Ondan sonra da Hanımına gönderdi. Gittim, Hanımını ziyaret ettim. Hanımıyla da önceden tanışıyorduk. O da çok memnun oldu. Bize kahve ikram etti.
Arkadaşlarla konuştuk, düşündük. Daha sonra Cemal Gürsel Paşayla görüşmeye karar verdim. Köşke telefon edip randevu talep ettim. Cemal Paşa randevu verdi.
Gittim ziyaret ettim kendisini. Beni çok iyi karşıladı. Hatırımı, sağlığımı sordu. Kendisi o sıralar rahatsızdı. Ben, Cemal Paşanın rahatsızlığından duyduğum üzüntüyü dile getirdim. Ardından Cemal Paşaya, beni CKMP Genel Başkanlığına getirmek istediklerini, ama bir grubun da karşıma Ahmet Tahtakılıç’ı sürdüklerini anlattım. Cemal Paşa beni dinledikten sonra şunları söyledi:
- Biliyorsunuz ben sizi tanıyorum ve seviyorum. Siz muvaffak olacaksınız. Kabiliyetinizi biliyorum. Toplanacak Parti Kurultayında şu şekilde konuşma yapmanı tavsiye ederim: ‘Ben sizi sevdiğimden, memleketimize birlikte hizmet arzusu taşıdığımdan aranıza gelmiş bulunuyorum. Hiçbir mevki ve makamda gözüm yoktur. Nefer olarak da hizmet etmeye hazırım. Bu partide sizin yanınızda bir nefer olarak hizmete amadeyim.’
Cemal Paşa, CKMP Kurultayında yapacağım konuşmayla ilgili önerilerini kendi el yazısıyla ufak ufak notlar ve kısa cümleler halinde yazıp bana verdi. Bunlar üç dört cümle halindeydi. Bu notları verdikten sonra konuşmasını şöyle sürdürdü:
- Ben sizi biliyorum, tabiatınızı da biliyorum. Şimdi politik bir ortamda konuşacaksınız, yumuşak konuşmak daha yararlı olur.
Cemal Paşaya teşekkür edip, tavsiyelerini tutacağıma, yapacağıma söz verdim. İzin istedim, ayrılırken sözlerini şöyle bağladı:
- Ne zaman ve ne gerekiyorsa senin için her an elimden geleni yapmaya hazırım. Arzu ettiğin zaman bana gelebilirsin.
Kalktık, Cemal Paşayla kucaklaştık…
CKMP Kurultayı toplandı. Ardından seçime geçildi. Hatırladığım kadarıyla dört yüz veya beş yüz oy farkıyla CKMP Genel Başkanı oldum. Tahtakılıç ise mağlup oldu.
Kurultaydan sonra Genel İdare Kurulu üyesi arkadaşlarımla birlikte Cemal Paşadan tekrar randevu alıp, ziyarete gittik. Seçilen arkadaşları takdim ettim. Tabii, seçilenler arasında bizim Rifat Baykal, Muzaffer Özdağ, Fâzıl Akkoyunlu ve Şefik Soyuyüce gibi eski Millî Birlik Komitesi üyeleri vardı. Cemal Paşa güldü ve şunları söyledi:
- İyi oldu, seçilmenize memnun oldum. Memlekette demokrasi var. Partinizle inşallah muvaffak olursunuz, hizmet edersiniz.
Bizim CKMP Kongresinde böyle başarı sağlayacağımızı kimse tahmin etmiyordu. Benim Tahtakılıç’ı yenip Genel Başkan olacağımı, kalan arkadaşlarımızın da yüksek oylarla Genel İdare Kuruluna seçilebileceklerini kimse ümit etmiyordu. Hattâ şöyle diyorlardı:
- Türkeş, bir tepeyi zapteder gibi partiye girdi ve partiyi zapdetti.”
NEREDEN NEREYE?
Alparslan Türkeş, Ankara Milletvekili seçilişinin belgesi olan mazbatayı İl Seçim Kurulundan aldıktan sonra çok derin bir düşünceye dalmıştı. Son yarım asırda yaşadığı fırtınalı hayatı düşündü, içinden “Acaba değer mi?” dedi. Öyle ya, Kıbrıs’ta dünyaya gelmiş, küçücük yaşta adeta ailesini kandırıp, onlarla birlikte Anavatan’a göç etmişti. Yavruvatan’da iken hayâllerini süsleyen asker olmak idealine kavuşmuş, daha sonra üsteğmenliğe kadar ulaşmıştı.
1944 yılına gelindiğinde Irkçılık-Turancılık yaptığı gerekçesiyle tepeden gelen bir emir üzerine tutuklanıyor, İstanbul’a getirilip hücreye tıkılıyordu. Geride gözü yaşlı eş ve küçücük çocuklar, bu arada çilekeş ana ve baba, kendisinin yolunu gözlüyordu.
Yaklaşık bir yıl süren işkence dolu tutukluluk sona eriyor, cehennemi andıran günler geride kalıyor, kazandığı bir sınav sonucu Amerika’ya gidiyordu. Bahtı açılmıştı. Hızla yükselecek, Kurmay Subay olacak, ardından da ikinci defa Amerika’ya gidecekti. Bu hızlı hayatın zirvesi 27 Mayıs İhtilâli’ydi. O, ihtilâlin Kudretli Albayı olmuş, ama 13 Kasım 1960’ta ihtilâlciler arasındaki bir iç hesaplaşma sonucu Hindistan’a sürgüne gönderilmişti. Bu hayat yaklaşık 2,5 yıl sürecek, 22 Şubat 1963’te tekrar yurda dönecekti.
Fırtına dinmemiş, üstelik kasırgaya dönmüştü. 21 Mayıs 1963 Aydemir Ayaklanması sırasında tekrar tutuklanıp aylarca hücre cezasına sürükleniyordu. Bu nefes kesen macera aynı yılın Eylül ayında beraatle noktalandı. Ancak, yorulmuştu. Her şeyden kurtulmuştu ama tâcizden kurtulamamıştı.
TURAL HÂLÂ PEŞİMDE
Türkeş o kasvetli günleri şöyle anlatıyordu:
“21 Mayıs Olayları’ndan beraat ettik. O sırada Ankara Sıkıyönetim Komutanı bulunan Cemal Tural Paşa, bize karşı bir özel husûmet gösteriyordu. Kendisine karşı yapılmış bir kötülüğümüz yoktu. Böyle bir şey söz konusu değildi. Ama kendisi bize karşı bir kompleks duyuyordu.
Geçici bir süre Ankara’dan ayrılmaya karar verdim. Merhume eşim Muzaffer Hanımla konuştum. Hazırlanın, dedim. Kızlarımız yetişmişti. Onları evde bırakıp, oğlumuz Tuğrul’u yanımıza alıp Isparta’ya gitmeye karar verdik. Kayınpederimin evine gidelim, bir süre Ankara’dan ayrı kalalım, dedik.
Arkadaşlarım Rifat Baykal ve Ahmet Er’le birlikte hemen yola çıktık. Amacımız, Ankara Sıkıyönetim Bölgesi dışında özgürce yaşamaktı. Isparta’da bir aydan fazla kaldım. Arkadaşlarım ise memleketleri olan İzmir ve Manisa’ya gittiler. Isparta’da bulunduğum süre içerisinde Denizli Acıpayam’da bulunan bacanağımı ziyaret ettim. Daha sonra İzmir’e eşimin akrabalarına gittik. Ankara’dan ayrılışımızın son onbeş gününde de Bursa’da rahmetli Kâmil Koç ve arkadaşımız Cemal Külâhlı’ya misafir olduk. Cemal Külâhlı eskiden beri tanıdığımız milliyetçi bir arkadaşımızdı.
21 Mayıs Olayları’nın duruşması bitmiş, aradan aylar geçmiş, ama Ankara Sıkıyönetim Komutanı hâlâ peşimizi bırakmamış, bu arada ortaya yeni bir belge çıkarıp Cumhuriyet Savcılığı’na göndermiş ve benim tekrar tutuklanmamı istemişti. Tural’ın bulduğu bu belge, 27 Mayıs’tan önce düzenlenmiş ve çeşitli askerî birliklerde görevli olan bizim arkadaşlarımızın isim listesini taşıyan bir belgeydi. 400 subayın ismi vardı, bulundukları yerler, adresleri yazılıydı.
Bu belge, 21 Mayıs Olayları’ndan hemen sonra bizim evde yapılan arama sırasında bir tarih kitabının arasından çıkmış. Üzerindeki tarih de 1959 Mart.
Tural diyor ki, ‘Bu tarihe bakmayın, kasıtlı olarak yazılmış.’
Sıkıyönetim Komutanı, yeni bir ihtilâl peşinde olduğumu ileri sürüp, bunu Savcılığa resmen bildirmiş. Birkaç defa sorguya gittim. Sonra takipsizlik kararı aldım.”
İSMET PAŞA BENİ 20 YILTÂCİZ ETTİ
“Uzun ayrılıktan sonra Ankara’ya dönüşümde yine göz hapsinde tutulmaya başlandık. Evimizin önünde iki polis arabası bekliyordu. Bu, İsmet Paşanın metodudur. Bütün eski rakiplerine karşı bu metodu kullanmıştır. İsmet Paşa, bir tek çıkış yeri bırakır, o da gayrimeşru çıkış yeridir. Ona başvurduğunuz ana sizi vurur.
Çok dikkatli olursanız, sabır gösterirseniz sonuçta benim kaldığım gibi sağ kalırsınız. Tabii bu günleri bana Allah da lûtfetti.
Yani öyle ki, burasına geliyor insanın… O kadar tâciz edici bir şey ki, ziyaret ettiğiniz yakınlarınız, ahbaplarınız da rahatsız oluyor. Çünkü siz ziyaret edip döndükten sonra, onlar sorgulanıyor. Onlara uğruyorlar, ‘Size niye geldi, ne zamandan beri tanışıyorsunuz, bu ziyaretinde ne söyledi, ne konuştunuz?’ gibi soruyor sivil polisler.
Ziyaret ettiğimiz dostlarımız da rahatsız oluyorlar. Bu defa, ‘Nereden bize geldi, gelmeseydi’, diyorlar. Yahut da, ‘Aman dikkatli olalım’ havasına giriyorlar. Yani, bütün bunları yaşayıp geldim. İsmet Paşanın tâcizini kendi benliğimde 1944’ten itibaren hissetmeye başladım. Bu tâciz, İsmet Paşanın Başbakanlıktan ayrılışına kadar sürdü.”
Alparslan Türkeş, artık Parlamenter olmuştu. İsmet Paşa ile şartlarını eşitlemişti. Dokunulmazlığı vardı. Sıkıyönetim Komutanı’nın göz hapsinden kurtulmuştu. Yaklaşık yirmi yıldan beri gölgesini izleten İsmet Paşa ile aynı Parlamento çatısı altında, aynı sıralarda görev yapıyor, sık sık da Meclis koridorlarında karşılaşıyordu. Şimdi yine o günlere dönelim ve Türkeş’i dinleyelim:
“İsmet Paşayla Mecliste çok konuştuk. Ben daima saygılı davrandım. Çünkü eski bir devlet adamıydı. Atatürk’ün arkadaşı, Millî Kurtuluş Savaşında Batı Cephesi Komutanı ve eski bir General. Onun için saygıda kusur etmedim. Zaman zaman konuştuk, her zaman selâmlaştık.
İsmet Paşanın bende iz bırakan çok konuşmaları var. Meselâ kürsüye çıkar, bizi azarlar, isim vermeden bize çatardı. Meselâ zaman zaman bir takım olayları anlatır, konuşmasını şöyle sürdürürdü:
- Gökte yem aramak için uçan kuşlara bile komünist diyorsunuz.
Paşanın bir başka cümlesi de yine bize yönelik ve şöyleydi:
- Sergüzeştçiler, maceracılar, şöyle yapmak istiyor, böyle yapmak istiyor…
Bir karşılaşmamızda İsmet Paşa çok neşeliydi, beni yanına oturttu, çay ikram etti ve şunları söyledi:
- Bizim askerler politikada pek başarılı olamazlardı. Ama bakıyorum son zamanlarda politikada bir ben, bir de sen başarılısın.
Paşanın bu sözleri karşısında şaşırdım ve sıkıldım. Sonra kendisine hitaben şunları söyledim:
- Aman efendim, zât’ı-âlinizle, beni hiç kıyaslamayın. Siz çok büyük bir devlet adamısınız. Büyük bir lidersiniz, büyük bir politikacısınız. Sizin yanınızda benim esamem okunmaz.
Paşa konuşmasını şöyle sürdürdü:
- Yok yok, iyi gidiyor…”
ALPARSLAN TÜRKEŞ, 27 MAYIS, 13 KASIM, 21 MAYIS VE GERÇEKLER
21 MAYIS DAVASI VE SAVUNMAM, 14 Ağustos 1963.
151. madde üzerinde bazı hususlar arzedeceğim. 22 Şubatçı denen arkadaşların faaliyetleri ile uzaktan, yakından bir temasımız olmamıştı. Bunlar hakkındaki haberleri herkes gibi gazetelerde okumakta ve söylenenleri duymaktaydım. Binaenaleyh bunların hareketlerini evvelden bilip haber verme durumu bahis konusu olamaz. 20 Mayıs’ta saat 19-20 sıralarında bana gelen bir kişi <<bu akşam veya üç gün içinde bir ihtilâl olacağını>> bildirdi. Ancak daha evvel arzetmiştim. Bu arkadaş üç gün içinde olacağını bildirdi. Bunu ben milletvekili arkadaşım İ. Hakkı Yılanlıoğlu’na bildirdim ve partilerin müşterek bir deklarasyon yayınlayarak tansiyonu düşürmelerini tavsiye ettim. Bu hususta altı maddelik bir deklarasyonu tedbir olarak not ettirdim.
Dedim ki, yarın Parlamentoda dört parti başbaşa vermeli , memlekette rejimin emniyetini koruyucu ve bu işi önleyici bir deklarasyon yayınlamalıdır. Yarın böyle bir deklarasyon hazırlayın dediğime göre mutlaka o gece böyle bir şey olacağını bilmediğim meydandadır. Ayrıca o akşam radyo anonsundan sonra böyle bir hareketim meydana geldiğini öğrenince ben endişelendim ve bir arkadaşımın evine gittim. Sabaha kadar vakti orada geçirdim. Bu husus ilk tahkikat sırasındaki ifademde mevcuttur. Şu halde bu gösteriyor ki, mevcut hareketi bilmediğim gibi böyle bir hareketten bir menfaat de ummamaktayım. Çünkü insanın bildiğini saklaması için menfaati olması lâzımdır. Benim bunda bir menfaatim olmadığı, bilâkis endişelendiğim sabittir.
YAVUZ SELİM DEMİRAĞ, TÜRKEŞ KONUŞUYOR
Ortadoğu, 24 - 26 Nisan 1997.
27 Mayıs öncesi Elazığ’da görevli olduğumda tanıştığım Talat Aydemir’in ihtilal için tekliflerini daha önce anlatmıştım. Kaderin garip tecellisi, o zaman hükümeti yıkıp yerine İnönü’yü getirmek isteyen Aydemir, İnönü’nün ipiyle idama gitmiştir. Askerin politikaya girmesini istemediğim için reddettiğim teklifinden sonra aramızda soğukluk başgöstermişti. Ama yine de komşuyduk, birbirimize gelip gitmeye devam ediyorduk. 27 Mayıs’tan bir süre önce İstanbul’da subaylar arasında tutuklamalar başlayınca, kendisinin de tutuklanabileceğini zannederek çoluk çocuğunun zor duruma düşüreceğini belirterek, “Bana bir şey olursa ev sana emanet” dedi. Ben de; “Hiç endişen olmasın, bizim eve ne girerse yarısı da sizin eve girer” diyerek teminat verdim. Amerika’da görev yaptığım sırada para biriktirdiğimi bildiği için benden borç da almıştır. (Türkeş, tabii bunlar arkadaş arasında olup biten şeyler diyerek diğer ilişkileri yazmamızı istemediğini belirtti.)
Daha sonra ben Ankara’da NATO Şube Müdürlüğü’ne tayin olunca mektup yazdı. Çok borçlu olduğunu, Kore’ye gitmek istediğini belirterek benden yardım istedi. Kore’ye giden Türk subayları Kore’den ayrı maaş alıyor, Türkiye’deki maaşları da ailelerine veriliyordu.
Üç ay önce benim yurda dönüşüm Talât Aydemir’de gözle görülür bir endişe yaratmıştır. Şöyle düşünüyordu sanırım.: “Kuvvet elimden kayıyor. Türkeş ve arkadaşları geri döndüler. Öyleyse ben onlardan önce davranıp fırsatı kaçırmamalıyım.” Bu amaçla hazırlıksız 21 Mayıs hareketini düzenlediler. Oysa öyle büyük bir komplonun içine düştüler ki bunu Aydemir ve bazı arkadaşları canlarıyla ödedi. 21 Mayıs günü gene bizim evde toplanmıştık.
Bir yandan AP kongresi ile ilgili çalışmalarımızı, öte yandan da siyasî durum değerlendirmesi yapıyorduk. Gene içeride birçok arkadaşımız, senatör ve milletvekili var. AP’nin Adana Belediye Başkanı, AP milletvekillerinden Gökhan Evliyaoğlu da gelmişler.
Bu sırada birden kapı çalındı ve emekli kurmay albay Ekrem Süer içeri girdi.
Bizim dairenin altında oturan Ekrem Süer, aynı zamanda Amerikan yardım heyetinde de çalışıyordu. Hem eski arkadaşımdı, hem dostluğumuz epey ileriydi. “Türkeşciyim dedi. Bu Talât, bu namussuz, bu akşam ya da olmazsa yarın akşam mutlaka ihtilal yapacak. Ben Amerikalılardan duydum. Bunlar sana da bir zarar verebilirler. Sen şu bir iki gün geceleri bulunma olmaz mı?” dedi. Bunun üzerine evde bulunan arkadaşlar telaşlandılar.
Aydemir, Benim de Kendisiyle Olduğumu Söylemiş
Üstelik biraz sonra tekrar kapı çalındı. Ekrem Süer’i yeni uğurlamıştım ki, iki yüzbaşı gelip asker selamı vererek önümde durdular. Bana “Albayım!.. Bu akşam Talât albayım ihtilâl yapacak. Bize de verilen görev, generallerin lojmanlarının bulunduğu Namık Kemal Mahallesi’nin Jandarma Muhafız Alayı’na el koymak. Sizin de harekete katıldığınız söylendi. Emirlerinizi almaya geldik.” dediler. Onlara böyle bir şeyden haberim olmadığını bu işe katılmamalarını öğütledim ve ekledim: “Hükümetin emrinde kalın”. Başüstüne deyip gittiler. Meğer Talât Aydemir, yüzbaşılara benim de hareketin içinde olduğumu söylemiş. Ancak pek inanmadıkları için bana gelip teyid ettirmek istemişler. Bu sözlerim üzerlerinde etkili olmuş ki, Jandarma Muhafız Alayı darbeye katılmadı.
Evdeki arkadaşlarla durum değerlendirmesi yaptık. Onlara “Evde bulunmayın, tedbirli olun” dedim. Aralarında CKMP Genel Sekreteri Fuat Uluç, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu ve CKMP Senatörü Hazım Dağlı’nın da bulunduğu parlamenter arkadaşlar heyecanla vedalaşıp ayrıldılar. Daha sonra 14’lerden arkadaşlarımla gene durum değerlendirmesi yaptık. Hava pilot astsubaylıktan emekli bir yakın arkadaşım vardı, Zihni İclaloğlu. Zihni, “Benim bir uçuş hocam var. Talat Bey. Onun Cebeci’deki evine gidelim. Sizi orada kimse bulamaz.” dedi. O gece misafir olduğumuz Talat Bey’in evinden ihtilâl hareketini takip ettik. Sabah hareket bastırıldı. Sabaha karşı Vecihi Öğütçüoğlu ve iki arkadaşım gelip beni oradan aldılar ve Hüseyin Sağıroğlu adlı bir başka arkadaşımızın Dörtyol’daki evine geçtik. Öğleden sonra eve döndüm. Hanım biraz sıkılmıştı ve endişe içindeydi. Değişik haberler geliyordu. Hanımı alıp otomobille Çankaya’da biraz dolaştım. Eve geldiğimizde sonradan AP’den senatör seçilecek olan emekli yarbay Hikmet Arslanoğlu’nun eşi yanında genç bir akrabasıyla geldi. O genç benimle tanışmak istiyormuş. Tanıştık. Misafir odasında konuşurken kapı çalındı ve içeri sivil polisler girdiler.
Polisler, emir aldık evi arayacağız dediler. Evi ve üzerimi aradılar. Sonra “Sizi Sıkıyönetim Komutanlığı’nın emriyle gözaltına almak zorundayız” deyince şaşırdım. Hindistan’dan yeni gelmiştim. Meşru bir zeminde politika yapıyorum. Bir şeyle ilişkim yok ama tabiî polis emir kulu. Birlikte Siyasî Şube’ye gittik. O zaman Siyasî Şube Necatibey Caddesindeki polis karakolunun üzerindeki bir binadaydı. Dışarıda büyük bir kalabalık toplanmıştı. Otomobilden inince kalabalığın arasında esmer, fötr şapkalı, uzun boylu birisi “Hah işte bu” diye bağırdı. “Asıl bu. Asılacak adam asıl bu işte” diye bağırdı. Sonradan öğrendim. Halk partili bir mühendismiş. Bu sözlü saldırıya çok canım sıkılmıştı. Zaten asabım bozuktu. Hırsla fırlayıp adama bir tokat attım. Yere düştü. Polisler müdahale ettiler. “Aman efendim. Siz üzülmeyin. Biz onun hakkından geliriz” diyerek. Saldırganı alıp şubeye götürdüler.
10 gün Siyasî Şube’de kaldım. Askerî savcı gelip ifademi aldı. Gece nerede olduğumu, saat saat ve yer göstererek kanıtlamamı istiyordu. Hepsini de tanıkları da göstererek anlattım. Saklayacak bir şeyim yoktu ki. Buna rağmen serbest bırakılmadan ve Aydemir ile birlikte Sıkıyönetim Mahkemesi’ne sevkedilip tutuklandım. İşte o zaman nasıl bir komploya kurban gittiğim kafamda şekillenmeye başladı.
AP il başkanlarıyla yaptığımız toplantı ve AP Genel Başkanlığı’na aday oluşum. Bu uzun vadede CHP’nin CHP+ordu=İktidar formülünü bozabilirdi. Bunu önlemek, baltalamak için Aydemir’in hazırlıkları ve kararlılığı fırsat bilindi. “Biz Türkeş’i de işin içine sokup tevkif edersek, kurtulsa bile yeniden bu işi toparlayamaz, bağlantıları kopar” diye düşünüp sanırım. Şüphesiz kamuoyunda hızla yükselen prestijim de sarsılacaktı. Demokrasi diyen bu Türkeş, gene ihtilâlcilikten vazgeçmemiş, samimi değil denecekti kamuoyunda. Daha önce anlattığım gibi yarbay Mustafa Ok, Aydemir’in akıl hocalarından, 22 Şubat olayına katıldığı için Talat ile birlikte emekli edilmiş. Sonra da İnönü onunla ilişki kurmuş. Bu Mustafa Ok, hep bizim 14’lere geliyor, “Birleşelim, beraber olalım, darbeyi ancak böyle başarabiliriz” teklifinde bulunuyor. Hep aynı tema. Ben ise arkadaşlarıma “Hayır olmaz” diyorum. “Haydi” desem o zaman hemen harekete geçilecek. Ama arkadaşlarımın, Mustafa Ok’un etkisiyle ısrarları o kadar arttı ki 14’lerin lideri olarak Talat Aydemir’le görüşmeyi kabul etmek zorunda kaldım. Bu arada Talat cephesinden gelen haberler de onun bazı ünlü aşırı solcuların etkisi altında, bir an önce darbe yapıp yönetimin ele geçirilmesi için baskı altında olduğu yolunda. Ayrıca yanına bizim bir sürü subay arkadaşlarımızı da toplamış. “Türkeş bizimle beraber” diyerek kandırmış. Yani sevdiğim insanlar da var aralarında. Görüşmeyi kabul ettikten sonra kendi kendime bir durum muhakemesi yaptım. Görüştüğümüz zaman Talat benden ne isteyecekti, ben ona ne diyecektim?
Arkadaşlara görüşmeye karar verdiğimi söyleyince Dikmen sırtlarında, taş ocaklarının bulunduğu bir tepede randevu kararlaştırıldı. Çünkü Talat benim evime gelmeyi kabul etmiyor. Ben ona gittim. İkinci defa neden gideyim? Bu yüzden orada buluşmamız kararlaştırıldı.
Buluşma günü olan 10 Nisan’da sabah benim otomobilimle yola çıktık. Benimle birlikte Muzaffer Özdağ, Rifat Baykal, Numan Esin, Talat’la birlikte de Fethi Gürcan, Mustafa Ok ve Bahtiyar Yalta vardı. Tepeye çıktık. Onlar da gelmişlerdi. Otomobilleri yan yana park ettik. Talat ile birlikte yürümeye başladık. Her iki gruptan arkadaşlar ise otomobillerin başında kaldılar. Taş ocağının ilerisindeki bir tümseğe çıkıp bekledik. Rüzgâr şiddetliydi. O an düşündüm; Talat’ın konuşmasına fırsat vermeden ona peşpeşe üç soru sorayım. Sorularıma da onun olumsuz cevap vereceğini biliyorum. Bu cevapları alınca da, “Zaten anlaşmamız mümkün değil, yapacak bir şey yok” derim. İlk soruyu rüzgâr da estiği için bağırarak sordum:
“Talat, benim liderliğim altında, demokrasi zemininde birleşerek meşru yoldan siyasî çalışmayı kabul ediyor musun?”
Aydemir’in bu soruya cevabı şu oldu:
“Hayır olamaz. Çünkü bir kere sen milliyetçi, Turancı tanınıyorsun. Aynı zamanda DP taraftarı ve şimdi de AP yanlısı tanınıyorsun. İkincisi biz Türkiye’ye demokrasi ile değil ihtilâl yolu ile hizmet edilebileceğine inanıyoruz.
“O halde konuşacak bir şeyimiz yok Talat.”
“Yok yok.. Konuşalım. Şimdi birleşme kararı alalım. Sonra bunları tartışır, çözüm ararız.”
Talat’a şöyle dedim:
“Hayır, baştan o kadar zıt görüşlere sahibiz ki, bu şekilde birleşme fayda vermez. Aynısı 27 Mayıs’tan sonra MBK’da başımıza geldi. Onun için konuşacak bir şey yok, buyurun gidelim.” dedim. Ben otomobillere doğru yürümeye başladım. Boyu biraz kısa olduğu için Talat Aydemir üç metre arkamdan yürüyordu. Arabalara beş altı metre kala bekleyen her iki gruba da bağırarak “Arkadaşlar biz Talat Bey’le anlaşamadık. Birleşmemiz mümkün değil.” dedim. Böyle konulunca da o arkamdan seslendi: “Neden anlaşamadığımız da açıklayın.” Ben durdum ve “Buyurun onu da siz açıklayın” diye seslendim. Aynen anlattı. Bunun üzerine birdenbire Mustafa Ok ileri atıldı. Sonradan öğrendik ki Mustafa Ok İnönü’nün mutemed adamı. Yani İsmet Paşa, Aydemir Cuntası’nın içine girmiş. Her şeyi duyuyor, biliyor, yönlendiriyor. Başka ajanları da var. Ama Ok, Aydemir’in beyin takımından olduğu için en büyük bilgi ondan geliyordu.
[Mustafa Ok, 22 Şubat isyanına katılmış ve bu yüzden ordudan tard edilmiş bir emekli yarbaydı. 1963 Nisan’ına kadar ihtilâlcilerle birlikte çalışmış, onların ihtilâl karargâhında bulunmuş ve Kemalizm Doktrinin esaslarını tespit ermişti. Bir söylentiye göre Mustafa Ok, Halk Partililerin çengeline takılmıştır. Kendisine çengeli atan Orhan Öztrak’tır. Diğer bir söylentiye göre ise, Mustafa Ok, 22 Şubat isyanından sonra Millî Emniyet hesabına çalışmıştır. Cereyan eden olaylar, Mustafa Ok’un Halk Partisi’yle ilişkisi bulunduğu ve 31 Mart harekâtını haber verdiği şüphesini kuvvetlendirmektedir. Zira Ok, 21 Mayıs’tan sonra Mamak Mahkemesi’ne idam talebiyle sevkedilmiş, bu mahkemede müebbet hapse mahkûm olmuş, Askerî Yargıtay’ın kararı bozması üzerine de beraat etmiştir. Ayrıca, Başbakanlık kanunun verdiği yetkiye dayanarak, Mustafa Ok’un adının karıştığı çalışmalarla ilgili Millî Emniyet raporlarını mahkemeye göndermekten imtina etmiştir. Bu şahıs daha sonra CHP’den milletvekili oldu. Fethi Gürcan, 21 Mayıs ihtilâlinden sonra tevkif edildiği Askerî Cezaevi’nde arkadaşlarına Mustafa Ok hakkında şunları söylemiştir: “Duyduğuma göre Mustafa Ok, mükâfat olarak 800 bin lira almıştır. Bizi, her şeyden önce, bizden gözüküp başka şekilde hareket ederlermiştir. Ok’un ihbarcılığı üzerine çok şeyler söylendi. Hatta Ok, 21 Mayıs ihtilâl duruşmaları sonunda beraat etmesi ihtilâlciler tarafında, ihbarın mükafatı olarak yorumlandı.]
Mustafa Ok son anda 21 Mayıs’a katılmadı. Yargılandı ve beraat etti. İnönü onu CHP’den milletvekili seçtirtti, sonra Köyişleri Bakanı yaptırarak hizmetlerinden ötürü taltif etti. Bizi bir araya getirmekle görevlendirilen bu emekli yarbay Mustafa Ok bana “Aman efendim nasıl olur? Biz arkadaşlarla hep görüşmüştük. Birleşmemiz memleket için çok faydalı olacaktı” diyordu. (Yani İsmet Paşa’nın kurduğu plan gereğince birleştir sonra tasfiye et). “Birleşmek mümkün değil kardeşim” dedim. “O zaman görüşmeyi kesmeyelim” dedi. Çok heyecanlıydı. “Müsaade edin ben, arkadaşlar, Numan Esin, Muzaffer Özdağ sık sık toplanıp görüşelim. Bir yol, bir çare buluruz” diye ısrar ediyordu. Oradan otomobillere binip ayrıldık. Bu görüşme işte böyle idi. Tutuklandıktan sonra duruşmalar başladı. Gülünç suçlamalarla yargılanıyordum, oysa ben memlekete döneli daha elli gün olmamış, bir ihtilal hareketinin içine bulaştırılıyorum. 21 Mayıs günü evde toplantı yaptığım milletvekili, senatör ve belediye başkanı arkadaşlarımı tanık gösterdim. Talat Aydemir de Dikmen’de yaptığımız toplantıyı aynen anlattı. Tek kelimesini değiştirmeden. Bu defa savcı TCK’nın bir maddesine dayanarak “Madem haberiniz var neden ihtilali hükümete haber vermediniz” diyerek üç yıl hapsimi talep etmeye başladı. Bu bile ikide bir bazı yayınlarda ortaya atılan “Aydemir’i Türkeş ihbar etti” şeklindeki çirkin iddialara cevaptır.
Ancak avukatlarım “Bir milletvekiline dahi söylenmiş olsa, bu hükümete duyurulmuş sayılır” diye evimde 21 Mayıs günü bulunan parlamenter arkadaşlarımızı tanık göstermek istediler. Hepsi tanıklığı kabul edip mahkemede ifade verdiler. Böylece ikinci suçlama da tutmadı. Evimde bulunanlardan CKMP Genel Sekreteri ve milletvekili Fuat Uluç evden ayrılınca hemen genel başkanı ve Başbakan Yardımcısı Hasan Dinçer’e telefon ederek “Bu gece ihtilal olacak” demiş. Hasan Dinçer de hemen Başbakan İnönü’ye durumu bildirmiş. Bütün bunlar bir saat içinde oluyor. Oysa Aydemir’in harekete geçmesine daha saatler var. Ama İsmet Paşa o akşam erkenden evine gelip yatmış. Çünkü zaten cunta içindeki adamları ona darbeyi haber veriyorlar. O gece hepsini toplayabilirdi. Yapmadı. Çünkü hesabı başkaydı. Gölcük toplantısında kararlaştırıldığı gibi idi.
21 Mayıs’taki bu olay Türk aydını ve subaylarının o dönemdeki zaaflarını gösterir. Başarılı olsalardı Türkiye meçhul bir yönde sol bir cuntayla felâkete giderdi. Ben de İsmet Paşa’nın bütün komplosuna rağmen serbest kaldım. Ama bu arada AP Genel Başkanı olmam suya düştü. Yani gene de o günün şartları içinde İsmet Paşa bir ölçüde başarılı oldu denebilir. 21 Mayıs darbe girişini Türkiye’de demokrasinin bütünüyle ortadan kaldırılmasını, kan dökerek Arap ülkelerindekilere benzer bir cuntayı yerleştirme amacını öngörüyordu. 27 Mayıs da tasarı halinde öyleydi. Benim 27 Mayıs’a katılmam kan dökülmesini önlemek içindi. Bu ayrı bir olaydır. Ancak şunu söyleyebilirim ki, askerî darbeler Türkiye için hiçbir zaman iyi olamamıştır.
EMİN ÇÖLAŞAN, YAŞAR BAŞARAN VE TURGUT ALPAGUT İLE MÜLAKAT
18 Mayıs 1986 tarihli Hürriyet gazetesinde Pazar Sohbeti köşesinde Emin Çölaşan’ın konukları, 21 Mayıs 1963 hareketinin iki önemli ismi Albay Yaşar Başaran ve Albay Turgut Alpagut’tur. Emin Çölaşan o gece radyoyu ele geçiren Yaşar Başaran’ soruyor:
- O gece sizden yana tavır alıp, durum aleyhinize döndükten sonra size ihanet oldu mu albayım?
– Efendim biz radyoyu ele geçirirken, kapıya Beyhan Cenkçi adında bir gazeteci gelmişti. Yanında da hanı arkadaşı bir doktor vardı. Benim boynuma sarılıp, “İşte ektiğimiz tohumlar bu gece çiçek açıyor. Ne mutlu bizlere” diye hepimizi şapur şupur öptü. Sonra mahkemede aleyhimizde şahitlik yaptı. Sayın Çölaşan size Türk milleti önünde bir hususu daha hatırlatmak isterim. Olaylar aradan uzun yıllar geçince unutuluyor. Biz, bizi ihbar edenin Havacı Kurmay Albay Halim Menteş olduğunu zannederdik. Ancak mahkemede ortaya çıktı ki muhbirlik yapan kişi Alparslan Türkeş’tir. Türkeş, bu olay patlak vermeden önce Talât Aydemir’le konuşuyor ve “İhtilalin asker kadrosunu siz, sivil kadrosunu ben oluşturayım” diyor. Talât bunu kabul etmeyince Türkeş muhbirlik yapıyor. Bu husus Talât Aydemir’in anılarında da yer almıştır.
Alparslan Türkeş bu beyanat üzerine bir açıklama gönderir. 25 Mayıs 1986 tarihinde aynı köşede yayınlanır.
“18 Mayıs 1986 günlü Hürriyet Gazetesi’nde “Pazar Sohbeti” köşenizde görüştüğünüz kişilerden Yaşar Başaran’ın beyanlarında şahsımla ilgili hilâfı hakikat sözler yer almıştır. 21 Mayıs olaylarıyla ilgili bu beyanlar tamamen gerçek dışıdır.
İddiaların aksine, olayların aslı şöyledir; ben ve arkadaşlarım, 21 Mayıs’tan önceki günlerde Aydemir ve arkadaşlarıyla Dikmen’de buluştuk. Ben ve Aydemir yanımızdaki gruptan ayrılıp baş başa görüşürken kendisine “Benimle birlikte, benim liderliğimde, meşru siyasi çalışma yapmayı kabul ediyor musun?” dedim. Cevabı, “Biz ihtilalciyiz, ihtilal yapacağız, siyaseti de sizin liderliğinizi de düşünmüyorum.” dedi. Bunun üzerine ayrılırken ben bu konuşmayı yüksek sesle orada bulunan diğer arkadaşlara aktardım.
Başaran’ın dediği gibi, kendilerine “bir sivil kadro oluşturma” teklifimiz olmamıştır.
Bilahare de olaylara karıştığımız iddiasıyla tutuklanıp yargılanırken 20 Mayıs günü be yaptığım, nerede olduğum konusunda mahkemeye mekân şahitleri gösterdim. O gün akşama kadar AP ve CKMP’ye mensup milletvekilleri olan Gökhan Evliyaoğlu, Zühtü Pehlivanlı, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu, Hazım Dağlı gibi arkadaşlarla evde oturduk. Gelen gidenler oldu. Bu arada iki emekli albay (birisi komşumuz Ekrem Bey’di) da gelip, bu toplulukla beraber görüşürken ve ortaya söyleyerek “Aydemir bu gece ihtilal yapacakmış” dediler. Fiilen ihtilalden böylece haberdar olduk. Ben mahkemede mekân şahitleriyle yerlerimi ve ihtilale karışmadığımı ispat ettikten sonra bu sefer mahkeme beni “İhtilali hükümete niye vermedin?” diye yargıladı. Bu konuda da avukatlarım savunmalarında, “İhtilali hükümet ortağı partilerin milletvekillerinin de bulunduğu bir yerde müştereken haber aldığımızı, bu sebeplerle de ihtilalin resmen ilgililere duyurulmuş sayılacağını” savundular ve bu şekilde beraat ettim.
Olay budur, keyfiyet budur, gerçekler budur. Bizim herhangi bir merciye Aydemir hareketini ihbarımız söz konusu değildir.
Açıklamama yer vermeniz dileğiyle saygılar sunarım.”
Emin Çölaşan’ın notu: Rahmetli Talat Aydemir, idam edilmeden önce cezaevinde yazdığı “Ve Talat Aydemir Konuşuyor” adlı kitabının 338. sayfasında Türkeş’in muhbir olduğunu yazmaktadır. İlgili bölüm şöyledir: O gece yapacağımız harekât saat 20.00’de hükümete ihbar edilmişti. Mahkemede sıra Türkeş’in sorgulanmasına gelince işin iç yüzü anlaşıldı. Meğer ihbarı yapan Türkeş’miş. Saat 20.00’de CKMP’den Fuat Uluç’a telefon ederek “Gene o namussuz Aydemir bu gece ihtilâl yapıyor” demiş. O da durumu CKMP milletvekili Yılanlıoğlu’na bildirmiş. O da hemen CKMP lideri ve Başbakan Yardımcısı Hasan Dinçer’e bildirmiş. O da Başbakan İsmet İnönü’ye bildirmiş. Yani bu suretle hükümet haberdar edilmiş…”
DOĞAN KILIÇ ŞEYHHESENANLI, TALÂT AYDEMİR’İN İTİRAFLARI
Bir suçtan (Kürtçülük) dolayı yargılanmakta iken, kalmakta olduğu cezaevinde 21/22 Mayıs sanıkları ile aylarca ayni koğuşlarda yatan gazeteci Doğan Kılıç Şeyhhesenanlı, yaratılışını ve ihtilâlin hiç bilinmeyen cephelerini satıhta kalmadan, derine inerek, felsefesini Aydemir, Fethi Gürcan ve diğerlerinin bizzat ağızlarından dinleyerek, not alarak hazırladı.
Haber gazetesi, 8 Haziran 1965 – 14 Temmuz 1965.
Gazi Alankuş’un Pusulası ve Gürcan’la Arkadaşlığımız 11-12 Haziran.
Bir gün öğle vakti açık havaya çıkma saatini beklerken ismimle kapıya çağrıldım. Gittiğimde elime bir pusula tutuşturdular. Kâğıtta, “Doğan Bey lütfen herhangi bir ihtiyacınız olursa bana yazınız. Gazi Alankuş” yazıları okunuyordu. Bir an düşündüm, Gazi bey muhakkak dışarda arkadaş olduğum Emin Alankuş’un akrabası idi. Giyindim, dışarı çıktım. Gazi beyle karşılaştık ve atak üstü konuşmaya başladık. On beş seneye mahkûm olduklarını söyledi. Herhangi bir ihtiyacım olmadığını bildirdim, teşekkür ederek ayrıldım, kantine doğru yönelmiştim ki Hemavendî’nin astsubaylar odasından bana seslendiğini duydum. Kantine gitmekten vazgeçerek o tarafa yön değiştirdim. Ufak bir oda idi, duvar diplerine ikişer katlı beş ranza sığdırılmıştı. Hemavendî bunlardan birinin üst katında oturuyordu, yanında kül rengi Kafkas kalpağı giymiş uzun boylu biri vardı. Diğer ranzalarda âşina yüzler göze çarpıyordu. Beni yukarıya buyur ettiler, dâvete icabet ettim. Selâmlaşmadan sonra Hemavendî beni yanındaki bir zata takdim etti…
- Herhalde ismini duymuşsundur, Fethi Gürcan bey.
Böylece 21-22 Mayıs olaylarının belli başlı aksiyonerleri ile tanışmış oluyordum. Fethi Gürcan gazetelerdeki resimlerine hiç benzemiyordu, daha yakışıklı ve daha yumuşak yüzlü idi. Hal ve harekâtında bir halk çocuğu gibi görünmek özentisi açıkça göze çarpıyordu. Fakat sıcak kanlı insandı. Daima mütebessim çehresi ile içinde bulunduğu durumu umursamaz görünüyordu. Cesur hali karşısında takdir hislerimi gizleyemedim.
– Bu kadar müşkül durumda iken metin olmayı becermenize hayran oldum, dedim.
– Yok canım hayran olacak ne var bunda.. Daha için başında her türlü hesabı yaptık. Kellemizi koltuğumuza alarak bu işe başladık. dedi.
Gürcan hâlâ dışarda, kendi lehlerine bir hareketin olabileceğine kanaat besliyor. Kendilerini imtiyazlı durumda farzediyordu. 22 Şubatta olduğu gibi hiç değilse bu işten karşı tarafın menfaati icabı kendilerine taviz vermeleri fikrinde idi. Fakat ben daha ziyade girişilmiş olan ihtilâl teşebbüsünün muvaffak olamadığını, aksiyon bakımından birinci derecede mes’ul bulunan Fethi beyin ağzından duymak istiyordum.
- Pek alâ sizin dediğiniz olsun diyerek söze başladı. Bir defa ihtilâl teşebbüsümüzün akamete uğraması bir sebebe bağlanamaz, bir sürü sebebi vardır, bir defa ihanete uğradık.
- Türkeş’in ihbarından mı bahsediyorsun?
- Sebeplerden biri ama, Türkeş’in ihbarı pek mühim değil, bence Türkeş’e gelene kadar kendi içimizde iki taraflı çalışanlar oldu. Mesela bunlardan Mustafa Ok duyduğuma göre 800 bin lira kredi almıştır. Herşeyden evvel bizi bizden gözüküp başka şekil hareket edenler yıktı. Sonra kabul etmek lâzım ki, bunu saklamaya lüzum yok, ihtilâli yöneten biz, arkadaşlar arasında tam bir düzenli çalışma gerçekleştirilemedi; kadro yetersizdi. Ayrıca ihtilâlde rütbe konuştu. Ben emekli bir süvari binbaşısı olmayacaktım da ihtilâl nasıl yapılırmış gösterecektim. Kaliteli elemanlardan ziyade durumu kurtarmak için rütbe sahipleri öne geçti, onun için ihtilâlin icaplarını yerine getiremedik. İhtilâli bir köşe kapmaca haline getirdik.
- Öyleyse, sizde ihtilâlin şartlarının yerine getirilemediği kanaati var. Acaba bu şartlar ne olabilir?
– Vallahi ihtilâlin muvaffak olabilmesi için başta şiddet kullanmamız icap ederdi. Talât’a çok söyledim fakat ikna edemedim. Hattâ bütün Harbiye ve diğer genç arkadaşlar aynı fikri savunuyorlardı. Kansız ihtilâlin muvaffakiyeti olamaz. Eğer bu davranışımız karşı taraftan sezinlenirse imkânı yok başaramayız, dedim. Fakat bizim akıllılara sözümüzü dinletemedik. Bu ihtilâlin yüzde yüz kansız başarılacağını ileri sürdüler. Evet görünüş öyle idi ama bize söz verenlerden kaç kişi sözünde durdu. İhtilâle taraftar olanların ancak yüzde biri iştirak etti. Gerçi yine hatâ Talât beyde idi. Eğer on dakika gibi kısa bir müddet evvel Harbiyeyi ayağa kaldırabilse idik, ilk raundda radyoyu elden kaçırmayacaktık.
– Peki, en güvendiğiniz Harbiyeyi neden zamanında hazırlayamadınız?
– Ne diyeyim, bizim akıllıların işleri. İlk elde Harbiyeyi ayağa kaldırmakta güçlükler olabilir fikri hâkim oldu, bu yüzden ancak zırhlı birliklere ait tanklarla radyo evi ele geçirildikten ve yayına başlatıldıktan sonra Harbiyeyi ayaklandırmak doğru bulundu. İlk anda hakiki kuvvetimizi seferber etmeden daha güvenilmez ve zayıf kuvvetlere vazife verdik. Hakikaten radyo için ayırdığımız dört kuvvetin ikincisi ve üçüncüsü meydana çıkmamış, hattâ biri de bize karşı sonradan kullanılmıştır.
18 Haziran 1965
– Peki Türkeş hakkında ne düşünüyorsun?
- Onun ihbarı mı demek istiyorsun?
– Tabiî, bu mevzuda da bir şeyler öğrenmek isterim.
– Bence, Türkeş’in ihbarı pek mühim değil. Çünkü ondan evvel durumumuzu maşallah hemen bildiren varmış. Ayrıca Türkeş’in ihbarını biraz geç yapılmış sayabilirsiniz. Sonra Türkeş’le ben burada bir iki defa konuştum.
Fikirleri pek bizden ayrı bir kimse değildir. Konuşmaları öyle idi. Ama benim kanaatime göre Türkeş artık bitmiştir. İhbarcı durumuna düşen bir ihtilâlci hiçbir zaman muvaffak olamaz.
– Demek sizce Türkeş’in ihtilâlcilik vasfı bitmiştir öyle mi?
– Bence öyle. Türkeş orduda hiçbir zaman hiçbir şey elde edemez. Sonra bugünkü genç nesil Turancılığın çok ilerisindedir.
– Peki, idamlar hakkında ne düşünürsünüz. Anladığıma göre yakında meclise getireceklermiş. Acaba bir kurtuluş görüyor musunuz?
– Bence bizi asamazlar. Ama bu gene kendilerine göre mevzudur. Tabiî icabında asabilirler. Fakat o zaman çolukları çocukları ortada kalmaz. Kastedilen şahsın ismini vermiyorum. Bizi asmak pek kolay olmaz. Çünkü ordu bizim fikrimizdedir. Bizim pek az kısmımız buraya getirildik.
Fethi Gürcan’ın konuşmasında bir tenakuz vardı. Evvelce her şeyi etraflıca, olduğu gibi açıklayalım derken şimdi dışarda bir sürü adamımız var, yakalananlar gayet cüz’i olanlardır demekte idi. Durumu göz önünde tutarak bu tenakuzu açıklamayı uygun gördüm.
– Şayet asarlarsa ne olur dersiniz?
– Biz, bir fikir uğruna hareket ettiğimiz kanısındayız. Sonuna kadar metanetimizi muhafaza edeceğiz. Ölürsek fikrimiz uğruna öleceğiz. Eninde sonunda düşüncemiz bu memlekette yer edecektir. Kemalizmin önünde hiçbir kuvvet duramayacaktır. Ayrıca biz bu işe başlarken her şeyi hesaplayarak hareket ettik, hükûmetin sağ duyusu kuvvetli olsa idi, gelir bizimle anlaşırdı.
22 – 24 Haziran 1965.
Gürcan Vasıtası ile Aydemir ile Başlayan Dostluğumuz
Fethi Gürcan’la arkadaşlığı epeyi ilerletmiş, âdeta canciğer kardeş gibi olmuştuk. Konuşmalarımız senli benli idi. O sıralarda bir gün Fethi bey:
- Talât bey seninle münasip bir zamanda konuşmak istiyor.
– Memnuniyetle, ama nerede? Tahmin etmem ki, Talât beyi bizim koğuşa koysunlar. – Tabiî, nazarı dikkati kolayca çeker. Fakat siz yarın teneffüs saatinde doğrudan doğruya Talât beyin yattığı hücreye gider, orada konuşursunuz.
Talât Aydemir’le nihayet yakın bir temas imkânı bulmuştum. Kendisi ile yapacağım konuşmayı plânlamaya karar verdim. Bir hareketin başı olarak onun bu ihtilâl teşebbüsü hakkında söyleyeceklerinin daha çok mâna taşıması icap ederdi. Bu sayede şimdiye kadar edindiğim müphem kanaatler berraklığa kavuşacaktı.
Saat ona doğru demir kapı açıldı. Hava saatimizin geldiğini ilân ettiler. Dışarı çıkmadan önce doğruca Aydemir’in hücresine gittim. Karyolada uzanmış yatıyordu, hemen toplandı ve bana yer gösterdi, içerde bir kişi daha vardı, hücreler bizde olduğu gibi iki kişilikti. Bir kenara iliştim. Aydemir:
- Hoş geldiniz Doğan bey, dedi.
Aynı şekilde mukabelede bulundum. Kendisi ile ilk defa konuşuyordum. İlk nazarda dikkati çeken yeşile kaçan gözleri ile beyaz saçları idi. Yüzünde bir yorgunluk görünüyordu, sırtında kiremit rengi bir elbise vardı. – Şimdiye kadar sizinle bir konuşma imkânı bulamadığımıza üzgünüz. Ne yapalım ki, burası hapishane kendine ait havası var. Sağ olsun Fethi bey girgin, onun sayesinde sağa sola gidebiliyoruz.
– Evet Fethi bey maşallah girgindir. Sizden bana sık sık bahsediyor. İnşallah siz de yakında bu zindandan kurtulursunuz.
Metin görünmeye çalışmasına rağmen hal ve hareketlerinde bir bıkkınlığı sezmemenin imkânı yoktu. İster istemez söz politikaya intikal etti.
– Sizinki tamamen talihsizlik.
– Ne yapalım talihim yaver gitmedi, iki defa denedim olmadı.
– Fethi beyin söylediğine göre ihanete kurban gitmişsiniz.
– Maalesef öyle oldu. Kendimize en yakın tanıdığımız kimseler bizi içerden hançerledi, bir de gördük ki, satılmışız.
– Hareketinizin incelikleri ve düşünce yönü hakkında tam ve sıhhatli bir fikrim maalesef yok. Bahtiyar Yalta ve Fethi Gürcan beylerden birşeyler işittim o kadar. Onlar da çok çelişik. Dolayısiyle Fethi beyden ziyade sizinle tanışmayı arzu ettim. Ayrıca Gazi Alankuş bey de sizden sitayişle bahsetti.
– Evet Gazi bey. Onu da burada mı tanıdınız?
– Hayır, akrabası Emin beyi dışarıdan tanıyordum. Benim hanım da Çerkestir.
– Öyle mi, tabiî benim Çerkes olduğumu çoktan duymuşsunuzdur.
– Dışarda öyle söyleniyor ama doğrusunu bilmiyorum.
- Evet, ben de Çerkesim. Sizin hanım nereli?
– Gönenlidir. Annesi Ubuk, babası Niğde’nin Aksaray kazasından Abzak’tır.
– Benim, Gönen’de akrabalarım vardı, çiftlikleri, koşu atları vardır. Bilmem tanır mısınız?
- Ben Gönen’de pek bulunmadım. Belki bizim hanımlar tanırlar. Bu Çerkeslik hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bir ara daldı. Tabiî cereyan eden konuşma bu soruyla politik hale geliyordu.
– Bence, Çerkeslik diye bir konu yoktur. Türkiyenin toptan meselesi vardır. O da geriliği ve iptidailiğidir. Bu memleketin insanlarının kaderleri müşterektir. Bununla birlikte Çerkesliği veya Kürtlüğü suç sayacak kadar iptidaî düşüncelere yer vermemek gerekir. Bizim fikirlerimiz ve teşebbüsümüzün ana sebeplerini müdafaamda belirttim. Okudunuz mu?
– Hayır maalesef okumadım. Sizden on gün sonra tevkif edildik. Üç ay da ihtilâttan men edildim. Sizin mahkemeleriniz hakkında tam bir bilgiye sahip değildim.
– Sana benim müdafaamı vereyim de oku, oradan bir çok gerçekleri öğreneceksin.
– Çok memnun olurum.
Kalktı ve gene hücresinin bir yerinden daktilo ile yazılmış müdafaasını verdi, baktım 33 sahife kadar tutmakta idi. Bu arada hava saatimiz de bitmek üzere bulunuyordu. Kendisi ile başka bir zaman tekrar buluşmak üzere müsaade alarak ayrıldım.
Yatağıma uzanmış Talât Aydemir’in bana verdiği müdafaasını okuyordum. Hakikaten okunmaya değerdi çünkü bizim ve bütün vatandaşların bir çok gerçekler bunun içinde vardı.
Talât Aydemir’in müdafaasında ekseri kısımlar sert ve itham edicidir. Bazen tecavüzkâr ifadeler de kullanmıştır. Cesur bir müdafaa olduğu iddia edilebilir. Türkiye’nin istikbali ile ilgilenen herkesin bu müdafaayı ibretle okuması gerekir. Fethi Gürcan ve Ahmet Gücal ile bir sohbetimizde sarfedilen şu sözleri bu müdafaayı okuduktan sonra daha iyi kavramıştım.
“Şu anda Türkiye’de kendisini Atatürk zanneden en az üç bin kişi vardır. Tabiî ki, Talât Aydemir bu üç bin kişinin dışında telâkki edilemez…”
Müdafaayı aldığım gece baştan sona kadar okudum. Ertesi günü hava saatinde Aydemir’in hücresine gittim. Beni görünce aşağıya indi, bir kenara iliştim. Öğle uykusuna yatmış olmalı idi ki, uykulu bir hali vardı. Ayrıca oruç da tutuyordu. Bahtiyar Yalta ile Fethi Gürcan da oruç tutuyorlar, her akşam teravih namazı kılıyorlardı. Oruç tutanların ekserisi öğle uykusuna yatıyordu. Aydemir’in hücre arkadaşı da orada idi. Hoşbeşten sonra bana:
- Müdafaamı okudun mu?
– Evet okudum.
– Nasıl buldun?
Anladığıma göre müdafaasına çok ehemmiyet veriyordu. Bu müdafaanın dışarda taraftarları tarafından teksir edilerek el altından dağıtıldığını Fethi Gürcan söylemişti. Hattâ Adnan Menderes’in Yassıada’daki yumuşak tutumu ile Aydemir’in cesareti ve taviz vermeyişi defalarca söz konusu edilmişti.
29 Haziran 1965
Hava saati bitmek üzere olduğundan yanından ayrıldığım koğuşun kapısına kadar benimle beraber geldi. Orada aniden aklıma, kendisinin yazmakta olduğu hatıra defteri geldi. Bana Fethi Gürcan bey bahsetmişti.
– Talât bey, Fethi beyden işittim hâtıra defteri tutuyormuşsunuz, niyetiniz ne? Neşredecek misiniz?
– Doğru. Bir hâtıra defteri tuttum ama bunların ben sağ iken neşredilmesini istemiyorum. Nihayet hayatım boyunca aileme bırakacağım tek miras bu olacaktır. Bu da onların hakkı değil mi?
– Tabiî haklarıdır, ayrıca tarihî bir kıymeti haiz olduğu da göz önünde tutulursa muhafazasına çok dikkat edilmesi gerekir.
Cevap vermedi. Gülümsedi. Ayrıldık. Fethi Gürcan ve Aydemir ile bir arkadaşlık kurma yolunda idim. Ayrıca, hapishanenin sıkıntılı havasını, fikir tartışmaları ile gideriyorduk. Biz neyse, fakat Talât Aydemir’in ve Fethi Gürcan’ın durumları bize benzemiyordu. Her ikisi de idam cezası almış ve bu da tasdik edilmişti.
Günler aynı şekilde devam ediyordu. Bir yandan kitap okuyor bir yandan da voleybol maçlarına devam ediyorduk. Bu arada Ramazanın başlamış olması bizim için daha iyi olmuştu. Çünkü cami ve sahur sebebi ile hapishane içinde daha rahat hareket ediyorduk.
30 Haziran – 4 Temmuz 1965.
Aydemir’in Türkeş ile Olan Fikir Ayrılığı
Aydemir ve arkadaşları ile yine bir gün beraberce sinema seyrediyorduk. Filmler çok kötü olmasına rağmen bir değişiklik olması için mecburen bu sıkıcı saatlere dayanıyorduk. Bu arada ben imkân dahilinde Talât Aydemir’le yan yana oturuyor ve sohbet ediyordum. Yine bu konuşmalarımızdan birinde Türkeş ve kendisiyle aralarında olan ihtilâftan söz açtık.
– Talât bey, Türkeş ile aranızdaki durumu öğrenmek isterdim. Siz Kemalist olduğunuza ve bunu bir doktrin şeklinde formüle ettiğinize göre, sizinle aynı iddialarda bulunan Türkeş arasında ne gibi farklar vardır? Ben bir defasında İstanbul’da Türkeş’in Atatürkçülük üzerine verdiği bir konferansta aynı iddiaları ileri sürdüğünü duydum.
- Benim, Türkeş ile münasebetim epeyi uzundur. Aramızdaki tek benzerlik, mevcut politik kadroların Türkiyeyi kalkındıramayacağıdır. Ama Atatürkçülüğün tefsiri babında beraber değiliz. Türkeş, samimi bir Atatürkçü değildir. Türkeş her şeyden evvel düşüncesini ırkçı bir yolda formüle etmiştir. Onun Atatürkten fazla bağlandığı Türkiye dışında, İkinci Cihan Harbini kaybeden iki kişidir. Biz 22 Şubatçılar bu anlayışın dışındayız. Onun için biz kendimize Türkiye’yi en karanlık günlerinde düşman işgalinden kurtarmak için ortaya atılan Mustafa Kemal’in en samimi bir şekilde ismini ve vasıflarını alıyoruz. Biz muvaffak olsa idik Türkiye ikinci gerçek kurtuluşunu yaşayacaktı. Biz ırkçılık anlamındaki Kemalizmi ve Atatürkçülüğü benimsemiyoruz, biz Garp medeniyetine uygun, geri kalmış ülkemizin, sosyalizm çerçevesi içerisinde muasır milletler seviyesine çıkarmak isteğindeyiz.
– Türkeş’in bir ırkçı olduğunu söylüyorsunuz. O da Atatürkçü olduğunu söylediğine göre aranızda bir temel ayrıntı olmalıdır.
– Bizim Kemalist düşüncemiz sosyal adalet ilkelerine göre değerlendirilmelidir. Açıkçası biz sosyalistiz.
Konuşmamız bu minval üzere devam ediyordu. Işıklar sönmüş, film başlamıştı. Aydemir’le oturduğumuz yer duvar kenarında ve ön sırada idi. Talât beyin konuşma arzusu üzerinde idi, filmi hiç takip etmiyordu. Durumu sezdiğim için ben de filmden vazgeçtim. Memleketin türlü meselelerinden bahsediyorduk. Tabiî bu arada sorular daha çok benden geliyordu. Konuşmamızda Türkeş mevzuu geçti ise de hiçbir zaman esas teşkil etmedi, durumu iyi kavrayabilmek için sözü tekrar Türkeş üzerine getirdim. Zaten bu sıralarda tahliye edilmişti. İçeride iken Türkeş’i 20-21 Mayısçıları ihbar etmiş olmasından dolayı diğer Ondörtlerle birlikte onlardan ayırmışlardı. Hava saatlerinde Türkeş’e Harbiye talebeleri <<K…, kalleş, muhbir>> ve buna benzer sözlerle dokunuyorlarmış. Aydemir’in söylediğine göre bir iki defa yüz numarada biçimine getirip konuşmuşlar, aralarında sulh yapmışlar, dolayısiyle Aydemir sorguda ve mahkemede Türkeş’i kurtarmaya çok itina etmiştir. Aydemir’in bu şekilde hareket etmesinin sebebini sonradan Fethi Gürcan bana çok mahrem şekilde anlattı, şayet Türkeş memnun edilirse, Adalet Partisinde ve Köylü Millet Partisinde bulunan malûm çevreye ait kendi taraftarlarına tesir edip Meclise gelecek idamlara mani olabilirmiş. Fakat zaman, Talât Aydemir’in yanlış hesaplar içinde olduğunu bir kere daha gösterdi, zira Aydemir’in idamı için bu çevre elinden geleni yapmıştır. Sonradan Fethi beyle kendisi de bunu itiraf ettiler. Aslında aralarındaki rekabet her ikisinde yerleşmiş ve bir kompleks haline gelmişti.
– Türkeş hakkında fikirleriniz nedir? Onunla evvelce iyi arkadaş olduğunuzu işittim, bu soruyu tekrar tekrar sorduğum için özür dilerim.
– Evet, Türkeş ile muhabbetimiz epeyi uzan zaman devam etti. Fakat aramızda hiçbir zaman samimî bir mutabakat doğmadı. İlk zamanlar kendisini iyi biliyor ve inanıyordum. Bana karşı gerçek davranışını ancak 27 Mayıs devriminden sonra öğrendim. Beni haksız olarak kadronun dışında bırakmak için bilhassa davranılmış. Türkeş daima şahsını mihver gören bir kimsedir. Ama bana yaptıklarını da yanına bırakmadım. Bu memlekette ben, Türkeş’i gerçek mânada iki defa gömdüm. Ayağa kalkabileceğini tahmin etmiyorum. Türkeş saklasa da bütün hal ve harekâtı onun faşist anlamda bir Turancı olduğunu ortaya koyuyor.
– Öyle ise siz, faşist anlamda Turancılığı reddediyorsunuz. Turancılığın başka bir şekli de var mıdır?
- Tabiî, ben, Türk milletine mensup kitlelerin kurtuluşunu neden arzu etmeyeyim. Ama bu kurtuluşu rasyonel anlamda isterim. Realiteleri görmemezlikten gelemeyiz. Sonra bugün bu gibi konuların birinci plânda olmamaları gerekir. Zira hali hazırda Türkiyenin kendisi bir çıkmazın içindedir.
– Peki ama Türkeş de Atatürkçü olduğunu öne sürüyor. Biraz evvel hafiften bu konuya değinmiştik. Aranızdaki fark nedir acaba?
– Zaten Atatürkçülük herkes tarafından değişik anlamda ele alınan ve değişik tefsirleri yapılan bir şey oldu. Biz, batı medeniyetine tez elden varacak devrimci bir Kemalizmin savunucusuyuz.
– Öyle ise size neokemalistler veya Kemalizmin sol cenahı denilebilir.
– Tabiî, senin deyimine göre Atatürkçülüğün sol cenahını bizler, sağ cenahını da Türkeş ve benzerleri teşkil eder. Bu ayrıntılarımızdan dolayı da Türkeş ile bizim birleşmemizin imkânı yoktur. Yine söylüyorum, ben onu iki defa mezara gömdüm. Artık o tamamen bir mevtadır. Muhbirlikle liderlik hiçbir zaman birbirlerine yakışan şeyler değildir.
Türkeş ve arkadaşlarının siyasî dernek kurma konusundaki fikirlerini bu arada öğrenmek istiyordum.
– Talât bey, sizce Türkeş hâlâ bir ihtilâlci kuvvete sahip midir? Mahkeme huzurunda da söylediğine göre, <<En kötü hukuk nizamı, en iyi ihtilâl nizamından iyidir>> diyor, buna ne dersiniz.
– Türkeş kurnaz adamdır. Kendisine tutunacak yer arıyor. Çünkü hali hazırda ayakları boşluktadır. Siyasî dernek kurmak veya herhangi bir partiye girmek, ihtilâlcilikten vazgeçmek midir? Sen Hitler ve Mussolini’nin iktidara geçiş şekillerini bilir misin?
– Şöyle böyle.
– Eh öyle ise izah edeyim, Türkeş bir siyasî dernek veya parti organize ettikten sonra Türkiyedeki malûm çevreyi etrafında toplayacaktır. Dünyanın her tarafında bu tarz siyasî anlayışları olan topluluklar arsız ve tecavüzkârdır. Hitler’in, Mussolini’nin, Salazar’ın kılanları, Amerika’daki Mc Carthy’ciler hep birbirlerine benzerler. Türkeş hiçbir zaman Türk halkından oy alarak iktidara gelemeyeceğini senden benden iyi bilir. Ama sivil halk arasında, üniversitede, basında kendine uygun grupları organize etmekte zorluk çekmez. Nihayet Ordudan gelmiş bir kimsedir, onun kendine göre hesapları vardır. Açıkçası Türkeş’in uygulamak istediği metod tedhişle, yıldırma ve yürüyüşle iktidarı elde etmedir. Türkeş bu tarz bir plân uygulamayı tasarlamaktadır. İhtilâlcilik bir tiryakiliktir, ona bir defa bulaşan bir daha vazgeçemez.
Sohbetimiz bir buçuk saattir devam etmekte idi. Çeşitli konularda konuşurken filim bitmişti. Elektrikler yandı, ayağa kalktık. Arkadaşlar birbirleri ile şakalaşıyorlardı. Bu durum her sinema sonrası bir nevi rutin haline gelmişti. Bu arada kürtçülükten tutuklu bir arkadaş kinayeli bir şekilde Talât Aydemir ve beni kastederek <<İki lider yüksek seviyede müzakereye oturdu>> diye edep dışı bir laf etti. Aydemir bunu duymamazlıktan geldi. Fakat benim canım epeyi sıkılmıştı. Sinema salonundan dışarı çıktık, el sıkıştık ve koğuşlara dağıldık.
Yatmadan evvel Aydemir’le konuştuklarımızı not defterime yazdım, yatağıma uzandım. Talât beyi tanıdıkça çok iyi bir insan olduğunu anladım. Hattâ her ihtilâlcide olmaması gereken yumuşak bir kalbe malikti. Zaten Aydemir’in bütün faaliyetlerine yumuşak kalbi mâni olmuş, ihtilâlin icaplarını hiçbir zaman yerine getirmemişti. Kaybı oradan olmuştu. İyi bir insandı. Fakat iyi bir ihtilâl lideri değildi. Durumlarına müteessir oluyordum. Kurtulmalarını canı gönülden arzu ediyordum. Hele Fethi Gürcan’a içim sızlıyordu. Bana aile albümünden resimler göstermişti, birkaç defa küçük kızını içeri aldılar. İyi bir aile babası idi, kızını bağrına basarken içim titriyordu. Bu mertliğin ve halk tâbiri ile babayiğitliğin timsali olan insanı asılmış düşünmek bana derin bir hüzün veriyordu.
11 Temmuz 1965.
Ramazanın çıkmasına bir gün kala Fethi Gürcan’ı gene aynı yerde beni bekler gördüm. Düşünceli bir hali vardı. Her nedense kaçmaya teşebbüs etmemişti. Kendisine:
- Fethi bey kaçma fırsatını kaçırdığınızı biliyor musunuz? İşte son bir akşam kaldı.
- Evet maalesef öyle oldu, ama ben kaçmaktan vaz geçtim.
– Hayrola bu değişme neden?
– Ben değişmedim. Aydemir ve bazı arkadaşlar bana kararımdan vazgeçirmek için çok tazyikte bulundular. Aydemir bana <<bizi zorla astırmak mı istiyorsun>> diyor. Kendi hayatım üzerine kumar oynayabilirim ama başkasınınkine değil tabiî. Kendisine ümit kalmadığını söyleyemiyordum. O hâlâ bizi asamıyacaklar diyor. Millî Birlikçilere, İsmet Paşaya ve Gürsel Paşaya güveniyor. İnşallah dediği olur.
Her insanın tesiri altında kaldığı bir insan, bir mefhum veya herhangi bir şey bulunur. Fethi Gürcan da bilmeyerek Aydemir’in mutlak tesiri altına girmişti. Hayatı boyunca bu böyle devam edecekti. Sonuna kadar Talât Aydemir’in izinde yürümeyi kendine bir nevi vazife bilmişti.
Albay TALÂT AYDEMİR, HATIRATIM
TÜRKEŞ’İ KOMİTEYE TEKLİF ETTİM
O sıralarda Elazığ’da piyade tabur kumandanı bulunan Kurmay Binbaşı Alparslan Türkeş ile de çok samimi olmuştum, hiçbir dakikamız ayrı gitmiyordu, her sahada iyice anlaşmıştık. Onun da komiteye alınması için Dündar’a yazdım. İstanbul’dan, Genel Sekreterlikten cevap bekliyordum. .. Aradan birkaç ay geçmiş faaliyetlerimize devam ederken dokuz subayın tevkif hadisesi bir bomba gibi patladı. Faruk Ateşdağlı o zaman Ankara’daki Muhabere Okulunda Er Eğitim Merkezi Kumandanı idi. Bu dokuz subayın tevkif edileceklerini Faruk Bey Ankara’da öğrenince, o gece jeeple Dündar Seyhan’ı Ankara’dan İstanbul’a göndermiş, Cemal Yıldırım’ın karısı vasıtasıyla haberdar ettirmiş, herhangi bir evrak varsa imha ettirilmesini sağlamıştı. Aynı gün de Elazığ’a bana mektupla bildirmişti. Tevkif edileceklerin ismini yazıyordu. Mektubun imza yerinde Perdeci rumuzu vardı. Derhal Faruk Beyden geldiğini anlamıştım. Haber benim için korkunç denecek kadar mühimdi. Çünkü tevkif edilen dokuz subay içinde halen bizim komitenin başkanlığını yapan Kurmay Yarbay Faruk Güventürk vardı.
İlk iş olarak her ihtimale karşı evde ne kadar ufak tefek şüpheyi çekecek ne varsa yaktım. Çünkü artık tehlike çanı çalmıştı, her an tevkif edilebilirdim. Çünkü söylentiler kuvvetle yayılıyordu ki insan sonunun geleceğine inanıyordu.
İkinci iş olarak Alparslan Türkeş’in komiteden henüz kabulü gelmemiş olmakla beraber durumu kendisine açmak mecburiyetinde kaldım. Kendisine tarafımdan komiteye dahil edilmesi için teklif yapıldığını, fakat henüz cevap gelmediği için daha evvelden de komitenin üyelerinin hepsini tanımadığı ve bu zamana kadar da hiçbir faaliyetimize iştirak etmediğinden dolayı kendisine tehlikeli bir durumun olmadığını bildirdim. Ve kendisinden şunu rica ettim: Şayet herhangi bir aksi tesadüf neticesinde tevkif edilirsem, ailemi ve çocuklarımı İstanbul’da bulunan kayınvalidemin yanına kadar götürmesini söyledim. Bana o zaman verdiği cevap şöyleydi: “Talât bu hususta hiç merak etme. Washington’dan yeni geldim. Biliyorsun, iyi kötü bir miktar param var. Aileni hiçbir surette sıkıntıda bırakmam. Hatta iki çocuğunu benim çocuklarımla birlikte leyli olarak okuturum” dedi.
Bu candan alakasına çok memnun oldum. İşte hakiki arkadaşın felaket anında yapacağı en büyük yardım bu sözlerdi. Ondan bunları işitmem bana büyük kuvvet verdi. Artık hiçbir şeyi düşünmüyordum. Hatta ölümü bile, demek bu işe başlamış olan ideal arkadaşlarımı bu kadar iyi seçebilmişsem bizim için ilerde muvaffak olmamak için bir sebep yoktu diye düşünmüştüm. Yeter ki şimdilik beliren tehlikeyi kazasız atlatmak gerekiyordu. Artık Alparslan Türkeş ile hemen her gün bu konuda çeşitli durum muhakemeleri yürütüyorduk, o aylar içinde benim en büyük desteğim oydu.
Artık günler geçiyor, tehlike yavaş yavaş zail oluyordu. Ben Temmuz 1958’de Erzurum’a gitmiştim. O zamana kadar Türkeş’in komiteye dahli hakkında muvafakat da gelmişti. Bu sırada beni Elazığ’dan Siirt’e 12. Tümene tayin ettiler. Alparslan Türkeş’in kıta hizmeti bitti. 1958 Ekim’inde Yüksek Kumanda Akademisine İstanbul’a gitti. Bu suretle Aslan’a mühim görevler düşüyordu. Çünkü İstanbul’da komite arkadaşlarından epeyce vardı. Temas sağladığını bana yazdığı mektuplarla bildiriyor, fakat arzu ettiği şekilde faaliyet gösteremediği için şikâyetçi idi. Ben Aslan Türkeş’le çok iyi anlaştığım için onunla tamamiyle bu davanın neticelendirilmesinde kararlıydık. Eninde sonunda muvaffak olacağımıza inanıyorduk. Onun için her şeye katlanılacaktı. Hatta komitede bizi takip etmeyenler olursa dahi biz devam edecektik. Türkeş ayrılmadan önce üç kişi kalsak bile ben varım, demişti.
Kore Görevini Talep Ettim
Bu arada Kore’ye gitmeye talip oldum. Sezai Okan Ankara’da muamelemi takip etti, tayinimi çıkarttı. 8 Şubat 1959’da İstanbul’a uğradım. İlk olarak Aslan Türkeş ile buluştum. Baktım, bu sefer daha ümitliydi. Dündar Seyhan, Necati Soydan, Şükrü, Naci Asutay’la görüştük. Albay Faruk Ateşdağlı artık emekliydi. Onunla görüştüm. Faruk Bey bana ayrılırken şöyle dedi: “Ben bu işleri göremeden ordudan ayrıldım. İnşallah sizler muvaffak olursunuz da biz de iftihar ederiz.” Kendisini hiçbir zaman bizden ayrı olarak kabul etmemesini söyledim. Seferihisar’da 10. Kore Tugayı 3. Şube Müdürü olarak 13 Şubat 1959’da vazifeye başladım. Muntazaman Alparslan’dan, Adnan’dan, Sezai’den mektup alıyordum. Alparslan Türkeş’in Kara Kuvvetleri Kumandanlığı sekreterliğine tayini yaptırıldı. Yurttan ayrıldım, 11 Temmuz 1959’da Kore’ye vardım.
Daha birinci ay geçmemişti ki; oradaki vaziyetten sonra hayatta ne kadar yanlış adım attığımı anladım. Adnan, Sezai ve Alparslan Türkeş ile devamlı mektuplaşıyordum. Yalnız son aylarda Türkeş yazdığı mektuplarda faaliyetin arttığını ve çok çalışıldığını yazıyor ve çok seyrek yazacağını, bunun da sebebini ben Türkiye’ye dönünce bildireceğini yazıyordu.
İhtilâlin hemen ertesi gün Alparslan Türkeş’e, Sezai Okan’a mektup yazdım. Tebriklerimi bildirdim. Arzumu da belirttim. Bu muvaffakiyetten sonra Kore’de bekleyip fazla duramayacağım. Bir an evvel teyyare ile anavatana aldırılmamı istedim.
Bonn Almanya 25 Kasım 1960
Kore’den ayrıldıktan sonra hatıra yazmaya fasıla vermiştim. Bunun sebebi çeşitli idi. Birincisi, yurda dönüşte eski komite arkadaşlarım tarafından nasıl karşılanacağım idi. İkincisi de, komitenin faaliyetini iyice tetkik etmeden bir şey yapmak istemiyordum. Çünkü her türlü mana çıkartabilirlerdi, bazen de tehlikeli olabilirdi benim için. Fakat şimdi artık bütün tehlike bulutları dağılmıştı. Şöyle ki:
İkinci ihtilâl de kansız atlatılmıştır. Şimdi kolaylıkla hadiseleri daha emniyetle sıralayabilirim.
Kore’den 8 Ağustos günü İzmir’e döndüm. Gemide çok üzgündüm, çünkü uzun bir yolculuk yapmış, çok yalnız kalmıştım. Hele memleket haberlerinden çok az haberdar olmuştum. İzmir’de yalnız ailem tarafından karşılanacağımı biliyordum.
Kadroda Soğukluk
Gemi sahile yanaştığı zaman gemiye ilk gelen çok eski komite arkadaşım Kurmay Yarbay Sezai Okan oldu. Onun beni kucaklayışı çok heyecanlı olmuştu. Gözyaşlarımı zor tuttum. Benim için hususi olarak Ankara’dan gelmişti. Bir müddet ne söyleyeceğimi bilemedim. Çok mütekannis olmuştum. Beni gene ilk defa arayıp koşup gelen, gene o asil kardeşim olmuştu. Bana yetmiş gündür çektiğim ıstırapları bir anda unutturdu.
Gemiden inerken Alparslan Türkeş’ten şu telgraf gelmişti:
“Vatan topraklarına kavuştuğun şu anda, seni karşılayamadığımdan çok üzgünüm. Hoş geldin. Sevgi ve hasretle gözlerinden öperim. Görüşeceğimiz günü sabırsızlıkla bekliyorum.”
Ona da çok memnun oldum. Demek o da şimdiye kadar yaptığı hataları az da olsa tamire kalkıyordu. Sezai Okan öğleden sonra Ankara’ya gitti, hatta beni de beraber götürmek istedi, fakat ailem geldiği için beraber İstanbul’a dönmek mecburiyetindeydim.
Tayin yerim belli olmuştu. Harp Okulu Kurmay Başkanlığı’na gidiyordum. Sezai Okan akşamüzeri İkinci Yurtiçi Bölge Komutanlığı Kurmay Başkanı Albay Sait’e telefon ederek benim acele Ankara’ya hareket etmemi bildirmiş. “Komite arkadaşların bekliyor” demiş. Bu kadar acele etmelerinde bir sebep olduğunu sezdim. Hareketlerinde tamamiyle samimi idi. Ben de hemen İstanbul’a geçerek ailemi bırakıp, 12 Ağustos 1960’ta Kr. Bnb. Turhan Yavçan (o zaman İstanbul Vali Muavini idi) ile beraber tayyare ile Ankara’ya hareket ettik, yine Etimesgut Havaalanında Sezai Okan beni karşıladı. Bana “Geleceğini hiçbir arkadaşa bildirmedim” dedi, “hemen seni Büyük Millet Meclisi’ne götüreceğim” dedi. Ben gitmemek için ısrar ettiysem de zorla götürdü. İlk defa Meclis binasına giriyordum. Heyecanlı idim. Çünkü diğer eski komite arkadaşlarımın nasıl karşılayacağını bilmiyordum. İçlerinde değişenler olabilirdi. Hele benim tanımadıklarım da vardı. Daha ziyade gençlerin durumunu merak ediyordum. Onların hareketleri bana çok dokunurdu çünkü. Bütün bunlara kendimi hazırladım. Malum ya insanlar büyük hizmetler gördükleri zaman değişebiliyorlar. Bu ölçülerimde yanılmamışım. Sezai Okan’ın odasında oturuyordum, ilk defa içeri Binbaşı Vehbi Ersü girdi. Sınıf arkadaşım olmasına rağmen beni pek resmi karşıladı. Demek öyle icap ediyordu. Arkadan Rafet Aksoyoğlu geldi. Onunki de pek o kadar samimi olmadı. Neden olduğunu sonradan öğrendim. Çünkü yüzüme bakacak durumu yoktu. Halbuki o zamana kadar ben onun iç durumundan haberdar değildim. Sezai anlattığı zaman bile inanamamıştım. Dündar Seyhan da aynı şeyleri hakkında söyleyince donup kaldım. Bu şahısların durumu böyle olunca Komite çok şeyler kaybediyordu demek. Sezai Okan Alparslan gelince benim kendisini beklediğimi söylemesi için odacıya tembih etti. Biraz sonra Türkeş odaya girdi. Beni çok samimi olarak karşıladı. Hemen odasına götürdü. On dakika yalnız kaldık. Mektuplarıma neden zamanında cevap yazamadığını bildirdi. Akşama Başvekâlet binasında randevu verdi. “Orada uzun boylu görüşürüz. Sen Kore’ye gittikten sonra komite ne durum aldı, geniş tafsilat verip anlatacağım” dedi. “Kimseyi dinlemeden beni dinle” dedi. Ben Sezai’nin yanına döndüm. Öğle yemeğini beraber Meclis’te yedik, yemek salonunda Osman Köksal, Ekrem Acuner de vardı. Aynı masada oturuyorduk. Osman Köksal, Türkeş’in durumundan bahsediyordu. Ve bana dönerek “Talât hayatta bir tek hata yaptın. O da Türkeş’i içeriye soktun” dedi. Çünkü Türkeş’i ben Elazığ’dan yazıp teklif etmiştim. Ekrem de tasdik etti. Ben de kendilerine aynen şöyle söyledim: “Evet içeriye soktum, fakat ben Kore’ye gittikten sonra siz aranızda, ona neden bu kadar fırsat verip sivrilttiniz, niye frenleyemediniz?” dedim. Ekrem Acuner güldü. Yalnız ben o anda her şeyi anlar gibi olmuştum. Hemen inceden inceye tetkike koyuldum. Türkeş’in Başvekâlet Müsteşarlığı herkesi ürkütmeye başlamıştı. Akşamüzeri Türkeş ile buluşacaktık. Başvekâlete gittim beni bekliyordu, odasında görüşüyorduk. Komitenin ben ayrıldıktan sonra ne durum aldığını anlatıyordu. İhtilâlden önce Ekrem Acuner ile anlaşamadıklarını söylüyordu. Hazırlıkların nasıl yapıldığını anlatıyordu ki içeriye Yüzbaşı Muzaffer Özdağ girdi. Türkeş beni ona, eski komite arkadaşlarımdan diye takdim etti.
Yüzbaşı biraz duraksadı. Gülerek Komitenin eskiliğinin ne olduğunu sordu. Ben de samimi olarak karşılayarak kısaca tarihçesinden bahsettim. Fakat, Özdağ bu anlattıklarıma hiç memnun olmadı yüzü değişti. “Bu komitenin kuruluş tarihi 1956” dediği zaman o bana “Bizler daha evvel komite kurmuştuk” dedi. Ben de olabilir dedim, yalnız merak edip sordum “Hangi tarihte yüzbaşım” dedim, “1952 senesinde” dedi ve anlatmaya başladı. Ben kendisine sordum “O zaman rütben ne idi?” dedim. “Harp Okulu’nda idim” dedi. Hatta Harp Okulu Silahhanesinde kanlarını akıtarak bugün Millet Meclisi’nde ettikleri yemini mendillerinin üzerine kanları ile yazdıklarını iftihar ederek anlattı. O zaman ikinci sualimi sordum: “1952 yılı Türkiye’de demokrasinin altın devridir. O senelerde sizi ihtilâle sürükleyen ne sebepler vardı?” dedim ve ilave ettim, “Komitenin tarihini geriye götüreceğim diye çok tehlikeli bir yola saptığını, bundan çeşitli manalar çıkabileceğini ve bir daha bu hususu bu şekilde hiçbir yerde açmamasını” kendisine gayet samimi olarak söyledim. Herhalde bu konuşmalardan hiç memnun olmadı. Türkeş sesini çıkarmadan dinliyordu, hiç fikir yürütmedi. Özdağ fazla oturmadı, ayrılıp gitti ayrıldı. Türkeş arkasından çok akıllı bir insan olduğunu söyledi. Ben de “Olabilir” dedim. Odaya bir çok ziyaretçiler geldiği için serbest konuşamadık. Ertesi gün aynı saatte buluşmak üzere ayrıldım.
Bir gün sonra Sezai Okan ile Mclis’te görüşürken benim artık vazifeye başlamamı söyledi. Ne vazifesi dedim, o sırada ordudan emekli olacak subayları tespit etmek için bir heyet vazife görüyordu. O heyete dahil olmamı söyledi. Heyetin çalışma tarzını gördüm. Zaten hemen hemen bitmek üzere idi. Dündar Seyhan’dan gerekli malumatı aldım. Fakat böyle bir heyette vazife alamayacağımı bildirdim. Çünkü iş bitirilmişti. Son anda böyle bir tasfiye hareketine katılıp vicdani mesuliyet altına girmek istemiyordum. Yoksa başından başlamış olsa idim seve seve kabul ederdim. Hiçbir vazife kabul etmeden komitenin çalışma tarzını tetkike koyuldum. İlk anda bir ahenksizlik göze çarpıyordu. Hiçbir beyanat birbirini tutmuyordu. Ortada bir Türkeş muamması vardı. Başvekâlet müsteşarı makamını işgal etmesi herkesi ürkütüyordu. Çünkü orada o her şeye hâkim durumdaydı. İlerisi için tehlikeli olarak görülüyordu. Onun için arkadaşlarla görüşmelerde onun oradan uzaklaştırılmasına karar verildi. Bu işi, Orgeneral Cemal Gürsel’le empoze etmek icap ediyordu. Bu vazifeyi Osman Köksal ile Sezai Okan üzerine aldı ve layıkıyla yaptılar. Nihayet Cemal Paşa Türkeş’i değiştirmek için karar vermişti, o sırada bütün komite üyeleri de Anadolu’da yapacakları gezi programına göre hazırlıklar yapıyorlardı.
24 Ağustos 1960 günü orduevine gittim. Hv. Alb. Halim Menteş’in odasında konuşuyorduk. Benim hiçbir şeyden o anda haberim yoktu. Halim’e 18 Ağustos 1960 tarihinde yazdığım birkaç sayfa yazıyı okuması için uzattım. “Benim görüşümü ve çalışma tarzımın ana hatlarını öğren” dedim.
Aldı okudu, bitirince aynen şöyle söyledi: Odada Emanullah Çelebi vardı. “İşte samimi olan insan böyle düşünür” beğenmiş olduğundan Emanullah’a verdi “Oku” dedi ve “Yarın da komite üyeleriyle toplantı yapacağız, sen de İstanbul’a gitme, kal, bu fikirleri tartışalım” dedi. “Toplantıya kimler katılacak” dedim. Ekrem, Sami, Mucip, Emanullah, Fikret diye saydı.
Mutedil gruptan bir hayli vardı. Ben böyle bir toplantıya hiçbir resmi sıfat taşımadığım için katılamayacağımı bildirdim. “Yalnız burada yazdıklarım benim görüşümdür. Zaten toplantıda olsam bundan başka fikirleri müdafaa etmeme imkân yoktur. Sen bunları arkadaşlara ver okusunlar, başka çıkar yol yoktur bence” dedim. Kabul etti. Mucip Ataklı’ya vermiş, İstanbul’a dönünce yazıları ondan aldım.
Halim ikinci bir meseleyi açtı. “Biraz evvel Dündar Seyhan ile görüşüyorduk, çok acayip fikirleri var, ben durumu hiç beğenmedim. Bir de kendisini sen yokla, bitişik odada, yalnız benden bahsetme” dedi. Dündar Seyhan’ın yanına gittim, fakat oradan yabancılar olduğu için açılamadım. Bir ara, Halim Menteş geldi. Oda da tenhalaşmıştı. Halim, mevzuya girdi, “Söyle bakalım, Talât ne diyor?” diye sordu. Konuşma mevzuu açılmak üzereydi gene yabancılar gelince biz hep beraber Halim Menteş’in odasına geçtik. Mevzu şuydu:
On tane bakan vazifelerinden af edilmişlerdi. Yerine tayin bekleniyordu. Dündar’ın savunduğu fikir, on Bakan yerine komiteden arkadaşların getirilmesi idi. Biz de Halim ile ikimiz bunun aksini savunuyorduk. Çünkü böyle bir şey yapıldığı takdirde hem millete verilen sözlerden ayrılınıyordu, hem de gelecek arkadaşların aslında muvaffak olamayacağına inanıyorduk. Daha doğrusu, altında yatan manayı sezmiştik. Birçok mahsurları belirterek bu fikri desteklemiyeceğimizi bildirdik. Neticede, Dündar Seyhan kızdı ve baklayı ağzından çıkardı.
“Arkadaşlar komite ikiye ayrılmıştır. Bu iki grup bir gün gelecek birbirini temizleyecektir. Fakat şunu bilin ki kuvvet bizdedir, o halde bizler muvaffak olacağız. Bu şekilde hareket edilmediği takdirde başka çıkar yok yoktur” dedi. Halim ile ikimiz birbirimize bakıştık: “Bu fikirlerini hiçbir surette tasvip etmiyoruz” dedik. “İş eğer kuvvet gösterisine kaldıysa, değişebilir” dedik. Böyle bir tehlikeli yola gidilmemesini kendisine anlattık. Yeni bakanların tamamiyle iyi seçilmiş, komite haricinden olması tezini savunduk. O kadar kuvvetli sebepler sunduk ki, bizim fikirlerimizi kabul etti veya eder gibi gözüktü. Ertesi günlerde komite de aynı yollarda karar alındığı için karşı grubun arzu ettiği şekil tahaddüs edemedi. Fakat bu deneme iyi olmuştu. Hakiki maksatları meydana çıktı ve istikbal için mutasavver planları öğrenilmiş oldu. Derhal ikimiz de hemen alakalı komite arkadaşlarımızı durumdan haberdar ettik. Lazım gelen tedbirleri almalarını ve komite içindeki çalışmalarını ona göre tanzim etmelerini kararlaştırdık. İlk önce mutedil düşünen zümrenin çoğaltılması lazımdı. Komite içersinde daha bir çok kimseler kararsız durumda idiler. Ne tarafa iltihak edeceklerini bilmiyorlar veya durumdan layıkıyla haberdar değildiler. Onları aydınlatmak gerekiyordu. Komite içindeki kulis faaliyetleri bu şekle döndürüldü. Netice itibariyle birkaç arkadaş daha aydınlanmış oldu. Bu vaziyette, ekseriyet sağlandığı sırada Osman Köksal tarafından bir teklif hazırlanarak komiteye getirilmesi kararlaştırıldı. Bu da Türkeş’in müsteşarlıktan ayrılıp komiteye dönmesi idi. Osman’ın bunu üzerine almasının sebebi vardı. Çünkü Osman bir gece Türkeş’in Başvekâletteki odasında bir hadiseye şahit olmuştu.
Türkeş, Orhan Kabibay, Dündar Taşer, Dündar Seyhan konuşurlarken içeriye girmiş. Çok hararetli bir mevzuu imiş, o da hazırlanan plan “yeni fikirlerine yatmayan insanları nasıl ekarte edecekleri.” “Arkadaşlar buraya otuz sekiz kişi geldik. Otuz sekiz kişi gideriz. Benim başka bir şeye aklım ermez” demiş. Bu sözleri aynen Osman’dan dinledim ki benden bir şey saklamazdı. Ben de kendisine “Bu vaziyetten haberdardım” dedim. Bu durumla gözlendi ki komite içersindeki ihtilaf son haddesini bulmak üzere idi.
Harp Okulu’na Kumandan Tayin Edildim
Benim tayinim Harp Okulu Kumandanlığı’na çıktı. Bu tayin işi de çok çekişmeli olmuş. Harp Okulu Kumandanlığı’na tayin teklifimi Türkeş yapmış, taraftarları desteklemiş. Bu teklife Cemal Madanoğlu ile Sami Küçük itiraz etmişler. Fakat Osman Köksal, Sezai Okan, Ekrem Acuner filan destekleyince tayinim kolaylıkla kabul edilmiş. O zamana kadar Cemal Madanoğlu ve Sami Küçük, beni iyi tanımıyorlardı Türkeş’in adamı zannetmişlerdi. Haklı idiler, sonradan gayet iyi tanıdılar zannediyorum. Türkeş’i gayet seyrek görüyordum. En son olarak 3 Ekim 1960 günü Harp Okulu’nun açılış törenine gelmişti. Orada merasimden sonra ayak üstü görüştük. Okula Komite arkadaşlarım sık sık geliyorlardı. Yalnız Türkeş taraftarı tanınan gençler her nedense mesai harici zamanlarda okula gelmeyi tercih etmişlerdi. İlk defa Yüzbaşı Muzaffer Özdağ bir gün saat 19.00’da okula gelmiş ve o akşam Sekizinci Bölük ile birlikte yemek yemiş. Ertesi gün Alay Kumandanı Turgut bana durumu bildirdi. Derhal Alay Kumandanına şu emri verdim: “Bundan sonra hiçbir komite üyesi içeriye yalnız bırakılmayacak. Geldiklerinde mesai dahili ise bana getirilecek veya haberdar edilecek. Mesai harici ise nöbetçi amiri refakatinde ziyaretçi salonunda kabul edilecek. Emir çok sıkı olarak uygulandı. Hatta bundan alınanlar bile oldu. Bir Pazar günü Dündar Taşer okula gelmişti. Nöbetçi âmiri telefon ile eve bana bildirdi. Ben de kendisine ziyaretçi odasında ağırlamasını bildirdim. Bu ziyaretler maksatlı idi. Harp Okulu ile bir nevi kuvvet gösterisi yapmak istiyorlardı. Bilhassa genç subaylarla, bölük ve takım kumandanları ile temas sağlamayı arzu ediyorlardı. Yüzbaşı Numan Esin, Rifat Baykal bir kere geldilerse de alay kumandanını ve beni ziyaret ettiler. Rifat Baykal ikinci gelişinde de çok kısa bir müddet için Alay Kumandanının yanında kaldı. O gelişinde beni ziyarete gelen Mucip, Emanullah, Halim’i takip etmişti ve aynen onlara nizamiyeden girerken “Siz büyükleri, biz de küçükleri ziyaret ederiz” dedi. Bu sözler de insana bir çok derin manalar çıkartıyordu.
Türkeş’in Başbakanlık Müsteşarlığı
Bir gece saat 22.00 raddelerinde Türkeş okula geldi, ben henüz yatmamıştım. O zaman Başvekâlet Müsteşarı idi. Halinde bir telaş sezdim. Bu vakitte beni aramasının bir manası vardı. Çünkü artık o günlerde kendisini müsteşarlıktan uzaklaştırmak için mücadele safhası son hadde gelmişti. Bana yana yakıla arkadaşlarının kendisini iyi tanıyamadıklarını, halbuki hareketlerinde samimi olduğunu, hiçbir zaman Turancılık peşinde olmadığını, uzun müddet iktidarda kalmayı arzu etmediğini, arkadaşlarının yanlış anladıklarını yana yakıla anlattı. Kendisine fikirlerimi açık olarak söyledim. 18 Ağustos’ta yazmış olduğum yazıyı ve ana düşüncemi okudum. Çok güzel buldu., “Bundan başka bir şey düşünmüyorum” dedi. Ben de “O halde anlaşmamamız için sebep yok. Her iki taraf da biraz fedakârlık ederse fikirlerde anlaşırız” dedim. O ilk iş olarak şunu teklif etti. “Osman müsteşarlık için hazırladığı teklifi Meclis’e getirmesin” dedi. Saat 01.00’e kadar kaldı, çok uzun konuştuk. “Yarın Sezai, Osman ile görüşeyim, teklifini söyleyeyim, bakalım ne diyecekler” dedim. Meclis’e gittim Sezai ile görüştüm. “Artık ona itimat kalmadı. Çok söyledim, hareketlerinden vazgeçmiyor, gizli gizli gençlerle çalışıyor, oradan uzaklaşması lazım. İstersen Osman Köksal’la da görüş” dedi. Onunla da görüştüm o da aynı kanaatte idi. Başvekâlete gittim Alparslan Türkeş’e durumu söyledim: “Şunu teklif ediyorlar, kendi durumu sarsılmaması için Komite üyeleri icra mevkilerinde çalışmamaları için teklifi kendisi getirsin dediler.” Bunu kabul ettiremedim. Onun üzerine: “Benim yapacağım bir şey kalmadı. Sen bilirsin, teklifi kabul etsen iyi olur” dedim. “Hayır, mücadele ederiz” dedi. Birkaç gün sonra da, Alparslan Türkeş müsteşarlıktan ayrıldı. Kendisini evde ailesi ile beraber ziyaret ettiğimde geçmiş günleri anlattım, “Kendi kendine gitmiş olsaydın daha iyi olurdu” dedim. “Ben de benimle kıskanıp uğraşanlarla uğraşacağım” dedi. Bunların başında Sami Küçük geliyordu. Ekrem, Osman Köksal’a da itimat etmiyordu.
Türkeş’in Gizli Toplantıları
Bu sırada Binbaşı Dündar Taşer’e her nedense pek bel bağlamıştı. Zırhlı Birlikler Okulunda Tank Taburu vardı. Binbaşı Dündar Taşer oraya sık sık, zamanlı zamansız gelip, kuvvet gösterisi yapıyordu. Ve gizli gizli Türkeş grubu toplantılar tertip ediyorlardı. Bunlardan hep haberdar olunuyordu. Ama onlar her defasında inkar yoluna sapıyorlardı. Durum artık iyice anlaşılmıştı. Komite tamamıyla iki gruba bölünmüştü. İçin için birbirlerine karşı cephe alıp bir diğerini ekarte etmeye bakıyordu. Bunun tesiri orduya da yayılmıştı. Hele Ankara’daki birlik komutanları ilk anlarda ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Fakat aklı selim hâkim oldu. Ben Ankara’da yaptığım temaslarda karacı arkadaşlarla da tam fikir birliğine varmıştık. Hava kuvvetlerinde Halim Menteş çok mühim rol oynamıştı. Hava Kuvvetleri de yekvücut olarak aynı cephede idiler.
3 Ekim 1960 günü Devlet Reisi Cemal Gürsel Paşa beni başvekâletteki makamına çağırttı. Çok eskiden, yüzbaşılığımdan beri beni tanırdı. Mekteple ilgili birkaç sual sorduktan sonra asıl meseleye geldi. Komite içinde son gidişatın iyi olmadığını, bazı kimselerin sapık fikirlere sahip olduğunu ve bunlardan bir kısmının da Harp Okulunu zamanlı zamansız ziyaret ettiklerini duyduğunu bildirdi. Ben de kendisine durumu anlattım aldığım tedbirleri bildirdim, verdiğim emirleri söyledim. Harp Okuluna itimat edileceğini, şahsen hangi fikirde olduğumu söyledim. Bunun üzerine “Evet, zaten Osman Köksal, Sezai Okan senin durumunu bana anlattılar. Bunların eski arkadaşıymışsın, komitenin kurulması da sana aitmiş, hepsini öğrendim. Şimdi de vaziyeti tam manasıyla kavramış vaziyettesin, sana bu hususta söyleyecek hiçbir sözüm yok, tam emniyetle bakıyor ve güveniyorum” dedi. Müsaade isteyerek yanından ayrıldım.
Komite Üyelerinin Ziyaret ve Toplantıları
O günlerde komite üyelerinden ziyaretime gelenler sıklaşmaya başladı. Yine bir gün Alparslan Türkeş geldi. “Bu gidişat iyi değil Talât, artık buna bir çare bulalım” dedi. “Eski arkadaşlar bir araya gelip toplanalım ve karar alalım” dedim. O anda telefonla Halim Menteş’i çağırdım. Benim odada üçümüz uzun boylu tartıştık. Netice itibariyle, Halim ve ben her ikimiz kendisine açıkça şunu bildirdik: “Komite üyeleri bugün Silahlı Kuvvetleri temsil etmek üzere orada bulunmaktadır. Siz aranızda bölünmek suretiyle bunun sirayetini orduya kadar uzatmakla orduyu ikiye parçalamaya hakkınız yoktur. Onun için bu ana gaye uğrunda basit planlardan vazgeçip, fikir ayrılığı olan hususlarda karşı karşıya gelip gayet samimi olarak anlaşmanızdan başka çare yoktur. Yoksa, komitenin ikiye ayrılmış şekli ile birbirimizin hayatını dahi ortadan kaldıracak planlar hazırlamak, hudut harici etmeyi düşünmek sizlere bir şey kazandırmaz, memleketi felakete sürüklersiniz. Biz hiçbir zaman fikirlerinizi desteklemeyiz ve yardımcı olamayız” dedik.
Alparslan Türkeş de “Öyle olsun, ne yapalım” dedi. Onun üzerine biz de bu işleri gayet açık olarak fikir ayrılığı olan iki cephe bir araya gelerek konuşulsun, kartlar açılsın, her iki taraf birbirini ikna etmeye çalışsın dedik. İcap ederse toplantılarınızda biz de bulunalım dedik. “Peki” diye razı oldu. Bir veya iki gün sonra Muhafız Alayında toplanıldı. Bizler katılmadık, ama orada görüşülenlerden haberdar olduk. Toplantıda Osman Köksal, Sezai Okan, Mucip Ataklı, Sami Küçük, Türkeş, Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı, Muzaffer Özdağ bulunmuşlar. Herkes gayet serbest olarak konuşmuş. Birbirleri hakkında tasarladıkları planları dahi söylemiş, gizli bir şey kalmamış. Bazı noktalarda birbirlerine hücum etmişler, neticede bir anlaşmaya vararak, komitede Heyeti Umumiye ile bir toplantı yapmaya karar vermişler. Bize öyle bildirdiler. Netekim iki üç gün sonra Komiteden yirmi dört kişinin iştirak ettiği bir toplantıda fikir konusundaki anlaşmazlıklar gece yarısı saat 03.00’e kadar münakaşa edilmek üzere bir karara bağlanmış ve anlaşmaya varılmış. Ve hatta şimdiki idarenin referanduma arz edilme işi de karar altına alınmış. O sabah, Osman Köksal, Sezai Okan bana telefon ederek bu durumu bildirdiler. Sonra Okula da geldiler, görüştük. O günkü durumdan sonra da tutumun nasıl olacağını planlamak üzere de altı kişilik bir planlama grubu seçmişlerdi. Bu planlama grubuna Mucip Ataklı, Kadri Kaplan, Alparslan Türkeş, Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı, Sezai Okan seçilmişlerdi.
O akşam bu şekilde karar alınmasına rağmen bu planlama grubu hiçbir zaman toplanıp tam bir planlamaya geçilemedi. Çünkü her defasında bir bahane ile karşı taraf toplantılara katılmamış. Eskiden olduğu gibi Türkeş Grubunun gizli toplantılar yapmaya başladıkları haber alındı. Aynı zamanda eski huylarından da vazgeçmedikleri kati olarak öğrenilince 13 Kasım 1960 harekâtının yapılmasına karar verildiğini sonradan anladık. Uzun görüşmelerden sonra isimler üzerinde durularak netice Cemal Gürsel’e bildirilmiş, o da kati kararını vererek “Ne yapacaksanız yapın, elinizi çabuk tutun” demiş.
Ondörtler Olayı
13 Kasım 1960
Bu sabah Alparslan Türkeş okula geldi gene, telaşlı bir hali vardı. Bana artık komitenin işe yaramaz hale geldiğini, lağvedilmesi icap ettiğini ve yeni seçimlere gidilmesi için çare düşünülelim dedi ve ilave etti; artık ikinci büyük tarihi kararın verilmesini söyledi. Ben de kendisini ikna etmeye çalıştım. Kanaatimi tekrarladım. Yekvücud bir komite haline gelmeden hiçbir işin düzelemeyeceğini, bunun için ne yapıp yapıp, anlaşma yapılmasının uygun olacağını teklif ettim. “Bu hususu geciktirmeyin” dedim. “Peki biz hazırız öyle ise” dedi. “Sonra gel görüşelim, seni öğleden sonra evde bekleyeceğim” dedim. Bu sırada telefon çaldı. Kurmay Albay Halim Menteş benimle görüşmek istediğini söylüyordu. Hay hay dedim. “Bak Alparslan Türkeş de yanımda, gel istersen burada görüşelim” dedim. “Hayır, ben seni evde bekliyorum, acele gel” dedi. Türkeş de fazla yanımda kalmadı, gitti. Fakat herhalde az da olsa bir şeylerden şüphe ediyordu zannediyorum. Fakat hiç bir şey çözemedi.
Ben derhal Menteş’e gittim. Emanullah Çelebi ile beni evlerinin önünde bekliyorlardı. Araba değiştirerek Halim Menteş’in arabasına bindim. Arabada üçümüz vardık. Jandarma Okulunun önüne doğru gelirken Halim arabayı durdurdu. Bana dönerek “Talât eskiden ettiğimiz yemini hatırla ve içinden tekrar et, sana ikinci tarihi kararı bildireceğim” dedi ve verilen kararı açıkladı.
“Artık komite içinde tam bir vahdet teşkil etmeye imkân yok. Netice daha kötüye gitmeden anlaşamadığımız arkadaşları komiteden ayırarak uzaklaştırmaya karar verdik. Bunlar emekliye sevk edilerek yurtdışına çıkarılacak ve harekât bu gece tatbik edilecek” dedi. Ben de derhal kabul ettim. Bana uzaklaştırılacak olanların listesini okudu. Dokuz kişi idi. Fakat o gece ondörde yükseldiğini, ertesi gün Cemal Madanoğlu’ndan emir alınca öğrendim.
Halim bana 13 Kasım günü sabahı saat 06.00’da okulda bulunmamı söyledi. Ayrıldık. Okula geldim hiç kimseye haber vermedim. Öğleden sonra da evde bekledim. Türkeş de gelmedi.
13 Kasım 1961
Saat 05.30’da evin kapısı çalındı. Baktım bir deniz kurmay binbaşısı, elinde Korg. Cemal Madanoğlu’nun kartını göstererek, beni Ankara Kumandanlığında beklediğini bildiriyordu imzayı iyi tetkik ettim hemen hazırlanıp aşağıya indim. Ankara Merkez Kumandanı P. Albay Hikmet Akıncılar da vardı. Ankara kumandanlığına giderken Merkez K. bana “Ne var?” diye sordu. Baktım, hiçbir şeyden haberi yoktu. Ben de “Oraya gidince öğreniriz” dedim. Tam saat 06.00’da Ankara Kumandanlığına geldik. Korgeneral Cemal Madanoğlu’nun odasına girdik. İçerde Piyade Albayı Recep de vardı. Bana dönerek “Sen niye geldin, durumu biliyorsun ya” dedi. Ben de “Emrinizi aldım” dedim. O anda iki albay bana yan gözle baktılar.
Emir Verildi
Cemal Madanoğlu bize emri tebliğ etti. Kısaca şu idi.
1) Komiteden bazı arkadaşların ihracını sağlayan kararı bu sabah 07.00’de tatbik edeceğiz. Herkesin kıtası başına giderek herhangi bir harekâta karşı bulunması için hazır olsun, dedi.
2) Tatbik edilecek planın ana hatlarını söyledi. O da kısaca şu idi.
a) Komiteden çıkarılacak arkadaşların hepsine 07.00’de tebligat yapılacaktı. Bunu emniyetten iki sivil polis yapacaktı. Her birine ikişer memur ayrılmıştı.
b) Tebliğ zarfını bir sivil memur kapıları çalıp verecek, diğer memur evin önünde bekleyecekti.
c) Zarfın içinde şu yazılı idi.
(1) Emekliye ayrıldınız
(2) İkinci bir emre kadar evinizden ayrılmayacaksınız.
(3) 07.30’da Ajans Haberleriniz dinleyiniz.
d) Evinden çıkan olursa, hiçbir surette zor kullanılmayacak, kapının önünde bekleyen ikinci sivil memur o şahsa yaklaşıp evine dönmesi için ihtar edecek, şayet hareketine devam ederse, derhal telefonla en yakın inzibat karakoluna durum bildirilecek. O zaman tevkif edilerek Merkez Kumandanlığına gönderilecekti. Yer yer seyyar inzibat karakolları kurulmuştu.
e) Bu şahıslar evlerinde nezaret altında bulundurulup sonra yurtdışına vazife ile gönderilecekti.
Oradaki kumandanlara radyoda yayımlanacak beyanatı verdi. Bana teksir edilmiş kâğıtlardan kalmamıştı. O zaman kendi el yazısı ile (Eski Türkçe) aslını verdi. (Bende mevcuttur, saklıyorum.) Okuduk. Emri alıp ayrıldık. Ben kendisine bir husus sordum. İkinci bir emir verilip verilmeyeceğini ve mütemmim emirlerin gelip gelmeyeceğini sordum.
Çünkü en kritik yer olarak Harp Okulunu buluyorlardı, orada bir reaksiyon olur mu diye çekiniyorlardı. “Hayır” dedi tamamiyle sen inisiyatifinle hareket edeceksin sana bırakıyorum” dedi. Ayrıldık, ben derhal okula geldim. Saat 07.00’ye gelmek üzereydi. Alay Kumandanı Yb. Turgut Alpagut ve Kurmay Başkan Vekili Bnb. Hüsamettin Sevengül’ün arabalarını göndertip istettim. Onlar gelinceye kadar da nöbetçi heyetini toplayıp şu emri verdim:
“Arkadaşlar,
Saat 07.30’da radyoyu dinleyiniz ve derhal taburlara dağılarak talebenin haletiruhiyesini kontrol ediniz neticeyi bana bildiriniz.” dedim. Ben de Pazar olduğu için henüz yataktan kalkan öğrencileri kontrol etmek için koğuş koridorlarında dolaşmaya başladım. Bu arada hiçbir taşkınlığa tesadüf etmedim. Çocuklar hiçbir mana verememişlerdi. Radyo neşriyatı üzerlerinde bir şok tesiri yaratmıştı. Kahvaltıdan sonra yavaş yavaş gruplaşmalar olmaya başladı. Ben derhal izinli çıkmalarını serbest bıraktım, izin hevesi ile okuldan dağıldılar. Bir kısım talebe okulda kalmıştı. Saat 10 raddelerinde Sıtkı Ulay Paşa geldi, eski talebelerini havuz başına topladı, onlara bir nutuk çekti. Ben pek dinleyemedim. Yalnız şu koku seziliyordu: Bu durum karşısında bana da demek pek itimat edilmemişti. Çünkü ben okul komutanı iken onun gelmemesi icap ederdi. Talebelere vakti zamanında çok taviz vermiş olduğu için talebeler onu görünce çok şımarıyorlardı. Çok lüzumsuz konuşmalar cereyan ettiği için ben hiçbir zaman Sıtkı Paşanın yanına sokulmadım.
Öğle üzeri evime gittim. Araba evimde bekliyordu. Saat 14.00 raddelerinde Emniyete ait bir hususi araba geçti ve evin önünde durdu. Şoförümle görüşmüş ve şunu sormuş “Alparslan Türkeş’in evini biliyor musun?” demiş. O da “Bilmiyorum” demiş. O araba ben evden çıkıncaya kadar eksik olmadı ve devamlı dolaştı.
Gece okulda yatmamız için emir aldık, okula döndüm. Saat 20.00’den sonra komiteden arkadaşlar geldi. Muzaffer Yurdakuler, Kadri Kaplan, Mehmet Özgüneş, Ahmet Yıldız, Ekrem Acuner, Fikret Kuytak hariç hemen hemen hepsi geldiler. Benim odamda uzun boylu oturduk, görüştük. Bu arada Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Memduh Paşa da geldi. Komiteciler gittikten sonra Memduh Paşayı epey aydınlattım. Ve eski hatıralarını da söyledim epey teessür etti.
Pazartesi günü normal mesai yapıldı. Yalnız bu arada Orhan Kabibay henüz ele geçmemişti. Sıtkı Paşa tekrar okula geldi. Telaşlı bir vaziyette. Kabibay buraya gelip herhangi bir şey yapabilir diye korkuyordu. Kendisine teminat verdim ve bir daha okula gelmemesinin daha iyi olacağını söyledim. Netekim komitedeki arkadaşlara da bu durumu bildirdim. Faydasız bir şey, talebeyi istim üstünde tutmakta bir mana yoktu. Talebe onu görünce heyecanlanıyor, onun lüzumsuz konuşmalarını da ben hiç iyi karşılamıyordum. Hatta Osman Köksal’a şöyle söyledim: “Bu zat bir daha okula gelirse ben kumandanlığı terk ederim. Bana mı itimat edeceksin, ona mı? Mesuliyet bana ait olsa gerek” dedim. Son gelişi o oldu. Bu şekilde iki üç günü evden ayrı geçirdim. Evimle olan telefon muhaberemi kestiler. Beni hariçten arayanlar telefon başında ilk önce Cemal Madanoğlu’nu buldular. Çünkü oraya bağlatmış. Yani esaslı tedbirler alınmış farkında değiliz. Netekim Ondörtler tevkif edilip Mürted Havaalanına götürüldüğü zaman Orhan Kabibay’dan başkasının ziyaretine gidemedim. Ona da Osman ve Sezai ile birlikte gittik. Sıra ile arkadaşlar yolcu edildiler. Bu iş de böylece kansız bitti. Kara Kuvvetleri Komutanlığında derhal bir tayin kampanyası açıldı. Ondörtlerin adamıdır diye listeler tanzim edildi. Beni de Türkeş’in bir numaralı adamıdır diye listenin başına koydular. Bereket versin, Komitede geri kalan bütün arkadaşlar kimsenin adamı olmadığımı bildikleri için bu yanlışlık zamanında önlendi. Bu durumu duyar duymaz, Meclis’e gittim. “Benim hakkımda % 100 yanılanlar diğer arkadaşlar için de yanılabilirler, bu şekilde tayinlere kalkmayın, orduyu ikiye ayırırız. Çok kötü neticeler doğar” dedimse de kimseye dinletemedim. Ama hata her zaman için kendini gösterdi ve gösterecek de. İlerde bu husus nasıl temizlenecek bilmem, çaresi bulunur herhalde.
Benim için de türlü söylentiler çıkardılar. Tevkif edildi, dediler. Tayin edildi dediler, Yassıada’ya gönderildi, dediler. Herkese lâf lazım imiş çok da dostum varmış. Zamanla her şey anlaşıldı ve anlaşılacak da.
14’lerle İlk Yapılan Temaslar
Ordudaki bazı 14’lü subaylar Türkeş ve taraftarlarını Milliyetçi olarak tanıyarak bilir bilmez çeşitli fikirlerle 14’ler bir fikri mukaddesatçı, icabında nurcu fikirler yayıyorlardı.
Nasyonal Sosyalizm fikirleri revaçta idi. Faşist fikirleri benimseyenlere rastlıyorduk. Gençler doktrinlerin karşılığı neler olduğunu dahi bilmiyorlardı. Askeri idare diye bir şey tutturmuş gidiyorlardı. Ordudaki bu akımı, Kemalizm doktrinini yaymakla % 90 önledik.
14’lerin 13 Kasım 960 harekâtı ile nasıl yurtdışına uzaklaştırıldıklarını bilirim. 14 şahıs da kendine has fikir ve yaşayış tarzları vardır. Bunlar bir fikir topluluğu değildir. Rastgele bir dolmuşa doldurularak o günkü şartlar içinde MBK’dan zararlı görüldüklerinden ihraç edilmişlerdir.
Şimdiye kadar tebellü etmiş esaslı bir fikir ve doktrinleri yoktur. Zaten içlerinde fikir sahasında kendini yetiştirmiş birkaç kişi vardır.
Bunlar yurda döndüğü zaman münasebetlerimizin ne olacağını tespit etmiştik:
1) 14’leri kül olarak tanırız.
2) Herhangi bir kadro birleşmesi olursa, ilk önce doktrin üzerinde anlaşmamız şarttır. Kadro için de bazı tekliflerimiz olabilir.
3) 14’lerin hepsi yurda dönmeden, hepsinin fikirlerini tam olarak öğrenmeden tek taraflı bir angajmana gidemeyiz.
İlk defa yurda 14’lerden Orhan Kabibay ile Rifat Baykal döndüler. 22 Şubatçılar içinde ondörtçü geçinen arkadaşlar bunlara büyük kıymet verdiklerinden, bazıları ta Edirne hududunda karşıladılar.
Orhan Kabibay ve Rifat Baykal’ın Ankara’ya gelişlerinde içimizdeki 14’çüler bir kuvvet gösterisi yapmak istiyorlardı. Ankara şehri uzaklarında karşılayıp şehir içine nümayişle sokmak çabasında idiler. Beni de bu karşılama töreninde en ileri safta görmek istiyorlardı. Bu hususta Emin Arat’ın evinde ben, Bahtiyar Yalta, Emin Bey, Rıfkı Bey konuştuk, karar aldık. Harekât tarzımızı tayin ettik. Tanıyan yakın arkadaşlar şehir dışında karşılayacaklar ben ise O. Kabibay kalacağı eve geldikten sonra nezaket ziyaretine gidecektim. Bu kararım Yb. Mustafa Ok tarafından tenkide uğradı. “Albayım hayatınızın en yanlış kararını verdiniz, gidip yoldan karşılamanız lazım” dedi. Eğer daha evvel kararı vermeden ben de konuşmalarda bulunsa idim, bu kararı size verdirmez, tesir ederdim” dedi. Çünkü Yb. Mustafa Ok kuvveti nerede görürse o yana sessizce kayan bir tipte insandı. 14’ler zamanında rağbet görerek kendisi Yassıada İrtibat Bürosunda çalışmıştı. Onlara karşı ayrıca da bir vefa borcu vardı. Bizden daha büyük bir kuvvet taşıdıklarını vehm ediyordu.
Ben de kendisine ben yaptığımı bilirim, beni bu kadar ucuz harcamaya kalkma, dedim. Kararımdan ısrar etmesine rağmen dönmedim. O gün Mustafa Ok ile birlikte yakın arkadaşların Kur. Yb. Daniş Çağlar, Kur. Alb. Muammer Şahin de vardı. Bunlar da ikinci 14’çü triosu idi. Beni çevrilmek istenen manevraları anlamayacak kadar saf zannediyorlardı.
14’lerin ilk temsilcileri ile 22 Şubatçılar sevk idare Kh. Kur. Albay Necati Ünsalan’ın evinde ilk resmi toplantıyı yaptık.
Emin Arat, Orhan Kabibay’a bir sual tevcih etti. Fikriniz nedir? Orhan Kabibay, fikrimizi bütün dünya ve Türkiye biliyor diye cevap verince hiçbir fikre sahip olmadıklarını anlamış olduk. Yukarıda yazdığım şartlar altında Türkiye’ye döndükleri takdirde anlaşabileceğimizi söyledik. Kabul ettiler. Brüksel toplantısına gittiler. Netice orada Alparslan Türkeş’le liderlik meselesinde anlaşamadıkları için tam aksi oldu. 1/14 olarak parçalandılar. Fikirsiz toplulukların akıbeti zaten bu idi.
2 Ekim 1962 Hadisesi ve Dündar Seyhan’ın Tavrı
Orhan Kabibay ikinci defa Türkiye’ye geldi. 22 Şubatçılar olarak onunla yeniden 14’ler mevzuunda görüşmek icap ediyordu. Bu konuşmaya gitmeden, 22 Şubatçılar kendi aramızda bu sahada bir anlaşmaya varalım diye bir ihsari toplantı yapılmasını teklif ettim.
Necati Ünsalan’ın evinde toplandık. Toplantıda şu kimseler vardı: Ben, Emin Arat, Galip Gültekin, Necati Ünsalan, Dündar Seyhan, Turgut Alpagut, Mustafa Ok, Bahtiyar Yalta, Cevat Kırca, Fethi Gürcan, Daniş Çağlar, Osman Üçok.
Müzakere sinirli bir hava içinde başladı. Dündar Seyhan içkili idi, konuşmaları tecavüzkâr idi. Nihayet, ağırlığını ortaya koyarak, şu teklifi yaptı:
“14’ler ikiye ayrılmıştır; Türkeş taraftarları, iki Orhan’lar taraftarları. Türkeş ile birleşmemize imkân yoktur. O halde Kabibay kanadı ile hemen birleşelim, şartlarım da şu şekildedir.” dedi. Teklifleri ortaya koyunca şaşırmıştık. Çünkü o ana kadar ben uzlaştırıcı bir formülle konuşmaları götürüyordum.
Dündar Seyhan’ın yaptığı teklif:
1) Orhan Kabibay kanadı 22 Şubatçılarla ancak şu şartlarda birleşebilir:
a) Orhan Kabibay 22 Şubatçılarında lideri olacak. “Bu fikirden ben vazgeçirdim.”
b) Yahut da Aydemir ile liderlik mevzuunda müsavi hak tanınacak.
c) Bunlar kabul edilmezse, birleşme olmazsa ben Orhan Kabibay’ın liderliğini kabul edip sizlerden ayrılacağım. Tabiî giderken de birkaç kişiyi götürürüm dedi.
Ayrılmak İsteyen Gider
“Şayet beni Kabibay da kabul etmezse ben Aydemir’e karşı da gelmem. Köşeme çekilir otururum. Hiçbir şeye karışmam” dedi. Bunda kararlı idi. Çünkü daha önceden yapılmış bir plandı.
Bunun kabul edilemeyeceği aşikârdır. Liderlik, kumandanlık tecezzi kabul etmez dedim. Toplantıya son verildi. Kalktık, ayrıldık, yolda arkadaşlarla giderken gecenin muhasebesini yaptık. Dündar ile ayrılışımın hakiki sebebi budur. Dündar arkadaşlık, vefakârlık duygusu ile hakikaten Kabibay’a bağlı idi. Takdire şayan bir durumla erkekçe bizden ayrıldı. Bu ayrılıştan sonra pişmanlık duymuştu ama, bütün yaklaşma teklifleri reddedildi. Çünkü ertesi gün ben şöyle bir prensip kararı vaz ettim.
a) 22 Şubatçı kadrosunda kimse karar alınmak sureti ile ihraç edilemez.
b) Herkes inandığı liderin peşinde gitmekte ve istediği kadroda yer almakta serbesttir. Herkes kendi yerini kendi seçer.
c) Bir şahıs yeni seçtiği kadroda kalır. Nadim olduğuna kanaat getirilirse dahi tekrar eski kadroya dönemez. Bulunduğu yerden müspet olarak yardım edebilir.
Bu prensibe göre Dündar Seyhan’ın geri gelmesine imkân kalmamıştı. Sırası ile Necati Ünsalan, Kadri Kaplan, Daniş Çağlar, Şefik Soyuyüce, kardeşi Ruhi Soyuyüce, Muammer Şahin, Dündar’ı takip edip ayrıldılar. Asım Mutludoğan sarsıntı geçirdi, onlara iltihak etmedi. İçimizden genç subaylardan Türkeşçi beş subay da, Üsteğmen Mihail Erk, Teğmen Naci Özcan, Teğmen Acar Okan, Üsteğmen Ergün, Teğmen Güngör Eraslan ayrıldılar. Geri kalanları da pür 22 Şubatçı olarak kabul ettik. Yeni bir sevk idare karargâhı ile çalışmalarımıza devam ettik. Yeni karargâh: Ben, Emin Arat, Galip Gültekin, Fethi Gürcan, Mustafa Ok, Turgut Alpagut, Bahtiyar Yalta’dan ibaret 7 kişi idi. İstanbul’da da Cevat Kırca, Osman Deniz idareci idi. Bu ayrılmalardan bir müddet sonra 14’lerin her iki kanadı da çok yıkıcı bir şekilde aleyhimizde kötü propagandalara başladılar.
Türkeşçilerin Tezviratı
a) Türkeşçiler: Hakkımda yaptıkları propagandaları:
1- Sosyalist şahıslarla konuşuyor. Temasta milliyetçi değildir, komünisttir.
2- Hakiki lider Türkeş’tir. Zaten Aydemir hiçbir zaman lider olacak evsafta insan değildir.
3- Yön gazetesi okuyor, Harp Okulu talebelerine Kızılay’da poz çakıp selam aldırıp geziyor gibi ipe sapa gelmez laflarla ordudaki genç subaylar arasında kesif faaliyet yapıyorlardı. Bula bula da bunları söyleyebiliyorlardı. Bu fikirleri işleyenler Muzaffer Özdağ, kardeşi Muammer Özdağ, Emekli Üstg. Mihail Erk (Özdağ’ın kayınbiraderi), Emekli Teğm. Acar Okan, Teğm. Naci Özcan, Üstg Ergun, Emekli Yzb. Fuat Özgür, Emekli Kur. Alb. Muammer Şahin (Bu herkesten ileri idi, çok nankör bir insandır).
22 Şubat gecesi, harekâtı bıraktıktan sonra bende mevcut bütün dökümanları, çalışma zabıtları, harekât için ve harekât sonrası için yapılan planları, hatıratımı ve protokolleri havi vesikaları o gece Piyade Teğm. Bekir ile Jandarma Teğm. Cengiz Katum’a teslim etmiş ve kaçırmışlardı. Bu iki teğmen Türkeşçiymiş, emanete hıyanet ettiler. Bu vesikaları ne kadar getirip teslim etmelerini istedi isem de getirmediler. Kur. Alb. Muammer Şahin’e vermişler. O da zaman zaman beni elindeki bu vesikalarla tehdit etti. Güya o vesikalar içinde benim komünist olduğuma dair vesikalar varmış diye. Sağa sola aslı astarı olmayan şeyler yaydı. Benim vesikalarımdan, yakın arkadaşlarımdan da haberdar idiler. 22 Şubat öncesi herkes onları okumuştu. Fakat insanların adileri her türlü iftiraları herkese sürmekte tereddüt etmezler. Bu şahsın ne kadar kötü fikirler beslediğini bizzat kendisi tarafından Topçu Albay Agah Günal’a anlattığı bir açıklamasını buraya yazmadan geçemeyeceğim:
22 Şubat 1962 gecesi Muammer Şahin, Konya’dan gelmişti. Kendisi bunu şöyle anlatmış: “Ben Harp Okuluna milliyetçilerin, yani Türkeşçi asteğmenlerin özel parolası vardı (Tanrı Türk’ü korusun) parolası ile girdim. Ne kadar Türkeşçi Asteğmen varsa topladım. Eğer Aydemir harekâtı başlatmış olsa idi, derhal Aydemir’i öldürecektik. Ertesi günü Türkeş’i tayyare ile getirip harekâtın lideri yapacaktık” diye esas maksadını Agah beye anlatmış. Demek ki içimizde arkadaş diye bağrımıza bastığımız ne kara yılanlar varmış. Neler düşünebiliyorlarmış. Bu şahıs kendini milliyetçi bir subay olarak tanıtır. Esasında mukaddesatçı ve nurcu bir şahıstır. Sonradan yaptığım tetkiklerde ne mal olduğunu iyice öğrendim. 27 Mayıs 1960 sonrası 13 Kasım harekâtı oluncaya kadar İstanbul’da Emniyet Müdürlüğü yaptı. Kur. Yarbay Daniş Çağlar da mahiyetinde olarak o vazifeleri esnasında neler yaptıklarının hepsini öğrendim. İşte bu gibi insanlar 13 Kasımdan sonra hemen bir kenara itilmiş, pasif vaziyette idiler. Bunları onöre etmek için çalıştım. Harp Okuluna çağırttım. Aynı ideal uğruna çalışmak üzere kendi tabancamın üstüne yemin ettirdim. Ordu içinde eski şahsiyetlerine kavuşmalarına yardımcı oldum. Şimdi karşılığını da bu şekilde görüyorum. Dünya bu, düşmez kalkmaz bir Allah vardır. Şu mahkeme safhası içinde ölüm suçu ile yargılanıyorum. Ellerinde zapt edilerek kalan mühim, benim için ibraz etmekte çok faydalı hususlar var. Böyle bir müşkül anımda vasıtalı olarak gene istedim, göndermediler. Türkiye’deki insan karakterlerini tanıtmak için bunları yazıyorum. Yoksa bunlardan bir şey beklediğim için değil. Aynı Muammer Şahin, Orhan Kabibay ile geldiği zaman peşinden ayrılmayan bu sefer de, Daniş Çağlar ile birlikte onun liderliğini kabul edenler arasında idi. Hâlâ nerede olduğunu anlayamadım. Anladığım bir şey varsa, bir numaralı menfaatperest, kuvvet nerede ise o yana kayan hain, nankör bir tip. Necati Ünsalan’ın da çok iyi arkadaşıdır. İyi uyuşurlar. Şimdiki halde yerini Muammer Şahin, Dündar Seyhan ve Necati Ünsalan’ın dahil olduğu grup içinde seçmiştir.
Orhan Kabibay Kanadı
b) Orhan Kabibay Kanadı: Bu zümreye bizden ayrılarak katılan 22 Şubatçıları daha evvel yazmıştım. Bunlar 11 Havacı ekibi ile de birleşerek şöyle yeni bir kadro teşkil etmişler ve adlarını 27 Mayıs Cephesi tescil etmişlerdi. Ben bu gruba Kokteyl grup ismini takmışımdır. Çünkü karmakarışıktır. Zorla bir dolmuş kadrosuna itilmiş insanlardır. Mecburiyet tahtında birleşmişlerdir. Kadronun ileri gelenleri şunlardır:
Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı, Dündar Seyhan, Kadri Kaplan, Necati Ünsalan, Halim Menteş (11 Havacı ve üç havacı tabiî senatörü temsil eder. Mucip, Emanullah Çelebi, Haydar Tunçkanat), İrfan Solmazer, Muammer Şahin (Türkeş’i bırakmış şimdi buradadır), Daniş Çağlar, Ruhi Soyuyüce.
Bu grubun aleyhimdeki propagandaları:
1) Liderlik sevdasında olan hain bir insan, hiçbir zaman onun liderliğini kabul etmiş değiliz. (22 Şubattan ayrılanlar söyler)
2) 22 Şubatta bütün kuvvet elinde iken kullanamamış korkak bir insandır.
3) 22 Şubat gecesi korkudan bayılmıştır, harekâtı sabaha kadar Dündar Seyhan, Necati Ünsalan idare etmiştir, harekâtı bunlar durdurmuşlardır.
4) Solcularla temas hallindedir.
5) Artık ihtilâl yapabilecek bir kudret ve kuvvete sahip değildir. Peşinden kimse gitmez. Ona bağlı bütün genç subayları bizler ayırıp kendimize bağladık.
6) Onunla birleşmemize dahi imkân yoktur. Şayet böyle şey olsa, içimizde beşinci kademede dahi bir yer alamaz.
En kötüsü: Genç Kemalistler Ordusu namı altında beyanname dağıtan beş subay tevkif edildiği zaman, Necati Ünsalan, Dündar Seyhan, Kadri Kaplan tiryosu beni, bu subayları ihbar eden (Muhbir) olarak Ordu’ya ve etrafa yaydılar. Hatta benim için ikinci Samet Kuşçu diye bahis ederek hakkımda ne lazımsa beni küçültmek için bütün zehirlerini döktüler. Tutup tutmadığını bilemem. Yalnız siyasî hayatta ihtiras sahibi olan insanlar, yirmi dört senelik arkadaşım olan Necati ve Dündar bu propagandaları yapmakla ne kadar küçüldüklerini 21 Mayıs 963 İhtilâlinden sonra mahkemeler esnasında anlamışlardır. Dündar Seyhan hatasını kabul etmiş vicdan azabı çekmekte olduğunu hissettim. Ama Necati Ünsalan hâlâ nankörlüğe devam etmektedir.
Her iki kanadın da faaliyetleri de hiç meçhulüm değildi, ama ne yaptı iseler zamanla yalan propagandalar tesirlerini kaybetti. Hatta o kadar gariptir ki bunların yıkıcı propagandalarına zaman zaman pür 22 Şubatçı diye kadromuzda bulunan bazı şahıslar da katıldı. Başta Selçuk Atakan. Çünkü o da zamanında Orhan Kabibay’dan iyilik görmüş bir insan olduğu için, onunla gizli olarak bir anlaşma yapmıştı. Zaman zaman beni tanıyan gençlere hakkımda çok defa menfi propaganda yapmış, Kokteyl grup namına çalışmıştır. Çünkü o kanadın CHP’ye dayandığını biliyordu. Kendini ticarete, paraya, eğlenceye vermişti. 22 Şubatçılık etiketi altında çok iyi ticari sahada nüfuz ticareti yapıyordu, bu yüzden patronlarına da epey faideli olmuştu. Birkaç ata birden oynuyordu. Onun için de her tarafa kayabilen, çok zekice hareket edebilen bir tipti. Esas şekli, karakteri, ne kadar ciğersiz, ne kadar vefasız, ne kadar iyi günler için insanlarla dostluk yapan bir tip olduğu da 21 Mayıs olayları mahkemesinde kendisini gösterdi.
Ben bu tipleri 22 Şubat gecesi de hakiki hüviyetleri ile bilmeyen bir insan değildim, ama ne yazık ki eldeki kadro bu idi. Hedefimize varıncaya kadar mümkün olduğu kadar 22 Şubatçı diye efkârı umumiyece tanınan kadronun tüm olarak tutulmasını, parçalanmamasını istiyordum. Çünkü bu gibi tiplerden uzaklaşmak gayet kolaydır, ama hakiki hüviyetlerini cemiyette henüz belli etmiş değillerdi.
Şimdi kendiliklerinden tehlike anında çıktılar. Cemiyet içinde kendi yerlerini kendileri seçti. Demek ki her şeyin zamanı varmış. Düşüncelerimde haklı imişim. Artık bu gibi iki yüzlü tipler benim için bir varlık değillerdir.
Alparslan Türkeş’in Yurda Avdeti
Bu hususları da anlatmak yerinde olacak. Türkeş yurda 14’lerin tabii lideri olduğu iddiası ile dönüyordu. O da dışarıda kaldığı müddetçe Türkiye’deki taraftarları tarafından yanlış beslenmişti. Fakat buna rağmen Türkiye’deki Milliyetçi Mukaddesatçı zümre ile CHP’nin karşısında olan ve bilhassa İnönü düşmanı kitle, üniversitede ilahiyat fakültesi, imam hatip okulu mensupları, muhafazakâr grupların desteğini kolaylıkla sağlayacak bir şekilde yurda giriş rotasını çizdi. Edirne hududundan itibaren eski eserleri ziyaret bahanesi ile camileri gezmekle ilk işe başladı. İstanbul’a Topkapı’dan, Fatih gibi girmeye özendi. Karşılayıcıları da o şekilde karşılama programları çizmişlerdi ki tamamı ile şarkvari idi. Tabiî büyük fiyaskolar oldu, İstanbul’da yaptığı büyük basın toplantısında, kendisini Milletin hadimi olarak tanıtmak istedi. Türk Milletine Beyanname diye okuduğu matbu yazı, matbuat âleminde, Türk efkârı umumiyesinde büyük bir alaka görmedi, çünkü hiçbir yeniliği ihtiva etmiyordu. Taraflarında dahi inkısari hayal meydana geldi. Matbuatta geniş tenkitlere uğradı. Bu haletiruhiye altında Ankara’ya geldi. Türkeş, Ankara’ya geleceği zaman 22 Şubatçılar olarak şöyle düşündük: Orhan Kabibay’ın Ankara’ya gelişinde nasıl karşılamış isek, Türkeş’e de aynı muamele yapılsın, fark olmasın dedik. Ben Türkeş’i Yenimahalle köprüsü civarında otomobil ile Bahtiyar Yalta, Mustafa Ok ve Fethi Gürcan’ın karşılaması için kendilerini görevlendirdim.
Türkeş’in aile efradı Türkiye’ye Türkeş’ten bir ay kadar evvel dönmüşlerdi. Elazığ’da kıta görevimi yaparken Türkeş ile orada tanışmıştım. Ailece iyi görüşürdük. Yurda ilk defa dönünce eşimi alıp evlerine hoşgeldinize gittim. Hanımını bulamadık. Çocukları ile oturduk. Konuştuk. Ertesi gün kızım Tülin de eski arkadaşlarını görmek istedi. Annesi ile tekrar Türkeşlere gittiler. Eski bir dostluk vazifemizi yapmıştık.
Türkeş’i Ankara’ya gelişinde üç arkadaşım dediğim gibi karşıladılar. Ben de evine vardıktan sonra bu üç arkadaş yani Mustafa Ok, Bahtiyar Yalta, Fethi Gürcan bir de Deniz Albayı Galip Gültekin ile birlikte evine nezaket ziyaretine arife günü gittim. On beş dakika kadar oturduk. Samimi hislerle ayrıldık.
O da bana eşi ile birlikte bayram ertesi evimde on beş dakikalık bir iadeyi ziyaret yaptı. Konuşmalarımız gayet resmi şekilde oluyordu. Türkeş’te bir ağırlık, bir büyüklük, bir yorgunluk hissediyordum. Kendisini çok değişmiş buldum. Büyüklük psikozu içinde hareketlerini tanzim etmek istiyordu. Etrafındakiler de onu bu yola sürüklüyorlardı. Aradan günler geçti. Aynı hatalı vaziyetinde devam ediyor, matbuatta yıpranıyordu.
Bizim içimizden Mustafa Ok ve Bahtiyar Yalta, Muzaffer Özdağ, Rifat Baykal, Numan Esin ile sık sıkı arkadaşlık yapıyorlardı. Türkeş kanadına meyyal gözüküyorlardı. İkimizin karşı karşıya gelip konuşmamızı istiyorlardı. Karşı tarafın taktiği şu idi. Değişmez lider olduğu için bir kombinezonla, bir emrivaki ile onu tekrar ziyaret etmek suretile etrafa, gazetecilere ve taraftarlarına Aydemir, Türkeş ile görüştü, haberini yaymak istiyorlardı. Altında çeşitli manalar yatıyordu.
Benim arkadaşlarım anlaşma ve birleşme hususunda samimi idiler. Ama karşı taraf taktik peşinde idi.
Mustafa Ok, Bahtiyar Yalta bir gün bana bir teklif ile geldiler. “Kumandan sen bu işe yanaşmıyorsun, bari biz ikimiz resmen Türkeş’e bir iyi niyet temsilcisi olarak gidelim. Bir yakınlık temin edelim. Hatalı yoldalar, ikaz edelim. Son vazifemizi yapalım” dediler. Kabul ettim, gittiler. Mustafa Ok iyi bir konuşma ile kendilerine iyi niyet temennilerimizi bildirdi. Fakat karşılık için büyüklük tasladıklarından, bir hareket görmedik. Yalnız gizli gizli faaliyetlerle bizim içimizdeki arkadaşların bir kısmını kandırıp kendi kadroları içine çekmek için çaba sarf ediyorlardı. En yakında Mustafa Ok, Bahtiyar Yalta’yı ve son zamanlarda Emin Arat’ı ziyaretlerinde yeni bir kadro kuruluşuna gitmekte teşebbüs halinde idiler.
Netekim mahkeme safhasında Mustafa Ok ile Bahtiyar Yalta’nın Türkeş ve arkadaşlarının kuracakları derneğin kadrosuna bu iki kişinin de alınabileceğini taraflar da ifadeleri sırasında kısmen de olsa açıkladılar.
İşte son günlerde Mustafa Ok ve Bahtiyar Yalta ile münasebetlerimin eskisi gibi yakınlıkla devam etmeyişinin sebebi bu gibi arkadaşlarımın karasızlıklarından, bocalamalarından nereyi tercih edecek kadar sarsıntı geçirmelerindendir. Faaliyetlerini, temaslarını yakından takip ediyordum. Yavaş yavaş da itimadım sarsılmıştı. Ben açıklıktan hoşlanırdım. Mustafa Ok’un kısa dönüşlerle yön değiştiren bir tip olduğunu bilirdim. Bahtiyar Yalta’yı her gün tesir altında bırakarak onun da inisiyatifi ile hareket etmesine mani oluyordu. Çünkü Mustafa Ok 28 Mart 1963’te Emin Beyin evinde yaptığımız son ihtilâl konuşmasında bambaşka bir yönde idi. Çok çekingendi. Aradığını bulamamıştı. Bizim kadromuz içinde itimat bahşeden bir insan olarak bulunmadığının farkına varmıştı. Aşağılık kompleksine düşmüştü. Artık bizden uzaklaşmak çabası içinde idi. Bizler de bu vaziyeti gayet iyi biliyor, artık kendisine itimat etmiyorduk. Netekim itimada şayan olmayan bir insan olduğunu mahkeme safhasında kendi kendine ispat etti. Daha önce saydığım ikinci trionun kadrosunda idi. İkinci trio Kurmay Albay Muammer Şahin, Kur. Yb. Mustafa Ok, Kur. Yb. Daniş Çağlar.
Bu üç arkadaşı 22 Şubat öncesi de bana yakın arkadaşlarım itimada şayan olmadıklarını söylerlerdi. Ben iyiliğimden dolayı toz kondurmak istemezdim. Hele Mustafa Ok’un 22 Şubat 1962 gecesi son dakikada bana karşı sadakatini görmüştüm. Onun için son ana kadar ona karşı olanlara ayak diremiş, hiçbir zaman hakkında yapılan sözlere kulak asmak istememiş, daima müdafaa etmişimdir. Fakat mahkeme safhasında her türlü maskeleri meydana çıktı. Maalesef bu da onlardan biri imiş. Artık yakın arkadaşlarım, ne kadar eski söyledikleri hatırlatmalar için başıma kaksalar haklıdır. Çünkü mal kendisini belli etti. Demek ki insanlar çok geç anlaşılıyor. Hadiseler hızla birbirini kovalayarak geliyordu. Bir gece saat 22.00’de evime Kur. Alb. İsmail Ergüder geldi. O zaman İstanbul’da 1. Zh. Tüm.de Muh. Grb. K. idi.
“Talât bugün İstanbul’dan geldim. İlk önce seni aradım bulamadım. Gündüz başka arkadaşlarla görüştüm. Şimdi de Halim Menteş, Mucip Ataklı ve Emanullah Çelebi’nin yanından geliyorum. Şu hususu rica ediyorum. Hepiniz eski arkadaşlarsınız. Ordudan ayrıldınız her grubun ordu içinde kendisini takip eden kuvvetleri var. Ordu paramparça, sizlerin bir araya gelmemesi yüzünden ordudaki genç subaylar üzgün. Ben buraya gelirken 1. Zh. Tüm.’de bir toplantı yaptım oradaki fikri ve tansiyonu aksettiriyorum. Bütün temas ettiğim arkadaşlar bileşmenizi arzu ediyorlar.” Teklifi de şu idi: Türkeş kanadı hariç, biz 22 Şubatçıları Kokteyl grup ile yani 11 Havacı, Dündar, Necati, Kabibay kanadı ile birleşmeyi istiyordu. Uzun boylu münakaşa ettik. Ben o gruptan çok canım yandığı için itimat edemiyordum. Çok ısrar etti. 22 Şubat kadrosunun zirvesinde olan arkadaşlarla görüşmek istedi, kabul ettim. Ertesi gece Galip Gültekin’in evinde şu arkadaşlarla toplandık: Ben, Galip Gültekin, Emin Arat, Turgut Alpagut, Bahtiyar Yalta, Mustafa Ok, Fethi Gürcan, Adnan Çelikoğlu, Selçuk Atakan, Kur. Alb. İsmail Ergüder. Saat ikiye kadar çok uzun tartışmalarla görüştük. Neticede ordudan temsilci olarak gelmiş bir arkadaşı kırmamak için karşı grupla bir resmi toplantıyı kabul ettik.
Lâle Apartmanı Toplantısı
Bir gün sonra İsmail Ergüder’in evinde toplanıldı. Oturduğu apartmanın ismi Lâle Apartmanı olduğu için bu toplantı mahkeme safhasında Lâle Apartmanı toplantısı olarak geçmiştir.
Lâle Apartmanı Toplantısı: 3 Mart 1963
Gayesi: Silahlı Kuvvetler içindeki gruplaşmaları ortadan kaldırıp ordunun bütünlüğünü sağlamak için. Ordu dışında kalmış ihtilâlci tanınan grupları ilk önce kendi aralarında birleştirmek ve ordu içindeki taraftarların da otomatikman birleşmesini sağlamaktı. Kur. Albay İsmail Ergüder’in kayınvalidesinin evi olan Lâle Apartmanı’nda şu arkadaşlar toplandılar: Halim Menteş, Hv. Alb. Tufan Akkoç, Necati Ünsalan, 22 Şubatçılar namına Alb. Selçuk Atakan, Bnb. Bahtiyar Yalta, Bnb. Fethi Gürcan, müşahit olarak da Yüksek Mühendis Naim Okyay (Müşterek dostu, grupların).
Toplantıyı İsmail Ergüder idare etmiş, ana gaye için ileri bir görüşe varılmış ve bazı sivri noktalar törpülenmiş olduğunu bizim namımıza giden arkadaşlar bildirdiler.
İsmail Ergüder emekli olmak istiyordu. Toplantıdan sonra bana geldi: Ankara’da bulunan eski general arkadaşlarla görüştüğünü, bütün ordunun iç durumunu çıplaklığı ile anlattığını, genç kuşaklardaki fikirlerin cereyanların neler olduğunu, Aydemir’in bir kuvvet olduğunu kendilerine anlatmaya çalıştım dedi.
Kendisinin emeklilikte ısrarlı olduğunu bildirdi. Giderken de bana şu teminatı verdi. “İstanbul’a gidince Zırhlı tümendeki senin de tanıdığın arkadaşları toplayıp seni desteklemeleri için elimden geldiği kadar anlatmaya gayret edeceğine söz verdi. Hayat boyunca da seni sevdiğim için muvaffak olmana dua edeceğim” diyerek ayrıldı.
31 Mart Harekâtı Başarısızlığı
Kader bu ya mahkemede bu arkadaşa çok güvendiğim için müdafaa şahidi olarak göstermiştim. Savcı benden evvel davrandı. Amme şahidi olarak dinletti. Ama İsmail Ergüder o eski durum ile orada gözükmedi. İfadesini ve şahadetini tamamiyle politik olarak yaptı. Kendisine Lâle Apt. toplantısının esas gayesini belirtmesi için bir sual sordum. Gayet kaçamaklı olarak cevaplandırdı. Ondan sonra başka sual sormaya lüzum görmedim. En güvendiğim müdafaa şahidi olarak tanıdığım bu insan da değişebilmişti. Hadiselerden sıyrılmak psikozu içinde idi. Hayatta verilen vaatlere bakmamalı imiş. İnsanlar büyük tehlikeler karşısında cesaretleri kadar mukavemetli olabiliyor.
Bu toplantıdan sonra karşı grup ile teması muhafaza edemezdik. Çünkü Kokteyl gruptan çeşit çeşit yıkıcı propagandalar devam ediyordu. İnsanlar yüz yüze gelince bir şey yok gibi hareket ediyorlar, sonra arkadan işler değişiyordu. Böyle siyasî kadrolardaki rekabetler, gözleri kararmış insanlara her şeyi yaptırıyordu. Bu devrede Dündar Seyhan, Necati Ünsalan ikilisi çok yıkıcı faaliyetler sarf ediyorlardı. Bir gün 24 Mart’tan iki gün sonra Avukatımız olan Saffet Olgaç’a gelip şöyle bir teklifte bulunmuşlar: “Talât yine bir delilik yapıyor. Ay başında bir harekâta gitmek istiyormuş. Biz içlerinde Mustafa Ok ve Bahtiyar Yalta’ya acıyoruz. Diğerleri ne olursa olsun. Onlar bu kadrodan ayrılsınlar.” Evet biz hakikaten 31 Mart harekâtına gidiyorduk. Bu harekât deşifre olmuştu. Bunlar da duymuşlardı, ama kadromuz içinde yalnız onları kurtarmak istiyorlardı. Çünkü bu iki arkadaş, o grup ile zaman zaman sıkı temaslar yapıyorlar, hatta onların yazıhanelerinde, benim aleyhimde yapılan konuşmaları da sabırla dinleyecek kadar da geniştiler. Onun için onları kendilerine yakın görüyorlardı. Kararsız durumda olan bu iki arkadaş daima yan kuvvetler ile temas kesmeden uzlaştırıcı bir rol oynamak suretile, ne olur ne olmaz ne şiş yansın ne kebap nazariyesi ile herkese şirin gözükmek suretiyle vaziyeti idare ediyorlardı.
Bunlar benim gözümden kaçmazdı ama pek yüzlemezdim. Günler ilerledi. Harekâta kararlı idik. 28 Mart 1963 günü Alb. Emin Arat Beyin evinde; Ben, Turgut Alpagut, Galip Gültekin, Bahtiyar Yalta, Mustafa Ok, Fethi Gürcan toplandık. Nihai görüşmeyi yaptık. Tam karar alacağımız sırada Mustafa Ok, yeni bir fikirle ortaya çıkarak ihtilâl kararının tam yetki ile alınmasını söyledi. Fikir şu idi: İki yan grup olan Kokteyl grup ile Türkeş kanadını da içimize almak istiyordu. Daha ziyade Türkeş kanadı ile anlaşmamızı arzu ediyordu. Odada soğuk bir hava esti. Çok mesuliyetli bir andı, herkes susmuştu. Yalnız Fethi Gürcan mertçe ortaya atıldı, bu grup ihtilâlci olamaz, ihtilâl kararı veremez diye heyecanlı bir konuşma yaptı. Kimseden ses seda çıkmayınca şuna karar verildi: O halde yarın Mustafa Ok ile Bahtiyar Yalta, Türkeş grubu ile temas etsin. Kuvvet dökümü yapılsın. Kuvvetleri varsa birleşip yapalım dendi. Ben de kabul ettim. Bu arkadaşları vazifelendirdim. O toplantıdan yıkılmış ve çökmüş olarak hepimiz ayrıldık. Halbuki bütün hazırlıklarımız tamam. Harekât planı Ankara – İstanbul için enince teferruatına kadar orada izah edilmişti. Harekât sonrasında yapılacak işler de kararlaştırılmıştı. Yedi kişilik yetkili şahıslar her şeyi en ince teferruatına kadar öğrenmişlerdi.
Eve gelirken yolda Fethi Gürcan ile yürüdüm, her ikimiz de çok üzgün idik. Şöyle karar aldık; “Bu işe kimse gelmese de biz hazırlıklarımızı bozmayalım, bu ihtilâl kararında ısrar edelim” dedik, kestiğimiz güne de daha üç gün vakit vardı.
Ertesi gün de İstanbul’a nihai kararı bildirmek için Cevat Kırca’ya bir kurye gönderecektim.
29 Mart 1963 saat 15.00’te Selçuk Atakan ile Alb. Tevfik Ünlüer eve geldi.
Kendilerinin sabahleyin Dündar, Necati, Halim ile görüştüklerini, onların samimi olduğunu, beni itham ettiğini bildirerek bana adeta bir poz ile çıkıştı ve “Lâle apartmanı toplantısına beni temsilci olarak gönderdin. Beni harcadın, çünkü ondan sonra hiç temas etmemişsiniz” dedi. Hem sen onlara vatan haini demişsin.” Talat Turan onlara öyle demiş diye ipe sapa gelmez dedikodulardan bahsetmeye başladı. İstanbul’da kendisine bir çok subaylar, güya geliyorlarmış, herkes beni suçluyormuş, ben liderlikten vazgeçmemek için her türlü birleşme teklifini reddediyormuşum. Baktım, tamamı ile sabahleyin görüştüğü insanların tesiri altında kalmıştı. Netice olarak sordum: Ne istiyorsun, ne teklif ediyorsun? “Hep bir araya gelip görüşür müsün?” dedi. Ben evet dedim, “Derhal kabul ediyorum” deyince şaşırdı. Çünkü teklifini kabul edeceğimiz hiç tahmin etmiyordu. Yalancı inanların yalanını çıkarmak istiyordum. Hem de bir harekâta gidiyorduk, şayet anlaşır isek derhal onları da ihtilâl mes’uliyetine iştirak ettirmek istiyordum. Ama şart koştum; madem bu arkadaşlar birleşmişler, bir kadro, bir grup teşkil etmişler, liderleri ve selahiyetlileri kim ise gelsin hemen görüşelim dedim. Selçuk şaşkın vaziyette Tevfik ile kalkıp gittiler. Saat verdim.
Saat 20.00’de kalkan otobüs ile Yarbay Rıfkı Ertem’i, Cevat Kırca’ya kurye olarak gönderdim.
Rıfkı Ertem’e şu talimatı verdim: Daha durum kat’i değil, her iki kanat ile de temas halindeyiz, bir anlaşma olursa harekete başlarız. Parolayı kararlaştırdık, o da hareket etti. 29 Mart 1963 saat 21.00’de Selçuk Atakan ile Alb. Tevfik Ünlüer geldi. “Talât, görüşme teklifini bildirdim, karşı taraf (Dündar, Halim, Kadri Kaplan) kabul etmediler. Onlar seninle birleşmek istemiyorlar, buna imkân yok. Senin için şunu söylediler. ‘Talât gayri meşru yoldadır. Biz parti kuracağız, dernek kuracağız, gazete çıkaracağız.’ Ben de kendilerine ‘Sabahleyin böyle konuşmuyordunuz, ihtilâl yapmayı düşünüyor, birleşmeyi arzu ediyordunuz, ne oldu sizlere?’ deyince: ‘Sabahki fikirlerimizden vazgeçtik’ dediler. O grup ile birleşmeye imkân kalmamıştır. Sen artık mecburen Türkeş kanadı ile birleşeceksin, ama o zaman da ben sizinle beraber değilim, ayrılıyoruz” dedi, çekip gitti. Temaslar fiyasko ile neticelendi. Tabiî O, karşı grubun neden söz değiştirdiklerinin iç yüzünü bilemezdi.
Ben izah edeyim. Kokteyl grup o günlerde kendilerinde büyük bir kuvvet olduğuna vehm ediyordu. Şöyle ki:
1) Kurmay Yarbay Talat Turan’ın yenir bir teşkilat kurmasını (orduda) kendi hesabına yapıldığını yayıyorlardı, oradan kuvvet alıyorlardı.
2) 24Mart’tan beri cereyan eden hadiseler de bazı Millî Birlik Komitesi üyelerinin sokak nümayişlerinde vazife aldıklarından muvakkat da olsa zinde kuvvetlerin kendilerini desteklediklerini zannediyorlardı. Bilhassa Kadri Kaplan, Mucip Ataklı bu hareketlerden kendilerine büyük pay çıkarıyorlardı. Tabiî ki sonunda balon gibi söndü o günlerin heyecanı.
3) Esas teklifimi reddediş sebepleri, bizlerin 31 Mart’ta bir harekâta gittiğimizi biliyorlar, aynı zamanda da hükûmetin de haberdar olduğuna vakıftılar. Korkudan benimle konuşmaya gelmediler. Bizim aybaşında tevkif edileceğimizi kestirmişlerdi. Dört gözle bekliyorlardı. Çünkü meydan akıllarınca kendilerine kalacaktı.
İşte bu düşüncelerden dolayı benimle görüşmeyi reddettiler, ama 31 Mart harekât hadiseleri geçti. Her şeyden onlar da haberdar idiler. Baktılar hükûmet bize bir şey yapamadı. Acı kuvvetimizi de biliyorlar, gene yanaşma çareleri aramaya başladılar, çünkü artık çok tehlikeli günler atlamıştı. İşte bunlar böyle insanlardır.
Söğütözü Toplantısı
İlk haberi Rauf Gökçe ile bana gönderdiler. (5 Nisan 1963)
“Selçuk Atakan bizim sözlerimizi Talât’a yanlış aksettirmiş, biz böyle bir şey demedik, anlaşmak, görüşmek istiyoruz.” Ben kendilerine müsait bir teklif gönderdim. O gün biraz sonra Fethi Gürcan ile Bahtiyar Yalta geldiler. “Biz şimdi İrfan Solmazer’in yanından geliyoruz, orada Emanullah Çelebi, Halim Menteş de vardı. Birleşme, anlaşma teklifleri görüşüldü. Temas arıyorlar albayım, ne olur reddetme” dediler. Fethi Gürcan çok ısrar etti. Kendisini çok severdim, kıramadım, kabul ettim, peki dedim. Diğer arkadaşlara da durumu bildirelim, randevu temin edin, gidip görüşelim dedim. Söğütözü toplantısına bu şekilde gidildi. Teklif ısrar ile Kokteyl gruptan gelmişti.
Söğütözü Toplantısı: (9Nisan 1963)
Aramızdan bu toplantıya gidecek olan heyeti kararlaştırdım. Ben, Bahtiyar Yalta, Fethi Gürcan. 9 Nisan 1963 sabahı Emin Arat’a gittik, durumu bildirdik. Onlarla yapacağımız konuşma teklifini görüştük. Hiçbir surette ihtilâl kelimesinden bahsetmeyecektik. Çünkü gelecek ekibe hiçbir zaman itimadımız yoktu. CHP’ye meyyal görünürlerdi. İnönü 22 Şubatçılara bir şey yapamıyordu. Bizim içimize bunları sokar, bir komploya getirir diye şüpheleniyorduk. Hatta gelişlerinde üzerlerinde dinleme cihazları da olabilirdi, ihtiyatla hareket etmek gerekiyordu, çok şüpheci olmuştuk.
Ben görüşülecek hususların gündemini yaptım. Bahtiyar Yalta’ya verdim. Mutabık kaldık. Emin Bey ayrılırken, “Mustafa Ok’a haber verin, alınıyor, o da sizinle gelsin” dedi. Bahtiyar öğleden sonra randevuya giderken M. Ok’u da alıp geldi. İrfan Solmazer’in arabası ile Söğütözü’ne gittik.
Toplantıda şu şahıslar vardı: Halim Menteş, İrfan Solmazer, Kadri Kaplan, Ben, Mustafa Ok, Bahtiyar Yalta, Fethi Gürcan. Karşılaşmamız pek samimi oldu sayılmaz, iki kutup halinde idik. Kırda karşılıklı bir piknik masasına oturduk. Karşımızdakiler daha samimi olmasına rağmen, açık söyleyeyim, biz daima onlardan zarar gördüğümüz için samimi olamıyorduk.
Gündem şu idi: (Ben yapmıştım)
1) Şahıslar kimleri temsil ediyor?
2) Fikriyatınız nedir? (Doktrin)
3) Parti mi kuracaksınız? Dernek mi? Metodunuz nedir?
4) Memlekette hangi gruplara karşısınız?
5) MDO ile ilginiz var mı?
6) Birleşme şartları nelerdir?
Bahtiyar Yalta, gündemdeki ilk maddeyi sordu. İrfan Solmazer; Orhan Kabibay ve Orhan Erkanlı’yı temsil ettiğini söyledi. Halim Menteş; 11 Havacı -üç havacı- Tabiî Senatör ve (x) kuvvet dedi. Kadri Kaplan; Tabiî Senatörleri, Dündar Seyhan ve Necati Ünsalan’ı temsil ediyorum, dedi.
İkinci suali sorduk: Fikriyatınız nedir? (Doktrin): Atatürkçüyüz dediler. Biz esaslı şekilde bunun üzerinde duruyorduk. Fikir olmadan hiçbir şey olmaz. Bunda da tatminkâr cevaplar alamadık. Onların bütün gayesi şu idi: Birleşelim, her şey sonradan gelsin. Biz de buna yanaşmıyorduk.
Üçüncü sual soruldu: “Metod ne olacak? İktidara gelmek için parti mi, dernek mi kuracaksınız?” dedik. Hemen İrfan Solmazer atıldı. “Yok böyle bir şey. İhtilâl yapacağız” dedi. Ben hemen suali Halim Menteş’e tevdi ettim. O da “evet” dedi. Sonra Kadri Kaplan’a sordum. O da biraz durakladıktan sonra “evet” dedi. Hemen Halim atıldı. Bana “Ya siz” dedi. Ben de gayet ihtiyatlı olarak şimdiye kadar parti falan kurmayı hiç düşünmedik, dedim. Esas maksatlarını onların ağzından öğrenmiştik.
Dördüncü suali sorduk: Şu gruplara ve teşekküllere karşı idiler. Adalet Partisi, Eminsular, Türkeş kanadı, 22 Şubatçılar. Onlara “Cumhuriyet Halk Partisi’ne hizmet eden bir gruptan ileri geçemiyorsunuz. Biz hiçbir zümreye karşı değiliz. Ancak otuz milyon içinde iş yapılırsa, memlekette ancak böyle bir milli vahdetin teşekkül edeceğine inanıyoruz” dedik. Onlar da bize “CHP” ile alakamız yok” dediler.
Beşinci sual: MDO gibi yer altı teşkilatı ve Ekrem Acuner ile irtibatlarını sorduk, “Yok” dediler. Halim Menteş, şöyle bir söz sarfetti. “Keşke onun gibi birkaç teşkilatımız olsa da altını üstüne getirsek, her yerin” dedi. Buradan tasvip ettiğini anladık. İrtibatları da zaten vardı. Biliyordum ama ön planda çalışanlar başkaları idi. Birleşme şartlarını görüşmeye girmedik. Ben öğreneceklerimi öğrenmiştim. “Biz Türkeş kanadı ile münasebetimizi kati olarak sizin gibi tespit etmedik. Bize müsaade edin durumu size bildiriz” dedik, ayrıldık.
Arkadaşlarıma toplantının neticelerini bildirdim. Kanaatimi söyledim, zaten her şeyi yedi kişilik heyete en küçük teferruatına kadar bildirirdik. Gizlediğim bir şey yoktu.
Dikmen Toplantısı
10 Nisan 1963
Türkeş ile olan münasebetlerimizi de kat’i bir neticeye bağlamak istiyorduk. Onun için Mustafa Ok randevu aldı. 10 Nisan 1963 sabahı saat 10’da Dikmen’de araziye gittik. Şu arkadaşlar vardı: Türkeş, Ben, Mustafa Ok, Bahtiyar Yalta, Rifat Baykal, Muzaffer Özdağ.
Görüşme Türkeş ile benim aramda yalnız baş başa bir kayanın üzerinde geçti. Orada on dakika kadar konuştuk. İlk önce ben memleketin panoramasını çizdim. Kendilerinin basında, orduda, üniversitede, münevverler arasında nasıl tanındıklarını söyledim. “Irkçı Turancı tanınıyorsunuz. Biz gerici tabana basmak istemiyoruz. AP kanadında da görünüyorsunuz” dedim. Kuvvet muvazenelerini anlattım. “Atatürkçü tanınmıyorsunuz” dedim. “İlk önce bu durumu ispat edecek deklarasyonlar verin” dedim. Bana vaziyetin benim düşündüğüm gibi olmadığını söyledi. Tamamiyle fikirlerimi reddetti. “Bizleri çekemeyenlerin CHP’nin uydurmalarıdır, bunlar. Ben Türkiye’de ve dünyada tanınmış bir insanım, büyük kuvvete sahip liderim. Şayet bütün 22 Şubatçılar da benim liderliğimi kabul eder, emrime girerlerse, onlara çalışmak için vazifeler verebilirim. Başka türlü birleşme imkânı yoktur. Kararlıyız” dedi. Ben böyle bir teklifi hiç beklemiyordum. Çünkü oraya birleşme için görüşmeye gelmemiştik. Fikir yoklaması yapacaktık. Şaşırdım, derhal cevap vererek bugünkü şartlar içinde böyle bir şeyin imkân dahilinde olmadığını bildirdim. “Konuşmamız bitmiştir” diyerek kalktım.
Hemen geride bizi bekliyen arkadaşlarına doğru yürüdük. Türkeş derhal arkadaşlarına hesap vermek mecburiyetini hissetti. “Aydemir ile anlaşamadık” dedi. Ben de neden anlaşamadığımızı, liderlik teklifini orada kendisine tekrar ettirdim. Ben de verdiğim cevabı söyledim. Muvaffakiyetler diledik, ayrıldık.
Eve geldik. Mustafa Ok, Bahtiyar Yalta çok üzgündüler. “Ne şekilde hareket edeceğiz?” dediler. Ben de “O iş bitmiştir, sosyal münasebetlerden ileri geçecek bir görüşme yapılmaz artık. Kati suretle birleşmeyeceğimizi bildirdim. Bu kanat halledilmiş oldu. Artık Türkeş’e meyyal olanların ümitleri kalmaz” dedim. Ertesi gün Kokteyl grup ile temas için randevumuz vardı. Bizden temsilci olarak Emin Arat, Mustafa Ok, Bahtiyar Yalta gittiler, birleşme hususunda iyi bir netice alamadılar. Karşı tarafın bütün derdi, beni ekarte etmek sureti ile her şeye razı idiler.
Hem müzakereler devam ediyor, hem de Dündar Seyhan, Avukat Saffet Olgaç’a gelip Necati ile birlikte hakkımda söylemediği laflar kalmıyordu. Bizim böyle yaklaşmamızı kuvvet zaafı zannediyorlar, çok yükseklerden atıyorlardı. Ertesi gün son toplantı yapıldı. Bizim tezimiz şu idi. “Birleşme normal olarak lider kuvvet üzerine kadro birleşmesi olur.” Onlar ise her gruptan ikişer kişi ile koalisyon birleşmesi kabul ediyorlardı. Yani 14’lerden iki, 11’lerden iki, Dündar-Necati’lerden iki, 22 Şubatçılardan iki kişi olmak üzere birleşilecekmiş. Karşılarında çocuk var zannediyorlar. Onlar zaten birleşmiş vaziyette idiler. Akıllarınca iki kişi de bizden alarak birleşip bizi kandırmış olacaklardı. Kendilerini çok kuvvetli zannediyorlardı ki hiçbir teklife yanaşmıyorlardı. Tabiî biz de reddettik. İyod gibi açıkta kaldılar, teması da kati olarak kestik. Pişman oldular, ama iş işten geçmiş idi. Sonradan aracılar ile bazı teklifler geldi, fakat hepsini reddettim. Artık rahatlamıştım. Çünkü inisiyatifimize serbest çalışma imkânımıza kavuşmuştuk. Bundan evvel esaslı bir karara gidemiyorduk. İçimizde bazı arkadaşlar da bizim hakiki kuvvetimize inanmıyorlardı. Daima gözleri bu yan kuvvetlerde idi. Anlaşamadığımız, kat’i alakamızı kestiğimizi bildirdiğimiz halde onlarla teması kesmeyen bazı arkadaşlarımız vardı. Mustafa Ok, Bahtiyar Yalta.
Mahkeme safhasında öğrendim ki her tarafla angajman halinde imişler. Bilhassa Türkeş kanadı onlara cazip geliyormuş. Kendi itirafları da bunu gösteriyor.
Bu hadiselerden sonra 21 Mayıs 1963 İhtilâl hareketine gidişimizde tek başına toplantı filan yapmaksızın, güvendiğim yakın arkadaşlarımla tek tek temas etmek üzere yapıyordum.
Harekât Sonrası
Şans Dönüyor
Genelkurmay Başkanı Sunay şu konuşmayı yaptı:
Türk Silâhlı Kuvvetleri Hükûmetin emrindedir. Kara, Deniz, Hava ve Jandarma Komutanlıkları Hükûmeti desteklemektedir. Talât’ın üç beş adamı hüsrana uğrayacaktır. Maceraperestler muvaffak olamayacaklardır ve cezalarını göreceklerdir. Bunlar toplanmaktadırlar.
Orgeneral Cevdet Sunay
Genelkurmay Başkanı
İşte o andan itibaren subaylarda, kıta komutanlarında bir çözülme başladı. Halbuki karşımızda hiçbir kıta yoktu. Subaylar tankları bırakıp, bölükleri bırakıp kaçmasa idi, hiçbir şey olmayacaktı. Tek radyonun bu kadar tesirli bir silah olduğunu o zaman anladım. Mağlubiyetimizin tek sebebi radyodur.
Bu saatten sonra şans artık döndü. Harb Okuluna bir çok generaller enterne edilerek getiriliyordu. Hepsine iyi muamele ettim. Silahlarını aldırmadım. Okulun garnizonunda istirahat ettirdim. Saat 03.30 raddelerinde çok bunaldım. Bu sıralarda Cevdet Sunay’ın adına radyoda şu bildiri tekrarlanıyordu.
Havada uçan Türk Hava Kuvvetleri tayyareleri Hükûmetin ve Genelkurmay Başkanlığının emrinde olarak vazife beklemektedirler. Yolunu sapıtmış bir kısım Harbiyelilerin ve yanlış yolda olan azınlığın derhal kışlalarına çekilmelerini ve silâhlarını bırakmalarını emrederim. Aksi takdirde bütün Silâhlı Kuvvetlerle beraber yarım saate kadar Hava Kuvvetleri taarruz edecektir.
Orgeneral Cevdet Sunay
Genelkurmay Başkanı
Saat 06.30 olmuştu. Teğmen Atillâ Altugan geldi, “Albayım hükûmet kuvvetlerine ait kuvvetler Harb Okulunu kuşatıyor, tanklar yokuştan çıkıyor, elli metre kaldı” dedi. Baktım çare kalmamıştı. Okulda kalıp teslim olmak istemiyordum. Çarpışa çarpışa göğsümden vurularak ölmek istiyordum. Nizamiyeden çıktık. Okuldan aşağıya sol taraftaki koruluktan yürüyerek indik, sağımızda tanklar yol üzerinde, solumuzda 229. P. Al. avcı zincirinde ateş ederek ilerliyorlardı. Bizi ne gören vardı, ne de ateş eden, köprüye kadar indik, oradan sağ tarafa geçtik. Yanımızdan kıtalar geçiyordu, aldıran olmadı, geri döndük Dikmen’e doğru dere içinden yürüdük geldik. Dikmen’e çıkan yolun kenarında fundalıklar içinde oturduk. Bu sefer sağımızda Muhafız Alayı koruyu tarıyor, ateş ederek Harbiyeye doğru çıkıyordu. Solumuzdan dört metre ötedeki yol kavşağında jeepler vızır vızır Dikmen’e doğru gidiyorlardı, havada helikopter, topçu uçakları uçuyor, bizi arıyorlardı. Kimse bizi görmedi. Saat 08.00’e kadar orada oturduk, son durum muhakemesini yaptım.
“Olan oldu mağlup olduk. Mukadderattan başkası olmaz, gidip teslim olalım. Biz siviliz, ancak sivillere emniyet (polis) karışır, gidip ona teslim olalım” dedim. O anda geçen bir taksiyi yoldan çevirdik, hepimiz bindik. Doğru Eminsu mahallesine geçtik, buraya iki askeri barikatı aşarak girdik. Kimse tanımadı. Pakoba ile birlikte tam sekiz tane askeri kordonu aşarak çok dolambaçlı yollardan Küçükesat’a Pakobalar’a geldik. Eve çıkınca ailelerimiz bizi görünce şaşırdılar. Çünkü radyo durmadan 22 Şubatçılar, asiler imha edildiler diye yalan haberler yayıyordu. Tabiî bizi sağ görünce şaşırdılar. Biz kahve içtik, oturduk konuştuk, çok yorgun idik. Birer odaya çekilip yattık, uyuduk. Tam saat 12.00 olmuştu, polisler Pakoba’yı tevkif etmek için eve gelmişlerdi, benim orada olduğumu bilmiyorlardı. Ben de giyindim, odadan çıkınca polisler hem şaşırdılar hem de “Talât ağabey, sen burada mısın?” diye sevindiler. Polislere şu şartı koştum: “Ben ancak size teslim olurum, başkasına teslim olmam. Askerlere teslim olmam” dedim. Söz verdiler evden çıktık. Polis arabasına bindim. Beni götüren polisler çok iyi insanlardı. Hayatımı kurtardılar.
Çünkü evin önünden hareket ettik hemen arkamızda beyazlı sarılı bir hususi araba belirdi, içinde Merkez Kumandanı Orhan Çokdeğer ve birkaç tane menfaatçi subay ellerinde Tomsonlar klakson çalarak bize durmamızı işaret ediyorlardı. En nihayet bizim arabanın önüne geçtiler, kendilerini takip etmemizi söylediler. Ben polislere “Sakın bizi onlara teslim etmeyin” dedim. Arabalar hızla gidiyordu, Merkez K. arabası Genelkurmay önüne giden yola girdi. Ben hemen polise ileri sür dedim, hızla uzaklaştık. Onlar kala kaldılar, arkamıza düştüler, ama biz Çankaya Emniyet Amirliği önüne geldiğimizde ancak yetişebildiler ise de iş işten geçmişti. Polisler ve ben arabadan atladık, buraya girdik. Doğru 1. Ş. Md. yanına çıkardılar. Merkez K. Orhan Çokdeğer geldi, beni zorla Genelkurmay’a götürmek istedi, ama polisler vermediler. O da şapşal şapşal bakakaldı. Bir de baktım Sv. Alb. Reşit Çölok (MDO’cu) elinde Tomson, o da bir ekmek peşinde kahraman gibi dolaşıyordu. Bu cins insanları görünce subaylardan nefret ediyorum. Bunlar zamanında yanımıza selavat ile gelen insanlardı. Sokakta görünce de selamlamak için çırpınırlardı. Ama şimdi acaba bu hareketler ile göze girip de bir Avrupa veya Tahran’a gidebilir miyim diye çırpınıyorlardı. Ekrem Acuner’in (MDO) teşkilatında uşak ve köpek gibi çalışanlardan biri de buydu…
Polisler usulen üzerimi aradılar. Diğer bir odaya aldılar. Orada kısaca bir ifade verdik. Biraz sonra odaya muhafız olarak dört tane polis geldi. İkisi resmi, ikisi sivil. Sivil olanlardan bir tanesi genç partizan tipli bir kimse ve CHP’li olduğu da konuşma ve yüzünden akıyor. Hareketin tasvip edilmediğini, fena olduğunu, aklınca beni tenkit edip, kızdırmak istiyordu. Haline gülüp soğukkanlı cevaplar veriyordum. Bir şey ağzımdan alamıyor. En nihayet dayanamadı şu dört suali güya çaktırmadan sordu.
1) Albayım harekât muvaffak olmadığını görünce kaçmayı veya ecnebi bir sefarete sığınmayı düşünmediniz mi?
“Hayır” dedim, “Bir lider hiçbir zaman kaçmaz, sefaretlere gitmek de bana yakışmaz. Ben yaptığım işin ne olduğunu biliyorum. Milletime hesap vermeye hazırım, sonra hakikatler kayıp olurdu” dedim.
2) İntihar etmeyi düşünmediniz mi?
“İntihar irade zâfiyetidir. Bana yakışmazdı, bunun için de hiçbir sebep görmedim” dedim.
3) Siz idam edileceksiniz, çoluk çocuğunuza hele askeri okuldaki oğlunuza hiç acımadınız mı?
“Benim idam edilip edilmeyeceğim belli olmaz. Bu iş bildiğiniz kadar kolay bir iş değil, biz radyonun söylediği gibi üç beş çapulcu değiliz, derinliği olan bir kuvvetiz, bu iş daha bitmedi, bizim intikamımızı alacak binlerce insan var. Ben memleketin kurtuluşu için bir ideale inanarak hareket ettim. Bu uğurda çoluk çocuk düşünülmez, zaten onlar da benim yaradılışımdadırlar, hiç düşünmedim ve acımam da.”
4) Peki kurtulur, kısmet olur çıkarsanız ne yaparsınız?
“Derhal ilk fırsatta bir yenisini. Ve git seni buraya gönderenlere raporunu yaz ver” dedim. Umduğu cevapları alamadığı için pek memnun olmadı, çünkü gazete bültenlerine hükûmet benim ağzımdan nedamet haberleri yayıp alay edemiyecekti.
Askerî Cezaevine Nakil
Biraz sonra Genelkurmay’dan hâkimler geldiler, kalabalık bir odada ilk hazırlık ifademi aldılar. Kısa ve özlü olarak hiçbir şeyi saklamadan her şeyi açıkça söyledim. Gece oldu. İlk konulduğum odada polis nezaretinde bekliyordum. İçeri birkaç sivil polis girdi. Yanlarında Yarbay Pakoba da vardı. İkimizi beraber aldılar. Kusura bakma Albayım diyerek bileklerimize kelepçe taktılar. Bunu Merkez Kumandanı Albay istedi dediler. O anda Ankara, İstanbul ve İzmir’de Örfî İdare ilan edildiğini duymuştuk. Dışarı çıktık, bizi götürüyorlardı. Koridorda Albay Emin Arat ile Albay Yaşar Başaran, Sv. Yb. Şükrü İnanç ile Alb. Orhan Alpakın kelepçeli olarak bekliyorlardı. Aşağıya indirildik. Merkez K. Orhan Çokdeğer halimize bakarak zevkten gülüyordu. Bir hapishane arabasına bindirildik, içerde Yb. Rıfkı Ertem, Alb. Turgut Alpagut, Bnb. Bahtiyar Yalta vardı. Mamak’taki askeri cezaevine gece yarısından sonra getirildik, 32 no’lu koğuşta ayrı ayrı hücrelere konularak kilitlendik. Uykusuz ve yorgunduk, hemen uyuduk.
Sabahleyin kalktıktan biraz sonra asker karavanası ile çorba geldi, hücreleri açmadan aralıktan köpeklere yemek verircesine dağıtıyorlardı. Çünkü hapishane müdürü öyle emretmişti. Ali Elverdi’nin sınıf arkadaşı idi. P. Bnb. Nurettin Işıldar insanlıktan çok uzak, gaddar, zalim, cahil bir gardiyan başıydı. İnsanlara eziyet etmekten adeta zevk duyar gibiydi.
Hücrelerde bir ölü sessizliği vardı. Herkes kara kara düşünüyordu, yanımda yatan hücre arkadaşlarıma şunları söyledim: “Arkadaşlar artık iş bitmiştir. Bize hiçbir şey yapamazlar. Eğer dün gece hükûmet kuvvetli, ordu bütünlük taşısa ve hükûmeti destekleyecek durumda olsa idi, bizleri sabaha kadar kurulan bir ihtilâl mahkemesinde karara bağlar, hepimizi sabahleyin kurşuna dizerlerdi. Artık bu tehlike geçmiştir. Bizleri Hukuk Mahkemelerine tevdi ettiklerine göre iş kolaylaşmıştı.” Bütün hücredeki arkadaşlara hitap ederek bundan sonraki tutumuz hakkında ana fikirlerimi belirttim: “Bütün mesuliyeti üzerime alıyorum ama mahkemede ifadelerle hakikatlerden ayrılmayalım. Davayı kül olarak kurtarmaya bakalım. Gaye, ölüm cezasından herkesin kurtulmasıdır. Hapis ne kadar verirlerse versinler kıymeti yoktur, zamanla telafi edilir. Siyasî mahkûmların hapiste yatma müddetleri belli değildir. Herkes vicdanı ile hareket etsin, ben bu yolda hareket edeceğim, kimseye de başka türlü bir şey söylemeyeceğim. Burası ne hapishanedir ne mahkemedir. Herkes serbesttir” dedim. Ben prensiplerimden şaşmadım. Bundan sonra da sapmam.
Birkaç gün sonra Türkeş, Özdağ, Baykal, Akkoyunlu, Dündar Seyhan’ın arka taraftaki hücrelere getirildiğini duyduk. Onların bizimle hiç ilgileri yoktu. Bu harekâtın şerefi de günahı da pür 22 Şubatçılara aitti. Onlar gibi bir iş yapmadan böyle pisi pisine aynı şartlarla hapishaneye düşse idim çok üzülürdüm. Allah bizi onların vaziyetine sokmamıştı.
Askerî Hapishanede İlk Günler
24 Mayıs 1963 günü Savcı Hâkim Bnb. Turgut Akan beni çağırdı, ifademi aldı. Sorduklarını ve hadiseleri olduğu gibi anlattım. Harekât için kimlere haber ve vazife verdiğimi sordu. Ben de o ifadede yalnız şu şahısları saydım:
Bnb. Fethi Gürcan, Yb. Rıfkı Ertem, Alb. Yaşar Başaran, Yb. Hakkı Sümer, Alb. Turgut Alpagut, Alb. Tevfik Ünlüer, İstanbul’dan da Alb. Cevat Kırca ve Osman Deniz, bir de Hava İzzet Köz’ü saydım. Tevfik Saltoğlu, İlhan Baş.
Bunların yakalandığı malumdu. Sonradan çeşitli dedikodular yayıldı. Hatta bir kısımları benim defterimde isimler varmış, o yüzden yakalanıp bigünah olarak gelmişler, ben gençleri ele veriyormuşum. Neler neler.
30 Mayıs 1963 günü evlerimizden ilk defa çamaşır ve elbiselerimizle ihtiyaçlarımız geldi. İlk defa ailemiz ile irtibat kurmuş, onların da hayatta olduklarını öğrenebilmiştik. İlk günlerin tesiri altında ailelerimize de her şey yapabilirlerdi. Çünkü bize karşı duranlar, büyük bir intikam hissi ile hareket ediyorlardı.
4 Haziran 1963 günü saat 12.00’de son tahkikatın açılması hakkında savcının kararnamesi bizlere verildi. 7 Haziran 1963 günü de mahkeme huzuruna çıkarılacaktık.
Savcının iddianamesini okuyan, istenen cezaları görenler yavaş yavaş bozulmaya başladılar.
Mahkemede can ve ceza korkusundan her şey inkâr edilmeye başlandı. Mahkemede inkâr, hukukî bakımdan şahısların cezalarının azalması için normal karşılanabilirdi. Fakat hapishane koridor ve koğuşlarında hiçbir şey söylenmemiş, planlamada noksanlık varmış gibi, hakikatleri saklıyarak yalanı insanın gözüne baka baka söyleyen, şahıslar hakkında dedikodu yapan, bizzat harekât planını benden öğrenen arkadaşlara ne diyeyim bilmem ki. Üzüldüğüm nokta bu. Tenkide ve suçlamaya gelince herkes aslan kesiliyor. Ama o gece vazifesini icra safhasında yapamayanlar hiç vicdan azabı duymuyor mı? Ama zamanla yaralar soğuyacak, acılar geçecek, netice de mahkemeden ümit ettikleri gibi çıkmayacak. O zaman bu gibi dedikoducular acaba nasıl hareket edecekler merak ediyorum? O vakit de ihtilâlci olarak kahramanlıklarını kim bilir nasıl anlatacaklar. Yaşayanlar bunları hep görecekler. O zaman insanlardan daha çok nefret edecekler.
Hayat grafiği her devirde zayıf karakterli insanlar için böyle inişli çıkışlı olmuştur. Normaldir.
İlk Duruşma
7 Haziran 1963 günü ilk mahkemeye gittiğimiz gündür. Sanıklar otobüslere kelepçeli olarak bindirildik. Doğru Mamak’taki Muhabere Okuluna götürüldük. Yol boyunca çok sıkı emniyet tedbirleri alınmıştı. Okula geldik, arabalardan indik. Aynen Yassıada Mahkemesi tertibatı tatbik edilmişti. Aynı usuller uygulanıyordu. Mahkeme salonuna iki sıra Tomsonlu asker arasında birerle kolda getiriliyorduk. Mahkeme salonunun içinde parmaklıklar arasında Tomsonlu askerler arasında muhakeme edilecektik. Dinleyiciler ilk gün bizlere kurbanlık koyun gibi bakıyorlardı.
Saat 09.00’da ilk celse açıldı. İddia makamında Hâkim Binbaşı Turgut Akan ve yardımcıları, mahkeme heyetine Reis Tuğ. Fevzi Basmacı, Aza Kur. Alb. Mehmet Harput, duruşma hâkimi Dz. Hâkim Albay Numan Özdalga olarak takdim edildi, usulen mahkemeye itimadımız soruldu. İtimat ettiğimizi bildirdik. Savcıya söz verildi. Açış konuşması çok ağırdı. Bizlere büyük hakarette bulundu. Mahkemede ilk günler dehşet havası esiyordu. Çünkü hadise çok taze idi. Öğleden sonra sıra sanıklara geldi. İlk olarak beni sorguya çektiler. Ben konuşmamı gayet açık ve korkusuzca yaptım. Sonra Fethi Gürcan, sonra Yb. Rıfkı Ertem açıkça konuştular. Sıra Turgut Alpagut’a gelince durum değişti. Ondan sonra ifadeler tevil yollu devam etti. Artık muhakeme ürkekliği de sanıklarda kalmamıştı.
Alparslan Türkeş’in İhbarı
İddianamede en çok dikkati çeken bir husus vardı. O da gece yapacağımız harekât saat 20’de Hükûmete ihbar edilmişti. Bu yazı Kurmay Albay Halim Menteş’in hanesinde yazılı idi. Hemen koğuşta bulunan herkes ona suçu yükledi. Yalnız Emin Arat Bey “Bu cümle 14’lere aittir” dedi. Biraz sonra Turgut Alpagut dışarı çıkmıştı. Muzaffer Özdağ demiş ki, bu ihbar bize, yani 14’lere ait değil. Mahkeme safhasında sıra Alparslan Türkeş’in sorgulanmasına gelince işin iç yüzü anlaşıldı. Meğer ihbarı yapan Türkeş imiş. Saat 20’de CKMP partisinden Fuat Uluç’a telefon ederek “Gene o namussuz Aydemir bu gece ihtilâl yapıyor” demiş, durumu CKMP milletvekili Yılanlıoğlu’na bildirmiş. O da hemen CKMP lideri ve Başbakan Yardımcısı Hasan Dinçer’e bildirmiş. O da Başbakan İ. İnönü’ye bildirmiş. Yani bu suretle hükûmet haberdar edilmiş. Ama onlar hiçbir tedbir almamışlar, harekât başlamış. İhtilâlin saatini tayin ederken çok münakaşa etmiştik. S: 23.30 olması için, onun sebebi de şundandı. Hükûmet her an için bizden bir hareket bekliyordu. Yalnız kıtalarda klasik ihtilâl saatlerinde sabaha karşı emniyet tedbirleri alınıyordu. Bunu tetkik etmiştik. İkincisi, radyo saat 24’te kapanıyordu. Tekrar faaliyete geçmesi için 45 dakika lâzım demişlerdi. Halbuki maksat bir an evvel deklarasyonu verip ihtilâle katılacak kıtaların morallerini düzeltmek, çıkmakta tereddüt gösterenlerin hareketi de düşünülüp baskın sağlanmasıydı. 14’ler, Türkiye’de bazı gruplar ve milliyetçi mukaddesatçılar tarafından büyük ümit beslenen Türkeş efendi zaten bizleri ihbar etmişti. Yani hükûmet erken tedbir alabilse idi bizleri kıtalara girerken alınan tedbir ile bizler kıtalara girerken alınan tedbir ile hunharca öldürülebilirdik. O da Türkiye’de tek lider olarak kalıp, gayesi ne ise (Hâlâ kapalı bir kutu, bilinmiyor) tahakkuk ettirirdi. Allah bizlere acımıştı. Herkes yaptığı ile kaldı. Türkeş ve arkadaşları bizimle birlikte yakın arkadaşlık ediyorlardı. Ama ihtiras gözlerini bürümüştü. Demek siyasî hayat ve rekabet böyle imiş. İnsanların gözü kararınca en yakın arkadaşlarını ihbar edip onların cesetleri ve kemikleri üzerine basıp yükselmeyi bile mübah görebiliyorlardı. Mahkeme safhasında bu durum dinlenen amme şahidi ile teyit edildiği gün tüylerim diken diken oldu. Şahitten sonra duruşma hâkini Türkeş’i mikrofona çağırdı. O da doğrudan doğruya tasdik etti. Artık iyice vaziyet anlaşılmıştı.
Türkeş arkadaşımdı. Elazığ’da tanımıştım. Orada çok iyiliğim dokunmuştu ona. Kendisi de bilir. Fakat nu hareketi bana karşı yapmaktan geri kalmamıştı. İhtiras insanları böyle küçültüyor işte. Milletin yüzüne, kendisine bel bağlayanların yüzüne bir muhbir olarak nasıl bakacak diye düşünüyorum. Ama hiç oralı bile olmuyordu.
Mikrofona kalktım. Telefon konuşmasındaki “Namussuz kelimesi için kim sarfetmişse teessüf ederim” dedim. Ancak bu suretle cevap verdim.
Bu durumlara rağmen Türkeş’in çömezleri mahkeme safhasında hâlâ taraftar toplamak için gayretler sarfederek aleyhte dedikodular yaptılar. Tabiî hepsini duyup gülüp geçiyordum. Allah dünyada kimseyi 14’ler grubu gibi muhbir durumuna düşürmesin. Bir de hapishanede Necati Ünsalan benim aleyhimde çok kesif halde menfi propaganda yapıp genç subayları ve Harbiyelileri aklınca bana düşman etmek istiyordu. Onun da gayesi şu idi. Biz öleceğiz veya hapislerde çürüyeceğiz. Onlar dışarı çıkıp bizim ordudaki kuvvetimize miras gibi konacaklardı. Bütün gayretleri bu idi. İlk soruşturma ifadesinde mikrofon başında koskoca Kurmay Albay gözyaşları dökerek, yalvararak ağladı. Suçsuzluğunu mertçe değil de kadınlar gibi gözyaşları ile belirtti. Kendini mahkeme heyetine acındırdı. Arka sıralarda oturanlar pek görememişlerdir. Ama ön sırada oturanlar o günkü onun zavallı halini iyice görmüşlerdir. Akan gözyaşları boşa gitmedi.
Aydemir’e her çatan mükafat görüyordu. Bir iki damla gözyaşı, bir de Aydemir’e çatarak bir iki kelime hemen tahliye hazır. Bunu Necati Ünsalan ispat etmiştir. Hapisten çıkar çıkmaz da örfi idareye şikâyet edip, “Hapishane koğuşlarının kapıları kapatılsın. Çünkü bazı arkadaşların birbirlerini dövme ihtimali var” demiş. İçerde yaptığı fenalık yetmiyormuş gibi, dışarda da bize azizliğini gösterdi. Şimdi yalnız bizim 32 no’lu koğuşun kapısı kilit altındadır. Bu şahıs benim yirmi dört senelik arkadaşımdır. Ama kendisi dünyanın en korkak, en cebin, en hasetkeş bir tipi imiş. Ben Necati’ye bugüne kadar çok şeyler vermiştim, ama o farkında değildi. Arkadaş olarak senelerce bağrıma basmıştım. Okulda iken en tehlikeli günlerde yanımda yer almıştı. Aynı ideal uğruna başımı canımı feda etmiştim. Ama o bunları idrak edecek hassasiyette değildi. Menfaati manevi değilmiş. Bu kere de ne cins olduğunu bütün karakterini ortaya koymak bakımından çok faydalı oldu.
Havacılarla temas sağlayan Bnb. İzzet Köz ve Hava Binbaşısı Cemal Özdemir’in de durumuna temas edeceğim… Her ikisi de davaya inançla sarıldılar. Harekât gecesi de öyle, lakin mahkeme safhasında her şeyi inkâr etmek sureti ile şahsiyetlerini, benliklerini sıfıra düşürdüler. Demek ceza ve ölüm korkusu insanlara şahsiyetlerini kaybettiriyor. Bu arkadaşlar hattı zatında bu duruma düşecek insanlar değildi, ya geride Hava Kuvvetlerinde kalan arkadaşlarını saklamak için kendilerini feda ettiler, yahut da benimle temasta oldukları zaman verdikleri bilgilerde yalan söylediler. İkincisini kabul edemiyorum. Bu arkadaşlar güçleri nisbetinde vazifelerini yapmışlardır. Fakat mahkemede çok yalan söyleyerek indimde küçüldüler.
Osman Deniz
15 Mayıs 1963 günü Yb. Osman Deniz İstanbul’dan gelerek son durumları, hazırlıkları bildirmiş ve “İkinci bir husus da albayım, radyoda okunan anonsun altındaki imza meselesi. Sizin imzanız olmazsa bizim İstanbul’daki sivil halkı tutmamıza imkân yok. Zeytinburnu, Taşlıtarla, eğer harekâtın bizim tarafımızdan yapıldığını anlamaz ise şehre dökülecekler, önleyemeyeceğiz, kötü hadiseler doğacak” demişti. Ben de inandığım için makul gördüm. Bir ihtilâl lideri olarak her teklifi düşünmem gerekiyordu. Yoksa radyo anonsu altında imzamı koyma meraklısı değildim.
Şimdi mağlup olduktan sonra bazı yakın arkadaşlar, harekât bu yüzden muvaffak olmadı diye dedikodu yapıp geziyorlar. İmzamı koymasam da on dakika sonra harekâtın 22 Şubatçılar tarafından yapıldığı anlaşılacaktı.
Bu imza meselesi epey münakaşa edilmiştir. Osman Deniz’e “Şimdi Ankara’da hiç gözükme, gece doğru İstanbul’a dön, yarın Fethi Gürcan, İzzet Köz ile İstanbul’da olacak, görüşüp bir karara varırsınız” dedim. Refik Tulga’dan da muvafakat haberini aldığımızı bildirdim. Doğru Emin Arat’a gitmesini, ilk anonsu hazırlamalarını söyledim ve “Benim imza koyma meselesini ona da söyle, bir karara bağlayın” dedim. İmza meselesini teklif eden Osman Deniz olduğu halde, mahkeme safhasında kalkıp mikrofon başında “Anonsun altında Talât Aydemir imzası olduğu için İstanbul’da harekât muvaffak olamamıştır, çünkü biz harekâtın Silahlı Kuvvetler tarafından yapılacağını biliyorduk” dedi. İmzanı ne selahiyetle koydun diye sual sordurdu.
O anda beynimden vurulmuşa dönmüştüm, insanlar ölüm korkusu ile bu kadar değişebiliyorlardı. Ama oluyormuş, kendisi bir 22 Şubat emeklisi idi. İstanbul’da harekâta iştirak edecek bütün birliklerin irtibat subaylarını Cevat Kırca’nın evinde toplayıp, ihtilâlin yapılacağını bildirirken sıfatı neydi acaba? Evet, harekât Silahlı Kuvvetler tarafından yapılacaktı ve öyle yapıldı ama harekâta karar veren, sevk ve idare eden drije 22 Şubatçılar değil miydi? Kendisi de İstanbul’da askeri organizasyonu yapan Cevat Kırca’nın Kurmay Başkanı rolünde idi. Ama bana karşı bu ithamları kolaylıkla yapabiliyordu, çünkü mağlup olmuştuk. İlk günden itibaren geçmiş hadiselerin hepsini inkâr ediyor, devamlı olarak kendini ölümden kurtarmak için mahkemede böyle yol tutturmuş, hukuk kaidelerinin açıklarından istifade edip kurtulmaya çalışıyordu. Gene kurtulacak ama, şahsiyetini kendi kendine herkesin huzurunda yemek suretiyle.
Bu şekilde adaletin pençesinden kurtulmak için çabalamaktan ise, şerefle ölmek iyidir.
Osman Deniz en güvendiğim arkadaşlarımdan biri idi, harekât öncesi ve harekât gecesi büyük hizmet görmüş, cesur hareket etmiş bir insandır. Ama ne yazık ki, mahkemedeki tutumu ile benim indimde bütün mazisini sildi. Fakat onun gibi hareket eden bazı arkadaşlar da, bu şekildeki davranışları erkeklik sayıyorlar.
İhtilâl Anonsu ve Emin Arat
20 Mayıs 1963 günü Alb. Emin Arat Bey eve gelerek kendi elyazısıyla hazırladığı ihtilâl anonsunu bana vermişti. Fakat bu hususta mahkemeler cereyan ederken Rıfkı Ertem ile E. Arat arasında geçen bir konuşmayı nakletmeden geçemeyeceğim. Çünkü mahkeme önünde herkes inkâr etmek sureti ile yakayı sıyırıp, her şeyi benim üstüme kolaylıkla bırakabiliyordu. Bıraksınlar, ziyanı yok, bundan yılmam, korkmam da, bu işleri tek başıma yapmışsam şeref de bana aittir… Yalnız en güvenilir, en çok hürmet edilir Emin Arat, bakın nasıl hareket ediyor:
Rıfkı Ertem’e bir gün koğuşta diyor ki: “Acaba radyo deklarasyonunu kim yazmış?” Aklınca bilip bilmediğini anlayacaktır. Rıfkı Bey de, “Siz onu daha iyi bilirsiniz” diyor. Can korkusu insanları bu kadar değiştiriyormuş demek. O günden sonra ben ve Rıfkı Bey artık Emin Arat’ın yüzüne bakmak istemiyoruz.
Alb. Galip Gültekin’in Kurtulma Çabaları
O gece Galip Gültekin sabahleyin Okulu terk edinceye kadar yanımdan hiç ayrılmadı. Bütün hadiseleri yakından gördü. Fakat hiçbir şeye karışmadı, sessiz sedasız orada oturdu. Mahkeme safhasında bir tek gün mikrofon başında müşkül vaziyette kaldım, o anda dahi kalkıp bana hadiseyi gördüğü halde yardım etmedi. Ayrıca hiç yoktan bir gün mahkemede duruşma hâkimi tarafından şu suale maruz kaldım: “O gece Galip Gültekin size harekâtı durduralım diye teklif yapmış, siz kabul etmemişsiniz, öyle mi?” dedi. Ben de evet dedim yaptı, kabul etmedim, zaten 05.30’du. Yarım saat sonra da ben harekâtı bırakıp okuldan ayrılmıştım. Evet bu yaptığı teklif onun cezasını hafifletici bir sebep teşkil ediyordu, ama beni de ihtilâle muanniden devam eder bir şahıs olarak gösterip cezamı tahfif edecek hiçbir kapı bıraktırmıyordu. Ceza bakımından hiçbir şey düşündüğüm yok, ama arkadaşlarımın vedasını gösterdiği için yazıyorum. İnsanlar tehlike anında belli oluyor.
Bu gibi arkadaşlardan nefret ediyor, yüzlerini dahi görmek istemiyorum. İyi gün dostlarından kimseye hayır gelmez. Hapishanede de şimdi bu tip insanlar, Galip Gültekin, Turgut Alpagut, benim sevmediğim ne kadar varsa, bilhassa havacılar ile sıkı dostluk kurup, hakkımda dedikodu yapıp geziyorlar.
Turgut Alpagıt’un İnkârı
Alpagut son güne kadar gayet hızlı ve açık bir şekilde çalışmıştı. Fakat mahkemeye düşünce iş değişti. Mahkeme safhası ilerledikçe kendisinde bazı değişmeler sezmeye başladım. Avukatlığını kayınbiraderi Bülent Ağabeyoğlu yapıyordu. Onun tesiri altında kalarak her şeyi inkâr ve tevil yoluna götürme çabasında idi. Mahkemelere giderken otobüse beraber binip, bir koltukta kelepçeleniyorduk. Bir gün bana otobüste “Sen bana harekât planı hakkında bir şey söylemedin ki, ben inkâr ederim” dedi. Demek avukatından bir gün evvel öyle talimat almıştı. “Nasıl olur Turgut?” dedim. “Ne yapalım bu müdafaa hakkı. Hem sen bana yazılı emir vermedin ki, ne ile ispat edeceksin?” deyince, o zaman ne cins bir insan olduğunu anladım. İşte iyi gün arkadaşlarımdan biri daha, kendisini hakiki hüviyeti ile meydana vuruyordu. Tevekkeli değil, hapse girdiğim ilk günden beri Bahtiyar Yalta ile birlikte fıs fıs konuşuyorlar, birbirlerine kâğıtlar yazıp, hücrelerde kitap arasında gönderiyorlardı. Gizli gizli anlaşmalar yapıyorlardı. O gün anladım bunun manasını. Mahkeme ifadelerini tanzim ediyorlarmış. Ben bir şey duyacağım diye her ikisi de dikkatle hareket ediyorlardı. Ama dünyada ne gizli kalmıştı ki, bu gibi ufak kombinezonlar duyulmasın. Yavaş yavaş her şeyi öğrendim. Mahkemedeki sorgulama ifadesini dinleyince zaten her şey belli oldu. İşin içinden sıyrılmak için ne lâzımsa yapıyordu. Harp Okulunda beni 01.00’de ilk karşılayanlar Turgut ve Bahtiyar’dı. Beş dakika bile yanımda kalmadılar. Bahtiyar bana gelip, “Kumandan burası karmakarışık”. Hakikaten Harp Okulunun önü karmakarışıktı. Kim ne yaptığını bilmez vaziyette idi. Ama bunları tertipleyecek olan ben değil, A. K. Turgut Bey ile daha önceden tayin ettiğim tabur ve Bl. Kumandanları idi. Ama kimse işi ciddiye almamış oradan uzaklaşma çareleri arıyordu. Ben bunun farkında idim. “Biz Turgut Beyle aşağı inelim, talebenin bir kısmının cephanesi yok” dedi. Ben de: “Siz gidin onları tertipleyin, size cephane ikmali yaparım” dedim.
Gidiş o gidiş, bir daha her ikisinin de yüzünü görmedim, hapishane arabasına bininceye kadar. O gece 01.20’de 229. P. A. Nizamiyesinde bir arabanın içinde tevkif edilmişler, kendi ifadelerine göre 229. P. Alayına cephane almaya gidiyorlarmış, yakalanmışlar. Alay K. olan bir Subayın olayı bırakıp taksiyle cephane ikmal etmeye gidip gitmeyeceğini asker olan herkes kıymetlendirebilir. Gerisini okuyanlara bırakıyorum.
Bunlar yetmiyormuş gibi Turgut Alpagut bir de mahkemeye müdafaa şahidi olarak Tayyar Baransel’i getirtti. Baransel şahadeti esnasında Turgut Alpagut’un ailesi ile Dr. Paruğ Beylerde iken ihtilâl haberini radyodan duyunca şoke olup kendisini Harp Okuluna arabam ile çıkarmamı istedi istedi, deyince; hepimiz şaşırdık. Fethi Gürcan dayanamadı, yerinden mikrofona fırladı. Tutmak istedim, muvaffak olamadım. Şahit yalan söylüyor diyerek hakikatleri mahkemeye anlattı. Ben de kalkıp tasdik edince, Turgut’un durumu bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı. Kötü bir durum hasıl oldu. O andan itibaren de meşhur akıllı avukatı, kendisi ve hatta belki de sülalesi bana, Fethi Gürcan’a düşman oldular. Şimdi de hapishanede aleyhime dedikodu yapıp geziyor. İşte insanlardan bir tip daha. Bundan başka: “Generallerle irtibatı sağlayan Kur. Alb. Rumi Ahıskalı’dır” demiştim. O da Turgut Alpagut ile bize haberleri ulaştırırdı. Rumi Ahıskalı’yı da tevkif etmişlerdi. O yol ile generaller mahkemede çözüleceklerdi, fakat Turgut Alpagut, Rumi Ahıskalı için verdiği ifadede “Benim onunla temasım yalnız ticaret mevzuunda idi” demiş. Savcı Bnb. Turgut Akan benim ifademi alırken onun ifadesini gösterdi. “İşte gör, yakın arkadaşlarını” dedi, “Ben ne yapayım delil yok, arkadaşlar saklıyor, yalan söylüyorlar” dedim. Birkaç gün sonra Rumi Ahıskalı tahliye edildi. Davanın kül olarak kurtarılması bakımından generalleri dahil ettirmedik ve ben vermiş olduğum ifadelerde yalnız bırakıldım. Hoş savcı ve mahkeme heyeti durumu anlamadı değil, ama resmiyete girmemiş oldu. İşte benim en yakın güvendiğim ve itimat ederek ihtilâl hazırlıklarını yaparken büyük mesuliyetler taşımış arkadaşlarım. Turgut Alpagut yedi kişilik fikir karargâhının istihbarat subayı idi, bütün bilgiler onda toplanırdı. Biz durum muhakemelerini onun istihbaratına göre yapar, hareket hattımızı ona göre çizerdik. Şimdi bu şahıs hiçbir şey bilmiyormuş gibi mahkemede hareket ederek vefasızlık ediyor.
Sorguların Sonu
Bizim mahkememiz Ankara örfi idaresi 1 No’lu Mahkemesinde 105 sanık olarak görülüyordu. 2 No’lu Mahkemede de Harp Okulu talebeleri 1459 kişi yargılanıyordu. İstanbul’dan 45 sanık geldi. İstanbul grubu gelince ilk iş Cevat Kırca ve Osman Deniz ile görüştüm. Buradaki mahkemenin durumunu anlattım. Ben şahsi durumumu anlattım. “Hiçbir şeyi saklamıyorum” dedim. Sakın, olmuş hadiseleri inkâr etmeyin, mikrofon başında küçülmeyin, diye tembih ettim. Onlara çok güveniyordum. Sorgulamaları başlayınca tam aksine hareket ettiler. Şahsiyetlerini yediler. Benim doğrulamam gereken hususları kalkıp doğruladıkça , baktılar şimdi de bana düşman olup atıp tutup geziyorlar. En iyi mihenk taşı bu mahkemeler oldu. Herkesin kaç kırat olduğu meydana çıktı. Sorgulamalar, amme, müdafaa şahitleri dinlenmesi bitti. Savcı esas hakkındaki mütalaasını okudu. Şimdi sıra müdafaalara geldi. 1 Ağustos 1963 Perşembe günü sanıklar müdafaalarını yapacaklar ondan sonra mahkeme kararını verecek. Bu tarihi kararda herkes nasibini alacak. Mukadderatın fazlası olmaz. Fakat buna rağmen hâlâ eski arkadaşlar endişe içinde ve suçluluğun vermiş olduğu çekingenlikler ile hakikatlerden uzak, gene tezvirat makinelerini işletmekten geri kalmıyorlar.
Cezaevi 2 Ağustos 1963
Bugün mahkemede savunmalar başladı. Avukatlarımdan Orhan Pekey, Muzaffer Paksoy, Teoman Zıngıl hukukî bakımdan çok iyi bir hazırlıkla savunmamı yaptılar. Öğleden sonra da ben şahsen hazırladığım savunmamı yazılı olarak okudum. Bitirdiğim zaman salonda bir çok kimseler gözyaşlarını tutamamışlardı.
Savunmadan Pasajlar
Savunmanın Genel Girişi
2 Ağustos 963
Örfi idarede 1 No. Mahkemede okuduğum savunmam.
Yüksek mahkeme heyeti:
Burada savunmamı yaparken biraz tarihin derinliklerine girmek istiyorum.
Hayatta haksızlığa boyun eğmeyen, memleket davalarını her şeyin üstünde gören bir insanım. Bu sahada yapılan çalışmalarla, mücadelelerin hepsine katıldım.
1946 seçimleri neticesinde doğan hadiseleri gördükten sonra artık Türkiye’nin çok partili demokratik bir nizam içinde değil, tek milli şef ile idare edildiğine inandım. O zamanlar orduda da bu fikir cereyanları yer etmeye başlamıştı. Rütbem üsteğmen idi. Fakat bizlerin önünde bu fikri taşıyan daha yüksek rütbeli subaylar mevcuttu. Ordu içinde bir teşkilat kurmuşlardı. Bunların bazılarını sayayım. Seyfi Kurtbek, Necip San, Cemal Tural, Cemal Yıldırım, Faruk Ateşdağlı, daha fazlasını zikretmeye lüzum görmüyorum. İşte ben o zaman Faruk Ateşdağlı’nın zincirine bağlı olarak çalışırdım. Nihayet 1950 seçimleri yapıldı. Gerçek demokrasiye kavuşuldu diye bu teşkilat faaliyetini kendiliğinden tatil etti. Zaten başta bulunanlar mühim kilitbaşı noktalarına gelmişlerdi. En ateşli geçinen Seyfi Kurtbek milli müdafaa vekili olmuş ve yakın arkadaşlarını albay olmalarına rağmen Tümen kumandanlıklarına tayin etmişti. Bunlardan Cemal Tural da Sivas’ta benim Tümen komutanım idi. Kendisini gayet iyi tanımıştım. Hâlâ da tanımaktayım ama eskisi gibi değil.
Seneler geçti. Memleketin nizamı yine bozulmaya başladı. Orduda mevcut idareye karşı huzursuzluklar artmıştı. Bu sefer vazife bizlerin kuşaklarına düşmüştü. Çünkü önümüzde önder olacak insanlara rastlayamadık. Rütbem binbaşı idi. Genelkurmayda çalışıyordum. Bu karargâhta yaptığım sondajlarda müspet netice alamadım. Herkes statükonun muhafaza edilmesini arzu ediyor, Avrupa, Amerika seyahatleri, ataşe gitme çabaları ve lisan öğrenme gayretleri içinde idiler. Fikrime uygun ilk önce iki arkadaş buldum. Bunlar Sezai Okan ve Osman Köksal. (Halen tabiî senatör) 1956 senesi Eylül ayında Sezai Okan’ın evinde üç arkadaş buluştuk. Komitenin nüvesini kurduk, faaliyete başladık, ben Ekim ayında İstanbul’da yüksek kumanda akademisine gittim. Komiteyi genişleterek on iki arkadaşa kadar kadrosunu yükselttim. 1957 senesi Mart ayında aynı ideal uğrunda çalışan Dündar Seyhan grubu ile birleştik. Komite resmen Rafet Aksoyoğlu’nun (halen tabiî senatör) Üsküdar’daki evinde yaptığımız on yedi kişilik arkadaş toplantısında Orhan Kabibay’ın getirdiği tabancası üzerine yemin etmek suretiyle idare kurulu seçimine geçtik. Seçim neticesinde ittifakla başkanlığa seçildim. Genel sekreterliğe Ahmet Yıldız, üyeliklere Sezai Okan, Rafet Aksoyoğlu (halen tabiî senatörlerdir) getirildi. Komite bu tarihten itibaren resmen tescil edilmiş oldu. 1957 yılında tayinler dolayısıyla yeniden idare kurulu seçimi yapıldı. Başkanlığa Faruk Güventürk, genel sekreterliğe Dündar Seyhan, üyeliklere Rafet Aksoyoğlu ve Halil Kayık getirildi.
Komiteye albay rütbesinden yüksek rütbede kimseyi dahil etmemek için prensip kararı almıştık. Sebep generallerimiz memleketin gidişatını bizimle birlikte görmekte idiler. Önce onlardan bir hamle yapılması gerektiğine inanıyorduk. Ama çıkan kimse yoktu. …
Ben 1959 senesinin 12 Haziran’ında Kore’ye gittim. Onun için 27 Mayıs 1960 ihtilâlinin yapılmasında hiçbir fiili görevim yoktu. Bu şeref o zaman harekâtı başaranlara aittir. İhtilâlden yetmiş gün sonra yurda döndüm. 12 Eylül 1960 günü Harp Okulu Kumandanı olarak vazifeye başladım. Millî Birlik Komitesi’nde on iki tane eski komite arkadaşım vardı. Diğerlerini de peyderpey tanıdım. 13 Kasım 960’taki hadisenin doğmaması için ikiye bölünmüş komiteyi bir bütün haline getirmek üzere çok gayret sarf ettim. Fakat 13 Kasım 1960’ta komitenin ekseriyeti tarafından bize izah edilen ve bizzat Org. Cemal Gürsel ile yaptığım görüşmede bana söylediği şekildeki fikirlerine taraftar olduğumu bildirdim. Ama 13 Kasım 1960 sessiz ihtilâl olmuştu. İhtilâlciler yavrularını yemişti. Bizler de kullanılmıştık.
MBK’nın geçici anayasası bizzat yapanlar tarafından çiğnenmişti. İşte bu hadise silahlı kuvvetler içinde çok yıkıcı bir reaksiyon yarattı. 14’ler yurt dışına sürüldükten sonra geri kalan yirmi üç MBK üyesi grup grup ordu içinde aşiret reisi gibi taraftar toplamaya başladılar. Ayrıca 14’lerin mağdur olduklarına inananlar da ordu içinde bir teşkilat kurmaya kalktılar. Artık ordu muhtelif fikir cereyanlarına göre muhtelif zümrelere hizmet için siyasetin içinde bocalamaya başlamıştı. İşte bu durum karşısında kendimi gene vazifeli hissettim. Ankara’daki yakın arkadaşlarımla bir fikir etrafında toplanarak ordu içinde parçalanmaya meydan vermemek, yavaş yavaş orduyu MBK üyelerinin elinden kurtarmak için Türk Silahlı Kuvvetler Birliği adı altında bir teşkilat kurmaya başladık. …
22 Şubat Ruhu
22 Şubatta bizler, silâhlı olarak ayağa kalkarak daha önce ihlal edilen anayasaya karşı bir harekete zorlanmıştık.
Silahlı olarak direnme hakkını kullanan şahıslara karşı af kanunu çıkaran Büyük Millet Meclisi üyeleri 22 Şubatın iç yüzünü biliyorlar mıydı? Bilinmeyen bir husus için rey kullanılabilir mi? O halde gaye ordudaki huzursuzluklara çare değil, geçici bir süre alınan noksan tedbirlerle 21 Mayıs 1963 ihtilâlinin yapılmasına yardım edilmiştir. 22 Şubatın orduda hakiki muhasebesi yapılmadığı için silahlı kuvvetler içinde 22 Şubatçılar diye anılanlara karşı geniş bir subay kitlesi, bilhassa genç kuşaklar da sempati beslemeye başlamışlardır. Hattı zatından 22 Şubatçı diye isimlendirilenler orduda eskiden kurulmuş bulunan Türk Silahı Kuvvetler Birliği’nin reorganize edilmiş elemanlarıdır.
Bu bakımdan silahlı kuvvetlerin her kademesinde müsait bulunan rütbeye kadar sempatizanlar yükseltilmiştir. Yalnız bu sefer teşkilat yukarıdan aşağıya değil, küçük rütbeden başlamak üzere yukarı doğru çıkmıştır. Çünkü 22 Şubattan ders almıştık. Büyük rütbelilerin herhangi bir zor karşısında nasıl yön değiştirip eski ideal arkadaşlarını harcadıklarını esefle görmüştüm. O bakımdan bütün Türk ordusunun, kara, deniz, hava, jandarma, albaya kadar % 90 sempatizanlarımız mevcuttur. Bugün 21 Mayıs olayları dolayısıyla ele geçirebildiklerinizi yargılayabilmektesiniz. Esas büyük kuvvetlerimiz hâlâ silahlı kuvvetler içindedir. Kimsenin ne olduğunu bugün bilmenize imkân yoktur. Çünkü herkesin kalbinden geçenleri ölçecek kadar hassas aletler henüz icat edilmemiştir. Onun için bu dava bitmemiştir. 21 Mayıs ihtilâli ile suyun üstüne çıkmış olanlar yok edilebilir veya tasfiye edilebilir. Ama 22 Şubat hadiselerini ve sonrasını orduda meydana getirdiği bölünmeleri ve yeniden daha büyük bir kuvvetle 21 Mayıs 1963 ihtilâlinin yapıldığı da unutulmamalıdır.
Harekâtın Muhasebesi
Bizler ihtilâlci idik. Ama kana, cana susamış ihtilâlci değildik. Kardeş kanı dökmek için ayağa kalkmamıştık. İsteseydik gerek 22 Şubatta ve gerekse 21 Mayıs 1963’te Ankara’da taş taş üstünde bırakmaz, derya gibi de kan akıtırdık.
21 Mayıs gecesi güneş doğuncaya kadar mecbur kalınan yerlerde ateş teatisi olmuştur. Ama zannetmiyorum ki bir ölü veya birkaç yaralıdan ileri geçmemiştir. Acaba kara ordusu mensupları ellerindeki silahları kullanmasını mı bilmiyorlardı? Asla. Kendilerine mecbur kalınmadıkça hiçbir surette ateş açılmayacak emrime harfiyen riayet etmişlerdir. Mecbur kaldıkları zaman dahi namluları ekseriya havaya tutmuşlardır. Bu bir vakadır. Yoksa sabahleyin binlerce şehit ve yaralı olması icap ederdi.
Bizler iyi niyetli ve medeni ihtilâlciler idik, hırs ve mevki için çarpışmıyorduk. Tamamıyla kontrollü hareket ediyorduk. Benim bu hususta şahsen prensibim ve görüşüm şu idi. İhtilâl öncesinde bu ana fikrimi benimle temas eden herkese ve bilhassa genç subaylara aşılamaya çalışmıştım. Genç subaylarda şu fikir hâkim idi. Albayım ihtilâl kansız olmaz, kansız olursa 27 Mayıs gibi başarısız olur. 22 Şubatta da siz kimseye kıyamadınız. Bu sefer sakın öyle hareket etmeyelim, diye ısrarla yalvarırlardı. Ben hayatta şuna inanmıştım. Evet ihtilâl kansız olmaz, fakat bence ihtilâlin karşı harekât gecesi şehir içinde harekâta katılanların rastgele adam öldürmeleri veya daha önceden kin besledikleri insanları öldürmeleri doğru değildir.
Harekât muvaffak olduktan sonra hükûmetin çıkaracağı kararname ve kanunlara, yasaklara riayet etmeyenlere tatbik edilecek cezalarla kan akması icap ediyorsa akıtılabilir. Bu fikri devamlı surette aşılamışımdır. Semeresini de 22 Şubat 962’de tam olarak 21 Mayıs 963’te de kumanda ettiğim kıt’alarda arkadaşlarımın sayesinde yüzde doksan dokuz nispetinde görmüşümdür. Bu hususta vicdan azabı duymamaktayım.
Harekât Sonrası ne Olacaktı?
Harekât sonrası ben ve arkadaşlarım ne olacaktı? Türkiye’de en çok münakaşa götüren ve inanılması istenmeyen bir konudur. Çünkü 22 Şubatta ve 21 Mayıs 963’te Türk efkârı umumiyesine hükûmet başkanı ve partizan gayretkeşler bizleri kendi indî görüşlerine göre lanse ettiler. Onların açısından bakınca doğrudur. Çünkü hayatları boyunca hırslı politikacılar, hırslı yazarlar olarak ikbal peşinde koşmuşlar, bu yolda törpülenmişlerdir. Herkesi de aynı şekilde görmek zorundadırlar, haklıdırlar. Ama bir de madalyonun tersi vardır. Ve her şeyin müstesnaları vardır. Bunlar nazariyatla, sözle ispat edilemez. Ancak tatbikat ile ispat edilir. Ama Allah bana ve arkadaşlarıma bu fırsatı vermemiştir. Ben burada ancak samimi hislerimi belirtebilirim.
Başkasına zaten maddeten imkânım yoktur. Yakın arkadaşlarımın hepsi orduya dönmek 22 Şubattaki rütbeleri ile ordu saflarında vazife almak istiyorlardı. Ancak dört arkadaş, o da bizlerin zoru ile geçici devre içinde millî güvenlik konseyinde vazife almayı kabul etmişlerdi. Belki tatbikat günü bunu da kabul etmeyebilirlerdi.
Kimsede mevki hırsı yoktu, görmemiştim. Bana gelince harekât başarılınca Harp Okulu Komutanlığı’ndan başka hiçbir vazife kabul etmeyecektim. Bunda ne kadar samimi olduğumu beni iyi tanımış olanlar gayet iyi bilir. Çünkü ben bir asker çocuğu idim, sülalemde hepsi askerdi, askerliği çok seviyordum. Talebe iken Fransız kolejinden kaçarak Kuleli Askeri Lisesi’ne girdim. Albay rütbesine kadar yükselmiştim. Ölünceye kadar arzum asker kalmaktı. Siyasî hayattan hoşlanmazdım. Politikacı hiç olamazdım. Yaradılışım, tabiatım buna müsait değildi. Orduda iken siyasî hadiselere girişim memleket duygularımın tahakkuku için bir sürükleniştir.
Harp Okulu kumandanlığını isteyişimin ana sebepleri şunlardı.
1) 22 Şubat 962’de bu şerefli vazifemden çok alçakça bir tertiple uzaklaştırılmıştım. Şerefimin zedelendiği yerde, Allah kısmet ederse bıraktığım yerden başlamak istiyordum.
2) İhtilâl sonrası kurulacak rejimin teminatı silahlı kuvvetlerdir. Silahlı kuvvetler içinde mevcut idareyi destekleyecek ne kadar sadık kumandanlar varsa ihtilâlin emniyet kuşağını teşkil eden birliklerin başında olmalıdırlar. En iyi misali Atatürk vermiştir. İstiklal harbinden sonra uzun seneler rahmetli Fevzi Çakmak, Fahrettin Altay, Ali Sait Paşalardan üstün Ordu kumandanları ve Genelkurmay Başkanı yetişmemiş miydi? Belki vardı ama Atatürk’e bunlardan sadık olanı yoktu. Orduyu sızıltısız, rejimin teminatı olarak uzun süreler tutmuşlar ve yavaş yavaş da ancak on, on iki sene sonra siyasetten çekilmişlerdi. Aynı metodun tatbik edilmesi benim görüşüme göre esastı. Bu bakımdan emniyet kuşağında bir kilit başı noktada bulunmayı arzu ediyordum. Ordu saflarındaki muvaffakiyetim ve sadakatim herkes tarafından malumdur. 27 Mayısı yapanlar tek bir fikrin inancı ile MBK’yı teşekkül ettirmiş olsalardı, ihtilâl sonrasını planlamış olup bu kaidelere riayet etselerdi, hiçbir zaman 13 Kasım 960 harekâtı olmazdı. O hadiseden itibaren ordu bütünlüğünü kaybetmezdi.
3) Harp Okulu kara kuvvetlerinin kaynağını teşkil eder. Kaynak ıslah edilmedikten sonra kara kuvvetlerinin istikbaldeki subaylarının bir kısmı bugünkü gibi partiler üstü bir şahsiyet taşıyamazlar, siyasîlerin oyuncağı olur. Kısa süreli kumandanlığım esnasında şahsiyet sahibi idealist subaylar mezun ettim. 22 Şubattan sonra efkârı umumiyeye ve orduda denildiği gibi talebeyi hiçbir zaman politik düşüncelerle hazırlamadım. Bu hususta talebe ile hiçbir konuşma yapmadım. Hiçbir surette taviz vermedim. Askerliğin icaplarını, adaletin nasıl tatbik edileceğini bir subaya nasıl şahsiyet kazandırılabileceğini, okulun kadrosunu iyi seçmekle ve bu kadronun yardımı ile yüksek seviyeye çıkarmaya çalıştım. Bu sistemlerle de her zaman için Harp Okulu’na faydalı olacağıma kani idim
4) Emekli olduktan sonra temas ettiğim bütün şahıslara kısmet olur, tekrar orduya dönersem veya bir ihtilâl neticesi muvaffak olursam beni Harp Okulu Komutanlığı’ndan başka bir yerde göremeyeceksiniz diye söz vermiştim. Hayatta şimdiye kadar verdiği bütün sözleri yerine getirmiş, protokollere koyduğum imzaların hakkını vermiş bir insanım, aksini ispat edecek çıkamaz. Bu sözümü tutamadığımı gören olursa ilk gün gelsin beni vurup temizlesin diye de herkese ve bilhassa genç subaylara açık bono verdim. Canlı şahitler çoktur. Ben hayatta maddi ve manevi rütbelerin hepsini almış bir insanım. Memlekete hizmetten başka hiçbir şeyde gözüm yoktur. Benim için de Harp Okulu Kumandanlığı’ndan daha şerefli bir vazife olamazdı.
Tarafımıza Atılan İftiralar
Bir de bazı siyasîler, kurmay subaylar, İsmet Paşa ve akraba yazar tarafından benim ve yakın arkadaşlarım için kullanılan tabirler var: “Asi”, “İsyancılar”, “Masum mektep talebelerini aldatan çapulcular”, “Talât’ın üçbuçuk adamı”, en ağırı İsmet Paşa tarafından söylenen “Şerefsiz Sergüzeştçiler”.
Bu kelimeleri sarf edenlerin ne kadar hırslı, ikbal düşkünü, Türk ordusunu tanımayan zavallılar olduğunu anlatmaya çalışacağım.
Bizler ne asiyiz, ne onların anladığı manada isyancıyız. Ancak haksızlıklara göğüs gererek memleketin kurtuluşu için inandığımız fikirlerin (Kemalizm) Türkiye’de yerleşmesini arzu eden ve son hadiselerin tesiriyle, ancak silahlı bir hareketle bunun tahakkukuna çare kaldığına inanarak dur demek için İsmet Pş. demokrasisine son vermek üzere silahlı kuvvetlerin iştirakiyle ayağa kalkan insanlarız.
Ben hiçbir zaman hayatta kimseyi aldatmadım. Belki beni aldatanlar çok olmuştur, fakat Harp Okulu talebelerine benim için İsmet Pş. tarafından söylenen bu söz ciğerime çökmüştür. 22 Şubatın hemen akabinde asil Harp Okulu talebeleri Taksim abidesine koyduğu çelenkte Harbiye Aldanmaz diye İsmet Pş.’ya en iyi cevabı vermişlerdir.
Ben 22 Şubattan önce Harp Okulu kumandanı idim. O gün kumandan olarak okula verdiğim alarmın manasını bana hiçbir astım soramazdı. Tabiatımda aldatmak olsaydı, belki talebelerimi aldatmış sayılabilirim. Ama bunun böyle olmadığını 21 Mayıs 963 İhtilâli’nde bütün gözler gördü. Ben emekli bir albaydım. Ama bu sefer yalnız Harp Okulu değil, Ankara ve İstanbul’da Türk ordusu birliklerini arkamdan sürükledim. Bana ve 22 Şubatçılara inanmasaydılar, bizlerde bir meziyet ve fikir selabeti görmese idiler bu kıt’alar ayağa ihtilâl için kalkarlar mıydı? 27 Mayıs’tan sonra ordudan generaller de dahil yedi bin subay emekli olmuştur. Acaba Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki subaylar neden bu kadar yekûn tutan bir kitlenin içinden birisinin peşinden gitmemişlerdi de bir avuç denecek kadar pür 22 Şubatçı kadrosunun bir işaretiyle seve seve ölüm yolculuğuna çıkmışlardır. Bunun manasını yakıştırma lafları söyleyenler idrak edecek durumda değillerdir.
21 Mayıs 963 hareketi için Harbiyeli Aldanmaz parolasını kasten seçtim. Harp Okulu talebesinin ve Kara Harp Okulu’ndan mezun olanların da hayat boyunca aldanmadıklarını ispat etmek için 21 Mayıs 963 tarihinin de bence önemi vardı. Harekâtı önce 19 Mayıs olarak tasarlamıştım. Fakat önder Atatürk’e özenmiş olurum diye tenkit edilir dedim. İhtilâl hareketinde tam bir baskın sağlandığı için aldananlar ve memleketi aldatanlar daha iyi anlaşılmış oldu herhalde.
“Çapulcular, Talât’ın üçbuçuk adamı” kelimeleri ise çok seviyesizdir. Her iki kelimeleri de kullananlar burada amme şahidi olarak dinlenildi. Birisi 28. Tüm. Kur. Bşk. Kur. Yarbay Ali Elverdi, diğeri zırhlı er eğitim merkezi Kur. Bşk. Kur. Alb. Zeki Ergun, şahitlikleri esnasında nasıl birer sahte kahraman oldukları meydana çıktı. Ama harekâta katılan silahlı kuvvetler mensuplarına ve eski silah arkadaşlarına bu çirkin tabirleri kullanmakla nasıl bir karakter taşıdıklarını belli ettiler.
Bizler ve şurada mahkeme ettiğiniz Türk Silahlı Kuvvetlerinin subaylarını çapulcu olarak görüyorlarsa bu tabirleri seve seve kabul ediyoruz. Çünkü 21 Mayıs 963 İhtilâli’ne karışanlar silahlı kuvvet mensuplarıdır. Hiçbir zaman doğuda ve doğugüneyde kaçakçılık yapan çapulcular değillerdir.
Gelelim İsmet Pş.’nın “Şerefsiz Sergüzeştçiler” kelimesine. Bu iki kelimenin neler ifade ettiğini iyice anlamak için geçmiş bir hadiseye dönmek mecburiyetindeyim. Adnan Menderes en kudretli devrinde başbakanlık yaparken asil Türk Ordusu için “Battal Gazi ordusu. Ben bu orduyu yedek subaylarla idare ederim” diye bilmeden muvazzaf ordu personeline hakaret etmişti. İşte o zaman bizler daha gençtik. Bu cümle ciğerlerimize işlemiş, ihtilâlci hareketlere seve seve katılmış ve her türlü mücadeleyi göze almıştık. Bu tek cümle orduda genç kuşaklarda uyanma için büyük bir kırbaç tesiri yapmıştı.
Demokrat Parti artık bu devirden sonra ordunun desteğini kaybetmeye başlamıştı. Şimdi düşünün 21 Mayıs 963 İhtilâli için silaha sarılanlar gene şerefli Türk Ordusu’dur. Devrin başbakanı İsmet Pş. hem de eski bir ordu mensubudur.
Türk ordusunun mensuplarına şerefsiz sergüzeştçiler demekten kendisini alamıyor. Bu hırs ve kin neden ileri geliyor? Malum kendi başkanlığı zamanında açık rejim diye övünerek milleti aldatarak daimi surette iktidarda kalmayı arzu eden bir şahsın karşısına aynı ekip yöneticileriyle (22 Şubatçılar) silahlı kuvvetleri iki defadır karşısına dikiyorlar. Avunduğun rejim iflas etti, diyorlar. Bu ağır darbeye dayanamayan bir başbakan, tarihte hiçbir devlet adamının yapamayacağı hatayı yaparak kendi öz ordu mensuplarını şerefsizlikle itham ediyor. Bu iki kelimeyi sarfederken benim veya arkadaşlarımın ismini zikrederek yapsa idi belki mesele yoktu. Ama umuma söylemesi her şeyi bitirmiştir. Tarihte mazisini çok kötü olarak kapatmıştır. Ordudaki genç subaylar bu sözün altında kalmayacaklardır, zamanla bu sözün intikamını yüzde yüz alacaklardır. Bu kitle de bizim taraftarımızdır. O ruhu artık Türk ordusunda öldürmeye imkân yoktur. Seçilen her yol Atatürkçülük yoludur. Doktrin Kemalizm’dir. Hiçbir zaman Türk ordusunun genç unsurları bu yoldan hedeflerine varıncaya kadar ayrılmayacaklardır. İhtilâlci kadroların seçiminde yanılmış, aldanmış olabilirim. Ama istikbale ait ihtilâllerdeki görüşlerde hiçbir zaman aldanmamışımdır.
Kuvvet meselesine gelince, gene silahlı kuvvetlerdeki destekleyicilerimizdir. Çünkü ben ve arkadaşım Fethi Gürcan ordudaki kuvvetimizi en iyi bilenlerdeniz. Ben orduda iken de kumandanlara bunu anlatamamıştım. Daima blöf yapıp kuvvet vehmediyorum, zannettiler. 21 Mayıs 963 öncesi silahlı kuvvetler içinde kuvvet dökümümüzü yaparken en yakın arkadaşlarım bile bana ve Fethi’ye inanmazlardı. Daima şüphe ile karşılanırdık. Ama 21 Mayıs 963 bunun aksini ispat etti. En kuvvetli yerimiz 3. Ordu ve 1. Ordu mıntıkası idi. En zayıf yer de Ankara idi.
Buna rağmen Ankara’daki kıtaların hükûmete sadık zannedilen çıkarcı kumandanlarının altından kıt’alarını nasıl hareket ettirdiğimiz apaçık görülmüştür. Burada mahkeme safhasında parmaklıklar arkasına düşmüş gençlerin hukukun açık kapılarından istifade ederek kendilerini kurtarmak için çabalamaları esas ruhtan uzaktır.
İnanmamış insanlar kolay kolay, muvaffakiyetsizlik anında karşılığı ölüm olan bir yolculuğa 22 Şubatta emekli subayların kumandası altında çıkmaz ve asgari beş, azami dokuz saat de çarpışmaz. Bunun aksini iddia edenler ancak kendilerini aldatırlar. Bunun zaman gösterecektir. Bu gibi psikolojik hatalarla ordu kışlasına döndürülemez. Ancak Türk ordusunun astları tarafından inanılan kumandanlar kurtarabilir. Bu hususta fazla bir şey söylemeye lüzum yok. İstikbalde her şey lafta değil, gözlerle görülecektir.
Yüksek Mahkeme Heyeti
Müdafaamın son kısmına gelmiş bulunuyorum. Şurada görülen mahkeme sefahatı hakkında da hissiyatımı bildirmek isterim.
Müdafaama başlarken hayatta haksızlığa tahammül edemediğimi söylemiştim. Hakkın da en iyi şekilde tecelli edeceği yerlerin hukuk devleti içinde mahkemeler olduğuna inanıyorum. Fakat görülen manzara şudur: İlk hazırlık tahkikatından itibaren iddia makamının takip ettiği yolu mantık çerçevesinde kıymetlendirmeye imkân yoktur. İddia makamı bu harekâta katılmış insanları canı isterse sanık olarak getirip parmaklıklar arkasında mahkeme edilmesini istiyor, canı isterse tanık olarak getirtip sanıklar hakkında amme şahidi olarak dinletiyor. Bunu amme şahitleri dinlenirken bariz bir şekilde gördüm. Burada sanık olarak bulunan şahıslardan yüz bin kat suçlu olan amme şahidi diye dinlenen insanlar bir kahraman edasıyla kollarını sallaya sallaya salonu terk ederken, adaletin temsilcileri olarak vazife gördüklerini iddia eden iddia makamının da bizler gibi seyirci, hatta getirmiş oldukları amme şahitlerinin baştan aşağıya uydurma şahadetlerini dinledikten sonra haklarında en ufak kanunî muameleye tevessül etmek için harekete geçtiğini şahsen görmedim. Bu yalancı amme şahitlerinin suçlamaları ile buradaki bazı sanıklar ceza göreceklerse çok yazık olacak.
İkincisi bazı şahısları korumak suretiyle bilhassa Ankara’daki birliklerden merkez kumandanlığı, 28. Tüm. Topçu Kumandanlığı, Hava Kuvvetleri personelinin, generaller kademesine sıçramaması için göstermiş olduğu gayret de calibi dikkattir. Mahkemenin büyümemesi, sanıkların çoğalmaması, dışarıda gezen daha büyük suçluların meydana çıkmaması, himaye görmeleri acaba memleketin milli menfaatlerini haleldar eden bir sebep olarak ele alınıp da bu şekilde kanalize edilmişse mesele yok, ama o zaman da hukuk devletinden ve Türkiye’de beynelmilel anlamdaki hukuk kaidelerinden bahsedilemez. Bunları göre göre de Türkiye hudutları dahilinde yaşamak güçleşir.
Mahkeme sırasında senatör, milletvekili, ekserisi yüksek rütbeli subayı amme ve müdafaa şahidi olarak dinledim. Parmaklıklar gerisindeki bir kısım sanıkları dinledim. Çok kolaylıkla hakikatlerden uzaklaşabiliyorlar. İşlerine gelmeyen hususları hatırlamadıklarını beyan ediyorlar. Olmayan hadiseleri muhayyelelerinde yaratıp bazı sanıkları en ağır şekilde vicdansızca suçlayabilip kahraman kesiliyorlar. Kendi suçlarını kolaylıkla başkasının üzerine bırakabiliyorlar. Bu durumları gördükten sonra hisli bir vatandaş olarak Türkiye’de yaşamaya imkân var mı? Hak ve adalet uğrunda çarpışanlarda ümit kalır mı? Onun için şahsen bu gibi haksızlıkları göre göre yaşamak istemiyorum. Şu üç sebepten dolayı ölmeyi tercih ediyorum.
1) Bir fikre, bir ideale inanmıştım. Bunun sürükleyicisi idim. Bu uğurda, inandığım bir dava olduğu için 1956 senesinde baş koymuştum, artık verme zamanı gelmiştir. Çünkü; bir lider, kendisine inanıp arkasından ölüme gelenleri en iyi tatbiki misali, bir dava, bir ideal, bir fikir uğrunda icap ettiği zaman nasıl ölüneceğini göstermelidir ki geriden süren kökler bu fikrin, bu idealin sönmemesi için çalışmalarla gayelerine ulaşabilsinler. İşte bu vazife de bu anda bir lider olarak bana düşüyor.
2) İkincisi bu ideal uğrunda şimdiye kadar benimle birlikte çalışan bazı arkadaşlarımın büyük hadiseler ve büyük tehlikeler karşısında nasıl sarsıldıklarını mahkeme huzurunda mikrofon başında nasıl küçüldüklerini gördüm. Kimlerle ölüm yolculuğuna çıktığımı anladım. Manen yıkıldım.
3) Üçüncüsü Türkiye’nin kalkınmasını, ideal bir devlet haline gelerek vatandaşlarını hakiki manada hukuk nizamı içinde yaşayarak refaha kavuşmasını ve muasır devletler seviyesine yükselmesi için hiçbir karşılık beklemeden hizmet etmek üzere 1956 senesinden beri en tehlikeli mücadelelere girdim. Göğüs gerdim. Muvaffak olamadığım gibi de halen Türkiye’de değişen bir şey de göremedim. Memlekette gününü gün etme zihniyeti devam ettikçe bunun da tahakkukuna artık inanmıyorum. Bu şartlar içinde yaşamayı fuzuli görüyorum. Ölümden hiçbir zaman korkmadım. Şimdi de korkmuyorum. Hayatta şerefimle yaşadım, şerefimle mücadele ettim, yılmadım. Evlatlarıma bırakacağım en kudsi miras da eğilmeden, şerefimden kaybetmeden ölmektir. Onun için mahkeme heyetinden hiçbir talepte bulunmayacağım. Gayet samimi ve açık olarak hissiyatımı bildirdim. Verilecek her türlü ceza beni memnun edecektir. Takdir hakkı sizlere aittir. Hürmetlerimle.
Talât Aydemir Emekli Albay
Başta mahkeme heyetini teşkil eden Hv. Alb. Lütfi Bey, gözleri sulanan Duruşma Hâkimi Dz. Alb. Numan Özdalga, sanıkların çoğu, dinleyiciler, avukatlar, hatta Tomson ile muhafızlık yapan saf, temiz, Anadolu çocuğu erler dahi ağlıyorlardı. Bu kadar derin ve hissi tesir yaratacağını tahmin etmemiştim.
Hakikatleri inandığım gibi hissederek dile getirmekten başka bir şey yapmamıştım. Tarihi ve hakiki vak’aları geliş sırasına göre sıralamış ve samimi duygularımı riyasız, katıksız olarak aksettirmiştim. Artık mahkemede son sözümü söylemiş, senelerce içimde sakladığım arzu ve emellerimi dökebilecek bir mahkeme bulabilmiş ve huzura kavuşmuş vaziyetteyim.
Büyük bir rahatlıkla mahkeme heyetinin vereceği kararı bekliyordum.
Mahkemenin vereceği karar adalet tarihinde mühim bir mevki alacak olan bir hukukî görüş ve anlayış olacaktır. Neticeyi zerre kadar düşünmemekteydim. İnsanın hayatta Allah tarafından çizilmiş olan hayat çizgisini yani mukadderat denilen manevi alın yazısını değiştirmesi kendi elinde değildir. Şimdi diğer sanıkların müdafaası devam etmektedir.
5 Ağustos 963
Turgut Alpagut
Bugün sanıklardan eskiden en yakın arkadaşım olan Alb. Turgut Alpagut’un müdafaasını kayınbiraderi Bülent Ağbeyoğlu yaptı. Şahsımı da hedef tutmak üzere yaptığı müdafaa ve tamamı ile inkâr ve yalanlara saparak eniştesini kurtarmak için ileri sürdüğü iddialar Turgut Alpagut’u çok küçük bir vaziyete düşürdü ki böyle şerefsizce bir müdafaa ile insanın ölümden kurtulması yerine ölmesi daha iyidir.
Artık cemiyet içinde bu şartlar altında yaşamak benim ölçülerime göre faydasızdı. Fakat insanlar çok geniş ve hazımkâr olabiliyorlarmış. Ahlak ölçüleri herkese göre değişebiliyor. Ve rahatlıkla cemiyet içinde fütursuzca gezebiliyorlar. Türkiye her sahada bu kadar alçalmış fertlerle dolu olarak yaşadığına göre, ne ile düzelebilir acaba?
Sabahleyin ihtilâlcilerin mahkemesini büyük bir cesaret ile almış olan yegâne kadın avukat olan Nevin Selek hanımın müdafileri hakkında yaptığı müdafaaları dinledim. İftihar ettim. Asil davamıza inanarak ve içten gelerek kül olarak yapmış olduğu savunmada hukukî tahlilleri, çok iyi bir hazırlık neticesi olduğunu gösterdi. Hissetmek ve duymak her şeyi halleder. İnsanlar duyabilecek hale geldiği zaman olgunlaşabilir. Fikir adamı olur, her gün biraz daha idealistliğe yaklaşır. Yegâne kadın avukat olan bu hanımın mahkemenin birinci gününden beri müvekkillerine gösterdiği alakayı ve devamlı surette aksaksız olarak duruşmaları takip etmesi bir hukukçu olarak vazifesini tam manası ile yaptığına şahit oldum. Takdir ettim.
Bir günde iki zıt kutbu teşkil eden iki hukukçuyu aynı mahkemede görmek ne acı tesadüf.
6 Ağustos 963
Bahtiyar Yalta
Bu gün mahkemede üst zirvede beraber geceli gündüzlü çalıştığımız Bahtiyar Yalta ve Dz. Alb. Galip Gültekin’in savunmalarını avukatları yaptılar. Müvekkillerini küçültmekte yarış ettiler. Bu durumdan kendisini kurtarmak için Bahtiyar Yalta’nın şahsen yapmış olduğu yazılı müdafaası onu kitle huzurunda kurtaramamıştır. Maalesef o da nazarımda artık bitmiştir. İbret verici hadiseler. Hele Galip Gültekin’in avukatının yaptığı müdafaaya aynen iştirak etmesi kadar ahlak zaafı olamaz. Bu arkadaşın kurtulup cemiyet içersinde nasıl gezeceğini merakla bekliyorum. Fakat gezecekler, belki de sahte idealistler olarak kendileri gibi bulacakları şahıslarla yeni kadrolar içinde yine günlerini gün edecekler. Hayırlısı olsun. Hukuk adamları bu şekilde icrai sanat ediyorlar. Yazıklar olsun. Demek avukatlar da sanıklara göre seçiliyor.
8 Ağustos 963
Bugün mahkemede Halim Menteş, Dündar Seyhan, Necati Ünsalan, Mustafa Ok’un avukatı Kemal Tamer müvekkillerinin müdafaalarını yaptı. Hazırladığı, davayı kül olarak ele alışı iyi idi. Yalnız Mustafa Ok şahsen yaptığı müdafaada çok küçüldü. Müdafaasının bazı yerlerini okuyamadı. İki sebepten ileri gelebilir. Ya bazı hakikatleri tahrif etmiştir ya da kendisinin şimdiye kadar kazanmış olduğu mükâfatları, birincilikleri yazmıştır, (her ikisi için de utanç duyacağı için) okuyamamıştır. Kanaat odur.
Necati Ünsalan’ın bugün de gayet açık olarak 22 Şubatta hava kuvvetleri hesabına çalıştığı, bize o gece ihanet ettiği bir kere daha bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı.
Dündar Seyhan
En iyi konuşmayı yine Dündar Seyhan mertçe bir eda ile yaptı. Şu noktaları gayet açıkça ve veciz bir ifade dille belirtti. Dündar Seyhan bir müddet evvel tahliye edilmişti. Dışarıda kendisine yapılan muameleyi anlattı:
1) Dündar’ın oğlu Harp Okulu ikinci sınıftadır. Mevkuftur. 2 No. mahkemede muhakeme edilmektedir. Ziyaretine gitmiş, görüşmesine müsaade etmemişlerdir. (Ne acı tecelli)
2) Tahliye edildikten sonra peşine bir polis takmışlar adım adım takip ettiriyorlarmış.
3) Gece yarısı Emniyet 1. Şubesine çağrılarak neden tabiî senatörler ve milletvekilleri ile konuşuyorsun diye sorguya çekmişler, ifadesini almışlar.
4) Dündar ihbar mevzuunda Alparslan Türkeş’i hedef alarak iyi bir konuşma yaptı. Onları rezil etti.
“21 Mayıs ihtilâl haberini duysa idim hiçbir surette ihbar edemezdim. Bende beraber çalıştığım eski arkadaşlarımı ele vermek diye bir şey yoktur” dedi. Bu söz ile neler anlatmak istediği anlaşılmıştı. Tabiî herkes hissesini aldı. İşte günün dikkat çekecek hadiseleri bunlardı.
9 Ağustos 963
Bugün mahkeme salonunda iyi bir gün yaşanmadı. Sorgulama sırasında bu davanın yürütülmesinde en önde bulunan 22 Şubatçı kadrosunun bazı arkadaşlarımın tehlike karşısında kendilerini kurtarmak için yaptıkları çekingen savunmalar ve maddi vakaların hakikatlere uygun anlatılmayışı, bazı küçük hesaplarla bildiklerini söylemekten çekinmeleri hatta yalan söylemeleri neticesi davayı küçültmüş ve ilk büyük taarruza bazı soysuz avukatlar tarafından yakın arkadaşlarımın bunlara teslim ettiği silâhlar ile çok ağır derecede yaralanmışımdır. Bunun neticede böyle olacağını biliyordum. Ama kimseye ilk günlerdeki düşüncelerimi kabul ettirememiştim. Şimdi cezasını hep birlikte çekmeye mecburuz.
36 sanığın avukatı olan Turan Ayata genel müdafaasını yaptı. Bu şahıs karmakarışık fikirli, neyi müdafaa ettiğini bilmeyen, konuşmaları esnasında bir çok zühullere düşen, birbirini nakz eden fikirlerle konuşan, mugalatacı, sahte inanışlarla, tüccar zihniyeti ile yalnız para kazanmak için hukukçuluk mesleğini seçmiş bir tip. Ne acıdır ki bu zat da on dört senedir Harp Okulu’nda anayasa hukuk hocalığı yapmış olduğunu iftiharla söylüyor. Demek Harbiye 945’ten beri kimlerin elinde imiş. Diğer Av. arkadaşı da Şahap Homriş. Tencere yuvarlanıp kapağını bulmuş. Zaten başka türlü uyuşmalarına imkân yok.
10 Ağ. 963
Hv. Em. Bnb. İzzet Köz
İhtilâl öncesi ve o gece bütün gayreti ile vazifesini yapmıştır. 05.30’da Eskişehir üssünden dört adet F-100 uçaklarını getirmiş, genelkurmay ve hava kuvvetleri karargâhını makineli tüfek ateşi ve roket ile ateş altına aldırtmıştır. Yalnız mahkemede korkudan veya Hv. kuvvetleri komutanının yaptığı tehditlerden çekinerek veya geride kalan arkadaşlarını ele vermemek için her şeyi inkâr etti. Çok yalancı bir şahıs olarak tarihe geçecektir. Zararı kendisine ve ailesine olmuştur. Mahkemede yaptığı konuşmalarla iyi bir aktör rolünde idi. Bir ihtilâlciye yakışmaz ezilmeler ve büzülmeler gösterdi. Bence bu hareketleri tasvip görmez.
Em.P. Yzb. Nihat Sertöz: O gece gücü yettiği kadar vazifesini yapmıştır. Yalnız mahkemede korktuğundan çok yanlış yollara saptı, yalancı bir insan durumuna düşmüştü. Hakikaten de yalancı ve seviyesi düşük bir insanmış, iyi tanıyamamışım.
22 Şubat sonrası bazı arkadaşlar beni bu sahada ikaz etmişlerdi ama kıymet vermemiştim. Yanılmışım onlar görüşlerinde haklı imişler.
12 Ağ. 963
Bu gün mahkemede içimizde sanık olarak bulunan Harp Okulu talebeleri Kemal Ülkütanak’ın savunması ile başladı. Bu talebe o gece tam vazifesini yapmış, cesur, mütevazı, idealist bir gençtir. Harekât bittikten sonra yeni Harp Okulu K. Tuğg. Burhan Ercan tarafından çok fena halde dövülmüş, üç gün yediği dayaktan dolayı boynu ve boğazı şişerek yemek yiyememiş. İşte Türk generallerinin cesaret ve intikamcı zihniyetleri. Bu general o gece hiçbir yerde kabadayılık edip gözükememiş, her iş bittikten sonra yalancı pehlivan gibi ortaya çıkıp parsa toplayanlardan biridir. Kendisini eskiden de tanırım maalesef. TSKB teşkilatından idi. Alb. Selçuk Atakan’ın zoru ile bize tesir ederek Paşa yaptırmıştık. Meğer Selçuk Atakan’ın zamparalık arkadaşı imiş. Bu hususta 2. Ordu Kur. Bşk. iken ve Afyon ordu evinde geçen pespaye hareketlerini de yakın şahitlerden dinledik. İşte milletin gözbebeği Harbiyeliler, kartal yuvası Harp Okulu böyle bir generalin emrine terk edilmiş vaziyette.
Em. Kur. Alb. Asım Mutludoğan şahsen hazırladığı savunmasını da okumadan verdi, kim bilir içinde neler vardı.
Bu adeti de Alb. Yaşar Başaran çıkardı. Mahkeme huzurunda okuyacak yüzü olmayanlar ekseri böyle yapıyorlar. Çünkü burada neler öğrendik, neler gördük, ne ince taktikçiler varmış meğerse içimizde.
Em. Kur. Alb. Emin Arat:
Öğleden sonra şahsi savunmasını kendi okudu. Çok uzundu. İsteseydim her türlü lider olurdum, ben kimsenin peşinden gitmedim, diyor. İnsanlar her şey olmak isterler ama lider sözle olunamaz, hareketle, cesaretle, korkusuz, yalan söylemeden, yılmadan çalışmakla olur. İstek başkadır, olmak başkadır. Hele liderlik herkesin zannettiği kadar kolay kazanılacak bir unvan değildir. Hele Emin Beye göre hiç değilmiş. Eğer 21 Mayıs 963 ihtilâli olmasa idi Emin Beyi anlamayacaktık. İhtilâlden evvel kendisine çok hürmet ederdim. Çok beğenirdim. Hatta kendisi harekât muvaffak olsa idi “Bütün haklarını alacaksın, geçen Ağustos’tan geçerli olarak General olacaksın. Hemen akabinde Başvekil olacaksın” dediğim gün ihtilâlden bir hafta önce idi. O gün gözleri parlamış, ağzı kulaklarına varmıştı. Bu hususu Dz. Alb. Galip Gültekin’e de daha evvelden söylemiştim. “Siz layık görüyorsanız peki” demişti. O günler benden iyisi yoktu. Ne hazin tecellidir. Onlar pembe köşklerde oturacaktı. Ben ve diğer mert arkadaşlarım Fethi Gürcan, Yb. Rıfkı Ertem gece gündüz emniyetlerinde, eski rütbelerimizle, kıtalarımızın başında bu zatların emniyetlerini hayatlarımız pahasına gene mahrumiyet içinde koruyacaktık. Bu başvekillik konusunu yazmayacaktım ama madem ki E. Arat bugün kendiliğinden ümit edilmeyen yalancı ve müfteri durumuna düştü. Artık her şeyi hak etti. Şimdiye kadar ihtiras sahibi olduğunu bilirdim ama bu kadar alçalarak muhterisliğini açığa sunacağını ümit etmemiştim. Şimdiye kadar yaptığı her şeyi yıktı. Artık sahte idealistlerden nefret ediyorum.
Sv. Teğ. Muhteşem Erol Aydın:
Yedek subaylıktan geçme bir subay, kültür seviyesi noksan, at sevgisi diye bir şey tutturmuş gidiyor. Garip bir tip, hayalci, güzel sanata düşkün, yalancı bir subay. Yazılı ifadesini okumadan verdi. Avukatları Vecihi Işık savunmalarını çok iyi bir konuşma ile kapadı.
14 Ağustos 1963
Bugün 14’lerin yani Alparslan Türkeş, Rifat Baykal, Muzaffer Özdağ’ın avukatları Atalay Peköz – M. Ali Akyüz tarafından savunmaları yapıldı.
Benim için mühim olan o gece yapacağımız ihtilâl hareketini ihbar ettiklerini nasıl gizleyecekleri ve hangi kalıba sokacakları idi. Bu nazik mesele ince bir taktikle geçiştirilmek istendi. İhbar edildiği saat 20.00’de ihtilâlin kimin yapacağı bildirilmemiştir, dendi.
Halbuki sorgulamada ve amme şahidi olarak dinlenen Fuat Uluç şahadetinde bunu açıkça bildirmişlerdi: Aydemir ismi ihbarın içinde geçmişti. Fakat müdafaada kimsenin dili buna varmıyordu. Ama ne yapsalar Türkeş ve arkadaşları muhbirlikten ve bu lekeden hayatları boyunca amme nazarında kurtulamayacaklar. Ben de ölünceye kadar o gece bana karşı yapılan bu arkadan hançerlemeyi unutmayacağım.
Benim indimde Samet Kuşçu’dan da daha suçludurlar, ama ne yapalım. Siyasî rekabet, kendilerinin bir hareket yapma gücünden mahrum oluşu, liderlik ihtirası Türkeş’i o akşam bu yola kadar sürüklemişti.
Türkeş kendi savunmasını eski harflerle yazdığı kâğıttan bazı ilaveler yaparak çok cılız, suçluluk psikozu altında kalmış bir hisle okudu.
“22 Şubatçılar ile temasta değiliz” dedi. Halbuki Mustafa Ok, Bahtiyar Yalta ile Muzaffer Özdağ ve Rifat Baykal devamlı surette temas halinde idiler, son günlerde Alb. Emin Arat ile temas ediyorlardı. İnsanlar kolaylıkla hakikatlerden ayrılabiliyorlardı. Hele lider olarak geçinenlerin bu gibi hususlarda çok hassas olması gerekir. Herkesinki hoş görülüyor ama bu gibi şahıslara yakışmıyor.
Rifat Baykal: Yazılı savunmasını okudu. Bazı yerlerinde samimi değildi. Bilhassa silahlı kuvvetler içinde çok geniş çapta çalışma gayreti içinde idi. Fakat ümit ettiğini bulamamıştı. Her defasında bizim taraftarlarımıza el atmak istemiş ise de muvaffak olamamıştı. Aynı zamanda da 22 Şubatçıların hakiki güçlerini hiçbir zaman tahmin edip kıymetlendirememişti.
Bu şahıs Türkeş’in bir numaralı müdafii ve özel kalem müdürlüğü rolündedir. Silahlı Kuvvetler içinde en çok faaliyet gösteren veya çalışan bir kimsedir. Şimdi bu hususları saklıyor her nedense.
Muzaffer Özdağ: Yazılı savunmasını okudu, gayet güzel, heyecanlı ve objektif bir görüşle hazırlanmıştı. Aşağı yukarı 14’lere ait kısımlar hariç savunduğumuz fikirleri, görüşüne göre takviye ediyordu. Türkeş’ten daha iyi bir görüş ile Türkiye’nin ana davasını belirtti. Tahlilleri iyi idi. Türkeş’in konuşması bunun yanında sönük kaldı.
14’ler bu davada siyasî hazırlıkları için epey yatırımlar yaptılar. İstikbale ait puan toplamaya çalıştılar. Suçsuz yere aramızda yattılar ama epey şeylerden de propagandalarını yapmak için geceli gündüzlü çalıştılar.
16 Ağustos 963
E. Kur. Alb. Cevat Kırca ve E. Kur. Alb. Osman Deniz: Avukatları Tekin Gündüzak. Müdafaaları tamamı ile yalana isnat ediyordu. Onun için yazacak bir şey bulamadım. Yalnız şu hususu söyleyeceğim: “Allah insanı yaşadığı müddetçe her türlü şeyden mahrum etsin, hatta sıhhat dahil, yalnız ahlaktan mahrum etmesin.” Bu görülen ihtilâl davasında herkes hissesini alsın.
Avukatlarından sonra Cevat Kırca beş sayfalık yazılı savunmasını okudu. Çok güzel hazırlanmış ama avukatının konuşması ile bağdaşmıyor. Samimi bir hareket tarzı değildi.
Osman Deniz yazılı savunmasını okudu. Güzel ve edebiyatla karışık bazı hakikatler dile getirilmişti. Ama söz ile hareket uymuyor.
Bu iki arkadaşın yaptığı taktik şudur: Müdafaalarında her türlü suçlamaları, yalanları avukatlarına bırakmışlar söylemeleri için, kendi okudukları savunmalarla da tertemiz idealistler olarak çıkmak istemişlerdir.
Böyle ince kurmay oyunlarını artık kimse yutmuyor. Modası geçmiş şeyler bunlar, herkes mahkemede hükmünü vermiştir.
17 Ağustos 963
Em. Sv. Bnb. Fethi Gürcan’ın sonsöz konuşması:
Bizi büyük bir sabır ve tahammülle dinleyerek davamızı asil milletimize ve dünyaya duyurmak imkânını verdiğiniz için hepinize minnettarım.
Milletimizin bekasının ve refahının Atatürk ilkelerine bağlılıkla sağlanacağına inanıyorum. Bu inancımın tahakkuku için mücadele verdim.
Bu uğurda 27 Mayıs 1960’ta sıhhatimi, 22 Şubat 1962’de çok sevdiğim mesleğimi ve üniformamı kaybettim. 21 Mayıs 1963’ten beri de elimde kelepçe, demir parmaklıklar arkasında yuvamdan ve yavrularımdan ayrıyım.
Aziz milletime canımdan başka verecek bir şeyim kalmadı. Onu da vermeye seve seve hazırım, yeter ki vatan millet sağ olsun.
Hepsi onlara feda olsun.
Saygılarımla.
İşte görüldüğü gibi içten gelerek söylenmiş şu samimi sözler, her sahada vazifelerini yapanların ağzından dökülüyor. Ve hiç kimse yadırgamıyor. Çünkü Fethi Gürcan da her zaman, her yerde, ilk tanıdığım günden beri karakterini hiç değiştirmeden, mertçe hareket etmiş, gözü kara denecek kadar çok cesur ve idealist bir subaydır. O da daima hareketlerini sözlerine uydurmuştur. Bana bağlılığı tamdır. Allah memlekete bağışlasın.
Sonsöz
Mahkemede “Sonsöz” olarak ilk önce hazırladığım metin, son gece arkadaşlarımın arzusu ile değiştirip ihtisar edip söylediğim bu sözler arka sayfadadır. Tarihi Mahkeme Heyeti:
1) Yüksek mahkeme huzurunda 2 Ağ 963 günü şahsen yaptığım müdafaanın sonunda ölümü tercih ettiğimi bildirmiş, bunun da kısaca sebeplerini arz etmiştim. Benden sonra müdafaalarını yapan bazı sanık ve avukatlarını dinledikten sonra bu arzumda ne kadar isabetli olduğumu bir kere daha açıkça anladım.
2) Müdafaalar esnasında bazı sanık ve avukatlar bana karşı “İnkârcı, en şerir cebir vasıtası kullanan, yalan beyanatta bulunan, iftira etti” gibi sözleri insafsızca kullandılar. Avukat ve sanıkların bu sözlerine tenezzül edip cevap vermeyeceğim.
3) İnandığım bir dava uğrunda bilerek, içten gelen bir inanışla mücadele ettim. Şimdi cezamı seve seve çekeceğim. Çünkü müstehakım. Beraber yola çıktığım kadroyu iyi seçememişim. Hayatta daima hareketlerimi sözlerime uyduran bir insanım. Aksini yapan sahte idealistlerden de artık kurtuldum.
4) 20 Mayıs 963 gününe kadar üst seviyede benimle birlikte geceli gündüzlü çalışan arkadaşlarıma hitap ediyorum. İhtilâl kararını ben verdim. Bana inananlar ile birlikte yaptık. Bunun şerefi de tarihte bize ait olacağı gibi cezası da şimdi bize ait olacaktır. Hiç üzülmesinler. Mahkeme neticesinde verilecek kararlar bir kısmımızın kemikleri mezarlarda çürürken, bir kısmımızın vücutları demir parmaklıklar arkasında erirken, onları da vicdanları ile baş başa bırakıyorum.
5) Mahkeme heyetinden de son arzum; kararların bir an önce verilerek Türkiye’de yaşamamızdan hâlâ üzüntü duyan bazı şahısları huzura kavuşturmasıdır. Hürmetlerimle.
Oğlumun Tevkifindeki Komedi
18 Ağustos 963
Bugün Pazar. Hapishanede cezalıların aileleri tarafından ziyaret günü. Herkesi parmaklıklar gerisinde 10-15 dakika görüştürmeye müsaade ediyorlar. Şadan ve Tülin beni görmeye gelmişlerdi. Oğlum Metin’i de bekliyordum, fakat yoktu. Annesi de çok sinirli, üzgün bir halde idi. Sebebini sorduğumda, sabaha karşı 04.00’te Metin’in polisler tarafından tevkif edilerek Çankaya Emniyet Amirliği’ne götürüldüğünü söyledi. Sebep şu imiş “Sen babanın mahkemede yaptığı savunmasını çoğaltıp dağıtıyormuşsun” demişler, evi aramışlar, fakat bir şey bulamamışlar. Müdafaamdan bir suret göndermiştim, onu da almışlar. Evde de Kudret Bey ile Prof. Perihan Çambel’in daktiloları varmış, onlarla birlikte Metin’i de götürmüşler. Üzüntü bundan ileri geliyormuş. Haklı tabiî, yalnız olayın oluş şekli de garip. Bizim oturduğumuz ev alt kat bahçe içinde. Gece Merkez Kum. Alb. Orhan Çokdeğer evin penceresi altına yatıp dinlemiş, evden daktilo sesi geliyormuş. Hemen gidip Örfi idareye ihbar etmiş. Oradan arama emri çıkartarak polisler de eve sabaha karşı baskın yapmışlar. Askerliğin bu kadar düşeceğini ümit etmemiştim. Ama böyle aşağılık insanlar Kur. Subay olup da, hele Ankara gibi bir yerde Merkez K. olursa olacağı budur. Subaylık için çok acıdır. Evleri hırsız gibi dinlemek. Babası idam hükmü ile yargılanan 19 yaşındaki oğluma reva mı, o aileyi ikinci bir üzüntüye sokmak, hem de suç teşkil etmeyen bir meseleden reva mı? Hangi insanlık değeri ile bağdaşabilir. İşte bizler intikam alabilmek için bu kadar küçüldük. Bu tip subaylarla ordu bakalım ne kadar ayakta durabilecek. Bu albayın benim oğluma karşı yaptığı ikinci hadisedir. Şimdi herhalde sıra karımda ve kızımda, intikamcılar ancak zevklerini Aydemir ailesine huzursuzluk vererek tatmin edecekler. İbret verici bir manzara.
Mahkeme Kararları
5 Eylül 1963, Saat: 20.00
Bugün Türkiye’de tarihî bir sahne yaşandı. Mahkeme karaları okundu. Bugünün hazırlığı dünden itibaren yapılıyordu. Dün gece bütün hapislere sabahleyin saat 11.00’de bütün eşyalarımızı toplayıp teslim etmemizi söylediler. Tabiî bu gibi emirlerin sonunda yorumlar yapılır.
Kararlardan sonra bazılarımızın başka hapishanelere nakledileceği rivayeti dolaştı. Benim kıymetlendirmem doğru çıktı. Beraat edenleri doğrudan doğruya hapishaneye uğratmadan eşyalarını Mamak’a götürüp oradan gönderdiler. Ceza alanları da tekrar hapishaneye, cezalara göre bir tertip yapıp yerleştirdiler. Ben eski hücreme yattım. 132 No. (İ) harfli hücre biraz daha çilemi çekecek.
Saat 14.00’te mahkemede hazır bulunmak üzere 13.30’da kelepçeli olarak otobüslere bindirildik. Fevkalade bir vaziyet olduğu anlaşıldı. Emniyet tedbirini fazla miktarda arttırmışlardı. Bindirilmiş telsizli vasıtalarla konvoy takip ediliyordu. Muhabere Okuluna kadar iki sıralı asker dizilmişti. Mahkeme salonu Tomsonlu askerlerin kordonu altında idi. Saat 14.00’e 15 kala salona girdik. Salonda bütün avukatlar hazırdı. Gazeteciler de yerlerini doldurmuşlardı. Dinleyici yerleri de dolu idi, fakat sanık ailelerinden kimseye tesadüf edemedim. Ailem gelecekti. Göremeyince zaten ağır havanın tesiri ile işin ehemmiyetli bir sonuca varacağı belli oldu.
Saat tam 14.00’te Mahkeme heyeti yerini aldı. Mahkeme salonunu bir sessizlik kapladı. Duruşma hâkimi Dz. Alb. Numan Özdalga celseyi titrek bir ses ile açtı. Bundan evvel mahkeme reisi General Fevzi Basmacı sanıklara bir ihtarda bulundu ve tehdit etti. “Şayet kararlar okunurken herhangi bir hareket yapılırsa, nöbetçilere talimat verilmiştir, müdahale edecekler” dedi. Yani coplar ile dövülecektik veya kapı dışarı atılacaktık. Bu sözler bir duş tesiri yaptı. Hâkim kararın giriş kısmını okumaya başladı. Baktım ifadelerde İsmet Pş’nın bazı cümleleri ve direktif kokuları vardı.
Hücumların çoğu şahsıma aitti. Savcı yüzüme arada sırada bakıyordu. Yüzü sapsarı idi, yardımcılarında bir acıma hissi yoktu. Mahkeme heyetini teşkil eden Hv. Generali Lütfi Ergüven bizim tarafımıza bakamıyordu. Netice kararların tevhimine geldi. Hâkim “Onar onar ayağa kaldıracağım, öyle tebliğ edeceğim” dedi. Sıra ile kaldırdı. Birinci ben, Fethi Gürcan, Erol Dinçer, İlhan Baş, Cevat Kırca, Osman Deniz, Ahmet Gücal, İzzet Köz, Recep Uslu, Fevzi Bingöl. Ve sıra ile cezalarımızı söyledi. Benden yedinciye kadar ölüm cezası verilmişti.
Gayet sakin dinledim. Hâkim hemen dışarı çıkmamızı söyledi ve salondan dışarı hiç sarsılmadan çıktık. Ben çıkış kapısına doğru giderken sağ tarafta oturan gazetecilere gülerek selam verdim ve mahkeme salonunu gülerek terkettim. Geride kalanlar şaşırmışlar ve şoke olmuş idiler. Çünkü günlerce yapılan kıymetlendirmeler hiçbir ölüm cezası çıkmayacağı merkezinde idi. Ben ihtimal olarak da yedi kişi beklemiyordum. Kıymetlendirmem iki kişi idi. Ben ve Fethi Gürcan. Bizlere de hâkim takdir hakkını kullanır zannetmiştim. Buna rağmen idam bekliyordum. Onun için pek tesir etmedi. On kişi otobüse bindirildik, teker teker oturtularak iki elimize birden kelepçe vurularak cezaevine getirildik. Sonradan yavaş yavaş diğer mahkûmlar da geldiler. 151 sanıktan 51 kişi beraat etmiş. Diğer 100 kişi mahkûm olmuştu. 7 idam, 28 müebbet hapis vardı. Cezaların son haddi kullanılmıştı.
Bu mahkeme heyetinden böyle sert ve adaletsiz bir karar çıkacağı hiç ümit edilmiyordu. Fakat ne yazık ki politikacılar mahkeme heyetine de Silahlı kuvvetlerin başları ile hâkim olmuşlardı.
Bizden sonra sıra ile sanıkların cezaları tebliğ edilmiş, yalnız bu arada Tank. Teğ. Alaattin Açan iyi bir jest yapmış. Mahkeme kürsüsüne doğru ilerlemiş ve mahkeme heyeti önünde durarak omuzundaki rütbelerini sökmüş, “Şimdiye kadar bu rütbeleri şerefle taşıdım, bu andan itibaren atıyorum” demiş ve mahkeme reisine atmış. Bunun manasını onlar kavrayamazlar, zamanla anlaşılır. Bizden sonraki otobüsler de Harp Okulu marşını söyleyerek Mamak’tan ayrılmışlar, cezaevine H. Ok. marşı ile girmişler.
Cemal Tural Deli Olmuştur
Tabiî örfi idare K. Cemal Tural deli olmuştur. Ama artık ziyanı yok, kendisi Org. oldu. Bizler de idama mahkûm olduk. Onun en sevinçli günü. İnönü onu Genelkurmay Başkanlığına nasıl olsa getirecek. Üzülmesin. Kararların bu derece sert verilmesinde birinci derecede rol oynayanın bu general olduğunu öğrendik.
Sağlık olsun, mukadderattan başkası olmaz.
7 Eylül 963, Saat: 10.30
Bugün hadiselerden sonra iki gün geçmiş vaziyette. Hapishane hayatı daha intizama girmiş durumda. İdamlar ve müebbetler bir arada hücrelerde yatıyoruz. Karar gününden itibaren hapishane talimatı da değişti. Eskiden bizlere, koğuşa bir asker tahsis etmek üzere koridorun süpürülmesi, yıkanması, her türlü temizliği yapılıyordu. Onu kaldırdılar. Artık her işimizi kendimiz görüyoruz. Süpürme, pas pas yapma, her türlü koğuş temizliği bizlere ait. Eski silah arkadaşlarımızın ne kadar insaniyetten mahrum olduklarını gayet açık olarak görebiliyoruz. Allah insanları bir kere böyle zalim anlayışlı subayların eline düşürmesin. İçecek suyumuz eskiden, mahkûm olmadan evvel, dışardaki çeşmeden gelirdi. O da kalktı. Şimdi helalardaki suyu içirtiyorlar. Tabiatiyle mikroplu veya pis kokulu. Fakat bu kadar olsun. Hapishane subayları intikamlarını bizlerden bu şekilde alıyorlar veya bunlara bu emri veren şahıslar. Ama hayat bu belli olmaz, zamanın ters döneceği zamanlar da olabilir. Kararlar verildi, canımızı almaya niyetliler fakat insan düşman olsa ölüm gününe kadar hoş tutulur, insanca muamele eder. Zaten temyiz, kararları tasdik edince Sivil cezaevlerine gönderecekler. Bunun için de çok zaman yok. Bu müddet zarfında cezaevi Md. bizlere insanca muamele ettirse neresi eksilir. Ama o duygulu insanlar nerede.
Orhan Çokdeğer’in Ölümü
Merkez K. Kur. Alb. Orhan Çokdeğer gitmiş olduğu avdan dönerken vasıtası bir kamyona çarparak kaza geçirmiş ve ölmüş. Allah taksiratını affetsin. Aydemir ailesine epey zararı dokunan bir kimse idi. İhtilâl gecesi de bir numaralı rolde idi. Mahkemede yalancı şahitlik etmiş, bir çok gencin fazla ceza almasına sebep olmuştu. Yanında Yb. Sabahattin Sayınsoy da istihbarat subayı idi. O da o gece ve mahkemede verdiği yalan ifadelerin cezasını görmüş, ağır yaralı imiş. Sv. Yb. Hulusi Baykal da yaralı imiş.
Allah kimseye yaptığını yanına bırakmıyor. Bundan iyi ibret dersi olmaz. İnsan ne oldum dememeli, ne olacağım demeli.
Orhan Çokdeğer ava çok meraklıdır. Yanındaki arkadaşları da öyledir. Kaza yine bir av partisinden dönerken olmuştur. Avladığı keklikleri her hafta hususi surette İ. İnönü’ye gönderirdi. Göze girme yolunu böyle bulmuştu. Fakat bu son av onun hayatına mal oldu. Buna rağmen ava gidişini kapatmak için kumandanlar “vazife dönüşü” diye bildirdiler. Şehit muamelesi yaptırarak İzmir’de şehit mezarlığına defnettirmişler. Keyfî İdare K. Cemal Tural da kendisine 47 No. Tebliğ ile iyi bir mersiye çekti. Sadık insanlara yapılan iyi muamelenin örneğini verdi. İşlerine gelen her şeyi bu tip kumandanlar kitabına uyduruverirler.
Cemal Tural
Orgeneral olmak için Cemal Tural’ın yapmayacağı kulluk kölelik yoktur.
Türkeş’in Yeni Manevrası
Davalar ilk başladığı zaman bir avukata Şadan müracaat ediyor. 50.000 lira istiyor. Tabiî derhal vazgeçiyor. Şimdi bu avukat, Türkeş’in iki avukatı M. Ali Atalay ve M. Ali Aytür ile birlikte davayı fahri olarak almak için aileme müracaat ediyorlar. Ve söyledikleri şu: “Talât Beyi avukatları iyi müdafaa edemediler. Bizler temyizde müdafaa eder, ölüm cezasından kurtarırız.” Bu da yeni bir taktik idi. Ne şekilde istismar ediliyoruz. Bu beyler ilk önce 50.000 lira istiyorlar, sonra bedava avukatlık yapmaya kalkıyorlar. Maksatları nedir? Bunun altında her türlü maksat yatar. Türkeş’in güya benimle alakadar olduğu süsünü etrafa yaymak. Bu kadar hizmeti seviyordu, neden harekât gecesi beni İ. İnönü’ye kadar ihbar etmekten çekinmemişti. Şimdi bu hatasını tamir için gösterişli hareketler, istikbale ait yatırımlar peşinde. Samimi değil. Kararların okunmasından bir gün önce kendilerinin tahliye edileceklerini ve benim de ölüm cezasına mahkûm olduğumu biliyordu. Hücreme çömezleri olan Rifat Baykal ile Muzaffer Özdağ’ı gönderdi. Kendisi bir allahaısmarladığa dahi gelmedi.
Ben eski arkadaş olarak ölüme gidiyordum. O da hürriyetine kavuşuyordu. İnsanın bir helalleşmesi gerekirdi. Eğer samimi ise. Tabiî ne gezer. Onlar kadar bana gönderdiği haber: “Türkeş parlamentoya haber gönderdi, ölüm cezasına taraftar değil.” Sanki parlamentoyu Türkeş idare ediyor. Bu ne megalomanlık, hâlâ kendisini parlamentoya hâkim bir insan rolüne sokmak istiyor. Zavallı Rifat Baykal da bunu bana bir müjde gibi getiriyor. Tabiî güldüm, işte şimdi de böyle sahte manevralar peşindeler. Hâlâ siyasî rekabet. Liderlik sevdası. Büyüklük hastalığı. Ben ona mahkemede arkadaşlık vazifemi yaptım. Beni ihtilâl gecesi ihbar etmiş bir insana karşı hissiyata kapılmadım. Eğer kapılsa idim, “Dikmen toplantısında ihtilâl mevzuu konuştuk” deyiverirdim. Onların hapishaneden çıkmalarına imkân yoktu. En az birer sene hapis cezası alırlardı. Benim dürüst hareketim ile verdiğim ifadede hissiyata kapılmamamdan dolayı dışarı çıkabildiler.
Tabiî onlar bunu idrak edememişler. Hâlâ dolambaçlı yollardan hareket ediyorlar. Teşebbüslerinde samimi değillerdir. Hayatımın sonuna kadar Türkeş’in ihbar hadisesini unutmayacağım. Ne yapsa bu şaibeden kurtulamaz. Benim için 14’lerin Türkeş kanadı bitmiştir. Hem artık benimle niye uğraşıyorlar. Ben idamlık bir kimseyim, hayattan çekiliyorum. Sahne onlara kaldı. Liderlik vasfını göstersin bakalım. Ama hiçbir şey yapamayacaktır. Bastığı taban bu memlekete hayır getirecek bir zemin değildir. Allah yollarını açık etsin. Fakat neticesiz bir çaba içerisindedir. CKMP ile iktidara gelinemez. Gericilikten vazgeçip ilerici olmalıdır.
İdamlıklar Hücreye Kilitleniyor
25 Kasım 1963, Saat: 14.30
Bu anda cezaevinde biz 4 tane idamlık arkadaşı diğer arkadaşlarımızdan ayırarak hücrelere kilitlediler.
Bu emir ani olarak yukardan geldi. Ama ne maksatla yaptıklarını bilmiyoruz. Güya Cezaevi Md. Bnb. Nurettin Işıldar gelip emri okuyacakmış. Yarım saat oldu gelen giden yok. Birinci hücrede Erol Dinçer, ikincisinde ben (eski yerim zaten), üçüncü hücrede Fethi Gürcan, dördüncü hücrede Osman Deniz yatıyor.
Arkadaşlarımızdan bu şekilde ayrıldığımız için çok üzüldük. Tabiî onlar da bizim kadar üzgünler, arada birbirimizi göreceğimiz bir kapı penceresi var, oradan Atilla ile Cevat Kırca üzgün olarak bakıyorlar. Biz dört kişide bir sessizlik var, tabiî ilk tesir, herkes kendisine göre düşünceli, bu tertibin meçhullerini çözmekle meşgul.
Ben de bu satırları yazmakla meşgulüm.
Benim kıymetlendirmeme göre durum normal, bir şekilde ayırıp emniyet tedbiri almaya mecbur sorumlular. Belki de geç bile kalmışlardı. Çünkü bizler diğer mahkûmlardan farklı idik. Kararımız Büyük Millet Meclisi’ne kalmış vaziyette, şayet ölüm cezalarımızı meclis tasdik ederse infaz için askerî cezaevi bizleri Ankara Cumhuriyet Savcılığı’na teslim edip, sivil hapishanede, yani Ankara Cezaevinde infazın yapılması gerekir. Kanun hükümleri bunu caridir. Ama Keyfî İdare K.lığı her istediğini yapabilen bir selahiyete sahip olduğu için her türlü kanun harici kararlar alabilir. C. Tural böyle bir ruha zaten sahiptir.
Biraz evvel Cezaevi Md. Nurettin Işıldar geldi. Bizim hücrelere kapanmamız için yukarıdan emir gönderdiler, ben de tatbik ettim, dedi.
7 Şubat 1964, Saat: 00.30
Artık içimi döktüm her düşüncemi yazabildim. Rahatlıkla yatıp uyuyabilirim. Zaten fikirlerimi söyledikçe, yazdıkça ferahlıyorum. Ölürsem de en büyük tesellim, hayatta her şeyden zevk almış olmam. İstediğim mesleğe sahiptim. Gıpta edilecek bir aile saadetine sahiptim. Çocuklarımı vatanperver, eğilmez bir gurura sahip olarak yetiştirdim. Kimseye muhtaç olmayacak maddi imkânları var. Hayat boyunca eğilmedim. Türk tarihine iyi bir isimle geçeceğim. Yaşadığım müddetçe cesaretle her zaman ve keyfî idare mahkemesinde de her şeyi söylemiştim, hiç noksan kalan, içimde kalan bir şey yok. Ondan sonra da hatıratımı yazmış, emin ellere ulaştırmış, aile efradıma maddi imkân temin edecek bir servet bırakmışım, manevi cephesi de ayrı. Aynı zamanda hatıratım Türk tarihine doğru ışık tutacak. O halde daha ne istiyorum. Bence ölmek mukadder ise yaşadığım müddetçe medeni bir insana düşen vazifelerin hepsini yaptım. Haydi hayırlısı.
Türkeş’in Kuracağı Parti Faşist Eğilimli Bir Parti Olacaktır
7 Ocak 1964
İ. Paşanın en büyük silahı 21 Mayısçıları bahane ederek örfi idareyi sekiz aydır işletmesidir. Bundan bir türlü fedakârlık yapamaz. Çünkü şef sistemi idare alışkanlığından arzusu ile vazgeçmez. Ne yapsın eski hastalığı. Şimdi ise politikada başına yeni bir gaile çıkmak üzere., o da Alparslan Türkeş’in CKMP’ne hâkim olarak arkadaşları ile bu partiye girmesi. Türkeş’in bu partiyi seçişteki baş gayesi, parti lidersizdir. Kolaylıkla parti lideri olur. AP’de kendisinin taraftarları vardı ama, orada baş olmasına imkân yoktur. Oradan ümidi kırıldığı için daha zayıf bir partide siyasî hayata atılmayı uygun görmüş, memlekete oradan hizmet ederek sesini duyurmayı uygun görmüştür.
Türkeş’in kuracağı parti Nasyonal Sosyalist, Faşist eğilimli bir parti olacaktır. Çünkü ilerden beri rengi bellidir. O ve arkadaşları daima bu fikrin destekçileridirler, ihtilâlcilik vasıflarını ve kuvvetlerini kaybetmişlerdir. Bu hususta cesaretleri ve kuvvetleri de yoktur. 27 Mayıs ihtilâli içinde bulunmalarında bu fikirlerin tahakkuku için faydalanma vasatına kendilerini dahil ettirmişti, fakat zaman ile MBK tarafından hakiki maksatları anlaşıldığından tasfiye edilmişlerdir.
İhtilâl güçleri 22 Şubat 962 harekâtı ile silindiğinden beri iktidara gelebilmek için yön değiştirmişler, aynen Hitler’in sistemini takip ederek bir siyasî parti ile gayelerinin tahakkukuna çalışmaktadırlar. Onun için de 21 Mayıs 963 ihtilâl harekâtını hiçbir şey düşünmeden, gözleri hırs ile dönmüş olarak büyük bir kıskançlık duygusu ile Başbakan İ. İnönü’ye ulaştırmak üzere Hasan Dinçer vasıtası ile bizzat Türkeş ihbar etmiştir. Mahkemede bizzat ihtilâl ve ihtilâlcilerin aleyhinde bulunmuştur. Aynen şu sözü söylemiştir: “İhtilâli değil yapmak, düşünmek bile vatana ihanettir.” Bu cümle onun mahkemeden beraatini dahi kolaylıkla sağlamıştır. Ama bizleri de mahkeme huzurunda vatan haini yapmaktan geri kalmamıştır.
Türkeş ve arkadaşları ellerine geçirecekleri CKMP bünyesine diğer partilerde, bilhassa AP’de bulunan Gökhan Evliyaoğlu ve arkadaşlarını da dahil ederek ya müşterek bir partide çalışacaklar veyahut da onları yine AP içinde bırakarak AP’yi içten fethetmeye çalışacaklardır. O grupa da Adalet Partisi içinde beşinci kol vazifesi gördüreceklerdir. O halde CHP karşısına yeni bir kuvvet daha doğmaktadır. Milliyetçi mukaddesatçıların lideri Türkeş’in siyasî parti kuvveti tamamı ile memlekette gerici tabana basmakta, en kolay olarak kuvvetini oradan almaktadır. Her türlü istismarı milliyetçilik kisvesi altında yapabilecek bir kuvvet. Bu partinin kuvvetlenmesi AP’yi bile bölebilir. Bölemez ise bile bir kısım seçmenlerini bu partiye kaptırır. Enerjik hareket eden bir parti hüviyetine bürüneceği için ilk anda iyi bir muhalefet yaparsa ümit bekleyenler bu siyasî kuvvete kayabilir.
Üniversite muhitindeki milliyetçi ve mukaddesatçı gençleri de her türlü tahrik vasıtalarını da kullanarak CHP taktiği ile sokak mitinglerinde yeni gelişmeler beklenir. Tabiî mukabil ilerici mitingleri ile artık Kızılay – Beyazıt - Taksim meydanları üniversitelerdeki iki ayrı grup (ilerici-gerici) destekleyicileri ile arenalara döner.
Türkeş’in bizler için düşündüğü yegâne şu olabilir: İdam hükümlerinin infaz edilmemesi için gayret gösterir. Fazlası için gayret sarfetmez. Bizlerin hiçbir surette dışarı çıkmamızı istemez. Geri tarafı Türkeş için bizim lehimizde çalışıyor diye ne söylenirse söylensin, inanmam. Çalışması, boşta kaldığını zannettiği ordudaki kuvvetlerimizin desteğini sağlamak içindir. Samimi olan insan en yakın arkadaşlarını ölüme götürmek için 21 Mayıs gecesi ihbar etmezdi. Mahkemede sözleri ile vatan haini damgasile damgalamazdı. Artık ne yapsa eski bir arkadaş olarak ondan ancak nefret ederim. Ölünceye kadar da bu suçu hiçbir zaman affetmem. Kuracağı, daha doğrusu dahil olacağı bir partide inşallah muvaffak olur da tam hüviyeti ile memleket huzurunda yerini alır. Bu günlük de bu kadar.
15 Ocak 1964, Saat: 08.30
….
d) CKMP: Türkeş’in partiye genel başkan olarak dahil olmasıyla şekli değişir. CHP için en tehlikeli teşekkül olur.
Bu partide Türkeş inkişaf sağlarsa, AP’nin durumu da kısmen tehlikeye girer. İlerde CKMP’yi AP’ye rampa ettirme ihtimali de doğabilir. Hiç umulmadık anda AP lideri olarak da CHP karşısına dikilebilir. Her şeyi hesap etmek gerekir. Çünkü AP’de de lider buhranı vardır. AP halen de pasif bir muhalefetten kurtulamamıştır. Bu duruma göre netice şudur:
CKMP Türkeş hâkim olduğuna göre milliyetçi mukaddesatçılardan destek görür. YTP boşlukta kalmış bir üst siyasî kadro olarak durmaktadır. MP ise daima sert muhalefette. İşçi Partisi gelişmekle meşgul, sağlam, yıkılmaz bir fikir tabanına ve işçi kitlesine dayanmaktadır.
Türkeş’in Sicilini Düzelttirdim
23 Şubat 1964, Saat: 23.00
Bir hafta evvel Türkeş taraftarlarından olan dört mahkûm bizim hapishaneye getirildi. Biri Türkeş’in avukatı M. Ali Akyüz, Matbaacı Vecihi, Sv. Yzb. Cahit bir de Necla isminde bir hanım. Bunlar tehdit mektupları yazmaktan üç sene ceza almış kimselerdi. Ben hiç biri ile görüşmüş değilim. Çünkü akidelerini tamamı ile bilirim. Ya Nurculardır yahut milliyetçilik kisvesi altında mukaddesatçılık propagandası yapan insanlardır. Zaten Türkeş’in memlekette bastığı taban budur.
Milliyetçilik kisvesi altında gericilerin önderliğini yapma sevdasındadır. Vecihi’nin Ankara’daki matbaası bir yuva olarak kullanılmakta idi. Genç subaylar orada zehirlenerek Milliyetçilik aşısı ile her tarafa gönderilmekte idi. Hapishanede de aynı yolda hareket ederek bazı astsubayları kandırmaya çalışmaktadırlar, ama foyaları kısa zamanda meydana çıktı.
Bu zavallılar vasıta ile bana haber göndererek Türkeş kanadı ile birleşmeyi tavsiye etmektedirler. Hayatta kaldığım müddetçe Türkeş ile değil birleşmek, arkadaşlık bile etmem. Ben ona karşı zamanında bütün arkadaşlık vazifelerimi yaptım.
Elazığ’da 958 senesinde kendisini tanıdım. 10. P. Tümeninde beraberdik. Bizim komiteye 958 senesinde benim kanalım ile dahil oldu. MBK’da bu avantaj ile yer aldı. Aynı tümende iken istikbalini kurtardım. Tümen K. Tuğg. Halil Yöney kendisine sicil vermemişti. O sene bir Kur. Sb. olarak terfi edemeyecekti. Tümenin personel Sb. Sv. sınıfından geçme Saffet Bey bilir. Tümen K.’nını günlerce ikna ettikten sonra sicilini düzelttirebildim. Aynı Türkeş, İhtilâlin ilk günü, bu Tüm. K. emekliye sevk ettirdi. İntikamını aldı. Allah eline fırsat vermesin.
13 Kasım 960 Harekâtında Türkeş’in hayatını kurtardım, garantiye aldım. Bunu yakından bilenler hâlâ yaşıyorlar. Yurtdışına gittikten ve döndükten sonra da dahil, aleyhinde hiçbir faaliyet göstermedim. Eski bir arkadaş olarak hakkında yapılan bütün kötü propagandaları önlemeye çalıştım. Fakat bunlara mukabil bana üç hususta en büyük fenalığı yapan bir insan olarak karşıma dikildi:
1) 22 Şubat 962 gecesi bende bulunan bütün mühim vesikaları, protokolleri, hatıra defterlerini J. Teğ. Cengiz Katum, P. Teğ. Bekir, Sv. Teğ. Mehmet Çindiğ’e teslim etmiştim. Meğer bu subaylar Türkeşçi imişler. Evraklarımı Türkeş ve arkadaşlarına Muammer Şahin ve Muzaffer Özdağ’a teslim ettiler. Yani emanete hıyanet ettiler. İstediğim zaman da (Mahkemede çok hayati idi) vermediler. İnkâr ettiler. Bizde yok dediler.
2) Türkeş 21 Mayıs İhtilâl hareketini o gece saat 22.30’da İ. İnönü’ye ulaştırmak üzere ihbarda bulundu. Bu mahkemede resmen tevsik edildi.
3) Mahkemede müdafaasını yaparken de şu cümleleri kullandı. “Değil ihtilâli yapmak, Türkiye’de ihtilâli düşünmek dahi vatana ihanettir.” dedi. O halde ihanete alet olan adi bir muhbir gibi harekâtımı ihbar eden, 21 Mayıs ihtilâlini yapan bizleri vatan haini olarak suçlayan bir insan ile ben artık nasıl arkadaşlık yapabilirim. Hayatta bana karşı bundan daha büyük fenalık yapan nankör bir arkadaş yoktur. Bunları tamamı ile ihtirasına mağlup olarak yapmıştır. Müthiş kıskanç bir insandır. Bu memlekete yararlı bir insan olamaz. Hâlâ bu adamda bir kuvvet olduğuna inanan insanlara da şaşıyorum. Bence son ihbar olayı ile bütün şahsiyetini kaybetmiştir. Onun için ismini bile duymak istemiyorum. Aracıları her defasında reddettim. Yapılan yeni teklifler için bu satırları yazmak mecburiyetinde kaldım. Aracıya da aynı şeyleri söyledim zaten.
Türkeş ve arkadaşları, taraftarları hakkında artık esas fikrim budur, değişmesine de imkân yoktur. Bir insan hakkında çok sabırlı olarak karar veririm, fakat verdiğim karardan da artık geriye dönüşüm yoktur. Herkes bunu böyle bilsin. Bana artık kimse Türkeş’ten bahsetmesin, nefret ediyorum.
Komite Arkadaşları İdam Cezasının Lehinde Oy Kullanıyorlar
Şimdi gazeteler geldi. Oylama neticelerine baktım. Senatörler hakkında ne kadar tahminlerde yanıldığımı bir kere daha anladım. Hayal peşinde geziyormuşuz. Ekspres Gazetesi: “Oylamada CHP tamamı ile AP, CKMP, YTP’li senatörlerin bir kısmı ile tabiî senatörlerden on kişi aleyhte oy kullanmış.” Şahsım hakkında oylama ise 120 oy, 80 senatör beyaz, 25 senatör kırmızı oy, diğerleri boş, çekimser çıkmış.
Tabiî senatörlerden lehime oy kullananlar Mucip Ataklı, Kadri Kaplan, Emanullah Çelebi, Muzaffer Yurdakuler, Mehmet Özgüneş. Diğerleri ya gelmemiş, ya aleyhte ya da çekimser oy kullanmışlar. Artık bu durumu gördükten sonra partilere bir şey demeye yüzüm kalmadı. En yakın arkadaş diye tanıdığım Osman Köksal, Sezai Okan ölümüm için oy kullandıktan sonra ne diyebilirim. Bunlar 1956’da komiteyi kurduğum zaman, çekirdeğini teşkil eden iki arkadaşım idi. Şimdi Robespier, Danton rolündeler, ne acayip, diğer insanlar menfaatleri uğruna ne kadar değişebiliyor.
En Yakın Diye Tanıdığım Silah Arkadaşımın Vefası (!)
Mamak, 16 Mart 1964
Tabiî Senatör Osman Köksal,
Benim ölümüm için Senatoda kullandığın olumlu oya çok teşekkür ederim. Benden artacak olan ömrümün de senin ömrüne eklenmesini Allahımdan dilerim.
Talât Aydemir
Adnan Menderes’e karşı ihtilâl yapan bu zatların bazıları onun asılması için rey kullanmamışlardı, ama omuz omuza silah arkadaşlığı yaptığımız, beraber ölüm yolculuğuna çıktığımız bu arkadaşlar benim ölümüme oy kullandılar. Demek ben onlar için ne kadar kötü insan haline gelmişim. Halbuki bugünkü durumlarının sağlanmasında, hayatlarının kurtulmasında benim hiç mi hissem yok? Nankörlüğün bundan iyi misali olamaz. Allah bu tip insanları nasıl biliyorsa öyle yapsın.
13 Mart 1964, Saat: 20.00
Bu gün de temyizden son defa cezaları tasdik edilen 12 arkadaşım Yozgat ve Çorum sivil hapishanelerine gönderildiler. Bu ayrılık hepsinden acı ve hüzünlü oldu. Çünkü son yolcu ettiğimiz kafile idi, içinde bana en çok yakınlık gösteren bir ağabey gibi muamele eden Cevat Kırca vardı, o da gitti. İlk defa bugün kendimi çok yalnız hissettim. Çok üzüldüm.
Arkalarından hapishane idaresi bizi üç kişi olarak Fethi Gürcan, Osman Deniz ayrı bir bölmede hücrede kilitlediler. Artık yemeklerimizi dahi hücrelerimizde yiyeceğiz. Kilitler açılmıyor. Gittikçe yalnız kaldıkça tam ölüm hücresi şartları tatbik ediliyor.
Cevat Kırca ile yüz yüze gelip üzüntümden konuşamayacağım için bir kart verdim, imzalı olarak. Ona vasiyetim yerine geçer.
10 Mart 1964
Sevgili kardeşim C. Kırca
1) Yaşarsam hiçbir mesele yoktur, irtibatı muhafaza ederiz.
2) Ölürsem intikamımı alacağından eminim.
3) Çoluğum, çocuklarım, damadım sana emanet, elinden gelen her türlü yardımı esirgemeyeceğine inanıyorum.
4) Arkamdan kimseye söz söylettirme. Şayet hatıratım yayınlanırsa tekzip eden soysuzlar çıkarsa gerekli açıklamaları sen ve bana inanan arkadaşlara yaptırırsın.
5) Bundan sonra bayraktarlığı siz yaparsınız.
6) Vasiyetim yazılı olarak bırakılmıştır, imkân olursa hepsi yerine getirilmelidir.
7) Sana ve Kırca ailesine sıhhat ve saadetler diler, hayatta her sahada mes’ut, bahtiyar ve muvaffak olmanı dilerim.
8) Ölünceye kadar beraberiz. Kardeşim sana son sözümdür.
İmza
İç Konuşma ve İhanetler
20 Mayıs 1964, Saat: 16.30
Geçen sene bugün
Bu ihtilâl hareketine neden karar vermiştim. Büyük M. Kemal ne demişti. “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz.” 20 Mayıs 1963’teki Türkiye bu değildi. Bu hale getirilmek için çok çalışılmıştı. Fakat bir türlü insanları istismar eden, toplum menfaati dışında mutlu bir azınlığa imtiyaz sağlamak için çalışan, faşist metodlarla Türkiye’yi idare etmek isteyen siyaset bezirgânları elinden bu milletin çoğunluğu kurtulmak için 27 Mayıs 960’ta bir ihtilâl yapılmıştı. Ama ne yazık ki bu ihtilâl hareketinden istenen gayeye ulaşılmamıştı. Eylül 956 senesinde de bu davayı ele alırken aynı hislerin tesiri altında idim. Ne yazık ki talih bana bu sahada henüz gülmüş değil.
Memleketimin her sahada kalkınması ve milletimin uyanması için giriştiğim bu tehlikeli mücadelelerde hiçbir zaman art bir fikir beslemedim. Maalesef her defasında da art fikirler besleyen, bu sahada benimle birlikte çalışan arkadaşlarımın ihanetine uğradım. Bir gün gelecek Türk milleti her türlü hakikatleri açıklığı ile öğrenecektir. İşte şu anda beni en çok rahatlığa kavuşturan bu düşüncemdir. Yoksa ihanete uğranarak dakika farkı ile mağlup olup sehpaya gitmek için 8 ay 15 gündür beklemek ve hapishane hücresinde çile doldurmak herhalde hoş bir şey olmasa gerek.
Sırasile geçmişe bir göz atarak ihanet zincirlerinin halkalarını incelemek gelecekteki günler için faydalı olur:
1) 27 Mayıs 960 ihtilâli yapıldığı gün Millî Birlik Komitesi’nin ekseriyetini teşkil eden yakın arkadaşlarım beni hiçbir surette hatırlamadılar. O zaman Kore’de idim. MBK içinde en yakın ve o anda selahiyetli olarak göze çarpan Alparslan Türkeş ve Sezai Okan’a müteaddit mektuplar yazdım. Bir tek istekde bulundum: “Beni Kore Tugayı’nın normal yurda dönüşünden evvel tayyare ile yurda aldırın.” Başka kendilerinden hiçbir arzum yoktur. Türkeş yazdığım dört mektuba karşı kerhen daktilo ile hususi kalem müdürüne yazdırılmış altı satırlık resmi bir mektupla cevap verdi.
T.C.
BAŞVEKÂLET
MÜSTEŞARLIĞI
Hususî
Ankara, 24.6.1960
Aziz kardeşim Aydemir,
Mektubunu üzüntüyle okudum. Sana mektup yazmıştım. Fakat her halde eline geçmedi.
Hadiseler dolayısiyle izhar ettiğin samimi hissiyata pek çok teşekkürler. Şurası muhakkak ki, işlerde uzakta da olsanız sizlerin de hisseniz büyüktür.
Bir an önce memlekete gelmeni dört gözle bekliyorum. Seni unutmuş değiliz.
Dostluğumuzun sarsıldığı yolundaki düşünceniz bir vehim olmaktan ileri gidemez.
Sıhhat ve saadet diler, hürmet ve muhabbetlerimi sunarım.
Kur. Alb.
Alparslan Türkeş
İmza
Sezai Okan ise daha samimi bir mektup yazdı ama yurda döndürülmemden hiç bahis yoktu. Ben normal değiştirme kafilesi ile ihtilâlden yetmiş gün sonra Türkiye’ye ayak basarak 956’dan beri beklediğim değişime kavuştuğumu zannettim. Fakat yakın arkadaşlarımı memleket yönetiminde iki kutupta buldum. Bir grup CHP’ye teslim olmuş, iktidarı derhal ona devretmek entrikaları ile meşgul. İkinci grup ırkçılık, Turancılık hülyası ile nasyonal sosyalizm rejimini yerleştirmek çabası ile, Nihal Atsız ekolüne önceden angaje olarak memleket yönetimine istikamet vermek için birbirleri ile perde arkası mücadele ediyorlardı. Komitenin hali neticede belli oldu. 13 Kasım 960 hareketi ile ikinci grup tasfiye edildi. Yalnız bu 14 kişi içinde Türkeş ve ona bağlı beş arkadaşı ile Orhan Kabibay kanadından olanlar fikir yapıları da ayrı olmakla beraber, o gün CHP için zararlı görülenlerdi.
2) 13 Kasım 960 harekâtının kararı verilip son anda tatbikata geçirildiği zaman beni haberdar eden yetkililer “Memlekete gerçek demokrasiyi” yerleştirmek için diktatörlüğe gitmek isteyenleri tasfiye ediyoruz, diye ikna ettiler. Meğer senelerin milli şefine iktidar teslim edebilmek için yollardaki ufak tefek manialar temizleniyormuş. O zamanki samimiyetimle taşınan bu art fikirleri bilemezdim.
3) 13 Kas. 960 harekâtından sonra orduda kurduğumuz “Türk Silâhlı Kuvvetleri birliği teşkilatı” içinde çalışan bazı kimselerin de 21 Ek. 961’de imzalanan protokole rağmen 23 Ek. 961 günü gene ihanet ederek beni yalnız bırakmışlardır.
4) 22 Şubat 1962 olayına mesnet olan 9 Şubat 1962 protokolü, yine benden habersiz İstanbul’da generaller tarafından ilk defa imzalanmıştır. Ankara’ya getirildiğinde haberdar olmamama rağmen derhal kabullenmişimdir. Fakat 18 Ş. 962’de yüksek kumanda seviyesinde yapılan toplantıda yine ihanete uğramışız.
5) 20-21 Mayıs 963 Harekâtında bana ve ana dava olan ihtilâlin fiili durumuna ihanet edenler:
a) Hareketi önceden haber alıp sırf benim muvaffak olamamam için hükûmete üç saat evvel ihbar eden Alparslan Türkeş ve Ankara’da J. Muhafız Tb. Bulunan Üsteğ. Necdet Kazezoğlu vasıtasile o birliğin hareketine mani olunarak sabote edilmesi. Mahkeme safhasında hapiste yatarken çömezleri Muzaffer Özdağ, Rifat Baykal ile genç subay ve Harbiyelilere hakkımda menfi propaganda yaparak küçültmeye uğraşması. Hâlâ da dışarıda aynı yolda çalışarak melânetine devam etmesi. Gayesi, rakip gördüğü beni desteksiz bırakmak. Yok olmamı sağlamak. Bitmeyen kıskançlık ve ihtiras fikrinin esiri bir zavallı.
b) Harekâtta bilfiil vazife alıp harekât planına göre zamanında hedeflerine gitmeyenler. Anonsun değişmesile korkarak birlik ve vurucu silâhlarını terk edenler.
c) Başlangıçta harekât planını aksatan ve sonra da en kritik birlik olan Harp Okulu alayını bırakıp kaçan Bahtiyar Yalta ve Turgut Alpagut. Mahkeme safhası boyunca her ikisi de hadiseleri inkâr ederek sıyrılmak için ana davayı küçülttüler. Bilhassa Bahtiyar Yalta devamlı surette hapishanede genç subay ve Harbiyelilere telkinler yaparak beni küçültmek içim çalışmış. Benden derinlikteki kuvvetleri koparıp aklınca Türkeş kanadına bağlamak için gayret sarf etmiştir.
d) Mustafa Ok: Tamamı ile beşinci kol subayı olarak çalışmış meğerse, mahkeme safhasında yaptığı savunmalarla kadromuzu rezil etti. Ana davamıza tam ihanet eden riyakâr bir tip olarak karşımıza çıktı.
e) Emin Arat, Galip Gültekin mahkemedeki tutumları ile bana karşı ve esas ana davamızın savunulmasına karşı büyük ihanette bulundular.
Ankara’da teşekkül etmiş olan yedi kişilik ihtilâl fikrî karargâhından bana sadık bir tek kişi çıktı. O da F. Gürcan, diğerlerinin hiç birisi samimi değilmiş. Hepsinin art fikirlerini peyderpey zamanla öğrendim.
İşte samimiyetin olmadığı, alınan hayati bir vazifenin yapılmasında tereddüt gösteren tehlikeler karşısında cesaret gösteremeyen, mahkemelerin vereceği cezalardan ürkerek aslını inkâr eden bir kadro ile ihtilâl hareket olarak da muvaffak olmuş olsa idi, neticesi gelmeyecekmiş, Allah bana ve benim gibi düşünenlere acımış ki bizi 20-21 Mayıs 1963 gecesi yapılan askeri harekâtta muvaffak kılmadı. Bu cihetten çok memnunum, onun için mağlubiyet acımı unutmuş vaziyetteyim. Fakat bu bir sene içinde ne oldu. Her şey anlaşıldı, bütün ihtilâlci kadroyu teşkil edenler, mahkemeye düşen ve düşmeyip de dışarıda kalanlar hepsi çetin bir imtihandan geçti. Herkesin iç yüzü anlaşıldı. Kıymeti meydana çıktı. Gerçek ihtilâlci kadro süzüldü. Bilinmeyen yeni kıymetler meydana çıktı. Liderlik ve fikir sahasında bir kıymet zannedilenlerin hakiki hüviyetleri meydana çıktı. En nihayet ne oldu. Ta 15 Ek. 961 seçimlerinin hemen akabinde savunmaya başladığım fikirlerimin doğruluğu bu gün bütün çıplaklığı ile ve meydana gelen hadiselerle bir bir Türk milletinin gözünden artık saklanamayacak şekilde su üstüne çıktı. Kim kaybetti Atatürk Türkiye’si. Bir arpa boyu ileri gidemedi.
Türk milleti birbirinin gözünü oyacak şekilde intikam hisleri ile iki kampa ayrılmış vaziyette.
Nerede Atatürk’ün sözü: “Kaynaşmış bir kitleyiz.” Öyle mi? Gerçek Atatürkçüler. Öyle mi? Toplum özlemcileri, öyle mi Atatürk’ü siper ederek icrai saltanat eden CHP ve milli Şef? Nerede “İmtiyazsız, sınıfsız” sözü, imtiyazlıların daha çok bu milletin toplumunu rahatlıkla sömürmek için mi kan ve baş konularak 27 Mayıs 960 ihtilâlinin getirdiği anayasa ile vaat edilen köklü reformların yapılmaması için ayak direten siyasîlerimiz, millet meclisi, senato üyelerimiz, zavallı tabiî senatörlerimiz, devrimci diye geçinen anayasa koruyucu sahte kumandanlarımız, bu uğrun tahakkukuna inandırılarak Ankara-İstanbul’da 28 Nisan 960’tan itibaren aldatılarak sokağa döktürülen Türk yüksek tahsil gençliğine vaat edilenler, vaat edenler nerede? Türkiye’nin halinin bugünkünden daha kötü duruma mı düşmesi bekleniyor? Ben bir sabırsız vatandaş olarak bu günleri çok önceden görerek cesaretle ortaya atıldım. Gücümün yettiği en son imkânları kullandım.
Günah Keçisi T. Aydemir’in Görevleri
11 Haziran 1964, Saat: 22.00
Bu gece düşüncelerimi sırf şahsi durumumu vererek, mazimi hatırlayarak bitaraf olarak Demokratik Rejim hakkındaki ölçülerimin muhasebesini yaptım.
Bugün için beni demokratik rejimi istemeyen ve ona kast eden, anayasayı silahlı olarak çiğneyen bir insan olarak mevcut kanunlar muvacehesinde haklı olarak ölüme mahkûm ettiler. Fakat bu işin her şeyde olduğu gibi şeklî tarafıdır.
Tarih huzurunda hesaplaşalım, siyasî rekabetlerden uzak, hissi düşüncelerden, kıskançlık duygularından tecerrüt ederek normal bir muhakeme tarzı ile neticeye varalım. …
27 Mayıs 1960 İhtilâli. İhtilâlcilerin içinde kim var? Aydemir. Neden, ne için? Cihetini şaşırmış rejimi yerine oturtmak için.
Bir müddet sonra MB Komitesi içinde diktaya gitmeye hevesli olarak gösterilen ve tanıtılan ve inandırılan 14’ler grubu karşısında gerçek demokrasiyi millete komite kurulduğu zaman vaat edilen şekilde yerleştireceğine söz verenlerin yaptıkları kansız ihtilâl içinde yer alan kim? Aydemir. Ne için? Diktanın karşısında olduğu için. …
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.