Yarın, Başyazı, 5 Ağustos 1965, Sayı 120.
İdeolojinin önemi
Türkiye’nin siyasi yapısında ideoloji gittikçe önemli bir unsur haline geliyor. Bunu doğrulayan en son olay, CKMP’nin geçen günkü olağanüstü kongresidir. Bu kongre hakkında çok şey söylenmiş ve söylenecektir. Usulsüz toplandığı, baskı ve tertiplerle bir takım olup bittilerin hazırlandığı, iş başına gelen yeni ekibin, demokratik bir partiye yakışmayan fikir ve niyetlerle kendilerinin empoze ettikleri vs. tarzında bir çok ithamlar ve iddialar ileri sürülecektir. Bu yazıda niyetimiz bunları gözden geçirmek değildir.
Türk politikasında bir süredir müşahede ettiğimiz bazı temayüllerin yeni bazı gelişme emarelerinin son CKMP Kongresi ile de doğrulandığına burada dikkati çekmek istiyoruz. Çok partili düzene girdiğimiz 1946 yılından bu yana iktidar ve muhalefet olarak karşı karşıya gelen siyasi kuruluşlar zamanla bünye değişmesine maruz kalmışlardır. 1946 yılında tek parti sistemine ve uzunca bir süre devam eden siyasi inhisara karşı çıkan kütleler, Demokrat Parti içinde gevşek bir koalisyon halinde organize olmuşlardır.
1948 yılında Millet Partisi’nin Demokrat Parti’den ayrılan bazı kimseler tarafından kuruluşu, fazla bir ideolojik renk taşımıyordu. Keza 1956 yılında gene Demokrat Parti’den ayrılanların kurduğu Hürriyet Partisi de ideolojik bir bölünme ile izah edilebilecek bir olay değildi. Demokrat Parti idaresinin gittikçe otoriter bir mahiyet aldığı ve memleketin yeni bir istibdat devresine doğru yol almakta olduğu hususunda duyulan endişeler, bu bölünmeleri intaç etmişti.
27 Mayısla Demokrat Parti idaresinin sona ermesi, Türkiye’de yeni bir siyasi gelişme çığrı açtı. Yeni Türkiye Partisi ve Adalet Partisi gibi iki büyük teşekkül arasında bölünen eski Demokrat Partili kütle, bu iki siyasi teşekkül tarafından yeniden organize edilmek istendi. Her iki parti de 14 yıllık hayatı boyunca Demokrat Partinin temsil etmeye çalıştığı siyasi fikirleri canlandırmak, onlara yeni bir vuzuh vermek üzere vatandaş gönlüne ve kafasına hitap ettiler. Her iki partinin program ve tüzüklerinde, seçim beyannameleri ve resmî demeçlerinde, toplumsal sınıflar arasında barış kurmak isteyen, kütle partisi olarak geniş yığınlara hitap eden, bilhassa yeni yeni canlanmaya çalışan sınıfları tatmin etme hedefi güden bir siyasi felsefe göze çarpıyordu. Adalet Partisi daha muhafazakâr, Yeni Türkiye Partisi daha reformcu bir intiba yaratıyordu.
Keza CHP’yi destekleyen kütleler dışındakilere hitap eden CKMP ve ondan ayrılan MP de, üç aşağı beş yukarı YTP ve AP nin ideolojik paralelinde görünüyorlardı. Nitekim zamanla aynı kütlelere hitap eden ve birbirinden siyasi felsefe itibariyle farklı bir program ve platform üzerinde bulunmayan bu dört parti arasında, en kuvvetli olan istikametinde bir birleşme ve kümeleşme hareketi başladı. CKMP ve YTP sür’atle dağılmaya ve seçmenlerde AP ye doğru açık bir temayül belirmeye başladı.
Liderini değiştirerek ve idarecilerinin önemli bir kısmını yeniliyerek, İkinci Kongresinde önemli kararlar alan Adalet Partisi, siyasi bünyemizde beliren bu yeni temayüller istikametinde hızla gelişme yolunu tuttu. Adalet Partisinin son kongresinde de ideolojik problem rol oynadı denebilir. Bu kongrede kabul edilen ve Adalet Partisine fikri istikamet bakımından daha büyük bir vuzuh veren yeni Program, bu partiye Yeni Türkiye Partisinin ilk anda uyandırdığı intibaı hatırlatan daha aydın, daha reformcu bir renk verecek unsurlar getirdi. Fakat asıl önemli değişiklik, seçilmiş olan yeni liderin, şahsından, tutumundan ve fikirlerinden ileri geliyordu. Denebilir ki Adalet Partisi’ni rakiplerinin <<gericilik, aşırı muhafazakârlık>> gibi ithamlarından korumak isteyen partililer, bu hususta kesin tercihlerde bulunarak, yeni seçimlerin sonuçlarını tayin ettiler.
İkinci Büyük Kongresinden sonra Adalet Partisi’ne karşı memleketin aydınları arasında beliren ilgi ve sempati aslında ideolojik alanda yapılmış olan bu yeniliğin bir neticesiydi. Adalet Partisi’nde Demirel’in lider seçilişini izah ederken, bu fikrî ve ideolojik unsuru ihmal etmek büyük hatadır. Rakiplerinin Adalet Partisi’ne hücum ederken, bu partiyi siyasi ve iktisadi felsefesi bakımından daha liberal, daha Batılı, özel sektör ve yabancı sermaye ile işbirliği konusunda mevcut teşekküller arasında en müsamahakâr ve hürriyetçi görüşü sebepsiz değildir.
Adalet Partisi’nin Batı ile daha sıkı işbirliğine taraftar, Batılı, hürriyetçi ve liberal bir akıma gittikçe sahip çıkmasına mukabil, CHP kendine daha solda bir platform arayan yeni gelişmeler geçirmeye başladı. Bugün CHP eskisinden daha az eklektik, ideolojik rengi daha belirli bir fikrî zemine doğru yol katetmektedir. Bugün CHP ye on sene hatta bir sene evveline nisbetle daha sosyalizan bir siyasi parti hüviyeti atfetmek mümkündür.
Yarın, 5 Ağustos 1965, Sayı 120.
Kapak: CKMP’yi işgal hareketi ve son perdesinin hikâyesi
CKMP’de darbe tamamlandı
Bu haftanın ortasına kadar Ankara’da Tuna Caddesindeki bir binanın girişindeki bir daire en kesif politik faaliyetlerin merkezi halindeydi. Geçen haftadanberi binanın önünde kırmızı plâkalı otomobiller duruyor, CKMP Kongresi için gelen delegeler girip çıkıyordu. Bu arada Cumartesi günü öğle üzeri aynı yeri bir hırsız da ziyaret etti.
Bu haftanın ortasında ise aynı yerin ehemmiyeti birden sona ermişti. Çarşamba günü öğle üzeri birkaç gün önceye kadar buraya kırmızı plâkalı otomobili ile gelen İrfan Baran karşısındaki iki gazeteciye altında ikisi Bakan, biri Millet Meclisi Başkan Vekili, ikisi eski Bakan, biri senatör, ikisi milletvekili olan sekiz politikacının Türkeş tarafından ele geçirilmiş bulunan CKMP’den istifa ettiğini açıklıyordu. …
Bunlar Kongreden sonraki olaylardı. Kongre ise şöyle cereyan etmişti:
Geçen hafta Cuma sabahı, Ankara’nın Büyük Sinema binasının önünden geçenler, mahalli kıyafetleriyle davullu zurnalı halay tepen insanları seyreden bir kalabalıkla karşılaşıyorlardı. CKMP’nin büyük kongresinin toplanması dolayısiyle, Türkeşçilerin ta Diyarbakır’dan getirdikleri bu davulcularla zurnacıların ayrı bir çeşni kattıkları darbe hareketlerini Türkiye’ye ilân etmeğe hazırlanıyorlardı.
CKMP uzun yıllardan beri, gâh liderlerinin ihaneti, gâh yavaş hareketleri yüzünden bata çıka bu hale gelmiş, 1965 Ekim seçimlerinde iyi bir netice alınacağı ümidiyle seçimlere hazırlanırken, ani bir fevkalade kongre ile Türkeş ve arkadaşlarının eline geçmişti.
Aslında Türkeş’in darbe yaptığı mübalağalı bir kelime idi. Eski CKMP’lilerin Tahtakılıç’ın başkan adayı olmak hevesi yüzünden partiyi Türkeş’e teslim merasimi yapılmıştı.
Türkeş’in CKMP’ye girip genel müfettiş olmasından ve 14’lerden onunu kendisiyle beraber getirmesinden sonra böyle bir darbe yapacağı bekleniyordu. Başta Ahmet Oğuz olmak üzere eski CKMP’liler uyanmışlardı. Fakat geç uyanmışlardı. Fevkalade kongre taleplerinden sonra yapılan delege oyunları, kavgalar, karşılıklı ithamlar, mektuplaşmalardan sonra, Ankara’ya gelen delegeler eski CKMP’lilere ümid vermişti. Fakat Tahtakılıç bir türlü adaylıktan vaz geçip yerini Dinçer’e vermiyordu.
Cuma sabahı, Büyük Sinemanın sahnesi Türkeş’in 9 Meşalesine göre dekore edilmişti. Neden sonra CKMP amblemi hatıra gelmişti. Sahneye getirilen amblem önce sahnenin ortasına konmak istendi, fakat Türkeş’in meşalesini kapatır gerekçesiyle vazgeçildi. Sahne üstüne çakılmak istendi, merdiven getirildi, ondan da vazgeçildi ve bir kenara konmakla yetinildi.
Salonda sessizlik vardı. Delegeler yavaş yavaş yerlerini alırlarken bazı kimselerin yanlış yerlere oturdukları görüldü ve ilk kavga yer meselesinden oldu. Gazeteciler daha evvel taraflarını birbirlerini köhnelik ve Führerlikle itham ettiklerini bildikleri için, kongreye büyük önem vermişlerdi. Kapıda giriş çıkışları tanzim eden pazubentliler kuş uçurmuyorlardı. Bazı espri seven gazetecilerin SS diye vasıflandırdıkları gençlerin Türkeş lehine kongrenin inzibatını temin etmek için oraya geldikleri hemen anlaşılıyordu.
Kongreye ilk olarak başkan adayı Ahmet Tahtakılıç gelmişti. Ne bir alkış ne de tezahürat olmuştu. Bir müddet sonra aynı sessizlik içinde Ahmet Oğuz görünmüştü. Dinçer içeriye girdiği zaman ön sıralardan birisi <<Yaşasın Hasan Dinçer>> diye bağırınca ilk tezahürat görüldü. Yaşasın Dinçer diye bağıran genç tabiî ki, SS lerin gazabına uğramıştı. Az kalsın sinemada meydan dayağı yiyecekti.
Başkanlık divanının seçimi çok daha enteresan olmuştu. Başkan vekili Mustafa Kepir, adayları oya koyarken ilk tertibine girişmişti. Faruk Küreli daha önce teklif edildiği halde Gökhan Evliyaoğlu’nun ismini önce ortaya koydu. Oyların nasıl sayıldığı belli olmadan Gökhan Evliyaoğlu’na başkanlığa seçildiğini tebliğ etti. Evliyaoğlu esasen Başkanlığa seçileceğini biliyordu ki, tarafsız hareket edeceğini ve ancak tüzüğün tatbik edileceğini bildiren konuşmasını yazılı okudu. Tabii bundan sonra Evliyaoğlu’nun başkanlığı tarafsız olarak idare ettiğini iddia edecek kimse yoktu. Dinçerler tarafından verilen önergeleri okutmamak, seçimlere Türkeşçilerin çoğunlukta olduğu bir sırada gitmek gibi bir çok oyunlar gözden kaçmıyordu.
Yönetim Kurulu raporu okunduktan sonra, Almanya’dan gelen bir telgraf epeyce gülüşmelere sebep olmuştu. 300 işçi adına bir işçinin çektiği telgrafın okunacağı söylendiği zaman,
<<- Hitler’in ruhundan mı?>> diye espriler yapılıyordu. Telgrafta kongreye başarılar dilenirken Albay Türkeş’in partiye girişi de tebrik ediliyordu. Fakat kongre başkanı tezahüratı kâfi görmemiş olacak ki, bir kere daha kendisi tekrarlamak lüzumunu hissetmişti.
Türkeş’in salona girişi ve çıkışı çok enteresandı. Kapıda bulunan SS ler, topuklarını birbirine vurarak, <<Albay Türkeş>> diye bağırıyorlardı. Ondan sonra tezahürat başlıyordu. Alkışlar daha çok delege olmıyanlardan geliyordu. Ortalarda oturmuş olan delegeler birer sfenks gibi sessiz duruyorlar ve yıllarca emek verdikleri partilerinin nasıl işgal edildiğini seyrediyorlardı. Gözleri onlara ümid verecek bir lider arıyorlardı. Fakat bir defa eski CKMP’lilerin morali bozulmuştu. Birkaç kişi şöyle bir harekete geçip bir şeyler yapmak istedilerse de başarı gösteremiyorlardı. İlk iki gün Tahtakılıç’ı adaylıktan vaz geçirmek için uğraşmakla geçmişti. Türkeş kendi isminin efsaneleşmiş olduğunu söylüyordu. Gerçekten de öyle idi. Bir gün sonra bir gazetenin yazdığı gibi keş’in Türkçede sarhoş olarak kullanıldığı malumdu. Türkeş de Türk sarhoşu manasına gelebilirdi. Kıbrıslı Feyzullah Efendinin oğlu Hüseyin olan Türkeş sonraları ismini, Alpaslan ve soyadını Türkeş olarak değiştirmişti. Elbette ki efsanevî isimlere ihtiyaç olduğu bir dönemde politikaya atılmıştı. Onun içindir ki, böyle tertipli tezahüratlı ve ne pahasına olursa olsun bir partinin başına geçmek istemişti. Bir bakıma Türkeş iyi de ediyordu. İhtilâl metodlarından daha çok siyasî partiler ve seçim yoluyla iktidara gelmeyi istiyor demekti. Gerçi Kongrenin yapılış şekli ve oradaki Türkeşçilerin tutumu kendisi üzerindeki şüpheleri gidermeğe yaramamıştı ama, ne de olsa sivil kadroda çalışmak müsbet bir adım sayılmaz mıydı?
AP’de Bilgiç ve Demirel mücadelesi böyle çok başkan adaylı parti kongrelerine yeni bir anane getirmişti. Lider adaylarının birer konuşma yapması isteniyordu. Türkeş’le Tahtakılıç konuşacaklardı. Gökhan Evliyaoğlu burada da dirayetini göstermişti. Tahtakılıç’ın daha önce adaylığını koyduğunu ileri sürerek önce CKMP’nin ilk başkanını mikrofona davet etmişti. Maksadı Türkeş’e kimsenin cevap vermesini önlemekti. Tahtakılıç uzun uzun konuşmakla delegeleri de dinleyicileri de bıktırmıştı ama, konuşmasının seyyaliyetini Gökhan Evliyaoğlu da bozmasını bilmişti. Bir genel başkan adayının sözlerinin kesilmesinin sebebini ancak Gökhan Evliyaoğlu bilirdi. Onun görevi Türkeş’i seçtirmekti, bunun için ne lâzımsa yapacaktı.
Türkeş konuşmaya başladığı zaman ses tonunun müsait olmasına rağmen kongrelerde konuşabilmek için on fırın ekmek ihtiyacı olduğunu da en koyu taraftarlarına bile kabul ettirmişti. Cümleleri tekrar, yuvarlak bir takım laflar, parlak kelimeler ve hiç bir şey ifade etmeyen bir konuşma. Fakat militanlar, bazılarınca milis kuvvetleri bazılarınca SS ler hazırdı ve Türkeş mutlaka başkan seçilmeliydi. Nitekim eski CKMP’lilerin salonda azınlıkta olduğu bir sırada verilen bir önerge ile seçimler bir gün öncesine alınmıştı. Oylar verilirken çok enteresan sahneler oluyordu. Bazı delegeler ceplerindeki delege kartlarının çokluğu ile dikkat çekiyordu. Bu kartlar daha sonra gelmeyen delegelerin yerini alacak oycu muvakkat delegelere tevzi edilecekti.
Genel idare kurulu ile genel başkan seçimleri beraber yapılmıştı. Türkeş taraftarları genel başkan adaylarının seçileceğine o kadar emindiler ki, kendisini genel idare kuruluna namzet bile göstermemişlerdi. Az bir farkla Türkeş’i seçen kongrede yeni genel başkana eskiden CKMP’yi kazandıran hiç bir ilin oy vermediği dikkati çekiyordu. Genel idare kurulu çok daha enteresan olmuştu. Bir kaç eski CKMP’li seçimi kazanmıştı, tamamı Türkeşçilerden mürekkep bir heyet iş başına gelmişti.
Son gün bir kaç yüz delege ile müreffeh Türkiye programı kabul edilmişti. Şimdi Türkiye’de her aile Türkeş’ten yarım kilo et, bir kilo süt istemekte idi. Gerçi Türkeş eti ve sütü günde vermeyi vaad etmişti ama, onlar yılda bu kadarına razı idiler..
Türkeş Kazandıktan Sonra Münir Köseoğlu’nun Arabasında [Resimaltı yazısı. Fotoğrafta önde oturan üç kişinin arasında Türkeş sıkışmış vaziyette, mütebessim. Aracın önünde ve etrafında kalabalık. Münir Köseoğlu direksiyonda.]
Yarın, Şemsi Kuseyri, 5 Ağustos 1965, Sayı 120.
Türkeş’in zaferi
Bazı insanlar vardır, bulundukları kaba sığamazlar. Daima üstte ve başta olmak isterler. Türkeş bu tip bir insandır. 27 Mayıs günü Ankara Radyosu’nun mikrofonundan <<Dikkat, dikkat!>> diye ihtilâlin ilk anonsunu verirken onun sesini duyduk.
28 Mayıs’ta Gürsel’in ihtilâl lideri olarak basın toplantısı yaptığı sırada, arkasında yer almıştı. Basın toplantısından çıkan gazetecilerin yolunu keserek, kendilerine neler yazmaları icab ettiğini söylemek lüzumunu hissetti. İşte o gün bilhassa yabancı basında <<Türkeş Türkiyenin Nasır’ı>> olarak vasıflandırılıyordu. İhtilâlin Kudretli Albayı olarak Başbakanlık Müsteşarlığını işgal ettikten sonra ismi üzerinde çeşitli söylentiler çıkarmasını bildi. Bu söylentilerin başında İnönü tarafından tırnaklarının söküldüğü kulaktan kulağa bütün Türkiyeye yayıldı. CHP nin karşısında olanlar, Türkeş’in şahsında bir teminata kavuştukları kanaatinde idiler.
Türkeş bu söylentilerden istifade etmesini biliyordu. Türk Eğitim Derneklerinin kuruluşu ve yayılışı, sivil kadrodan hazırlanması şeklinde tefsir ediliyordu. DP nin Ankara’daki organı Zafer kapatılmış, İstanbul’daki organı Havadis’in başına Gökhan Evliyaoğlu getirilmişti. Evliyaoğlu her vesileyle her vesileyle Türkeş’i meth ediyor ve cesaretle CHP nin karşısına çıkarıyordu. İnönü’nün erken seçim istemesine karşı şiddetli direnme MBK içinde Türkeş ve arkadaşları tarafından geliyordu. Halk efkârını bu konuya hazırlamak için Havadis alabildiğine yayın yapıyordu.
Fakat Türkeş’in yıldızının parlaklığı kayboluyordu. Başbakanlık Müsteşarlığından uzaklaştırılması, arkasından 13 Kasım hareketi, kudretli Albayın Yeni Delhi’ye gönderilmesi birbirini takip etti.
Türkeş, Türkiye’ye çok uzak bir yerde olmasına rağmen isminden bahsettirmesini bilmişti. Bilhassa Gökhan Evliyaoğlu, Havadis’ten sonra Son Havadis ve Yeni İstanbul’da her vesileyle, Türkeş’in unutulmamasına büyük çapta hizmet ediyordu. Yassıada kararlarının infazından bir müddet sonra, Türkeş’in idamların aleyhinde olduğuna dair bir mektubu yayınlandı. Gerçi mektup idamlardan sonra postaya verilmişti, ama o günün şartları arasında bu mektup Türkeş lehine propaganda yapılmasını kolaylaştırmıştı.
Yeni İstanbul gazetesinde 22 Şubat olayları dolayısiyle yarıda kalan hatırat, Brüksel toplantıları, Türkiyeye geldikten sonra karşılama törenleri, AP ye girme teşebbüs ve rivayetleri ve 21 Mayıs olayları ile Türkeş daima ön plânda kalmasını bilmiştir.
Türkeş’in CKMP ye giriş gününden itibaren bu partinin başına geçmek istediğini bilmeyen yoktu. Nitekim Genel İdare Kurulunda ihtilâf çıkartılması, Ahmet Oğuz’u Genel Başkanlıktan istifaya mecbur etmek bu kanaati kuvvetlendiriyordu. Seçimler arifesinde bu kadar kırıcı bir mücadele ile kongreye gidilmesi de hep ne pahasına olursa olsun Türkeş’in Genel Başkan yapılması gerekçesine dayanıyordu.
Eski CKMP liler yıllardan beri yavaş gelişen bir partide bulunmanın haleti ruhiyesini taşımaları için Türkeşçilerle aynı şekilde mücadele etmelerine mani oluyordu. Bilhassa seçim kazanılmış illerden gelen haberler, eski liderlerin şansının kuvvetli olduğunu gösteriyordu. Fakat Tahtakılıç’ın kimseye haber vermeden adaylığını koyması, eski CKMP lileri şaşkına döndürdü.
Türkeş kongre günü ve devamınca takib ettiği taktikle, kongreyi kongre dışı tesirlerle kazandı denebilir.
Türkeş baş olmak idealine kavuştu. Şimdi CKMP nin geleceğinin ne olacağı merak edilen bir konu haline geldi. Kongrede verilen oylar bize ilerisi için bazı tahminler yapmaya yardım edebilir. Genel olarak CKMP nin hayatiyet gösterdiği illerin delegeleri Tahtakılıç’ı Türkeş’e tercih etmişlerdir. Seçim öncesi yapılan mücadele, eski CKMP ileri gelenlerinin partide Türkeş’le omuz omuza çalışmaları için bütün güçlükler ortadadır. Anlaşma köprüleri atılmıştır. Karşılıklı ithamlar ağırdır. Türk halk efkârında komünizm kadar suç sayılan nasyonal sosyalizmle Türkeş ve taraftarları itham edilmiştir. Bu hale göre, bu ithamcıların CKMP nin tamamen yön değiştirdiği kabul edilerek partinin dağılması beklenebilir.
Türkeş yalnız kendi ekibine dayanarak, 10 Ekim seçimlerinde başarı kazanırsa, kolay kolay yıkılamaz bir lider haline gelebilir. Aksi takdirde Türkeş’i ölü doğan lider haline getirecektir. Türkeş kumar oynadı.
Yarın, 5 Ağustos 1965, Sayı 120.
Dikta Sath-ı Maili
CKMP Kongresinin asıl mühim olayı Türkeş’in Genel Başkanlığı kazanmasından çok, programının yeni bir şekle girmesi olmuştur. Türkeşçiler tarafından empoze edilmek istenen ve Genel İdare Kurulunda bir çok tanınmış eski CKMP’linin muhalefetiyle karşılaşan yeni program tasarısı, Kongrenin seçtiği komisyonda da tartışmalara sebep olmuştur. Komisyondan küçük bir kısım tâdilat ile geçen tasarıya Komisyon üyelerinden Müfit Duru sözcü Muzaffer Özdağ’ın sert hücumlarına vesile olan bir muhalefet şerhi vermiştir.
Gerçek CKMP’lilerin yeni tasarıyı nasıl gördüklerini ortaya koyması bakımından dikkate değer olan ve programı totalitarizme gidişin ilk adımı olarak vasıflandıran Müfit Duru’nun muhalefet şerhinin tam metni şudur:
Bir siyasî partinin programının hiç tadil edilemiyeceği ileri sürülemez. CKMP programının günün şartlarına uymaz hale gelen hükümlerinin değiştirilmesi de gayet tabiidir. Ancak Büyük Kongreye sunulan yeni program, bir tadil tasarısından çok yeni kurulacak bir parti için hazırlanmış program mahiyetini taşımaktadır. Bunu kabul etmek ise CKMP’yi tamamen yeni bir parti haline getirmek ve mensubiyetiyle iftihar ettiğimiz 11 yıllık partiyi inkâr etmek demektir.
İlk 39 maddesi 6, geri kalan kısmı 3 sayın arkadaşımız tarafından hazırlanan bu metin memleketimizin hal çaresi bekleyen çeşitli meselelerine cevap vermek durumundadır. Eğitimden madenciliğe, ziraatten sanayiye, ordudan gençliğe, dış ticaretten dış politikaya kadar çeşitli meseleleri ihtiva eden bu esaslara yeterli hal şekilleri bulmağa bu sayın arkadaşlarımızın vakıf olduklarını söylemeğe de imkân yoktur.
Ayrıca çok kısa zamana sıkıştırılan çalışmalar sırasında hazırlanan metinde bütün iyi niyetlere rağmen partimiz aleyhinde geniş propagandalara vesile teşkil edebilecek bazı noktalar da göze çarpmaktadır.
Bu arada mesela birkaç misal vereyim:
1. Maddenin 3. fıkrasına konulan milletin teşkilâtlandırılması yolundaki hüküm ile 43. maddenin a fıkrasında yer alan <<milletin maddî manevî bütün imkânlarını millet yararına plânlamak ve teşkilâtlandırmak>> ibaresi CKMP nin bugüne kadar tanınmış olan mutedil liberal ve karma ekonomi taraftarı bünyesini tamamen değiştirecek ve partiyi CHP den daha devletçi yapabilecek bir hüküm mahiyetindedir.
11. maddenin ikinci fıkrasında yer alan ve gençliğin siyasi bir eğitimle yetiştirilmesini öngören hüküm de demokratik memleketlerde hiçbir partide görülen bir husus değildir. Bu tarz prensiplere ancak Lenin Rusyasında, Mussolini İtalyasında, Hitler Almanyasında, Franco İspanyasında ve Mao’nun Çininde rastlanabilir.
Programın 26. maddesinde gelişmecilikten bahsedilirken 42. maddede iktisadî kalkınmayı sağlayacak tedbirlerin radikal ve bünyevî bir inkılâba yönelmesinden bahsedilmekle tenakuza düşülmektedir. Bir partinin hem gelişmeci hem de inkılâpçı olmasına imkân yoktur.
116. maddede orduda 10 yıl hizmet görenlerin sivil sektöre yerleştirilmesini sağlayacak bir hüküm vardır. Bu militarist bir devlet meydana getirmeği imkân dahiline sokmaktadır.
Bir yeniden kuruluş programı halindeki tasarının sanayi politikası ile ilgili hükümleri CKMP ye vücut veren 1954 programı ile bunu tadil eden 1961 Kongresinde kabul edilen değişikliklerden tamamen değişiktir. Tasarı iktisadî hayatta ve sanayide bütün vazifeleri devlete tahmil etmekte, özel teşebbüsü hemen sadece küçük sanatlar ve el sanatlarına inhisar ettirmektedir.
Yurt sathına yayılmış olan köyleri <<Tarım kentleri>> haline getirmenin yanında hayvancılıktaki mülkiyeti bile kollektifleştirmektedir.
Program tümü ile totaliter ve kollektivist bir Türkiye yaratmağı hedef tutar veya bu intibaı verecek mahiyettedir. Halbuki CKMP kuruluşundan bu yana siyasî alanda liberal, iktisadî alanda neo liberal ve işçinin istismarına mani olacak hükümleri benimsemiş olan ve bir kitap hacmindeki bu program tasarısı kabul edildiği takdirde CKMP’yi Türkiye İşçi Partisi’nin yanında bir yere koymak gerekecektir. Rahatça denilebilir ki, Cumhuriyet Halk Partisi dahi bu kadar solda değildir.
Bu noktalar dikkate alınırsa, 256 maddeden ibaret olan ve bir kitap hacmindeki bu program tasarısının 8 – 10 saatlik bir kısa zamanda dikkatle incelemeden geçirmeğe imkân yoktur. Bu itibarla çok iyi niyetlerle hazırlanmış olduğuna şüphe bulunmayan tasarının menfi propagandaları önlemek maksadıyla ilim adamları ve politikacılardan kurulu bir komisyonda incelenme zarureti ortaya çıkmaktadır. Tasarıyı almış olan iller temsilcilerinin kısa bir zaman içinde bu komisyona gönderecekleri mütaleaları da dikkate alınmak şartıyla hazırlanacak ve CKMP’nin kuruluş umdelerine uyacak yeni metnin 1966 Şubat veya Martında toplanması gereken Büyük Kongrede görüşülüp karara bağlanması, yangından mal kaçırmadığımıza göre, daha isabetli olacaktır.
Yukarıda arz ve izah edilen sebeplerle <<Müreffeh ve Kuvvetli Türkiye İçin CKMP Programı>> başlığını taşıyan yeni program tasarısının bu kongrede görüşülmesine muhalifim.
Kim, 6 Ağustos 1965, Sayı 123.
Kapak: Türkeş faşist değil romantiktir!
[Tam sayfa Türkeş’in kara kalem çizim portresi]
Türkeş Nedir, Ne Değildir?
Geride bıraktığımız haftanın en eğlenceli olaylarından biri, faşizmin ve zorba saldırılarının baş teşvikçisi olan AP’li basının birdenbire katıksız demokrat kesilmesi ve Türkeş’i <<Nazi Çetesi, Hitler mukallidi, hazırlopçu vs.>> diye müthiş bir yaylım ateşine tutması oldu. Faşist derneklerin SS kıt’alaruyla vatan sathında terör havası estirilmesini isteyen Menderes müteahhitleri, birdenbire <<Faşizm geliyor!>> telâşına düşmüşlerdi. Zira AP; TİP’ten olduğu gibi, Türkeş’li CKMP’den de korkuyordu. TİP, yavaş yavaş uyanmaya başlayan demirkırat seçmenlerinden bir kısmını AP’den alma yolundaydı. AP teşkilâtından şimdilik az da olsa TİP’e doğru görülen kayma bunun belirtisiydi. CKMP ise, ancak AP’li seçmene dayanarak gelişebilecekti. Hele AP teşkilâtının bir ara en dinamik unsurlarını teşkil eden Milliyetçiler Derneği mensupları, çoğunlukla Türkeş’in cazibesine kapılabilecek, seçim kırgınlıkları, hizip çekişmeleri AP’nin talihsiz adaylarının canlanan bir CKMP yararına çalışmasına yol açabilecekti. TİP ve CKMP, yüzde 50’nin üstünde oy alabilme sevdasını taşıyan AP için şimdiden tehlikeliydi ve yarın daha çok büyük tehlike haline geleceklerdi.
CHP ise, olanbitenlerden memnundur. Çok daha önceden Ulus gazetesine CKMP kongresi ve Türkeş haberlerinde objektif davranma direktifi verilmişti. Genel Başkan İnönü de, 27 Mayıs hareketinden sonra İnönü düşmanlığı ile ün kazanan Türkeş’i, Genel Başkan seçilmesinden dolayı derhal tebrik etti. İnönü, <<CKMP Genel Başkanlığına seçilmenizi hararetle tebrik ederim. Size ve partinize, memleketimiz için kıymetli hizmetler dilerim>> diyordu. Millî Bakiye Kanunundan beri AP oylarını bölme ve bu partinin çoğunluk kazanmasını önleme çabasında bulunan CHP’nin, Türkeş’in CKMP’sine karşı takındığı bu olumlu tutum, İnönü’nün AP – MP ikilisine karşı, geleceği şüpheli YTP sayılmazsa, bir CHP – TİP – CKMP koalisyonunun zeminini hazırladığı söylentilerinin çıkmasına yol açtı…
Başarının Nedenleri
Türkeş ve arkadaşlarının çok kısa bir süre içinde yirmi yıla yakın maziye sahip bir partiye tamamen hâkim olmaları, küçümsenmiyecek bir başarıdır. Partiden bazı istifalar olmasına rağmen, Türkeş eskisinden güçlü bir CKMP’nin başına geçmiştir. Ünlü liderlerin partiden ayrılmaları, bazı şöhretlerin AP’ye kaymaları ve teşkilâtta yer yer çöküntüler olması durumu çok fazla değiştirmeyecektir. Yakın zamana kadar Türkeşçi olan ve daha sonra Ahmet Oğuz’un etkisiyle en şiddetli Türkeş aleyhtarı kesilen eski Adalet Bakanı İrfan Baran, büyük bir samimiyetle durumu açıklamıştır: <<Atı alan Üsküdar’ı geçti. Kongrenin gayri meşrû olduğu hakkında dâva açsak en aşağı iki üç yıl sürer.>>
Türkeş’in başarısında, partinin gittikçe zayıflaması karşısında ümitsizliğe kapılan eski yöneticilerin gevşek tutumunun payı büyüktür. CKMP’nin Ahmet Oğuz, İrfan Baran, Hâzım Dağlı, Mustafa Kepir, Mehmet Altınsoy, Fuat Uluç gibi önde gelen simaları, partiye bir taze kan getirir ümidiyle, Türkeş ve arkadaşlarına sarılmışlardır. Kalenin kısmen içerden fethi, Türkeş’in işini çok kolaylaştırmıştır. Fakat Türkeş ve arkadaşları, çözülen CKMP’ye gerçekten taze kan getirmişler, teşkilâtı genişletmişler ve canlandırmışlardır. Bunda Türkeş ekibinin, askerlikten gelme, ciddî, plânlı ve hızlı çalışması önemli rol oynamıştır. CKMP Müfettişi adım adım teşkilâtı dolaşmış, partili olduğunu dahi unutmuş eski CKMP’lilerin isimlerini bulmuş, mektuplar yazmış, toplantılar düzenlemiş ve onları yeniden partiye ısındırmıştır. Ayrıca yeni iltihaklarla partiyi teşkilâtı genişletmiş ve güçlendirmiştir.
Bütün bunlar, sadece askerlikten gelme metodik bir çalışmayla izah edilemez. Türkeş, sayıca az da olsa kendini boşlukta hisseden bazı mıhafazakâr grupların aradığı lider olduğu intibaını yaratmasını bilmiştir. Şimdiye kadar boş bir ırkçılık, dincilik, hissî milliyetçilik ve gelenekçilik akımları peşinde sürüklenen aşırı muhafazakâr grupların uyanık kısmı, 27 Mayıstan sonra memleket gerçeklerinin gözler önüne serilmesi üzerine bir inanç buhranına yakalanmışlardır. Bunlar arasında bir cins romantik sosyalizmin savunuculuğunu yapan Doç. Nurettin Topçu gibi kimseler dahi görülmeye başlamıştır. Uzun süre milliyetçilik adına Amerikan emperyalizminin, kompradorun ve toprak ağalarının savunuculuğunu yapan bir Gökhan Evliyaoğlu, Amerikan milliyetçiliğinin Türk milliyetçiliği demek olmadığını görmüştür. Şimdi Türkeş ekibi, bu çevrelere, geleneklere ve Anayasa hudutları içinde dine azamî saygılı ve milliyetçi bir çerçeve içinde bir kalkınma görüşü getirmektedir. Bunun içindir ki Türkeş ve arkadaşları, program meselesine büyük önem vermişler ve 257 maddelik bir programla ortaya çıkmışlardır.
Türkeş’in Programı
Faşistlik suçlamalarına rağmen, CKMP’nin yeni programı ileri ve demokratik bir manzara taşımaktadır. Madde 7. <<Partimiz, Ben Türküm diyen ve kendini Türk sayan her insanı Türk kabul eder. Irkçılığı reddeder>> demektedir. Madde 22, partinin milliyetçilik anlayışını tanımlamaktadır: <<Partimizin ilke ve amaçlarından saydığı Türk milliyetçiliği antiemperyalist, barışçı, hürriyetçi, demokratik bir milliyetçiliktir>>. Madde 121, <<Türk dünya görüşü, her çeşit emperyalizme karşıdır. Türkiye, emperyalist ittifaklar dışındadır, milletlerin kurtuluş ve kalkınma davasına sempati duyar>> fikrini getirmektedir. Programda dünya çapında bir entegrasyon fikri dahi, <<gayretimizi cihanı bütünleme istikametinde olacaktır>> ve <<Dünyanın ve insanlığın bütünlüğüne inanmaktayız>> sözleriyle yer almaktadır. Program barışçıdır ve Madde 102 dünya çapında bir silahsızlanmadan yanadır: <<Ülküsü barış olan Türkiye, saldırgan savaşa karşıdır. Milletlerin ve insanların mutluluğunu ve istiklâlini tehlikeye düşüren nükleer silâhlanma yarışının durdurulması, her çeşit silâhlanmaya sarfedilen emek ve varlığın halk kitlelerinin hayat şartlarının ıslahına tahsis edilmesini, devamlı bir dünya barışı için sağlam ve güvenilir temeller kurulmasını samimiyetle arzu eder.
Program halkçı ve hürriyetçidir: <<Biz hürriyeti kişi ve toplum yararına mâni bütün engelleri ortadan kaldırmaya yönelen bir sistem manâsında anlıyor ve ulaşılması, her gün yeniden fethedilmesi gereken bir hedef olarak görüyoruz… kişiye ve millete, maddî ve manevî huzur, refah ve gelişme imkânları sağlamıyan bir devlet yönetimini gayesine aykırı bir oluş, bir baskı ve istismar vasıtası sayıyoruz. Madde 25>>. <<Rejimin meşruiyet ölçüsü, halkı ve menfaatlerini temsil ölçüsüdür. Halka dayanmıyan bir yönetimi millî saymayız. Madde 28>>, <<Korku, baskı, sömürme ve sefaletin bulunmadığı bir dünya istiyoruz. Hürriyet ve refahın bütün insanlığı kapsamasını istiyoruz. Madde 120>>. <<İşçilerin iş yeri idaresine iştirakini zarurî buluyoruz. Madde 250>>.
Programın Zayıf Yönü
Bütün bunlar programın faşist bir koku taşımadığını göstermeye yeterlidir. Program elbette ki her şey demek değildir. Bir partinin kompozisyonu ve dayandığı sosyal gruplar programdan çok daha önemlidir. Fakat bu açıdan CKMP hakkında bir hükme varmak henüz mümkün değildir. Şimdilik programla yetinmekten başka çare yoktur.
İlkeleri itibariyle, ileri ve demokratik bir taşıyan programın en zayıf tarafı, çizdiği çok büyük amaçlarla, o amaçlara götürecek araçlar arasındaki açık dengesizlik teşkil etmektedir. Amaçlar çok iddialı tutulmuştur. Yüz milyonluk müreffeh Türkiye istenmektedir. Radikal bir bünyevî inkılâba yönelmek esas alınmıştır. <<Köy, modern hizmet tesisleri, dispanser, okul, kütüphane, cami, hamam, lokal, enstitü, kooperatif, çarşı, tamirhane, atölye, binaları gibi imkânlara sahip olan tarım kenti hâline getirilecektir. Eski çağın hayat tarz ve seviyesini toprağa ve tabiata mahkûmiyeti ifade eden, dağınık, 60 – 70 haneli, kerpiç, moloz taş yığını, toprak damlı evlerden kurulu onbinlerce köy, Türkiye çapında yeniden yerleşme, iskân ve imar plân ve hareketleriyle birleştirilecek ve yeniden tarım kentleri olarak inşa edilecektir. Kırk bin köyün halkı, yakın yarında yeni inşa edilecek modern tarım kentlerini yurt edinecektir… Yeni şehirler inşa edilecektir. Zirai cemiyet ve ekonomi tipinden endüstriyel düzene geçilecek ve yakın yarının Türkiyesi, nüfusunun yüzde 85’i yeniden kurulmuş şehirlerde yaşayan bir sanayi devleti olacaktır. İşsizlik kaldırılacak, herkese iş bulunacaktır. Devlet, halkın tümüne parasız sağlık hizmeti sağlayacaktır. Devlet her yurttaşına kabiliyetine uygun en yüksek eğitim imkânları hazırlayacaktır. Devlet, bütün işçileri kapsayan bir işsizlik sigortası kuracaktır. Halkımızın her ferdini içine alan sosyal güvenlik ve yardımlaşma gerçekleştirilecektir. Her aile tenceresinde her gün yarım kilo et ve her Türke her gün bir bardak süt istenenin asgarîsidir.>> vs.
Bütün bunlar, her Türkün gönlünde yatan güzel amaçlardır. Fakat bu amaçlara nasıl ulaşılacaktır? Öteki partilerin muhayyilelerini çok aşan büyük amaçlar çizen CKMP programı, amaçlara götürecek tedbirler konusunda CHP programından dahi çok gerilerde kalmaktadır.
Yakın bir gelecekte köyü şehir yapan, köy nüfusunu yüzde 15’e indiren ve yaygın bir sosyal güvenlik düzeni kuran programın finansmanı nasıl karşılanacaktır? <<Milletçe teşkilâtlanmanın finansmanı>> bölümünde bu konuda hemen hemen hiç bir şey söylenmemektedir. <<Herkesten gücüne göre vergi alacağız>> şeklindeki Anayasa hükmü tekrarlanmakta ve <<Millet hayatında lüksü, lüks istihlâki vergilendireceğiz>> demekle yetinilmektedir.
Programın büyük amaçları, geniş ve sistemli bir devletçiliği zorunlu kılmaktadır. Ama devletçilik maddesinde, <<Özel teşebbüsün halk ve yurt yararına ihtiyaçları karşıladığı ekonomi alanlarında kamu sektörünün sermaye yatırımlarına girişmemesi esastır>> sözleriyle, liberalizmin, <<özel teşebbüsün yapmadığını devlet yapar>> görüşü benimsenmektedir.
Dış ticaret ve bankacılık, bugünkü haliyle, kalkınmamızı engelleyen iki önemli sektördür. Gelgelelim, <<radikal bir bünyevî inkılâba yönelmek>>ten söz eden program, bu iki sektör <<plân hedef ve amaçlarına göre tanzim edilecektir>> gibi her türlü yoruma elverişli çok genel bir formül ile yetinmektedir.
Köyü ortadan kaldırmak gibi büyük bir iddiaya rağmen program, <<toprak reformu>> sözünden bile ürkmüş, AP gibi <<ziraî reform>> formülüne sığınmıştır.
Her türlü emperyalizme karşı çıkan programda, yabancı sermayeden söz yoktur. Günün konusu olan petrol ve maden meselesinde, program, <<yeraltı maden servetlerimizin ve petrolün işletilmesinde devlet işletmeciliği esastır>> şeklinde, bugünkü durumu aynen muhafazaya elverişli genel bir formülü yeter saymaktadır.
Görüldüğü gibi, büyük amaçlar ve amaçlara götürecek araçlar arasında korkunç bir uçurum vardır. CKMP araçları amaçlara uydurarak bu çelişmeyi giderebildiği ölçüde gerçek bir parti olacaktır.
Akis, 7 Ağustos 1965, Sayı 581.
Kapak: 1930’lar Almanyasından Bir Ses Alparslan Türkeş
[Kapakta, Türkeş’in gravüre benzer çizim bir resmi. Kapak kompozisyon San Organizasyon Erkal Yavi tarafından hazırlanmış.]
Bu hafta Akis sayfalarının büyük bir kısmı, CKMP’de oynanan oyunlara ve bu oyunların sahneye koyucusu Alparslan Türkeş’e ayrılmış bulunmaktadır. Hemen bütün irili ufaklı gazetelerin CKMP ve Türkeş’e bu kadar yer vermelerinin sebepleri arasında, 27 Mayıs’ın “Kudretli Albayı”nın şahsiyetinin önemli rolü vardır. Türkeş, bundan uzun bir süre önce, bir devlet memuru olarak görevli bulunduğu Hindistan’dan, AP’nin o zamanlar organı bulunan bir gazeteye bir takım yazılar yazdığı ve İhtilâlin içyüzünü kendi açısından anlatmağa çalıştığı günlerde Akis objektifi kendisine yönelmiş ve gerçekleri, hiç tekzib edilmeyecek şekilde, zaman, isim ve mekân zikrederek açıklamış, 27 Mayısın bu “Kudretli Albayı”nın İhtilâldeki rolünü kamuoyuna nakletmişti. Şimdi Akis’in projektörleri bir kere daha bu emekli Albaya yönelmiş bulunmaktadır.
Akis ile Türkeş arasındaki ilişki 27 Mayıs sabahından itibaren başlamıştır. Bugüne kadar Türkeş dikkatli ve sabırlı bir Akis okuyucusu, Akis ise dikkatli ve gerçekçi bir Türkeş takipçisi olmuştur. Yurtta Olup Bitenler sayfalarımızdaki “CKMP” başlıklı yazı okununca, bu dikkatli takibin neticeleri apaçık görülecektir.
Türkeş CKMP’ye girdiği zaman bu dergi, CKMP’nin istikbali hakkındaki görüşünü ortaya koymuştu. Şimdi ise; Türkeş’in yapacakları veya yapmağa çalışacakları hakkındaki kanaatini ortaya koymaktadır. Bu kanaat belirtisinde bilhassa bir noktaya dikkatinizi çekmeyi faydalı bulmaktayım: 1930’larda Almanya’da ekonomik, sosyal ve politik hava nasıldı? Hitler bu ortamı kendi arzularının gerçekleşmesine elverecek şekle nasıl sokmuştur? Türkeş’in dilinde “Milliyetçi Sosyalizm” sloganı ile ortaya atılan fikirler ile 1930’lar Almayasının slogan fikirleri arasında benzerlikler nelerdir?
Akis’in sevgili okuyucularının, bu soruların cevaplarını “CKMP” başlıklı yazımızda dikkatle okumalarını salık veririm. Bu yazıda Türkeş ile Hitler arasındaki garip benzerlikler de belirtilmiştir. Yazının ne derece objektif bir görüşle hazırlandığını okuyucularımız farkedeceklerdir. Saygıarımızla.
Kurtul Altuğ
CKMP
“Yaşasın Başbuğ”
(Kapaktaki politikacı)
Esmer, gaga burunlu, sert bakışlı ve boğuk sesli adam, konuşmasının sonuna gelmişti. Kaşlarını kaldırdı, kongre salonunu bakışlarıyla şöyle bir taradı ve ateşli militanlarının peki iyi tanıdığı bir dörtlüğü okuyarak son kozunu oynadı:
Koşan elbet varır, düşen kalkar:
Karataştan su damla damla akar.
Birikir, sonra gümüş bir göl olur,
Arayan hakkı sonunda bulur.
Bu, Muhittin Güven’in meşhur “gözlerimin içine bak..” sloganından da tesirli olmuştu. Salon birden karıştı, anlamsız boğuk bir gürültü yükseldi. Gürültü yavaş yavaş tezahürat şeklini aldı. Önce “Türkeş, Türkeş, çok yaşa!” diye bağrıldı, sonra kongrenin başlangıcındanberi çekiç darbesi gibi tekrarlanan iki hece salonu dakikalarca çınlattı: “Tüüür…. Keşşş…. Tüüüürr…. Keşşş…” Durum ilgi çekici idi. Bir kere, salondakilerin en az yarısı tezahürata katılmadığı halde, emektar Büyük Sinemanın tecrübeli duvarları belki de ömrünün en şiddetli gürültüsüyle karşılaşmıştı. Bilhassa ön taraflarda grup grup, öbek öbek toplanmış olan genç, fakat son drece ateşli kimseler âdeta hayatlarının en heyecanlı anını yaşıyorlardı. Durumu balkondan izleyenlerden biri yanındakine, “Bak bak, şu delikanlıyı tanıdın mı? Kuva-i Milliyecilerin en ateşlilerindendi…”
Bir süre önce Atatürk Bulvarını heyecana boğan olayları ve Dönüşüm gazetesi satanlara karşı, sattıkları “Kuva-i Milliye” adlı gazeteden dolayı kendi kendilerine Kuva-i Milliyeci adını veren sağcı ve -AP eğilimli- bir topluluğun yürüttüğü şiddet hareketlerini hatırlıyan gazeteciler, işaret edilen tarafa baktılar. Gerçekten, orada elini kolunu sallayarak Türkeş lehinde tezahürat yapan genç, Kuva-i Milliyecilerin arasında yırtıcılığı ve saldırganlığı ile temayüz edenlerden biriydi… Keşif önemli idi. Gazeteci grupu, delikanlının etrafındakileri incelemeye başladı. Az sonra, teşhis edilenlerin sayısı artmıştı. Bir, iki, üç derken âşina tiplerin tesadüfe hamledilemiyecek kadar çok olduğu anlaşıldı. Üstelik bunların çoğunun kolunda, görevli olduklarını gösteren kırmızı pazubentler vardı. Birbuçuk ay evvel Atatürk Bulvarında “Komünistlere ölüm” diye bağıran, gazete yakan, adam döven, kafatasçıların çıkardığı Orkun dergisini dağıtan topluluk, CKMP’nin, geride bıraktığımız haftanın son günü Türkeş’in zaferiyle biten olağanüstü Büyük Kongresinde başrolü oynuyordu.
Tezahürat, Türkeş kürsüden inip yerine geçtikten sonra da devam etti. Lehindeki gösterilere el sallıyarak mukabele eden emekli Kurmay Albay, işin en önemli safhasını atlattığını düşünerek, heyecanını yatıştırmağa çalışıyordu.
Eskiler alayım
Kongrenin ikinci günü, Tahtakılıç’ın önceki günden devam eden ve beş saat tutan konuşmasından sonra Türkeş’in yaptığı konuşma, partiyi ele geçirme mücadelesinin bu son safhasında kendisi için en önemli imtihan oldu. İşin ilginç tarafı, Türkeş bu imtihandan geçecek not almadığı halde, gerek diğer tamamlayıcı şartların kendisi lehinde çok iyi düzenlenmiş olması ve gerekse rakibi Tahtakılıç’ın büyük hataları sebebiyle yine de zafere ulaştı.
Tuttuğu yolda, büyük kütleleri heyecanlandırıp peşinde sürükleyebilmek bakımından en önemli silâh olan hitabet sanatında Türkeş’in ne derece usta olduğu en çok merak edilen hususlardan biriydi. Nitekim geçen haftanın sonunda Cumartesi günü saat tam 12’de Türkeş kürsüye geldiğinde gerilim son haddini bulmuştu.
Konuşmasına <<Biz Türk milletini bölünmez bir bütün olarak kabul ediyoruz>> diye başlıyan Türkeş, ilk dakikalarda gerçekten tesirli, kudretli görünüyordu. 27 Mayıs sabahı radyolardan millete hitap eden kalın ve madeni sesini ustaca kullanıyordu. Zaten konuşmanın ilk cümleleri daha ziyade vatan, millet ve millî heyecan lâflarından ibaretti. Genel Başkan adayı, Türk milleti için her türlü mücadeleyi yapacağını, gerekirse canını bile vereceğini, görevi icabı dünyanın yarısından fazlasını gezdiğini, otuzdan fazla ülkeyi ve milleti incelediğini söyledi, sözleri sık sık, olağanüstü tezahüratla kesildi. Sıra Türk milletinin -yani Türk ırkının- diğer milletlerle -yani diğer ırklarla- mukayesesine gelmişti. Heyecan yüksek, gerilim fazlaydı. Vaktiyle ırkçı turancı hareketlere karıştığı için hapis yatmış olan Genel Başkan adayı, konuya ihtiyatla girdi:
“- Gezdiğim çeşitli memleketler halkının Türk milletinden üstün bir vasfa sahip olmadığını gördüm. Türk milleti kaabiliyetli, ahlâklı, faziletlidir…”
Konuşma yine kesildi, dakikalarca tezahürat yapıldı. Durumdan fazlasıyla memnun kalan emekli Albay nihayet baklayı ağzından çıkardı ve militanlarına istedikleri hediyeyi verdi:
“- Bütün bu vasıfların yanında fizik yapısı itibariyle de Türk milletinin diğer milletlerden üstün olduğuna bir kere daha inandım!..”
Irkçılığın, Türk ırkının üstünlüğü düşüncesinin en aşikâr şekilde ifadesi olan bu cümle, Türkeş taraftarı genç ırkçıları çılgına çevirmeye yetmişti. Patlayan gürültüden Büyük Sinemanın duvarlarındaki sıvalar dökülmediyse de, tozlar uçuştu.
İşin “nasyonalizm” tarafı böylece halledildikten sonra, fakir ve sefalet içindeki kütlelere cazip geleceği düşünülen ikinci sloganın, yani “sosyalizm”in izahına, sıra gelmişti. Konuşmasının bu kısmı rakamlarla, idarî, mali, zirai reform gibi kelimeler ve teknik ifadelerle doluydu. Üstelik Türkeş, acemi hatiplere mahsus tipik hatayı işlemiş, konuşmasına çok yüksek sesle ve bağırarak başlamıştı. Bu yüzden o da, acemi hatiplerin akıbetinden kendini kurtaramadı. Kısa bir süre sonra sesi tannanlığını kaybetti ve gerilim düştü. Hattâ salonun arka sıraları boşalmağa başladı. Oysa Tahtakılıç bile, zaman zaman tahammülfersa hale gelmekle birlikte, ses tonunu değiştirerek, esprilerle renklendirerek, bazen de tiratlara geçerek beş saat süren konuşması boyunca salonu dolu tutabilmişti.
Türkeş salonun arka sıralarının boşaldığını gördüğünde saat tam 12.25’ti. Heyecan iyice düşmüş, konuşmanın yarım saati dolmadan uykulu bir hava ortalığı kaplamıştı. O sırada hâlâ teknik lâflar eden Genel Başkan adayı, pabucun pahalı olduğunu sezmiş olacak ki önce bir sustu, sonra bağırarak “pat diye” şu sözleri söyledi:
“- Türk milletinin dini İslâmiyettir!..”
Türkeş’in bu umulmadık infilâkini salonun infilâki takip etti. Üstelik bu defa alkışlıyanlar sadece emekli Albayın ırkçı militanları değildi. Kongreye Hasan Dinçer – Tahtakılıç taraftarı olarak gelen Orta Anadolu delegelerinin büyük bir kısmı tezahürata katılmıştı. Zira Türkeş’in bu infilâkı köylü vatandaşlara çok cazip gelmişti.
Türkeş konuşmasını, bu yazının ilk kısmında yer alan ve bir zamanlar Turancıların dilinde çok dolaştığı bilinen dörtlükle bitirdi. Yerine dönerken, tarafsızların kanısı, kendisinin hitabet sanatında daha bir müptedi olduğu ve alkış toplayabilmek için en tehlikeli konuları istismar etmek ve en büyük tâvizleri vermek zorunda kaldığı ve kalacağı şeklindeydi.
“Baskın”da başarı
Hitabetteki başarısızlığına karşılık, Türkeş’in organizatörlüğüne doğrusu diyecek yoktur. Bu husustaki becerikliliği, bir partiye girişinin dördüncü ayında genel başkanlığa oturması ile ortaya çıkmıştır. Aslında Türkeş CKMP’yi olağanüstü Büyük Kongre öncesinde ele geçirmiştir. Becerikliliğin önemi de zaten buradan gelmektedir. Bir partinin genel idare kurulunu ve büyük kongreye gelecek delegelerin çoğunluğunu ve bütün icra organlarını seçimsiz ve dört ay gibi kısa bir zamanda ele geçirmek kolay iş değildir. Türkeş ve arkadaşlarının “çengel atmak” ve “komiteye dahil etmek” hususlarındaki ustalığı bu başarılarında rol oynamıştır. Bu başarıdan sonra yapılacak olan olağanüstü büyük kongre bir formaliteden ibaret hale gelmiştir. Nitekim 30 Temmuz Cuma günü kongre toplandığında durum şuydu: Bir tarafta, Partinin Genel İdare Kurulunu, Genel Başkanını, Genel Sekreterini kendi yanına çekmiş, 25 ilde kurduğu müteşebbis idare kurullarından -ki Partinin müteşebbis heyetlerle birlikte teşkilâtlı olduğu illerin sayısı 52’den ibarettir- gelecek 500 delegenin oylarını garantiye bağlamış, oynanacak oyunun kaidelerini düzenleme yetkilerini eline geçirmiş, delege kartlarının dağıtımını bile kontroluna almış bir Türkeş durmadan propaganda yapmakta ve silâhlarını bilemektedir; diğer tarafta ise, sarındığı kuzu postuna aldanarak Türkeş’i partiye almakla Türkiye’nin en saf insanları olduklarını ortaya koymuş ve her şey olup bittikten sonra uyanabilmiş bir grup, insicamsız çabalar göstermektedir. Meselâ Hasan Dinçer, Ahmet Oğuz, İrfan Baran ve bu grupun diğer taraftarları, Kongre öncesinde Millî Savunma Bakanlığında Hasan Dinçer’in makam odasında toplantılar yaparak durumlarına çare aramaktadırlar. Bu mücadelenin en eğlenceli tarafı ise, Millî Savunma Bakanının makam odasında yapılan bu toplantılarda konuşulanların, her nasılsa, -Türkeş’in, candan arkadaşlara sahip bir eski subay olduğu unutulunca- kelimesi kelimesine Türkeş tarafından öğrenilmesidir.
Üstelik Türkeş’le mücadele edenler, Tahtakılıç’ın kendileriyle görüşmeden adaylığını koyması ile bir emrivaki karşısında kalmışlar ve delegelerin oy atmağa başladığı son âna kadar, “Acaba Hasan Dinçer’i aday göstermek mi?” tereddüdünden kutulamamışlardır. Bu grupun kuvveti, Afyon, Çankırı ve Konya’dan getirdikleri 300 delegenin kendilerine sıkı bağlılığından ibarettir. Diğer illerde ise çeşitli eğilimler göstermektedir.
Kongreye bu şartlar altında gidilmiştir. İki taraf arasındaki en büyük eşitsizliği, Bahçelievler’de Türkeş ve Özdağ’ın zaman zaman ziyaret ettikleri bir lokalde üstlendikleri öğrenilen “Kuva-i Milliyeci” militanların, 300’e yakın Ankara delegesinin büyük bir kısmını teşkil etmeleridir.
İlk gün, Kongre Başkanlığına seçiminde Türkeş’in adayı Gökhan Evliyaoğlu diğer grupun desteklediği Faruk Küreli’yi mağlûp edince, netice daha baştan belli oldu. Evliyaoğlu, kollarında “görevli” yazılı pazubentler taşıyan Kuva-i Milliyeci gençlerle iş birliği yaparak, Kongreyi kendi ekibinin menfaatleri bakımından başarıyla yönetti. Tahtakılıç konuşurken Evliyaoğlu’nun sık sık âşikar şekilde esnemesi, bunu başarıyla salona sirayet ettirmesi, Tahtakılıç’a lâf atanlara da güya sükûnet uğruna, “Ne yapalım, tahammül edeceğiz” demesi, Genel İdare Kurulu raporu üzerinde konuşan ilk altı kişi -herhalde tesadüf değildi- Türkeş’i övünce, bir yeterlilik önergesini süratle oya sunması, Evliyaoğlu’nun tarafsızlık ölçüsünü ve Kongrenin çalışma tarzını gösterecek nitelikte noktalardır.
İkinci gün, adaylar konuştuktan sonra seçime geçildi. O sırada Akis muhabirinin gözleri önünde şu olay cereyan etti: 30 – 35 yaşlarında sarışın bir adam, Büyük Sinemanın kapısından içeri yürüdü, fakat bir pazubentli tarafından durduruldu. Adam, nereye gittiğini soran görevliye şu cevabı verdi:
“- İçeriden arkadaşım çağırdı. Bana kart verecekmiş, oy kullanacağım!”
“- Delege misin?”
“- Yoooo!”
Görevli, konuşmanın tam bu noktasında, Akis muhabirini farkedince, adamı dışarı itti. Adam:
“- Yahu ne olacak ki, başkalarına da kart dağıttılar” diyerek dışarı çıkarken, görevlinin:
“- Sus kardeşim, sus yahu” diye telâşa kapılması eğlenceli bir sahne yarattı.
Neticede Alparslan Türkeş, Tahtakılıç’ı 516’ya karşı 698 oyla mağlûp etti ve CKMP Genel Başkanlığına seçildi.
Bütün bu faaliyetlerine bakıldığı takdirde, Türkeş’in şahsiyeti, nitelikleri, metodu ve hattâ istikameti ortaya çıkmaktadır. 1965 Türkiyesinde, seçimler arefesinde birdenbire önemli siyasî şahsiyet haline gelen ve protokola giren bu emekli subay, memleketimizde özellikle son yıllarda oldukça büyük bir ün yapmıştır. Hakkında yazılan ve çizilenlerle bilinmeyen tarafı pek az kalmıştır.
Alparslan Türkeş, 1833 yılında Lefkoşe’de, Hüseyin Feyzullah adıyla dünyaya gelmiştir. İlk Öğrenimini Lefkoşe’de, Sarayönü mektebinde yapmış, 1933’te ailesiyle birlikte Kıbrıs’tan Türkiye’ye göçmüştür. Bu tarih, Hüseyin Feyzullah adındaki çocuk için oldukça önemlidir. Çünkü bu tarihte hem mesleği belli olmuş -Kuleli Askerî Lisesine girmiş- ve hem de lider olmak isteyen ihtiraslı bir insan için hiç de cazip bir isim olmayan Hüseyin Feyzullah ismi bir yana atılmış ve “Alparslan Türkeş” gibi hem anlam, hem de fonetik bakımdan mükemmel bir isim benimsenilmiştir. Tıpkı, asıl adı komik “Schicklgruber” olan bir Almanın bunu “Hitler” ile değiştirmesi gibi.
Türkeş, tahsil hayatında düzenli ve siliktir. 1938’de Harbiyeyi bitirdikten sonra Amerika’ya gitmiş ve orada eğitim görmüştür. Çeşitli askeri görevlerle yurt dışında bulunmuş ve 1957’de yurda dönmüştür. 1958’de Elazığ’da kıta hizmeti görürken, 27 Mayıs devrimini hazırlayan subayların dikkatini çekmiş ve Komiteye alınarak Ankara’ya tayin ettirilmiştir. Türkeş’in niyetlerini arkadaşları ilk defa 1960 yılının Şubatında, Mustafa Kaplan’ın evinde yapılan bir toplantıda anlamışlardır. Komiteye yeni katılan Sami Küçük’ün “İhtilâlin sonu ne olacak?” sorusuna ateşli bir edayla cevap vermek isteyen Türkeş, uzun vadeli ve icabında zora dayanan bir programdan bahsetmiştir. Sami Küçük’ün, “Bu söylediklerinin olması için seçim yapılmaması gerekir. Sizler de aynı fikirdeyseniz ben yokum. Zira bu diktaya gitmek demektir>> şeklindeki itirazı karşısında Türkeş bir zamanlar tebdil-i isim ettiği gibi bu defa da tebdil-i fikir etmiş ve seçimin aleyhinde bulunmadığını söylemiştir. 27 Mayısı yönetenler, Türkeş’in radyodaki sesiyle Türkiye’ye ve dünyaya ilk açıklamayı yaptıktan sonra, ihtiraslı Kurmay Albay, bilindiği gibi, emellerini gerçekleştirmek için süratle faaliyete geçmiştir. Bir yandan Türkiye’nin en güçlü adamı olmak için tedbirler alırken, bir yandan da Öncü gazetesinin yönetimini ele geçirmeyi ihmal etmemiştir. Ancak, uzun vadeli totaliter kalkınma fikri 13 Kasım hareketiyle -bilindiği şekilde- tasfiye olunduktan sonra Türkeş, emekli albay olarak önce Hindistan’da, sonra da tekrar Türkiye’de bulunmuştur. Bu arada çeşitli partilerle temaslar yapan Türkeş, 21 Mayısta darbe ve dikta fikrinin ve hattâ çok yakınlarına sokulduğu için hayatında üçüncü defa derdest edilmiş, fakat bu defa da yakasını sıyırabilmiştir. Kongrede adaylık konuşmasının sonunda okuduğu dörtlüğün ilk mısraındaki “Koşan elbet varır, düşen kalkar” sözlerinin anlamı herhalde bu olsa gerektir!..
Alparslan Türkeş’in biyografisine eklenebilecek bir nokta, Kongrede dağıtılan biyografik bir propaganda broşürüne nazaran kendisinin 1957’den sonra Almanya’ya giderek “Atom ve nükleer tahsili” yapmış olmasıdır! Ancak 1957’den sonra Türkeş’in herhangi bir görevle yurtdışına gitmediği bilindiğine göre, bu parlak tahsil ya mektuplaşma suretiyle ya da telepatik yolla yapılmış olabilir.
Taklit mi, tesadüf mü?
Bütün bu maceralardan geçen ve bugün CKMP’nin liderliğine -protokol dolayısıyla da, Gazeteciler Yapı Kooperatifinin bu haftanın başındaki temel atma töreninde Emniyet Genel Müdürü Ahmet Demir’le bitişik sandalyeye- oturabilen Türkeş, bir çok ithamlarla karşı karşıyadır. Bunlar kendisinin faşist, nasyonal sosyalist -yani nazi- ve ırkçı olduğu yönündedir. Genel Başkan geçenlerde faşist olmadığını söylemiş ve delil olarak da sosyal görüşlerini fakirlerden yana oluşunu göstermiştir. Ancak bu açıklama, kendisinin, bundan otuz yıl önce zuhur eden bir başka kişinin, Hitler’in yolunda olmadığını ispat edecek nitelikte değildir. Fazla zaman tutmıyan kısa bir karşılaştırma, bu iki şahıs arasında -taklitten mi, tesadüften mi ileri geldiği belli değil- bazı önemli benzerlikler bulunduğunu ortaya koyuvermektedir. Bu benzerliklerden bazıları şunlardır.
– Her ikisi de iktidarına göz diktikleri memleketin sınırları dışında doğmuştur. Hitler Avusturya’da, Türkeş Kıbrıs’ta… Milliyetçilik heyecanlarına bir kompleksin yol açması muhtemeldir.
– Her ikisinin de çocukluğu ve gençliği, nefret ettikleri ve bütün kötülükleri malettikleri başka bir ırkla yan yana geçmiştir. Hitler Viyana’da Yahudileri, Türkeş Kıbrıs’ta Rumları diş gıcırdatarak incelemiştir.
– İkisinin de ilk gençliği ve tahsil yılları özellikten ve pırıltıdan yoksundur.
– Her ikisi de hayatlarının başında, bir lider için fonetik bakımından son derece kötü birer ismi taşımak tehlikesi geçirmişlerdir. Hitler, 84 yaşındaki büyükbabası, hayata gayri meşru göz açan 39 yaşındaki babasını ölmek üzere iken tanımamış olsaydı, Adolf Schickligruber adını taşımak zorunda kalacaktı. Alparslan Türkeş ise, ailesi Türkiye’ye göç etmemiş olsaydı, Hüseyin Feyzullah adını bir felâket olarak sürükleyip gidecekti.
- Her ikisi de ilk gençliklerinde ırkçılık cereyanlarına karışmışlardır. Hitler ilk gençlik yıllarında pancermanist Milliyetçi Partinin ateşli bir sempatizanıdır. Türkeş ise Hitler’in son devirlerinde, 1944’lerde İstanbul’da turancılık cereyanına karışmış ve tevkif edilerek aylarca hapis yatmıştır. Bu sıralarda genç bir subaydı.
– Her ikisi de milletlerin tarihindeki hissi noktaları tespit etmişler ve sonra bunları hep abartmışlardır. – Her ikisi de, ırkçılık ve şoven düşüncelerle sosyalizmi ve fakirlere cazip gelen tâbirleri birleştirmeye kalkışmışlardır. – Her ikisi de amaçlarına ulaşabilmek için önce ihtilâli denemişlerdir. Hitler’in meşhur “Birahane baskını” tecrübesi, Türkeş’in 27 Mayısa karışması, 21 Mayısın yakınlarında dolaşması… Her ikisi de bu yolla diktatör olamıyacaklarını anlamışlardır. – Her ikisi de politikaya çok küçük, cılız ve dinamizmden mahrum partilerde atılmışlardır. Hitler 1919’da katıldığı zaman Alman İşçi Partisi birkaç hayalperesti içine alan küçücük bir teşekküldü. Türkeş de CKMP’ye parti silinmek üzereyken girmiştir.
– Her ikisi de partiye girdikten çok kısa bir süre sonra birer nasyonal sosyalist program hazırlıyarak bunu kabul ettirmişlerdir. Hitler partiye girdikten bir yıl sonra, Türkeş dört ay sonra!
– Her ikisi de derhal ellerinin altına genç, saldırgan ve milliyetçi gruplar almışlar, sindirme metodunu denemişlerdir. Hitler’in fırtına birlikleri Sturm Abdeillung, kısa imi S.A. Türkeş’in Kuva-i Milliyeci gençleri..
– Her ikisi de bir neşir organına sahip olmakta büyük bir acele göstermişlerdir. Hitler, sonradan ismini Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi -NAZİ- haline getirdiği küçük partisine derhal bir gazete satın almış, Völkischer Beobachter adındaki Yahudi aleyhdarı gazeteyi ele geçirmiştir. Türkeş daha ihtilâl devrinde Öncü’nün çıkmasını sağlamış, sonra Ekspres’i almaya teşebbüs etmiş, CKMP’ye girdikten bir iki ay sonra da Havadis’i parti organı haline getirmiştir. – Her ikisinin yaşadığı devirde de komünizm toplum için bir öcü haline getirilmiş ve her ikisi de bu öcüyü istismarda beceriklilik göstermişlerdir.
– Her ikisinin yaşadığı devirde de mükemmel birer anayasa, Almanya’da Veimar Anayasası, Türkiye’de 1961 Anayasası, nisbî temsil, hiç bir zaman çoğunluk kazanamayan partiler ve koalisyon zorunluğu vardır.
– Her ikisinin de sahneye çıktığı sırada o memleketlerde rahatsız, yaşlı, etrafında entrikalar çevrilen, fakat iyi niyetli asker cumhurbaşkanları bulunmaktadır.
- Her iki memlekette de, mukabil tarihlerde ekonomik durum kötü, çok kimse sabırsızdır ve kalkınma için parlamenter yolu ağır bulanlar, sıçrama isteyenler mevcuttur.
– Her ikisi de iktidara varmak için makyavelizme ve kaba kuvvete rağbet etmektedirler.
– Her ikisi de, daha iktidara gelmeden, toplum için oldukça değişik, fakat tehlikeli düşüncelerini korkmadan açıklamaktadırlar. Hitler “Mein Kampf”ı iktidara gelmeden çok önce, hapishanede yazarak yayınlamış, Türkeş ise “Dokuz Işık” olarak adlandırdığı broşür kitabını son Kongrede dağıtmıştır.
– Her ikisi de “toplumun ve milletin yeniden ve bambaşka bir heyecanla düzenlenmesi gerektiği”ni şiddetle savunmaktadırlar. Hitler Almanya’nın otorite ve şeflik esasına göre yeniden düzenlenmesini istemektedir. Türkeş ise meşhur “Ülkü ve Kültür Birliği” diye bir terane tutturmuştur ve köy sayısını azaltmak için tedbirler öne sürmektedir.
– Hitler “âri ırkı ilmî usullerle çoğaltma” teşebbüsünde bulunmuştur. Türkeş ise, son CKMP kongresinde, doğum kontrolü aleyhinde ve “100 Milyonluk Türkiye” ideali için programda değişiklik yaptırmıştır. – Her ikisi de otoriteye ve diktaya çok düşkündürler.
Ve sonuncu benzerlik. Bütün bu benzerliklerin sonuncusu ve bugün için en can alıcısı ise Türk ve Alman halklarının dehşetli unutkan oluşlarıdır. Hitler Almanya’da, niyetlerini, dikta hevesini defalarca ortaya koyduğu halde sonunda, Cumhurbaşkanının eliyle ve demokratik yoldan devlet kudretlerinin başına oturtuluvermiştir. Bu hareketteki ihmalcilik ve unutkanlık inanılır gibi değildir. Aynı şekilde, memleketimizde de Türkeş CKMP lideri olur olmaz, çok kimse ve çok çevre, bu şahsın önceki teşebbüslerini, niyetlerini, fikirlerini unutuvermişler ve hattâ, onu desteklemeye başlamışlardır. Bazı gazetelerde son günlerde ileri sürülen bir fikir, bu unutkanlığın ve ihmalciliğin tam bir örneğidir. Güya Türkeş bir doktrin adamı imiş ve hiç olmazsa bu yüzden bazı partilere göre ehveni şermiş!
Şimdi Alparslan Türkeş, seçim arefesinde devletten 1 milyon lira yardım almış bir partinin başına geçmiş ve 38 kişilik Genel İdare Kurulunda 23 taraftarı ile tam bir “sulta” kurmuş bulunmaktadır. Eski CKMP’lilerin güçleri son mağlubiyetten sonra iyice tükenmiştir. Hattâ bazı eski CKMP’lilerde hayrettir, bu partinin itidalli olarak bilinen üyelerinde!- Türkeş’in de denenmesi gerektiği şeklinde bir kanaat hasıl olmıya başlamıştır. Gerçi Ahmet Tahtakılıç, seçildiği Genel İdare Kurulundan istifa etmiş, İrfan Baran mücadeleye devam edeceğini söylemiş, Hasan Dinçer, Ahmet Oğuz ve Seyfi Öztürk ilk toplantıya katılmamışlardır. Fakat bu birkaç kişinin güçsüzlükleri son mücadelede ortaya çıkmıştır.
Yirmi yıllık bir CKMP’li, Türkeş hakkında oldukça yerinde ve doğru bir hükmü Kongrede, Akis muhabirine şöyle ifade etti:
“- Bu adam ya yapar, ya yıkar!”
Ancak ne yazık ki, bu akıllı adam ne bir Bakan, ne de bir yetkilidir. Sadece bir köylü delegedir!
Türkeş ve arkadaşları, girdiklerinden dört ay sonra ele geçirdikleri bu parti ile seçimlere gitmektedirler. Bu gidişin şarkısı bile bulunmuştur. Azerbeycanlı ozanın içli şarkısı, “Karadeniz çırpınıyor, selâm Türk’ün bayrağına” bugünlerde Türkeş taraftarlarının ağzında durmadan tekrarlanmaktadır. Fakat aynen değil, şu şekilde:
“Karadeniz çırpınıyor, selâm Türkeş Albayıma!.”
Resimaltıyla Karikatür
Hüseyin Feyzullah, nam-ı diğer Alparslan Türkeş’in CKMP Genel Başkanlığına seçilmesinden sonra bu partinin Ankara’da yayınlanan organı Havadis -Başyazarı: Gökhan Beg- yukardaki resmi şu resimaltıyla neşretmiştir:
El Ele. Taraflar el ele… CKMP yi bölmek için ellerinden geleni ardlarına bırakmıyanlara bundan daha iyi bir cevap olur mu? İşte iki Genel Başkan adayı.. Demokratik bir mücadele vermişler ve sonunda da sarılıp öpüşmüşler.. Tahtakılıç, Genel Başkan seçilen Türkeş’i seçim sonuçları belli olunca en samimi duygularla tebrik etmiş, Türkeş de aynı samimi duygularla tebriki kabul buyurmuştur. Şimdi bütün CKMP liler liderleri gibi el ele, gönül gönüledir. (Foto Kemal Tuna).
Akis, 7 Ağustos 1965, Sayı 581.
Terazili Saltanat, Tacettin Tezer
Her milletin kaderinde tarihe malolmuş veya olmaya mahkûm acaip saltanatlar vardır. CKMP’nin Büyük Kongresini yakından izleyen her vatandaşın, terazili parti rozeti karşısında, muhtemel bir saltanatın şeklini derin derin düşünmemesine imkân var mı? Bir rozet ki, bütün detaylarıyla sanki bugün olanlar düşünülerek hazırlanmış:
“C”umhuriyetten yakala, “K”öylüyü altına as, sağ kefeye “M”illeti, sol kefeye “P”artiyi koy ve… Ve bu teraziyi, Hitler Anayasası ölçülerinde bir Türkiye yaratmayı düşünenlerin eline ver, tartı başlasın. Başlasın ne kelime, başladı bile!..
Şimdi iş kefelerden hangisinin ağır basacağında. Hemen ilâve edeyim ki, hangisi ağır basarsa bassın, “K”öylü gene askıda. Peki, ya ötesi? Ötesi, “M”illet ağır basarsa mesele yok. Ama, ya “P”arti ağır basarsa? “M”illetin ve bilhassa CKMP’ye oy vermeye gönüllü vatandaşın, Mein Kampf’ı bir kere ve bir kere daha, dikkatlice okuması gerekecektir.
***
DÖRT İHTİLÂLCİ İLE MÜLÂKAT
Meydan, Seyfettin Turhan, 25 Mayıs 1965 Sayı 19.
Dört ihtilâlci (Türkeş, Kabibay, Karaman ve Ulay) 27 Mayıs neydi, ne oldu sualine cevap verdiler.
Beş yıl önceki bugünlerin sabahında bir yandan şenlikler yapılırken, bir yandan da kulaktan kulağa bir suâl dolaşıyordu:
“- Kimdir bunlar?”
İlk heyecanlar durulup “dün” ile “yarın” arasında düşünce köprüleri kurmak için gayret sarfedilmeye başlanınca, yeni bir suâl atıldı ortaya:
“- Ne yapmak istiyorlar?”
Çok geçmeden her iki suâlin cevapları ortadaydı. Fakat suâllerle cevaplar ve bunlar üzerine açılan tartışmalar kısa sürede bir kaosun doğmasına yol açtı. Gerçekle hayâl birbirine karışmıştı. Sonra, kim oldukları merak edilenler arasındaki geçimsizliklerin dedikoduları bütün meselelerin üstüne çıktı. Bunu bölünmeler, tasfiyeler, ithamlar, inkârlar, tereddütler takip etti. Ve nihayet 27 Mayıs hareketinin heyecanı ve yarattığı kıpırdanış, âdeta kendini unutturan bir sessizlik içinde hemen hemen eridiler.
Şimdi neredeler?
Bugün, beş yıl önce 27 Mayıs sabahı tamamlanan hareketin devamını kadro olarak tamamlamaya o zaman memur edilmiş olan 38 kişiden 35’i hayatta. Bunlardan cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ayrıldığı takdirde geri kalanlar üç grupta toplanmış ya da üç grupta toplanabilecek şekilde tamamen dağılmışlar.
Tabiî senatör olarak Senatoda görev alanlar, henüz açıklanmamış sebeplerle kendi aralarında ikiye bölünmüş durumdalar. Bunların 12’si Fahri Özdilek’in başkanlığında “Millî Birlik Grubu”nu teşkil ediyor. Geri kalan 8 kişi kendilerini “müstakil grup” olarak isimlendiriyor.
Evvelce yurt dışına gönderilmiş olan 14’ler ise gene iki ayrı cereyanın içindeler. Bunlardan A. Türkeş liderliğindeki 5’i CKMP ve muhtemelen müstakbel KİP’i meydana getirmek üzere bir siyasî kadro içinde toplandı. Başka bir üç kişi, Orhan Erkanlı, Orhan Kabibay, İrfan Solmazer hüviyetini benimsediklerini söyledikleri bir partide, CHP, yer aldılar. Geriye kalan altı kişinin de bu iki akım arasında yakın günlerde kendilerine yön tayin etmeleri bekleniyor.
Başlangıçta tabiî senatörler grubuna dahil olup sonradan kendi statüsünü bizzat kendisi değiştirmek suretiyle müstakil hâle gelen ve “tabiî”lik vasfını terk eden biri, Sıtkı Ulay, ise kendi kurduğu bir partinin başında, kendi tâbiri ile “ipin kaçan ucunu tutmaya” çalışıyor.
Bugün dağılışları bu olan, ihtilâller tarihine çok değişik bir misâl eklemiş bu kimselerin, beş yıl gibi insanın durgunlaşmasına, heyecanların yatışmasına yeter bir devrenin sonunda beş yıl öncesi ile ilgili bazı konuları aydınlatmaları hayli ilgi çekici olmak gerekir.
Bu maksatla yapılan aşağıdaki mülâkatta görüşme için bulunan muhataplar, bugün ortaya çıkmış bulunan gruplaşmalar dikkate alınarak seçildi. Bunlar arasında “Millî Birlik Grubu”nun görüşlerinin aksettirilmesine imkân olmadı. Zira bunlar beş yıl boyunca çeşitli vesilelerle söylediklerinin kendilerini her gün biraz daha bölünmeye sürüklemekten, yeni kırgınlıklara yol açmaktan öte bir fayda sağlamadığı kanaatindeydiler. Onun için de bir grup kararı ile bu mülâkat içinde bulunmamayı tespit ettiler. Bununla beraber, son günlerde yaptığı bir konuşma vesilesiyle, bunlardan biri olan Suphi Karaman’ın fikirlerinin ayrıca burada yer aldığı düşünülürse, bütün grupların görüşlerine yer verildiği meydana çıkar.
Mülâkat, seçilen kimselerle ayrı ayrı ve biribirlerinin aynı suallere verdikleri cevaplar haberleri olmaksızın yapıldı. Kendilerine yöneltilen 7 sualden 6’sını cevaplandırdılar.
Sualler ve 27 Mayıs’ın, beşinci yıldönümünde yapılan muhasebesi mahiyetindeki cevapların meydana getirdiği tablo şöyle idi:
Sual 1 - 27 Mayıs hareketini zorunlu kılan başlıca sebepler sizce nelerdi?
Alparslan Türkeş – Memleketin temel sorunlarının hızlı bir çözümden uzak kalmış bulunması, siyasî anarşi, kardeş kavgası ve iç harp tehlikesi.
Sıtkı Ulay – 27 Mayıs bazılarının gördüğü gibi basit bir hükûmet darbesi hareketi değildir. İçimizde benim gibi 60 yaşında olanlardan 65 yaşına çıkmış bulunanlar vardı. Ve bilhassa ben eski iktidarı en yakından kontrol edenlerden birisiydim. Buna dayanarak 27 Mayıs’ı zorunlu kılan sebepleri üç grupta toplamak isterim:
a) İç ve dış siyasî sebep.
b) İktisadî sebep ve
c) Sosyal sebepler.
a) Dış politikada başarı gibi görünen bütün hareketler o zaman ben ve benim gibi düşünen bir çok kurmayı mustarip etmekteydi. Hattâ bunlara karşı gelip emekliye sevkedilenler vardı. Meselâ bütün Türk ordusunun varı ile yoku ile NATO ittifakına tahsisi muazzam bir hatâ idi. Bir çok generaller buna itiraz etmiş ve o yüzden mağduriyete uğramışlardır. Zekâi Okan, Selâhattin Selışık gibi.. Fakat merhum F. R. Zorlu sahte bir muvaffakıyet peşinde koşmaktan kendini alamamıştı. Yunanistan dahi bu mevzuda bizden daha akıllı çıkmıştır. U gün gördüğümüz hakikat bugün bütün acılığıyla ortaya çıkmıştır.
İkincisi Bağdat Paktı idi ve bu bir oyun ve rezaletten başka bir şey değildi. Çünkü kurmay subay çıktığı kendi ordusuna bile hayrı olmayan merhum Nuri Essaid’in oyununa gelmiştik.
Esasen İran ve Pakistan bizim tabiî dostlarımızdı. Arada Amerika ve İngiltere’nin ne işi vardı. Bu paktın da fiyaskodan ibaret olduğu meydana çıktı.
Bir diğer siyasî skandal da, Kore’ye, sahiplerinden sonra, en büyük birliği bizim göndermemiz olmuştur. Ve binlerce evlâdımız harcanmıştır. Bunun sonucundaki kazancımız birer madalya ve Amerikan efkârında biraz alkış mı olacaktı?
Bir siyasî zaaf da Kıbrıs’ın pamuk ipliğine bağlanmış olması ve bazı devletlerin teminat ve vaadlerine aldanılmış bulunulması idi. Bunu tenkid eden askerler, hatta siyasîler de olmuştur, ama önem verilmemiştir.
Buraya kadar anlattığım bu dış siyaset başarısızlıklarının bugün aydınlanan durumu, eski iktidarın vârisi olduklarını iddia edenlerin dahi, eğer varsa, yeniden kurulacak bir yüce divanda hesap vermeye mecbur edilmeleri için kâfidir.
b) İktisadî unsur, o zamanlar Anadolu’yu yakından bilen bizler için bir ızdırap sebebi idiyse, bugün de bütün çıplaklığı ile ortaya atılan gerçekler karşısında herkesin malûmu olmuştur. Vatan muayyen zümrelerin tahrik ve çıkarları ile satılma sınırına kadar götürülmüştü. Petrol hâdiseleri, boraks madeni, önüne gelenin banka kurması, kurulmasına imkân olmayan kromit fabrikası, daha saymakla tükenmez yâran kredileri ve köylüye iki milyarlık kredi dağıtıldığı iddiası altındaki köylü sefâleti. Bu suretle karşılığı ve toprağı olmayan köylü, ağaların ve tefecilerin kucağına düşürülmüştü. Biz daha o günlerde Erzurum’da Orgeneral Gürsel ile bu durumu yakından müşahede etmiştik.
c) Sosyal sebepler herkesin malûmu olduğu için mâlumu ilâm durumuna düşmiyeyim. İç politikadaki rezaletler ise ortada.
Bu durumu ile iktidar kendiliğinden asla gidemeyecek hâle gelmişti. 27 Mayıs’tan evvel bana bunlar hatırlatılmış, ihtilâl esnasında da “Allah sizden razı olsun, bizi de kurtardınız” diyenler çıkmıştır.
Böyle bir durum karşısında Türk silâhlı kuvvetleri olarak ihtilâle gidilmez de ne yapılırdı?
O zamanki Genelkurmay Başkanını severdim. Temiz bir insandı. Kendisine biraz yakınlığım da vardı. Generaller olarak hükûmeti istifaya zorlayalım teklifinde bulunmuştur. Neyse ki haber verip de beni müşkül duruma düşürmedi.
Orhan Kabibay – Baş sebep Türkiye’yi çağdaş medeniyet seviyesine getirmekti. Bu ana hedef içinde mevcut siyasî anarşiye son vermek, milleti birbirine düşüren şartları bertaraf etmek ve Türkiye’nin pek uzun devirlerden beri devam eden sosyal ekonomik köklü meselelerini halletmekti.
Sual 2 - İhtilâlin ana hedeflerini kısaca özetler misiniz?
A. Türkeş – Memleketin temel sorunlarının hızla çözülmesi ve bunun için elverişli ortamın hazırlanması.
S. Ulay –İhtilâlin ana hedeflerini ihtilâl sebeplerinden çıkarmak pekâlâ mümkündür. Ben şahsen ihtilâl grubuna 27 Mayıs’tan pek az bir zaman önce katıldım. Ve 28 – 29 Nisan olaylarından sonra bu işi ihtilâl ile sonuçlanmasından başka bir çare olmadığını, yaşlı büyüğümüz olarak işin başına geçmesini sayın Gürsel’e söyledim. Harp Okulu’nun da arzu edilen dakikada hazır olduğunu bildirdim. Benim düşündüğüm ana hedefler ve ihtilâlci arkadaşlarıma söylediklerim şunlardı:
- Süratle bir yeni anayasa hazırlanması.
- Çift meclis sisteminin kabulü.
- Bugünkü gibi olmayan bir seçim kanununun hazırlanması.
- Çok uzun sürmiyecek bir devrede, kültür ve eğitim seferberliği, ordunun daha kuvvetli bir hâle getirilmesi, hırsızların temizlenmesi, vatandaşın zulümcüler ve ağaların elinden kurtarılmasını, büyük ziraatçilerin vergiye tabi tutulması, topraksız köylüye toprak dağıtılması, plânlı ekonomiye geçiş ve işsiz vatandaşlara iş sahaları yaratılmasına teşebbüs edilmesi.
Nitekim ihtilâli takiben bunların hazırlanmasına başlanmış ve tatbikatına da geçilmiştir.
O. Kabibay – Muhtemel kardeş kavgasını önlemek, Türkiye’nin ana dâvalarını halletmek, uygun bir düzey sağlandıktan sonra, demokratik düzen içinde, yeni, kuvvetli Türkiye’yi inşa etmekti.
Sual 3 - Bu ana hedeflere ulaşma bakımından bir zaman ve teşebbüs programınız var mıydı? Var idiyse ne kadar süreli ve hangi önceliklere göre idi?
A. Türkeş – Vardı. İlk safhada tarafsız bir idare ile sertliğe yönelmeden, itidal içinde iç barışı kurmak, demokrasi için zemini yeniden düzenlemek ve halk kitlelerinin kalkınmasını sağlayacak reformları başlatmak, Türkiye’yi modern uygarlığa süratle ulaştıracak millî hamlelere girişmek. İkinci safhada kuracağımız siyasî parti ile vatandaşın desteğini sağlamak ve memleketin büyük ve uzun süreli dâvâlarını çözümlemeğe yönelmek.
Düşündüğümüz tedbirler itidal içinde uygulanabilseydi, ilk safha çok kısa sürebilirdi. İkinci safha, siyasî partiler rejimi olarak cereyan edeceğinden zamanla kayıtlamağa lüzum yoktur. Fakat, biz ilk safha içinde dahi başlıca dâvaların çözümlenmesinde şimdikinden çok daha fazla başarı kazanılacağı ümidindeydik.
S. Ulay: Elbette ki, bugünkü plânlama gibi bir teşebbüs programımız yoktu ve olmazdı. Ama, ana hedefleri ile komitenin hazırlayıp hükûmete vermiş olduğu programda bir çok husus yer almıştı.
Bunun için bir buçuk seneyi, uzun münakaşalar sonunda tesbit etmiştik. Bazılarına göre, bu müddet yetmezdi. Durum normal cereyan etseydi bana göre de yetersiz olabilirdi.
Bu arada bir çok “sabotelere” uğradığımız için daha uzun kalsaydık diyerek neler olabileceğini kestirmek artık mümkün değildir.
Biz aksiyonumuzu yaptık. Yapılan Atatürk yolundan tekrar o mihvere dönüşü sağladık. Bugün tatbikat bulmakta, fakat bir çok güçlüklere uğramakta olan hedeflere yöneldik. Her harekette tecvizi hatâ sınırları içinde bile kalsa, bazı yanlışlıklar olabilir. İhtilâl içinde millet de bunu mazur görebilir.
Bunlardan başka, benim bir şahsî arzu ve teklifim de vardı: Madem ki gidiyoruz ve arzumuzla iktidarı devrediyoruz; ordudan da ayrılacağımıza göre, tesbit ettiğimiz bu hedefleri tahakkuk ettirmek üzere bir siyasî parti kuralım ve DP nin hiç suçu olmayan bir kısım mâsum kitlesi ile bir siyasî kuvvet hâline gelelim.. Alparslan Türkeş gibi bazı arkadaşlar ve hattâ sayın başkan da (Gürsel) başlangıçta bunu makul karşılamışlardır.
Sonunda muvaffak olamadık ve ipin ucunu kaçırdık. Şimdi ben iş işten geçtikten sonra, serbest kalınca bu ipin ucunu yeniden yakalamaya çalışıyorum.
O. Kabibay – Vardı. Evvelâ siyasî anarşinin bertaraf edilmesi, muhtemel kardeş kavgalarının önlenmesi, MBK idaresinin milletle işbirliği yapması suretiyle, ana dâvalardan hemen halledilmesi gerekenlerin hâlli cihetine gidilmesi. Bu dâvâlardan uzun zaman isteyenleri ise, sağlam esas ve zeminlere oturtmak. Bu intikal devresinde bir yandan da demokratik prensipler dahilinde Türkiye’nin ihtiyaçlarına cevap verecek nitelikte modern devlet müesseselerini kurmak. Dâvaların bir kısmı halledilmiş, bir kısmı hâl yoluna girmiş bir memleketin huzurlu ortamı içinde milletin seçim hakkını en geniş ölçüde tanıyarak iktidarı Türk milletinin dilediği siyasî teşekküle, tam bir vicdan huzuru ile devretmek.
Buna göre, MBK iktidarı milletle tam mânâsiyle işbirliği yapacak bir düzene sokulduktan sonra, referandumla bu şekil ve şartlar içinde programlı bir çalışma sözü de verilerek üç yıllık bir devam imkânı sağlanır ve pek çok şey yapılırdı.
Sual 4 - Hareketin gerçekleşmesinden sonra sizi en çok tereddüde sevkeden, önceki programınızda değişiklik gerektiren başlıca sebep, vak’a veya vak’alar neler olmuştur?
A. Türkeş – Güçlük, MBK üyeleri arasındaki zihniyet ve çap farklarından ve MBK’nın muallâkta oluşundan doğdu. Hareketimiz sivil mücadele kadrosunu kuramadan, kuvvetli siyasî rakiplerin tazyikine mâruzdu. Bütün bunlar, MBK’yı sarsmış, parçalamıştır.
S. Ulay – Şahsen beni en çok tereddüde sevk eden Cunta’nın teşekkülü olmuştur. (Mart 1961). Bundan sonra programımızda meydana gelen temel değişiklik, demokrasiyi dejenere etmeden, mümkün olan azamî hızla neticeye gitmek olmuştur.
O. Kabibay – İşbaşında olduğumuz müddette evvelki programlardan herhangi bir dönüş olmadı. Başlangıçta verdiğimiz karar istikametinde tâviz vermeden yürüdük.
Bu arada ilk kararlar istikametinde faaliyeti devam ettirmeye yarayan bir çok teyid edici hâdiseler olmuştur.
Sual 5 – 27 Mayıs 1960 ve 27 Mayıs 1965’in mukayesesini yapar mısınız? Aradaki farkların ne kadarı ve hangileri ihtilâlin başarısı, hangileri başarısızlığıdır?
A. Türkeş – Beş yılın en büyük değişikliğini, bünyeden ziyade, zihniyette görüyorum. Büyük fikir uyanıklığı var. Bu gelişme ana dâvaları çözümleyebilecek siyaset kadrolarını ve kitle hareketlerini yaratacaktır. Anlaşılıyor ki, huzur ve iç barış bundan sonra tam olarak yerleşecek ve Türkiye, güç ve zahmetli de olsa modern uygarlık düzeyine hızla ulaşacaktır.
S. Ulay – 1960, yolu açtı. Hür fikir ve düşünceyi getirdi. Dürüst bir seçimin yapılmasını sağladı. Fakat seçim sonucu karışık, içinde iyisi de, kötüsü de bulunan bir kadroyu Meclise soktu.
1965’te görüyoruz ki, her türlü mukavemet, sağa sola kayış, eskiye dönüş oyunlarına rağmen, Atatürk gençliği ve Türk milleti doğru yolu bulmakta, o yolda yürümekte kararlı ve azimlidir. Esasen ihtilâlin en büyük başarısı da bu olmuştur.
Başarısızlığı ise, partiler içinde gözü kapalı bazı eski iktidar savunucularını getirmiş olmasıdır. Buna, tadı damağında kalan dışarıdaki çıkarcı da katılınca bir kuvvet olma temayülü gösteriyorlar. Ben, dürüst olmayan bir yolda tahriklerin, basından faydalanmanın, hattâ milyarlar harcamanın, doğmuş bulunan temiz ideali yenmeye yetmiyeceğine inanıyorum.
O. Kabibay – O günden bugüne alınan sonuçların başında yakın kardeş kavgasının önlenmiş olması gelir. Ayrıca, Türk siyasî hayatı tam olmamakla beraber, hayli belirli bir istikamet almış, derli toplu hâle gelmiştir.
27 Mayıs’tan evvel toplumun şiddetle ve önemle ihtiyaç duyduğu bir çok hususların fikrî yapıları kuvvetli temeller üzerinde yükselmiştir.
Çok gecikmesi muhtemel olan bu ana fikirler, satha çıkarak belirli hatlarıyla mücadelelerini yapıyorlar.
Bu durumda 27 Mayıs’ın müspet sonuç verdiği kabul edilebilir.
Sual 6 – 27 Mayıs’ın getirdikleri ile getirmek istedikleri arasında bir mukayese yapar mısınız*
A. Türkeş – Mukayese 27 Mayısın aleyhine değildir.
S. Ulay – Soru, diğer soruların cevapları içinde kapanmıştır.
O. Kabibay – Cevaplandırmış sayılırım.
Sual 7 – 27 Mayıs’ın getiremediklerini, sebepleri bakımından ve bu hâlin geleceğe sirayeti yönünden tahlil eder misiniz?
A. Türkeş - ………….
S. Ulay – İhtilâlin getirmedikleri, aklı selim ile düşünen her aydının bildikleridir. Bizim getiremediklerimizi uyanık aydınlar ve genç Atatürkçüler, nemelâzımcılığı bir kenara bırakarak, yarılma bu cepheden derinliğine ilerlemek suretiyle getirecek ve vatanı mesut hedeflere götüreceklerdir.
Bu çabanın geleceğe sirayeti, aklımız başımızda olur, hissî hareketler ve arka fikirler bir yana itilirse, sağda ve aşırı solda olmayan bir kanaldan iyi bir akış sağlayabilecektir.
O. Kabibay – 27 Mayısın bütün olarak tasarladığı sonuçları istihsal edemeyişinin sebebi, MBK nın, ihtilâl idaresinin en koyu icraat devresinde parçalanarak çökmüş olmasıdır.
13 Kasımdan sonra, MBK, gücünü bu parçalanma içinde kaybetmiştir.
Bugün türlü safhalardan geçmiş olarak bir demokratik düzen içinde bulunuyoruz. Meşruiyet nizâmı içinde memlekete hizmet çabasındayız.
Fikirler kitlelerin malı olarak kuvvet bulur ve tatbikata getirilir.
***
Meydan, Seyfettin Turhan, 1 Haziran 1965 Sayı 20.
CKMP’de Mütareke
Geçen yılki CKMP kongresinin misafir delegeleri olan bir grup âdeta toplantıya hâkim durumdaydılar. Genel İdare Kurulu seçimleri için kulis faaliyeti başladığı zaman liste düzenleyiciler Alparslan Türkeş’in başta geldiği bu misafir grubu ile istişareye geçmişlerdi. Sanki kongreye iki divan hâkimdi, biri sahnedeki, diğeri dinleyici galerisindeki A. Türkeş divanı. Misafirler divanının çevresinde sık sık görülen çehrelerden biri de şimdiki Adalet Bakanı İrfan Baran’dı.
Geçen hafta, kaynaşma hâlindeki parti karargâhında kopan fırtınalardan sonra Türkeş bir ikâz aldı:
“- Bizimle anlaşın! Bu statü ile seçimlere gidilirse mesele yoktur. Aksi halde ağır isnatlara maruz kalmayı beklemelisiniz.”
Bunu söyleyen de İrfan Baran’dı ve dün yakınında göründüğü kimseye bu ihtarı yapmakla samimiyetsizlik yapmış olmuyordu; çünkü şimdi kendisini, başı dertte olan kayınbiraderi Ahmet Oğuz’a daha yakın hissediyordu. Geçen yıl partide hareket yaratacağı ümidiyle yaklaştığı Türkeş ve arkadaşları şimdi daha da ileri giderek CKMP’ye programından başlayarak yepyeni bir hüviyet vermeye kalkmışlardı.
Başlangıç ve devamı
Çok geçmeden bir mütarekeye bağlanacak olan CKMP için huzursuzluk, aslında Türkeş ve arkadaşlarının parti saflarına katılışının kutlandığı kısa balayından hemen sonra başladı. İhtilâlin kudretli albayına kadrolarında sâhip, fakat faaliyetlerine de hâkim olacaklarını sanan parti önderleri, çok geçmeden gerçeğin hiç de öyle olmadığını anladılar.
Nitekim Türkeş ve arkadaşları partiye girdikten sonra paçaları sıvamış, geceli gündüzlü bir çalışmaya girişmişler ve kısa zamanda, CKMP temeli üzerinde kurulacak yeni partinin program çatısını meydana çıkarmışlardı. Şimdi bunun hızla hukukileştirilmesi gerekiyordu. Bu da yeni programın kongreden geçirilmesi ile mümkün olabilirdi. Çok tabiî olarak bu programı kabul edecek kongrenin onu uygulayacak ekibi de işbaşına getirmesi lâzımdı. Ekibin ise Türkeş ve arkadaşlarını içine alan bir kadrodan başkası olabileceği düşünülemezdi.
Türkeş ve ekibi bu hazırlıkları tamamlarken, bir taraftan da parti saflarına katılışını takiben kendisine tevcih edilen “tam yetkili genel müfettiş” sıfatıyla seyahatler yapıyor, teşkilâtı gözden geçiriyor, olmayan yerlerde teşkilât kuruyordu.
Bu arada üçüncü İnönü istifaya zorlanmış ve dörtlü koalisyon göreve başlamıştı. Fakat Türkeş bu gelişmelerle fazla ilgili görünmüyordu. Onun hesapları tamamen yarına aitti. Hemen her gün partiye uğruyor, ayrıca bir süreden beri partiden uzaklaşmış görünen küskünlerle temaslarda bulunuyordu.
İki tedirgin
CKMP genel başkanı Ahmet Oğuz’un huzursuzluğu bu sıralarda belirmeye başladı. Şimdiden kendisine bir “geçici genel başkan” gözüyle bakıldığını hisseder gibi olmuştu. Türkeş’in parti içinde ve teşkilât kademelerindeki ağırlığı her gün biraz daha hissedilir hâle gelmekteydi.
Hemen hemen aynı günlerde bir başka partide, Adalet Partisinde, aşağı yukarı aynı hislerle, Ahmet Oğuz’un hisleriyle, dolu bir başka insan vardı: Saadettin Bilgiç! Üstelik genel başkanlığı çoktan kaybetmiş olan Bilgiç, bu sefer kendisini daha da uzaklara itmeye çalışan bir tazyik karşısında bulunmaktaydı.
O sıralarda bu iki insan İstanbul’da ayrı ayrı Celâl Bayar’ı ziyaret ettiler. Anlaşılan dertlerini dinleyecek bir tecrübeli kulağa ihtiyaç duymuşlardı. Sonra bu iki ziyaretçi kendi aralarından görüştüler. Ahmet Oğuz, kendisine verildiği iddia edilen nasihatı ancak kendisinin başında bulunduğu bir CKMP’nin gerçekleştirebileceği kanaatindeydi. Nitekim AP ve CKMP arasında yakın bir işbirliğinin nasıl bir sonuç verebileceği, meselâ ona bir DP gücü kazandırıp kazandıramayacağı istikametinden yapılan bir yoklamaya Türkeş’in yakınlarından biri şu cevabı vermişti:
“- Biz yıktığımız zihniyetin yeniden iş başına gelmesini kabul edemeyiz!”
Bu tutum Ahmet Oğuz’un, kendi liderliğinde seçime gidilmesi inancını teyid ediyordu. Fakat hesabın bir yanlış noktası yok değildi. A. Türkeş, partiye girişinde kendisine gösterilen sıcak alâkanın yavaş yavaş bazı kimselerin kıskançlıkları ile yer değiştirmeye başladığının farkındaydı. Onun için de devamlı olarak A. Oğuz hakkında hissiyat yoklamaları yapmaktaydı. İntibaı müspet olmakla beraber, meselenin bir vak’a hâlinde ortaya çıkmasına vesile yaratmak lâzımdı. Seçimlerden önce büyük kongrenin toplanması fikrinin karara bağlanmak üzere piyasaya sürülmesi ile istenilen gaye sağlandı.
Kongre kararına doğru
Kongre meselesinin açık şekilde ortaya atılışından sonra, bir süredir altındaki ateş kısılmış bir tencereye benzeyen partide birdenbire kaynaşmalar başladı. Oğuz, programın topyekûn değiştirilip CKMP’nin ortadan kalkacağı tezini öne sürerek kendini savunma taktiğine başvurdu. Türkeş taraftarlarının bir konuşma sırasında:
“- 27 Mayıs sonrası mücadelemizi burada devam ettirmek üzere toplandık. Türkiye, bugün millî kurtuluş hareketinin ikinci safhasını yaşamaktadır. Bu hareketin başarıya ulaşması için yapılacak işler vardır.” demiş olması, Oğuz’un işine yaramaktaydı. Çünkü CKMP’nin en eski elemanlarının, bu arada Ahmet Tahtakılıç’ın, Saadet Evren’in mevcut programa sımsıkı bağlı oldukları biliyordu. Bu gibi kimseler kendisine karşı muhalefet hisleri taşısalar bile, mevcut parti programlarının en iyisi ve en ilerisi olduğuna inandıkları kendi partilerinin programına dokunulması halinde buna niyetlenenin karşısına çıkarlar düşüncesi Oğuz’un temel taktiği idi. Üstelik yapılmak istenen değişikliğin “ırkçılığı ve nasyonal sosyalizmi” hedef tuttuğu yayılırsa, mevcut tüzükten yana olanlar onu değiştirmek isteyenin kolaylıkla karşısına geçebilirlerdi.
Ancak politikayı biraz da silâhların gölgesinde talim etmiş olan Türkeş ve arkadaşları buna aldanmadılar. Onlar da muhataplarının zayıf taraflarını biliyorlardı. Oğuz Bayar – Bilgiç kombinezonu ortaya atılırsa şüphe akımlarının yön değiştirebileceğini tespit etmişlerdi.
Çetin imtihan
CKMP Merkez İdare Kurulu’nun kapalı kapılar ardında cereyan eden çetin toplantısının ilgi çekici söz bilânçosu hiçbir zaman öğrenilemedi. Ancak Ahmet Oğuz’un, özel görüşmeleri hakkında bilgi verdiği bu toplantıda alkış toplamadığı, bu gibi işlerden pek haberi olmayan Meclis Başkanı Sirmen bile öğrendi. Çünkü A. Oğuz’un bir istifa dilekçesi önünde duruyordu.
Gerçekten uğradığı ağır tenkitler karşısında Oğuz bir ânda, milletvekilliği dahil, cümle dünya nimetlerinden vazgeçmeğe karar vermişti. Sonra bu nimetler ısrarcı arkadaşları tarafından kendisine iade edildi. Israr edenlerin başında eniştesi İrfan Baran geliyordu. Seyfi Öztürk karşı tarafta yer almış görünmekteydi. Saadet Evren, Ahmet Tahtakılıç, Oğuz’un teşebbüslerini çirkin ve yersiz bulmaktaydılar.
Türkeş’in önünde yeni bir engel
Ahmet Oğuz engeli böylece aşılmış oldu. Hattâ sadece engelin aşılması ile kalınmadı, program değişikliği için zarurî kongre kararı da alındı. Şimdi bütün mesele bu kongreye nasıl ve ne derinlikte eskisinden farklı bir programla gidilebileceğiydi.
Bugün partide bir program değişikliğinin aleyhinde olan hemen hemen yok gibi. Ancak bu fikir etrafında toplananların hepsinin de “yepyeni bir program” kastettiklerini kabule imkân yok. Millet Partisi kapatıldığı günden itibaren yeni partinin hedeflerini düşünmeye başlamış, sonra düşüncelerini bir yeni siyasî kuruluşun, CKMP düsturu hâline getirmiş olanlar, bugün hâlâ o sıcak hâtıranın tesiri altında konuşuyor ve şöyle diyorlar:
“- Türkiye’de üç partili rejim zarurîdir. Üçüncü parti olmak şansı da CKMP’den başka hiçbir partinin değildir. Programı itibariyle bu parti, hâlen Anayasa ile müesseseleştirilmiş olan çift meclis, Anayasa Mahkemesi, hâkim teminatı, fert ve müessese hürriyetleri gibi meselelere ihtilâlden yıllar önce sahip çıkmıştır. Bu hâle göre ortada mükemmel bir eser var demektir.”
Ancak, bunları söyleyenler dahi, bahis konusu program umdelerinin hâlen Anayasada müesseseleşmiş olduğunu bizzat itiraf ettikten sonra, programın iktisadî ve sosyal hayatı düzenleme biraz daha teferruatlandırılabileceğini kabul ediyorlar. Bu da Türkeş ile, şimdiki programa tamamen bağlı olanların birbirlerine yaklaşma noktalarını teşkil ediyor. Zaten kongre kararının kolaylıkla alınabilmesini sağlayan unsurlardan biri de bu.
Kongreye doğru
Kongre kararına hemen takaddüm eden günlerde CKMP içinde, “kelime teatisi” şeklinde de olsa ağır çarpışmalar geçti. Türkeş grubu vakit vakit şiddetli ithamlar, hattâ tehditlerle karşılaştı. Bunda güdülen maksat belki de Türkeş ve arkadaşlarının kendilerini bir küskünlük havasına kaptırıp istifa etme ihtimalleriydi. Ama çok geçmeden anlaşıldı ki, Türkeş kendisini CKMP içinde aslâ misafir hissetmemektedir. Aksine bazı kimselerin bir gün kendisine vedâ edebileceklerini de düşünmektedir.
Tarafların bu idrak noktasına yaklaşmaları, vukuu, bitiminden sonra haber alınan mücadelenin bir mütarekeye bağlanmasını sağladı. Oğuz ve sayıları pek az olan taraftarları her siyasî partide görülebilen cinsten bir iç çekişmeyi eşit şartlarla kabul etmekten başka çâre olmadığını gördüler. Türkeş ise, bu perdenin şimdilik kapandığını düşünmeye başladı.
Bir bakıma, böyle düşünmeğe mecburdu. Çünkü yapılması kararlaştırılan kongre için sadece iki ay kalmış oluyordu. Program ve tüzük değişiklikleri hazır olmakla beraber, bunları tasvip edecek delege topluluğunun plânlanması gerekirdi. Bugünlerde çalışmalar o istikamete kaydırılmış bulunuyor.
Şimdi CKMP üç ayrı penceresinden içeri bakıldığında üç ayrı manzaranın görüldüğü bir parti halindedir. Mağlûp Oğuz’un öfkeli taraftarları, Türkeş’i 13 Kasım sonrasında uğradıklarından daha ağır ithamlarla karşı karşıya bırakmaya hazırlanıyorlar. CKMP’yi Türkiye’nin “üçüncü parti”si olarak kabul edenler derinlemesine bir değişikliğe gönülleri fazla râzı olmamakla beraber, bir kanaat noktasından harekete geçebilmek ve tutumlarını daha belirli şekilde tâyin edebilmek için ortalığın biraz daha aydınlanmasını bekliyorlar. Türkeş grubu ise, son şeklini almış olan program ve tüzüğü kongrede destekleyecek delege topluluğunun plânlanması ise meşgul bulunuyor.
Kongrede görüşlerinin ilgi toplaması muhtemel bekleme hâlindeki grup, CKMP’yi Türkiyenin partiler yelpazesinde AP’nin solunda ve TİP’in sağında düşünüyor. Bunlar böyle bir sınıflamada CHP’yi dikkate almaya razı olmuyorlar. Başka ülkelerdeki partilerle kıyaslama yapılmak istendiği zaman da tutumlarına ölçü olarak İngilterenin İşçi Partisini tercih ediyorlar.
Üç ayrı pencereden görünenlerle yapılan konuşmalar ortadaki grubun Oğuz’dan çok Türkeş’e yaklaşabileceğini gösteriyor. Türkeş’in yakınlarından edinilen intibaa göre, onların düşündükleri parti merkez kadroları çok daha kalabalık ve hareketli gruplardan teşekkül edeceği cihetle, orta grubun bu kademelerde partinin yönetimine fiilen katılması imkânı kendiliğinden doğacak. Bu da tesirsiz kalma küskünlüğü sonucu uzaklaşmaları önleyecek. Ancak, geniş bir kadronun müessir faaliyet halinde parti merkezinde görev alması ile sağlanacak tatminin, liderin kendisini ağır şekilde hissettirmesi halinde kolaylıkla kaybolması da mümkün. Hattâ bu durum şimdiden sezilebiliyor da..
Bu istibdat ve faaliyetleri ile de, CKMP içindeki çekişme, barış çâreleri aramak için değil, siper kazmak için kabul edilmiş bir mütareke ile şimdilik durmuş görünüyor.
Meydan, Seyfettin Turhan, 13 Temmuz 1965 Sayı 26.
Yeni CKMP ve Yeni “Kuvayi Milliye” Ruhu
Merakla beklenen CKMP kongresi arifesinde Seyfettin Turhan, partinin yeni idarecilerinden Taşer, Esin ve Özdağ ile konuştu.
CKMP’nin tahtını kaybetmiş eski lideri “müthiş ifşaat”la dolu bir sır küpü halinde öfkeli Meclis koridorlarında dolaşırken, partinin Yenişehir’de Yüksel Caddesinin köşesindeki harap karargâhında “yeni bir kuvayı milliye hareketi”nden, “Türklerin Türkiye’de yeniden iskân edilmesi”nden bahsediliyor. Odalarda yeni yüzler görülüyor. Bunların hemen hepsi de resimlere gazetelere 27 Mayıs’ı takip eden hafta içinde geçmeye başlamış olan kimseler. O hafta yaptırılan klişeler çok fazla eskimeden 1960 yılının 14 Kasımda hemen hemen son defa kullanılmış ve arşivlere kaldırılmıştı. Biraz heyecanlı, biraz düşünceli fakat kendilerinden emin, kendilerinden sonra binaya giren her arkadaşları ile kucaklaşıyor, sonra sıkıntılı bir hâlde odalar arasında dolaşıyorlar. Partinin “eski”leri onları ayakta karşılıyor, iltifatlar yağdırıyor, sabırsız hallerine de biraz yadırgayarak bakıyorlar.
Unvanı hâlâ “tam yetkili genel müfettiş”likten ibaret olan fiilî lider Alparslan Türkeş geçen hafta rakiplerinin yoklama turlarına paralel olarak kendi teşkilâtına görünmek üzere geziye çıkarken, genel merkezde de bu partiye tamamen yeni bir hüviyet verecek program hazırlanmış bulunuyordu. Fakat henüz baskıya verecek derecede mükemmelleştirilmediği için de gizli tutuluyordu. Tüzük üzerindeki çalışmalar da tamamlanmış, yeni partinin yeniden nasıl teşkilâtlanacağı tespit edilmişti.
Programın eski CKMP programını hayli değiştireceği öteden beri biliniyor ya da tahmin ediliyordu. Ama bu değişikliklerin mahiyeti bilinmediği için de konu üzerindeki merak devam etmekteydi.
Üçlü mülâkat
Meydan, metin halinde açıklanmayan programı bir mülâkat yoluyla gün ışığına çıkarmak istedi. Teklifimiz üzerinden tereddütlü günler geçti. Nihayet geçen hafta bir akşam saati, emekli bir subayın işlettiği, partinin karşısındaki lokantanın bahçesindeki dut ağacının altında bir araya gelindi. Masanın çevresinde Dündar Taşer, Muzaffer Özdağ ve Numan Esin var. 27 Mayıs – 13 Kasım 1960 arasındaki devrede basının kendilerine karşı takındığı tavırdan doğan tedirginlikleri hâlâ hissediliyor. Konuya girmek için Bursa hâdiseleri üzerinde kanaat ifadesi ile başlayan sohbet faslında D. Taşer:
“- Bu, dedi; bir zâbıta vak’asıdır. Haklı haksız, iyi ya da kötü oldu meselesinden önce bu nokta üzerinde durulmalıdır. Ortaya bir zâbıta vak’ası çıkınca da tedbir almak görevi hükûmete düşer. Hükûmetin başındaki ikinci adam daha önce bu konuda tehlikeden bahsettiği cihetle tedbir almamış olmanın kusuru da onun üzerinde kalır.”
“- Yeni programınızı konuşsak! Değişik iddialara sahip bulunduğunuz öteden beri biliniyor. Bunları ve nasıl gerçekleştirileceğini, işe nasıl bir programla başlayacağınızı anlatsanız.”
Önceden yapılmış bir iş bölümünün tereddütsüzlüğü içinde Muzaffer Özdağ söze başladı. Biraz sonra:
“- Bu faydalı toplantınızı bırakmak zorundayım. Bazı işlerim var.” diyerek ayrılacak olan Numan Esin baştan itibaren konuşmamaya azimli görünüyordu. Dündar Taşer ise meselenin bir mecraya girmesini bekliyor. Özdağ’ın ilk sözleri konuyu bir kaç cümlede özetleme gayesini güden umumilikteydi!
“- Biraz hedefimiz, kuvvet yaratmak ve bu kuvvetin hareketi içinde eğitim sağlamak. Kuvvetin yaratılmasında gerçeklerin bütün açıklığı ile ortaya dökülmesinden faydalanacağız.”
“- Evet ama bugün Türkiye’de hemen herkes açıklıktan bahsetmekte, gerçekten de bir çok şey açıkça konuşulmaktadır.”
“- Dediğiniz doğru olmakla beraber bu da bizim başlattığımız bir harekettir. Açıklık 1960’tan sonra benimsenmiştir.”
“- Bunun nasıl bir başlangıç olacağını ve neye başlangıç teşkil edeceğini kestirebilmek güç.”
“- Türkiye’nin var olabilmesi ve varlığını muhafaza edebilmesi, devletin hür, halkının müreffeh olması, her şeyden önce milletin yeniden teşkilâtlandırılmasına bağlıdır. Hareketin gayesi bu olacaktır. Her siyasî hareket başlangıçta bütün taraftarlarını kütle hâlinde heyecanlandıramıyabilir. Ama hareketle beraber eğitim de başlayacağı için fikir ve hareketin birbirini etkilemesi prensibi için de istenen hava kendiliğinden doğacaktır. Teşkilâtlanmanın gayesi Türkiye’yi modern ekonomik hayat seviyesine çıkarmaktır. Bu ancak sanayileşmekle olur. Geri ziraî yapıyı bırakıp sanayi düzeyine çıkmak lâzımdır. Bugünkünün tam tersine olarak Türkiye nüfusunun yüzde 85’i sanayide çalışıp şehirde oturmalı, geri kalan yüzde 15 ise toprağı işleyip geçinmeli ve büyük kitleyi beslemelidir. Bu plânlı ve hızlı olmalıdır. Yıllık bütçelere bağlı olmayan seçim devreleri ile sınırlanmamış plânlarla memleket kaynaklarını daha cüretkâr bir şekilde kullanmayı hedef tutan bir millî seferberlik şarttır.”
Dokuz yıl ve dokuz gün
“- Bugün Türkiye’de başka politikacılar da aynı şeylerden bahsediyor. Ama sonuç değişmiyor. Siz bu umumî tariflerin gerçekleşmesi için ne gibi formüller düşünüyorsunuz?
Konuşmanın burasında Dündar Taşer dayanamadı:
“- Durun, dedi; ben bunu size bir misalle izah edeyim; geçen gün bir kongrede altmışlık bir ihtiyar söz aldı. Ben bu devlete dokuz yıl askerlik ettim. Vücudumda üç kurşun var. 60 yılda dokuz gün karnım doymadı dedi. Mesele işte bu kaderi değiştirmektir.”
M. Özdağ devam etti:
“- Hareketimizin gerçek anlamı yeni bir siyasî partiden çok, yeni bir kuvayı milliye yaratmaktır. CKMP içinde 27 Mayıs’ta başladığımız yoldayız. Bu harekete Türk Millî kurtuluşunun ikinci safhası demek de mümkündür. Radikaldir. Millîdir. Halkçıdır. Gaye halkın tümünün refahı olduğu için anti faşisttir. Aynı zamanda anti komünisttir.”
Birinci Millet Meclisi misal,
Dündar Taşer tekrar söze karıştı. İstiklâl Savaşının hangi güç şartlar altında kazanılmış, nasıl büyük bir başarı olduğunu anlatıyordu. Varmak istediği nokta da şu idi: “- O günlerin heyecanı tekrar yaratılabildiği takdirde Türkiye’nin bugünkü durumundan kurtulmaması için sebep yoktur.”
“- Peki ama parçalanmış bir vatanda istiklâl savaşı yapmanın heyecanını bugünün tamamen değişik sosyal ve siyasî şartları içinde ve birbirinden çok farklı siyasî rakiplerle mücadele ederek nasıl yapabilirsiniz?
Gerek Taşer, gerekse Özdağ bu noktada daha ziyade mânevî güçlerine güvenmekteydiler. Taşer iki devre arasındaki farkların o derece bâriz olduğunu da kabul etmiyordu:
“- Türkiye’de en güçlü meclis Birinci Büyük Millet Meclisi olmuştur. Bu meclis bugünkünden daha az olmayan muhalefet unsurları ihtiva ediyordu. Bünyesi itibariyle sâde değildi. Bu meclis en tehlikeli ânda Atatürk’ün başkumandanlığının devam edip etmemesini dahi tartışıyordu. Ama buna rağmen kendisinden sonraki mazbut, itaatkâr meclislerden daha yapıcı olmuştur.”
Özdağ, mânevî güç konusunda düşüncelerinin anlaşılmasını kolaylaştıracak misaller verdi:
“- Her fikir zamanı gelince kabul edilir. Bütün mesele sahibinin o fikre inanmasıdır. İnanan inandırır da. Atatürk inanıyordu, inandırdı.”
“- Bahsettiğiniz hareket için önce bir tansiyonun yaratılabilmesi lâzımdır. Aynı zamanda hareketin bazı fedakârlıkları gerektireceği anlaşılıyor. Rakiplerinizin tâvizleri kitlenin böyle bir fedakârlığa razı olmasını önlemez mi?
“- Tâviz konusunda hepsi aynı oyunu oynadıkları için başarı kazanıyorlar. Biri çıkar da oyunu başka türlü oynarsa kaide ve akım değişir. Biz 1960’ta ayrıldık. Ama sloganlarımız bizden sonrakilerce benimsendi. Hâlâ da o sloganlara sarılıyorlar. Biz ‘hür bir devletin aç insanları ya da tok insanların esir devleti olmak istemiyoruz’ demiştik. Şimdi bunu tekrarlamıyan yok. Demek ki oyunun kaidesini değiştirmek o kadar zor değil. Her şey birdenbire halledilemez. Demokrat Parti 1946’da Meclise 60 – 65 kişi sokabilmişti. Ama 1950’de iktidar oldu. Biz de 1967 civarında böylesine bir güç kazanmayı umuyoruz.”
Tarım işleri ve Düşünülen reform
Konuşmanın bundan sonrası daha ziyade programın belli konulardaki muhtevası üzerinde cereyan etti. Tasarladıkları bünye değişikliğinin başlıcalarından birini tarım alanı teşkil ettiği için önce bunu ele aldık. Özdağ şöyle izah etti:
“- Bu alanda büyük ve âtıl bir işgücü var. Tabiat tarımcıya yetmiyor. İktisadî olmayan şekilde tarım yapılıyor. Toprak yıpranıyor. Bunun önüne geçmek için tarım alanında ancak toprağı işleyebilecek kadar insan kalmalıdır. Bu işlene gücünün hesabı da modern teknolojiye göre yapılmalıdır. Ziraatçinin eğitimi uygulama ile beraber yürütülmelidir. Bugün Türkiye’de 24.000.000 hektar ekilebilen arazi var. Bunun üzerinde 3.750.000 çiftçi ailesi barınıyor. Yani fert başına düşen toprak miktarı sekiz dönüm demektir. Bu kadar toprağın insanı yaşatması mümkün değildir. Bizim anlayışımıza göre büyük aile işletmeleri doğacaktır. Böylece hâlen topraktan geçinmeye çalışan kitle takriben altıda bire indirilecektir. Geri kalan altıda beş nüfus başka alanlara kaydırılacaktır. Toprağın işlenmesinde işletmenin ya da köyün gücünü aşan işler devlet tarafından yapılacaktır.”
“- Bu bir kooperatif sistemi şeklinde mi gerçekleştirilecek?”
“- Evet, öyle olacak! Ancak işletme kooperatifleri serbest olacak. Teçhizatın sağlanması için kurulan kooperatifler de ne partizanların idaresinde ne de pasif devlet memurunun elinde olacak.”
Dündar Taşer kooperatif konusundaki düşünceleri biraz daha açıklamak istedi:
“- İşletme cihazlarının kooperatif eliyle sağlanması büyük ölçüde tasarruf sağlayacaktır. Bugünün hesaplarına göre Türkiye’nin ekilebilir toprakları için lâzım olan traktör sayısı 24.000, ekilen toprakları itibariyle ise 16.000’dir. Ama Türkiye’deki traktör sayısı iki rakamın da çok üstünde olduğu halde bir çok yerlerde tarım Orta Çağ metodları ile yapılmaya devam edilmektedir. Bu israfın önlenmesinin icaplarından biri de şimdiki köy sayısının azaltılmasıdır. Hattâ bugünkü köye vedâ edilecektir. Bugün Türkiye’de görülen köy modern zamanların iskân ünitesi olamaz.”
Yeni köy’e doğru
“- Halen Türkiye’deki köy sayısı 40.000’den fazladır. Bunun kaça ineceğini hesaplıyorsunuz?”
“- Takriben onda birine. Mevcut köy, çapı beş kilometre olan bir arazi parçasını temsil eder. Hayvanla tarımcılıkta bu ölçü böyle teşekkül etmiş. Traktörle tarımcılıkta köyün çapı 30 kilometreye çıkacaktır. Köylü ya da işletmeci kooperatife ait tarım cihazlarından kira ile faydalanacaktır.”
“- İstihsalin pazarlanmasını nasıl tasarlıyorsunuz?”
“- Bu da istihlâk kooperatifleri vasıtasıyla yapılacaktır.”
“- Bu çapı büyüyen ve yeniden kurulması bahis konusu olan köyleri tarif eder misiniz?”
Muzaffer Özdağ bir örneğini yeni gezmiş gibi hiç takılmadan sıraladı:
“- Burada bir mabet, tamir işleri için atölye, halk eğitim merkezi, lokal, sıhhî tesisler bulunacak. Bütün köyle yol ve haberleşme vasıtaları ile ana merkezlere bağlanacak.”
Sanayi konusundaki düşünceleri
Sanayi konusundaki program muhtevasını önce Muzaffer Özdağ anlattı. Proje şöyle idi:
“- Tarımdan artan işgücünün bir kısmı sanayie geçiş devresi öncesinde gene tarım alanında sanayi stajı görecek. Bu sulama kanalları açılması, yeni köylerin inşası, orman yollarının ve normal yolların yapımı şeklinde olacak. Tarım Kentleri adını verdiğimiz yeni tip köylerin kurulması başlı başına bir iş sahası yaratacaktır. Mevcut sanat okulları fabrika – okul hâline getirilecek.”
Dündar Taşer tarım nüfusunda meydana gelecek azalmanın yaratacağı işsizliğin nasıl karşılanacağını bir misalle izah etti:
“- Adana bölgesini alalım. Burada baraj var, fakat sulama kanalları yayılmamıştır. Bu kanalların bedeli takriben 300.000.000 liradır. Yapıldığı takdirde bir yılda sağlayacağı fazla gelir ise 168.000.000 liradır. İş alanı ve iştira gücü yaratılması bu suretle mümkün olacaktır. Sadece sulama kanalları konusu Türkiye’nin bir yönden yeni baştan inşası demektir.”
Diğer konularda Muzaffer Özdağ soruların cevabı olarak izahlarına şöyle devam etti:
“- Tasavvurlarınız büyük sermaye meselesidir. Dış ödemelere de ihtiyaç var. Türkiye’nin durumu ise ortada. Bu bakımdan yabancı sermayeye ne nispette güveniyorsunuz?”
“- Türkiye’nin kalkınması Türkiye’nin insanı tarafından gerçekleştirilir. Yabancı sermayeye imtiyaz tanımak için sebep yoktur. Buna fazla bel bağlamamak da lâzım. Ama kabulü mümkün şartlarla gelmesi faydalı olabilir. Bir ek yardım sayarız.”
Parti devlet demektir
“- Eğitimin ne derece büyük bir mesele olduğunu bilmiyen yok. Bunun halli için de herkesin de kendine göre bir formülü var. Sizinki nedir?
“- Bu kalkınmaya birinci derece bağlıdır. İktisadî unsurun ön plânda göz önünde tutulması gerekir. Mesele klasik eğitim değildir. Her şeyden önce Türkiye’nin yeni hayat tarzına göre eğitilmesi lâzımdır.”
“- Tasarılarınız partinin de yeni bir düzende teşkilâtlanmasını şart olarak ortaya çıkarıyor. Alışılmış parti kuruluşundan farkınız ne olacak?
Tüzük değişikliklerinde yer almış ve şekli belirmiş olan bu sorunun cevabını Taşer ve Özdağ beraber verdiler. Ortak cevap şu idi:
“- Parti devletin görevlerini yerine getireceğine göre teşkilâtlandırılışının da ona göre olması tabiîdir. Alışılagelmiş şekil ve kadrolarla ihtiyacın karşılanması mümkün olamaz. Partide devamlı ihtisas komisyonları çalışacak, bunlar meseleler üzerinde araştırma ve inceleme yapacaklardır. Günün birinde ortaya çıkacak bir mesele karşısında görüş yokluğundan bahsedilemez. Partinin teşkilâtlanışında bakanlık fonksiyonları dikkate alınacaktır. Bu hâle göre merkez teşkilâtının 250 – 300 kişiyi bulması mümkündür.”
“- Günün konusu hâlinde olan bir mesele var: Petrol. Programda müstakilen yer almasa bile petrol mevzuundaki görüşünüz nedir?
“- Türkiye Türklerindir. Bu ülkenin servetleri de elbet Türklere aittir. Amaç, başkalarının ham madde kaynaklarını da işleyebilecek hâle gelmektir.”
Mülâkat burada bitiyordu. On gün sonra Ankara’da toplanacak olan CKMP kongresinin yeniden şekil vereceği programının ana hatları böylece meydana çıkmış oluyordu. Bu programın kongredeki topluluğu sürükleyeceği hususunda ise hiç endişeli görünmemekteydiler. Bazı muhalif seslerin yükselmesi ihtimalini tabiî karşılıyorlardı. Açıkça ifade edilmemesine rağmen program ve tüzük tartışmaları sonunda kongre salonuna delege olarak girecek bazı kimselerin partisiz vatandaşlar olarak oradan ayrılmalarının beklendiği anlaşılıyordu. İhtimal Ahmet Oğuz da o saatlerde tahtını kaptırdıkları hakkında aynı şeyi düşünmekteydi.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.