« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Yusuf Yılmaz ARAÇ

28 Eki

2024

MECLİSTE TEK ADAM (40)

28 Ekim 2024

TÜRKEŞ: MECLİS’TE TEK BAŞIMA MÜCADELE EDECEĞİM

“AND İÇEN İLK SİYASÎ PARTİ LİDERİ ALPARSLAN TÜRKEŞ OLMUŞTUR. TÜRKEŞ’İ KİMSE ALKIŞLAMAMIŞTIR TÜRKEŞ KÜRSÜYE GELİRKEN BAŞBAKAN DEMİREL, DEVLET BAKANI SEYFİ ÖZTÜRK’E BAKARAK GÜLÜMSEMİŞTİR.”

MECLİSİN TEK ADAMI TÜRKEŞ: AP BASTIRDIĞI BROŞÜRLERLE BENİ KÂFİR VE MENDERES’İ ASTIRAN ADAM OLARAK TANITTI

ABDİ İPEKÇİ; TÜRKEŞ MÜLÂKATI

ÖTÜKEN: ALPARSLAN TÜRKEŞ İLE BİR KONUŞMA


Hürriyet 17 Ekim 1969.

AP’Yİ SEÇİMDE GAYRİ MEŞRU YOLLARA BAŞVURMAKLA İTHAM EDEN
TÜRKEŞ: “HERŞEYE RAĞMEN OYLARIMIZ ARTMIŞTIR”

Oktay EKŞİ

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Alparslan Türkeş, dün gazetemize verdiği özel mülâkatta, 12 Ekim günü yapılan milletvekili seçimlerinde Adalet Partisinin, sandığa gayri meşru yollara başvurarak girdiğini ve sandıktan da ancak bu suretle çıktığını söyledi.

Alparslan Türkeş, önce seçimlerin neticesi hakkında şunları söyledi:

- “Seçimleri plânladığımız esaslara göre yürüttük ve plânladığımız sonuçları aldık. Bizim için bu sonuç, beklediğimiz sonuçtu, plânda öngördüğümüz bir sonuçtu. Hattâ biz hiç milletvekili çıkaramamayı da hesaplamış bulunuyorduk. Değişmiş olan seçim sisteminde oylarımızın artmasiyle birlikte hiç milletvekili çıkaramayacağımızı da göz önünde bulunduruyorduk. Oylarımız hiçbir partide olmadığı şekilde artmıştır. Diğer partilerin ise oyları düşmüştür. Biz, daha büyük sonuçlar alabilirdik. Alamayışımızın sebebi şudur: İktidar Partisi ve onunla işbirliği yapan bazı muvazaa partileri bu seçimlerde tek hedef halinde partimize hücum etmişlerdir. İktidar Partisinin ve onunla birlikte hareket eden diğer partilerin mücadeleleri gayri meşru ve gayri ahlakî olmuştur. Sandıktan çıkmışlardır. Evet doğrudur. Fakat sandığa girişleri gayri meşrudur. Gayri ahlakidir. İktidar aleyhimizde iki tane kitap ve broşür yazdırmış, bunu AP teşkilâtı eliyle her yere yaymışlardır. Bu broşür ve kitapların adı, “İslâmi Hareket ve Türkeş” dir. Beni kâfirlikle itham eden bir şey. Bunlar, bizzat Ankara’da AP Genel Merkezinden dağıtılmıştır. Özel olarak gönderdiğimiz vatandaşlar AP Genel Merkezinden bu kitapları temin etmişlerdir. Ve durumu zabıtlarla tespit etmişizdir. Ayrıca, başta AP Genel Başkanı Demirel olmak üzere AP sözcüleri gezdikleri her yerde yalan beyanlar ve bizim aleyhimizde çok çirkin konuşmalar yapmışlardır.

Fakat Milliyetçi Hareket Partisi hiçbir yerden yardım almadan sadece davaya inanan vefalı mensuplarının yardımlariyle meşru ve ahlâk çerçevesi içinde dürüst bir mücadele yapmıştır. Neticede de oylarımızı yüzde 30 nispetinde arttırmaya muvaffak olmuş bulunuyoruz. Bu sakat seçim sistemi olmasaydı ve vatandaş oylarının iktidar tarafından çalınmasına meydan vermeyen hakikî temsil sağlayan bir kanun olsaydı, aldığımız bu oylarla 15 civarında milletvekili çıkarmış bulunacaktık. Fakat biz, sonuçtan memnunuz, bundan önce olduğu gibi bundan sonra da dürüst ve meşru çerçeve içinde kalmaya dikkat ederek mücadele edeceğiz.”

SORU: Hatırladığımıza göre, Milliyetçi Hareket Partisi olarak siz Millî Bakiye usulünün kaldırılması istendiği zaman bunun aleyhinde bulunmadınız, oysa şimdi, seçim sisteminden şikâyet etmektesiniz. Bu iş çelişme değil mi?

CEVAP: Biz ötedenberi dar bölge ve nisbî seçim sistemini savunduk. Bizim Meclise verdiğimiz kanun teklifleri var. Bu iki görüşü de kapsayan teklifler. Böylece bir yandan vatandaşın oylarına temsil imkânı vermek istedik. Öte yandan da, dar bölge usulünü koyarak firma hakimiyetini önlemeyi düşündük. Bizim teklif ettiğimiz sistemde de dar bölgede değerlenemeyen oylar, millî seçim çevresinde değerlendirilmektedir. Böylece, Millî Bakiye usulü bir bakıma yine uygulanmaktadır.

SOSYAL ADALET

SORU: Son seçimlerde sağ eğilimli vatandaşları Milliyetçi Hareket Partisinin himaye kanatları altına almak istediği görüldü. Buna niçin ihtiyaç duydunuz?

CEVAP: Sağ-sol-orta gibi deyimler son derece değişik mânâlar verilerek kullanılmaktadır. Sizin bu sözünüzle neyi kastettiğinizi bilmek lâzım. Bununla beraber biz liberal iktisat görüşüne karşıyız. Marksist iktisat görüşüne de. Biz milliyetçi görüşün sahibiyiz. Sosyal adaletçiyiz, ekonomik görüş bakımından da tüketim birlikleri ve millî üretim birlikleri dediğimiz bir teşkilâtlanma yoluyla memleket ekonomisini tanzim etmek lâzımdır. Bizim bu tüketim ve üretim birliklerimizin kooperasyon sistemine de karşı bir sistem olduğunu ifade etmek isterim. Millî üretim birlikleriyle her çeşit üreticiyi belirli bir teşkilât içine almak ve büyük sermaye sahibi ile küçük teşebbüsü birbirini ezmeden yan yana teşkilâtlandırmak gayesini güdüyoruz.

SORU: Bu son seçimlerde yaptığınız bir konuşmada demokrasimizi “Millîleştireceğinizden” bahsettiniz. Bunu nasıl yapacaksınız?

CEVAP: Şimdiye kadar Tanzimattan beri Türk Milleti çeşitli tecavüz ve yenilgilere uğradıkça, memleketi yönetenler bunu tedavi etme ve kurtulmak çaresini yabancı memleketlerin siyasî sistemlerini kopya etmek, taklit etmekte bulmuşlardır. Halbuki başvurdukları çareler de faydalı olmamıştır. Daha büyük felâketler arkadan gelmiş çatmıştır. Memleket birçok ıstıraplarla karşılaşmıştır. Türk Milletinin kendi özellikleri var, kendi gerçekleri, özel şartları var. Bunları dikkate alarak Türkiye’yi kalkındıracak, süratle işleyen millî bir demokrasi bulmak lâzım. Meselâ Senato bizce işlemekten çok ve işleri geciktiren bir mekanizma. 9 senelik denemede memleket için sağladığı büyük bir yarar tespit edilmiş değil. Sonra Türk Milleti daima kuvvetli idareler ister. Kuvvetli idareler zamanında daha hızlı kalkınmıştır. Memlekette huzur olmuştur. Bunu da biz Amerikan Başkanlık sistemine benzer bir sistemin Türkiye’de uygulanmasının Türkiye için daha iyi olacağını düşünüyoruz.

SORU: Amerika’nın Başkanlık sistemine benzer bir sistemi getirmek yine gayri millî bir müesseseye ümit bağlamak olur mu?

Alparslan Türkeş, ufak bir gülümsemeyi müteakiben:

- Yok, olmaz.

Cevabını verdi.

Konya Bağımsız Milletvekili Necmettin Erbakan’la ilgili bir soruyu, “Necmettin Beyin hangi hedefin peşinde olduğunu bilemiyorum. Kendileriyle bu son çalışmalarında bir temasımız olmadı.” şeklinde cevaplandırdı.



Bugün, Şûle Yüksel Şenler, 18 Ekim 1969.

İKİ MEKTUP – İKİ CEVAP

-MEKTUP-

Adana’dan Mehmet Ergin:

<<Sayın Şule Yüksel

Biz müslümanlar zatıâlinizi kadınların ve Müslümanların büyük bir müdafii sanmıştık. Maalesef yanılmışız. Sizi müslüman olarak tanıyorduk. Ama demirperde gerisinden idare edildiğini bilmiyorduk.

Biz müslümanlar Bekir Berk’in avukatlığından da şüphe ediyorduk. Her müslümanın bilmesi lâzım ki, Bekir bey ve arkadaşları Mason localarından idare ediliyor… İlâahir>>

-CEVAP-

Önümde duran M.H.P.’liler tarafından gönderilmiş 50 – 60 mektuptan sadece bir tanesidir bu. Ve diğerleri gibi kendisinin <<müslüman>> olduğunu iddia edenlerden biri tarafından gönderilmiştir. Emsallerinin yanında bay Ergin yine insaflı davranmış.. Bizi sadece Demirperde gerisinden idare edilmekle itham etmiş. İnsaflı davranarak dindar müslüman olduklarını iddia eden diğer partili fikirdaşlarının yaptığı gibi alçakça ve ahlâksızca küfür ve iftiralarına yer vermemiş mektubunda. Kendisine bu bapta teşekkür eder, mektubuna cevap vermekte geciktiğim için özür dilerim.

Nasıl cevap vereceğim hakkındaki talimatı Demirperde gerisinden daha yeni aldım da…

-MEKTUP-

İstanbul’dan Handan Çimen:

<<Sayın Şûle Yüksel Şenler.

….. Ey kâfir-i mutlak! Müslümanlık ve mü’minlik senin nerende? Kör olasıca kadın. Mutlaka Allah’dan bulacaksın. Yüce Tanrı seni kahretsin.

Düzenbaz, berbat, sahte, soysuz alçak! Nedir bu millete yaptığın kötülük? Yüzkarası, sahte hüviyetli! İlâahir…>>

-CEVAP-

Bu terbiyeli müslüman (!) bayandan ikidir bu tip mektup alıyorum. Gözü dönmüş müfrit bir M.H.P.’li olan bu kadının mektubu, bana ister istemez nükteleri ile meşhur Mark Twain’i hatırlattı:

Sıcak bir yaz günü Mark Twain’in vereceği konferansı dinlemek için konferans salonunu binlerce insan doldurmuştur. Salon o kadar kalabalıktır ki, sıralar tamamen dolduktan başka, aralardaki geçit yerleri de kapı dışlarına kadar tıklım tıklım dolmuştur.

Konferansına geç kalan Mark Twain, arka giriş kapısını kapalı görünce, ön kapıdan, halkın arasından geçerek sahneye çıkmak mecburiyetinde kalarak, soluk soluğa, ter içinde ön kapıya gelir. Kalabalığı yara yara sahneye doğru ilerlerken, kalabalık içinde kaza ile bir adamın ayağına şiddetle basar. Onu tanımayan ve halktan biri sanan adam, can acısıyla Mark Twain’e yüksek sesle. <<EŞŞEK!>> diye bağırır. Bunun üzerine Mark Twain gayet soğukkanlı ve nazik bir tavırla başındaki şapkasını çıkararak adamın önünde eğilir:

- Müşerref oldum efendim, der… Bendeniz de Mark Twain…

Mektubunuzda sıraladığınız vasıflardan dolayı benim de size cevabım aynıdır bayan Çimen: Müşerref oldum sayın bayan. Bendeniz de Şûle Yüksel Şenler.

NOT: Küfür, isnad ve iftira dolu mektup sahibi bütün M.H.P.’lilere ithaf olunur.



Bugün, Şûle Yüksel Şenler, 8 Kasım 1969.

Mahkeme Kanalıyla Alığımız Tekzib

BEKİR BERK İSNADLARI REDDEDİYOR

Şûle Yüksel Şenler’e gelen bir mektup iken 18 Ekim 1969 tarihli Bugün gazetesinin <<Duyuşlar>> sütununda <<İki Mektup – İki Cevap>> başlıklı fıkra ile en az elli bin nüsha çoğaltılıp yayılan ve cevap fıkrasında cevapsız bırakılan <<Mason localarından idare edilmek>> isnadı menfur bir iftiradan ibarettir. Bekir Berk ve arkadaşları Allahıazimüşşana, Peygamberizişana ve Nur’u Kur’ana, Allahın nuruna bağlı müslümanlar olarak sadece vicdanlarının, kafalarının ve kalplerinin sesini dinliyerek hareket etmektedirler. Müfterileri ve onların iftiralarını yayanları Kahharızül celale havale etmektedirler.

Ayrıca avukatlığımdan şüphe etmek ne demektir anlayamadım. Avukatlık ruhsatım olup olmadığı hakkında şüpheleri varsa İstanbul Barosunun 4130 sicil sayfasında kayıtlı ve Adalet Bakanlığından ruhsatlı olduğumu vazife bilirim.

Bana müracaat eden müslümanların davalarını takip edip etmediğim hususunda şüpheleri varsa bildireyim ki bu sütunun fıkra yazarı ve kardeşi de dahil olmak üzere davasını takip etmemi rica eden bütün müslümanların mezhep, tarikat, meşrep ve meslek farkı gözetmeden davalarını takip etmiş bulunuyorum. İslâmi mes’elelerle alâkalı olan ehli iman ve ehli vicdan bütün müslümanlar da bunu bilir.

Kaldı ki şüphe etmek kimsenin inhısarında değildir. Sizden kim şüphe etmez.

Her müslüman bilir ki: Hiçbir delile dayanmadan müslümanlar aleyhinde denî iftiralar yayanların yerinin narı cehennem olduğunu Allahuazimüşşan ve Peygamberizişan beyan buyurmaktadır.

Avukat Bekir Berk



Bugün, Şûle Yüksel Şenler, 9 Kasım 1969.

BİR TEKZİB ÜZERİNE

Dün bu sütunda müslümanların dâvalarına bakmakla isim yapmış bulunan Avukat Bekir Berk’in sütunumda neşredilmek üzere mahkeme kanalıyla tarafıma göndermiş olduğu tekzibini görüp okuyanlar, muhakkak ki çok şaşırmışlardır. Ne yalan söyliyeyim, aynı zamanda kendi avukatım olan, üstelik fedakâr bir islâm mücahidi olarak tanınan Bekir Berk gibi bir kimsenin mahkeme kanaliyle tarafıma göndermiş olduğu böyle bir tekzib karşısında ben de çok, hem de pek çok şaşırdım ve haklı olarak üzüldüm.

Nasıl şaşırmaz ve nasıl üzülmezdim ki? Yazılarımı takib eden okuyucularımın da pek iyi bildikleri gibi, yazı yazmaya başladığım tarihten bu güne kadar bu sütunda en azılı bir komünistin dahi mahkeme kanalı ile bir tekzibi neşredilmiş değildir. Hal böyle iken ancak dinsiz ve solculardan gelmesini normal karşılayabileceğim bir tekzibin, müslümanlar arasında sevilip takdir edilen ve aynı zamanda vekilim bulunan bir mümin kardeşimden -hem de mahkeme kanalı ile- gönderilmesi, benim için elbette şaşırtıcı ve üzücü bir keyfiyettir. Meğer dostun attığı gül dahi olsa, düşmanın taşlamasından daha ağır gelmesi ne kadar doğruymuş. Kaldı ki bu fırlatılan yumuşak bir gül de değil.. Âdeta kafayı gözü yarmak isteyen acıtıcı ve yıpratıcı koca bir taş!

Düşmanlarımızı karşıdan kıs kıs güldürmekten başka bir şeye yaramıyan ve mü’minler arasında husumet ve adavet duygularına yol açmıya meydan vermekten başka bir netice vermiyecek olan bu tekzibe sebebiyet veren bahis mevzuu yazım, MHP hakkında olduğundan, gazetemiz sahibinin MHP ile ilgili aleyhte ve leyhte her türlü neşriyata koymuş olduğu yasağa binaen, arzu etmekle beraber bu yazıyı tekrar sütunuma alamamaktayım. Ancak durumu aydınlatması için hadisenin hikâyesine de lüzum vardır. Şöyle ki:

Tekzibde bahsi geçen yazı, Adana’dan Mehmet Ergin adında bir MHP’linin şahsıma, Bekir Berk ve arkadaşlarına ağır bir isnad mahiyetindeki mektubundan alınmış bir paragraf ile, benim bu mektup sahibine vermiş olduğum cevaptan ibarettir.. Mektup sahibi, mektubunda benim Demirperde gerisinden idare edilmekte olduğumu, Bekir Berk ve arkadaşlarının ise Mason localarından idare edilmekte olduklarını belirtmek suretiyle ağır olduğu kadar, kargaları dahi güldürecek sapık isnadlarda bulunmakta.

Ancak son derece sıkışık olduğum bir zamanda, gayet acele olarak yazıp, dizgiye güçlükle yetişirebildiğim bu yazımda, mektup sahibi Mehmet Ergin’in şahsımla alâkalı kanadına cevap verdiğim halde, büyük bir gaflet eseri olarak sayın Bekir Berk ve arkadaşları ile alâkalı isnadları bir acele dolayısıyle cevaplandırmamıştım. Halbuki ben, mektuptaki Bekir beyle alâkalı olan kısmı, bilhassa cevaplandırmak düşüncesiyle sütunuma almıştım. Lâkin arzettiğim gibi, aceleyle bu husus unutulmuş. Yazıyı verirken bunun farkına dahi varamadım. Ve gazetede çıkan yazılarıma göz gezdirmek âdetim olmadığı, vaktimin de buna hiçbir zaman müsait olamayışı sebebiyle mezkûr yazıdaki bu hatamı da görüp, farketme imkânı bulamadım.

Bu yazım neşredildikten bir müddet sonra, benim Ankara’da bulunduğum günlerde, bir münasebetle pederimle görüşen Bekir bey, lâf arasında mezkûr yazımdan bahisle, kendisi hakkındaki isnadları cevaplandırmayışımdan dolayı bana kırıldığını ve pek müteessir olduğınu söylemiş. Pederim ise benim böyle bir şeyi asla herhangi bir kasıta müsteniden yapamıyacağımı, zira her zaman kendisinden ve dâvaya hizmetlerinden sitayişle bahsetmekte olduğumu, bunun ancak büyük bir unutkanlık eseri olduğunu kendisine izah etmiş. Ve bu meselenin üzerinde daha fazla durulmamış.

Ankara dönüşü vaziyeti pederimden öğrenince pek müteessir oldum. Evet ben, kat’iyyen kasıtlı olmamakla beraber hatalı idim… Ve bu hatamı da behemehal düzeltmeliydim. Fakat okuyucularımın da bildiği gibi o sırada bir müddet yazılarıma ara vermiştim. Ama yine de yazılarıma başladıktan kısa bir müddet sonra gazetemizin MHP hakkındaki neşriyat yasağına rağmen münasip bir lisanla isnad sahibi mâhut şahısa Bekir Berk’le ilgili olarak hakettiği cevabı vermeyi kararlaştırmıştım.

Ben böylesine samimi bir düşünce içindeyken, sütunumda neşredilmek üzere mahkeme kanaliyle Bekir Berk tarafından gönderilen tekzibin elime geçmesi, beni alt üst etmiye, esef ve teessüre garketmiye kâfi bir sebep teşkil etti.

Düşünüyorum: Şayet Bekir Berk’in gâye ve maksadı hakikaten isnadları cevaplandırmak ve kendisi ile arkadaşlarının prestijini kurtarmak idiyse, bunu pekâlâ isnadlara cevap mahiyetindeki bir yazı halinde sütunumda neşretmem için bana elden gönderebilirdi. Ve kendileri de çok iyi bilirlerdi ki, ben de bunu memnuniyetle kabul eder, hattâ aynı yazının altında mahut şahısa ben de icab eden cevabı verirdim. Ne var ki Bekir bey, kendisinden beklenilen aksine maalesef böyle bir âlicenaplığı göstermedi ve mâlik bulunduğu nurlu hakikat derslerinin zıddına böyle bir hüsn-ü harekette de bulunamadı.

Esasen tekzib dikkatle okunduğu takdirde, yalnız isnad sahibi Mehmet Ergin’i değil, açık bir şekilde bu âcizi de hedef tuttuğu bedaheten anlaşılmaktadır. Hayrettir, dehşetle ve ibretle okuyup gördüm ki; isnadları hâvi mektubun sütunumda neşredilmesi dolayısiyle benim bu mektubu en az elli bin nüsha çoğaltıp yayan kimse olduğumu belirten Bekir Berk, tekzibinin bir yerinde: <<Bekir Berk ve arkadaşları.. Müfterileri ve onların iftiralarını yayanları Kahhar-ı Zülcelâl’e havale etmektedirler.>> demekte.

Aman Ya Rabbi!. Aman Ya Rabbi.. demekten kendimi alamadım. Demek bir mü’min, diğer bir mümin kardeşini, asla kasdî olmayan bir küçük hatasından dolayı Kahhâr-ı Zülcelâl’e havale edecek kadar indî bir harekete tevessül edebiliyormuş. Binlerce hayret!!!!...

Evet, ne büyük hayrettir ki, tekzib mevzuu yazım ve o sıralarda neşredilen yazılarımla, kendilerinin de bildiği gibi Bekir Berk ve arkadaşlarının çıkarmış oldukları broşür muhteviyatı ile aynı fikir, görüş ve ideal paralelinde olduğu, bu yazılarımda kendi çıkarmış oldukları broşürden tasviple bahsedip, kendilerini desteklediğim halde, muhataplarımızın ise yine müşterek oluşuna rağmen, bu müşterek muhataplardan gelen bir mektuptan dolayı, bir küçük hata bahanesiyle, Bekir Berk ve arkadaşları tarafından Cenab-ı Hakk’ın Kahhâr ism-i celiline havale ediliyorum. Evet acı, fakat hakikat!

Bu beddua, yalnız iftira sahibi olan müfteriye müteveccih olsa idi, bir derece normal addedilebilirdi. Ki, yine de mü’mine yakışan beddua değil, hayır duadır. Bekir Berk, yukarda da arzettiğim gibi müfterinin yanında, onun iftiralarını yayan kimse olarak gösterdiği beni de Kahhâr-ı Zülcelâl’e havale etmekte. Ayrıca tekzibin son paragrafında yine beni kastederek, bu iftiraları yayanların yerinin nâr-ı Cehennem olduğunu bildirmekte.

Hakkımdaki bu esef verici beddua ve su-i temenniye mukabil, ben de kendisini Rahmet-i Rahman’ın yüce rahmetine emanet edip, Cennet’i Firdevs’e nail olmasını ve yerinin Livail Hamd sancağının altı olmasını temenni ve niyaz etmekteyim.

Diğer taraftan bu tekzibten haberdar olup, benim tekzibe vereceğim cevaba muttali bulunan, içlerinde bur talebelerinin de bulunduğu fikir ve mücadele sahasındaki pek çok mü’min kardeşimiz, mezkûr yazıyı okuduklarını, yazıda Bekir Berk’in iddia ettiği gibi asla bir kasıt ve hata olmadığını, benim mâhut isnat sahibine vermiş olduğum cevapta Bekir Berk’in müdafaasının da yapılmış olduğunu belirtmişler, <<burada sizin bir hatanız yok.. bunu bir hata olarak kabullenmeyin>> diye ısrarda bulunmuşlardır. Fakat ben buna rağmen <<kasıtlı olmamakla beraber hatalıyım>> diyerek, böyle bir şeye lüzum görmedim… Ve işte hatamı itiraf edip, bu hususta kendisinden özür diliyorum.

Ne var ki; Bekir Berk’in telâfisi pekâlâ güzellikle ve anlaşarak mümkün olabilecek böyle küçük bir hatâya mukabil, üstelik vekili bulunduğu bir mü’mine kardeşine mahkeme kanaliyle beddua ve kötü temennilerle dolu bir tekzibde bulunmak gibi büyük bir hataya düşmesini, kültürü ve mânevi hüviyetiyle asla bağdaştırmak mümkün değildir.

Sayın Avukatın bu hareketini ne kadar kasıt olarak kabul etmek istemesek de, hadiselerin şekli, bizde ister istemez bu işte bir takım kasitlerin mevcut olabileceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir.

Herşeyden evvel 18 Ekim 1969 tarihli, bahsi geçen yazım tetkik edildiğinde, her ne kadar verdiğim cevapta Bekir Berk’le alâkalı isnatlara cevap vermeyi acele ile unutmuş isem de, cevabımdaki alaylı ifadelerden böyle denî iftiralara ehemmiyet dahi vermediğim, uzun uzun cevaplara dahi tenezzül etmediğim görülecektir. Böylesine alay ve tahkirle karşıladığım bir adamın, benimle alâkalı olan iftirası muteber sayılmazken, aynı mahiyeti taşıyan Bekir Berk’le ilgili iftirasının muteber addedilebileceği düşünülebilir mi hiç? Bu derece akla muhal bir hakikati, zekâsı hayranlıkla karşılanan Bekir Berk gibi bir insan nasıl düşünemez?

Kaldı ki, ağabeyim vasıtasıyle, dâvâlarım dolayısıyle daima irtibatımız olduğu için derhal en iyi şekliyle aramızda halledilebilecek böyle küçük bir meseleyi büyülterek, kasitten uzak küçük bir hatâmı, sevinçle aleyhimde, dolayısıyle yazarı bulunduğum gazetenin aleyhinde bir koz addederek, bunu istismara kalkışan Bekir Berk, kasdinin en bâriz bir nümunesi olarak, şahsıma göndermiş olduğu, itirazı kabil olan ve neşredilip neşredilmeyeceği belli olmayan, tekzibini, daha sütunumuzda yayınlanmadan evvel, haftalık bir İslâmî gazetede neşrettirmek gibi hayret ve esefle karşılanacak bir harekete tevessül etmiştir. [İttihad, 4 Kasım 1969, Sayı 106]

Neşir hayatına başladığı günden bu yana, o da müslüman halkın tazyiki karşısında bundan çok evvel, ancak bir iki defa ismimden bahsetmek mecburiyetinde kalan, bunun dışında sağ ve sol basında geniş tesirler uyandıracak hadiseler karşısında dahi şahsım hakkında en ufak bir neşriyattan şiddetle kaçınan ve buna mukabil gerek benim, gerekse yazarı bulunduğum BUGÜN gazetesinin en ufak bir hatasını dahi bilinmez bir hırsla ganimet bilen bu gazete ise, ne yazık ki islâmî vasfına taban tabana zıd bir hareket tarzı içinde bir mü’mine yazar kardeşlerinin aleyhinde böyle bir yazıyı kabul ile sütunlarında neşretmek gafletini göstermiş bulunmaktadır.

Ne var ki, benim üzüntüm, sütunumda şahsım ile alâkalı bir tekzibin neşredilmiş olması değildir. Benim asıl duymuş olduğum esef ve üzüntünün menba’ı Bekir Berk gibi kendisini islâm dâvasına adamış, Müslümanların dâvalarını görmek için diyardan diyara fisebilillah yılmadan, yorulmadan fedakârane koşturmasıyla pek çok Müslümanın gönlünü fethetmiş bir kimsenin bir mü’min kardeşini arkadan vurmak demek olan mahkeme kanaliyle tekzib göndermek, bu tekzibi başka gazetede de ilân etmek ve tekzibinden bir mü’min kardeşine vicdanı sızlamadan ağır beddualarda bulunmak gibi hayretengiz ve dehşetengiz bir harekete tevessül etmekle, kendisine, mevkiine, mensub bulunduğu ekole, dâva-i İslâmiye’deki durumuna, meslek ve meşreb haysiyetine yazık, pek yazık etmiş olmasıdır. Gönül böyle küçük hesaplarla böyle kıymetli bir ağabeyimizin, kendisini böylesine ve harcamamasını dilerdi.. Ve yine gönül dilerdi ki, bugüne kadar yalnız ehl-i imân harici olan dinsiz, kâfir, solcu ve vatan millet hainlerine karşı işleyen bu kalem, bir mümin kardeşime karşı işlemesindi.

İşte görülüyor ki, Bekir Berk’in bu hareketi, dostumuzdan çok, düşmanımızın işine yaramakta.. Demek bizim, düşmanımızdan önce, kendi içimizde kendimizi ıslah etmemiz, bunun için de tez elden çok, pek çok çalışıp, gayret göstermemiz icab etmekte. Zira hariçten gelen hücumatı önlemek ne kadar kolay ise, dahilden geleni önlemek o kadar zordur.

Cenab-ı Hak, bizlere ihlâs, uhuvvet, tesanüd, teavün, ittifak ve ittihad gibi sözlerin edebiyatını yapmaktan ziyade, bu hasletleri <<kal>> in dışında <<hal>> ile de yaşamamızı ve etrafımıza da yaşatmamızı ihsan etsin.. Amin.

*

NOT: Bekir Berk tekzibinde, diğer mü’minlerin yanında benim de vekâletimi üzerine alması için kendisine rica ile müracaatta bulunduğumu ihsas etmek istemektedir. Böyle bir şey asla varit olmadığı gibi, tamamen aksine Bandırma mahkemem dolayısiyle, kendisi evime içlerinde Abdülvahit, Mehmed Güleç, Mehmet Kutlular ve Mehmet Çiftçigüzeli’nin de bulunduğu bir heyet göndererek vekaletimi vermemi talepde bulunmuştur. Dâva-i İslâmiye namına olan bu hareketinden dolayı kendisine teşekkürü bir borç bilirim.

Ancak görüldüğü gibi bugün durum tamamen değişmiş bulunmaktadır. Beni bir müfterinin yanı sıra Kahhâr-ı Zülcelâl’e havale ederek, Cenab-ı Hak’tan kahrolmamı taleb edecek kadar hisleriyle hareket eden avukatım Bekir Berk’in bu tekzib ve beddualarından dolayı bundan böyle dâvalarımda objektif davranamıyacağı bedahatiyle resmen azletmem icabetmekteyse de böyle bir şeye gerek onun haysiyeti hesabına ve gerekse kendim için bir zül kabul ettiğimden teşebbüs etmiyor, kendiliğinden vekaletimden istifa etmesini temenni ve rica ediyorum…



Devlet, 20 Ekim 1969, Sayı 29.

BU İŞ BURADA BİTMEZ

1969 seçiminde, 1 Milletvekili çıkarabilen MHP nin hareketli, basının Komando dediği yüksek tahsilli gençlerin bu sonuç hakkında düşünce ve görüşlerini anlamak, ne durumda olduklarını göstermek için, onlarla bir görüşme yaptım.

Herkesin bu konuda haklı olarak bir merakları vardı. Acaba deniliyordu, bundan sonra MHP’li gençler ne yapacak? MHP nin 1 Milletvekili çıkarması sonunda paniğe kapılanlar veya ümitlerini yitirenler var mıydı? Veyahut da birbirlerini suçlayıp; bölünmeler, gruplaşmalar oluyor muydu? İşte bunları öğrenmek için görüştüm komandolarla…

BİR ÜLKÜ UĞRUNA

– Ne diyorsunuz siz? Bizden böyle bir şey kim bekliyebilir? Bekliyen varsa söyleyin de umacı olmasınlar.

– Bizleri ne sanıyorsunuz?

– Bizim kendi davamıza karşı ihanetimizi düşünenlere acırım.

– Bu dönekliği bizim içimizde düşünen olmaz, bizler inanmış kişileriz, satın alınmış değil.

– Biz milletvekili sayısını artırmak için çalışmıyoruz.

– Bizim meselemiz, davamız kazanıp veya kaybetmek değildir.


Evet onlarla konuştuğum zaman aldığım cevaplar böyleydi. Gençler sorduğum sorular karşısında evvelâ şaşırdılar. Belliydi ki böyle bir soru ne bekliyorlar, ne de düşünüyorlardı. Hattâ böyle bir soru sorduğum için, böyle tatsız şeylerden bahsettiğim için; kendime kızıldığını hissettim.. Sorduğum soru için ilk hamlede hepsi beni cevap yağmuruna tuttular. İçlerinden biri daha önce davranarak, belki de büyük olduğu için, sorularıma tek tek cevap verdi. Oturduğumuz çay evinde, tazelenen çaylarımızı karıştırırken:

<<- Bizim meselemiz birkaç adamımızı Parlâmentoya sokmakla bitmez, diye başladı fakülteli genç. Çalışmalarımız ve hedefimiz o değil bizim. Tabii ki bizi destekliyen, meselelerimize omuz veren büyüklerimizi Parlâmentoda görmek, seslerimizi duymak en büyük emellerimizden biridir, ama asıl meselemiz; Türklük gurur ve şuuru, İslâm ahlâk ve faziletini Türkiyeye yaymak, insanlarımızı bu ideolojide birleştirmek. Meselelerimizi, dertlerimizi; Türk gözüyle, Türk için, Türk tarafından görerek halletmek. İşte meselemiz bu bizim.>>

Çayından bir yudum içtikten sonra gene devam etti:

BU İŞ BURADA BİTMEZ

<<– Karşımızda; Komünisti, Masonu, Kapitalisti var. Bu üçlüler bir yere gelince bize karşı birleşiyorlar. Onlar maddî yönden çok zenginler, hepsinin dışardan destekliyeni, besliyeni var. Halbuki biz kendi kendimize yetmek mecburiyetindeyiz. Bu küçük bir mesele değildir. Bugünün Türkiyesinde, paranın seçimlerde büyük rolü vardır biliyorsunuz. Bu üçlü kuvvet sırası gelince bize karşı birleşiyorlar, bu gerçeği dünkü seçimlerde gördük.

Bizim 1 milletvekili çıkarmamız halkın bizi istemiyor, desteklemiyor nanâsında değildir. Bunu böyle yorumlamıyoruz. Alınan oylara dikkat edilirse en fazla artış MHP nindir. Bizim 1 milletvekili çıkarmamıza, seçim sisteminin bozukluğu, oylarımızın fazla dağılması ve onların milyonları yanında, bizim bin liralarımız olmasındandır. Onların her yerde teşkilâtı ve halkı parayla, vaatlerle kandırabilen, tesir altında bırakan, kendilerine oy vermiye mecbur eden adamları var.

Bir milletvekili veya on milletvekili sayısı ile bir siyasî partinin gücünü ölçmüyoruz. Mesele milletvekili sayısı değil, oy sayısıdır. Teşkilâtımızın maddî yönden zayıflığı bir çok ilden seçimlere girmememiz ve karşımızdaki siyasî partilerin kadrolarının çok kuvvetli olması ve çeşitli alavere dalavere çevirmeleri bizim oy sayısını çok etkiledi. Bugün MHP ye gönül vermiş, fakat çeşitli vaatlerle ağzından yemin alınarak AP ye veya başka partiye rey vermiş vatandaşlarımız var.>>

Fakülteli genç, benim sorduklarıma ve sormak istediklerime bir çırpıda cevap verdi. O anlattı, ben ve diğer gençler dinlediler. Ne kimse birbirini suçluyor, ne de başka bir şeyler düşünüyorlardı. Hepsinde gine eski iman, daha da alevlenerek yanıyordu. Bütün konuştuğum gençlerden aynı cevabı aldım:

<<- Bizim meselemiz; Türklük gurur ve şuuru, İslâm ahlâk ve faziletidir. Gerisi boş şey. Her şeyimizi Türk için, Türk tarafından, Türk gözüyle görebilmek, çözümlemektir.>>

BİRİMİZ BİNİNE BEDELİZ

Başka birine sorduğum soruda aldığım cevap şuydu:

<<- Bizde bu iman ve gayret olduktan sonra birimiz binine bedeliz ve bu ülküye karşı koyanlara yeteriz!.>>

Bir çok meseleleri tartıştık, sohbet ettik. Gördüğüm anladığım kadarıyle MHP yi destekliyen gençlik, düşünenlerin tam aksine daha samimî, daha bağlıydılar ve daha ümitliydiler gelecek için.



Ekspres, 21 Ekim 1969.

Komandolar İçin Soruşturma Açıldı

Millî Hareket Partisi’nin komandoları yine günün konusu haline gelmişlerdir. Komandoların günün konusu haline gelmelerinin nedeni şudur:

Bir süredenberi komandoların bazı yerlerde olay çıkarmaları ve aktif şekilde müdahaleler sonucu kavgaların meydana gelmesi şikâyet konusu olmuş, bunun üzerine İstanbul Savcılığı harekete geçmiştir.

Özellikle AP’li gençlerden müteşekkil bulunan şikâyetçiler grubu, bazı partililerin ve partili olmıyan vatandaşların dövülmelerinin bir suç sayılması gerektiği gerekçesiyle Savcılığa baş vurmuşlardır. Şikâyet Savcılık tarafından incelenmektedir.



Bugün, Refik Özdek, 22 Ekim 1969.

MHP’NE NİÇİN SALDIRIYORLAR

Son günlerde sağ basında aşırı solu kıs kıs güldüren bir polemiğe şahit oluyoruz. Aşırı sol ile bazı sağcı yazarlar omuz omuza vermiş, MHP’ye ve bu partinin lideri Sayın Alpaslan Türkeş’e saldırıyorlar. Aşırı sol’un saldırması pek tabiidir çünkü onun en çok korktuğu dinamik kuvvet MHP’dir. Aşırı solda millet sevgisi, milliyet duygusu, din saygısı ve Türklük şuuru yok; MHP’de bunlar var. Aşırı solda gaye proleter diktatoryasıdır, hürriyetin her çeşidini kısıtlayan bir düzendir, bölücülük ve dinsizliktir, kısacası komünizmdir. MHP ise onları bu hedefe ulaştırmayacak bir engel, yıkılmaz bir kale kuruyor. Aşırı sol yerine göre yıkıcı davranır, yerine göre sinsidir. Kaba kuvvetle bölücülüğü gerçekleştiremediği zaman Makyavel olur. Karşı tarafın gerçekleri değerlendiremeyen, ufku dar, fikirleri sığ ve bir sentez yapamayan, sadece hissi ile hareket eden fanatiklerini dolaylı yollardan tahrik eder ve bunları asıl temsilcilere saldırtır. Bölücülüğü bu yoldan yapmaya çalışır. MHP’nin bir çok noktalarda kendileri ile aynı görüşte olduğunu asla söylemez ama karşı tarafın sığ fikirli fanatiklerine söyletirler.

Geçenlerde aşırı solun makyavelleri MHP’li komandolarla TİP’li militanların birleşerek aynı zamanda sokağa döküleceğini bir gazeteye yazdırmaya muvaffak oldular. Bu, sığ fikirli, gaflet içinde olan bazı sağcılar için kurulmuş bir tuzak idi ve bu tuzağa düşenler oldu. Gerçektir: TİP militanları yıkıcılık için sokağa döküldüğü zaman, MHP’li komandolar da sokağa çıkacaklardır. Fakat onlarla işbirliği yapmak için değil, onları inlerine sokmak için, onlarla mücadele için! Çünkü onlara karşı en kararlı, en dinamik kuvvet, gönülleri millet sevgisi ile dolu olan komandolardır.

Gerçek dindar dini siyasete âlet etmez. Fakat din adına dinsizlik yapanların komünizm için dinsizlik yapanlardan farkı yoktur. Yalnız komünizmin karşısında değil, aynı zamanda dindar görünüp vurgunculuk yapanların, kaçakçılık ve dolandırıcılık yapanların da karşısında olduğun söyleyen MHP, sözde dindarların ve dar görüşlü, cahil olduklarını anlamayacak kadar sığ fikirli olanların hücumlarına maruz kalıyor.

Müslüman Türkiye’de sağduyu sahipleri büyük çoğunluğu teşkil eder. Onun için bütün bu saldırılar boşunadır. Sağcı vatandaş reyini sağcı partiye verir, fakat rey vermediği diğer sağ, gerçekten sağ partiyi, yine rey vermediği sol parti ile hiç bir zaman aynı kefeye koymaz. Çünkü bu sağdan umduğu bulamadığı zaman teveccüh edeceği parti sol değil, öbür sağdır.

Fakat biz şuna inanıyoruz: MHP’ne saldıranlar bu partiyi gözden düşüremez. Çünkü bunlar hiç bir bakımdan bir güç değildirler. Görüşlerinin ne derece zayıf olduğunu hem başkaları, hem kendileri ergeç anlayacaklardır.



Milliyet, 23 Ekim 1969.

TÜRKEŞ KÜRSÜDE

Millet Meclisi dün saat 15’de CHP Genel Başkanı Malatya Milletvekili İsmet İnönü’nün başkanlığında toplanmıştır. İnönü geçici başkan olarak ilk yemini yapmıştır. Bu yeminden sonra Adana ilinden başlıyarak milletvekilleri and içmişlerdir.

And içen ilk siyasî parti lideri Alparslan Türkeş olmuştur. Türkeş’i kimse alkışlamamıştır Türkeş kürsüye gelirken Başbakan Demirel, Devlet Bakanı Seyfi Öztürk’e bakarak gülümsemiştir.



Cumhuriyet, Fikret Otyam, 23 Ekim 1969.

Meclisten Notlar

Yeni dikilmiş elbise kokuyordu Meclis. Genel Kurulun yan locaları haremlik selâmlık olmuş. Mevhibe İnönü ve Nazmiye Demirel selâmlıkta. 14.55… Fotoğrafçılar kapıya yöneldi ve pırıl pırıl başıyla saygılar sunarak AP Genel Başkanı Başbakan Demirel.. AP’liler alkışa geçti..

Saat 15.00, emekli General İsmet İnönü fraklar içinde yaşını göstermiyor. Gepegenç olmuş, şöyle yüz yaşında falan..

Sağ ve Soldakiler

Bize göre AP’liler sağda, CHP’liler solda, azınlıktakiler sol sıralara serpelenmiş. Yapayalnız bir adam, MHP’den Türkeş.. Sakallı bir amca Elmalı, şişman bir teyze, bayan Sunay ve yılların Osman Bölükbaşısı bir sırada..

Bağımsız Konya milletvekili Erbakan daha ilk günden geç geldi, cemaata karıştı.

Ata’ya saygı

Ankara.. sıra Ankara milletvekillerinin yemininde… değişmez Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Atatürk.. Erbakanların, Mevlüt Yılmaz’ların, bilmem kimlerin arasında.. ve Atatürk için saygı duruşu.. Durmamak için kendini dışarı atanlar.. örneğin İmam Mevlût Yılmaz..

Adana Milletvekili Türkeş, ezbere yemin ediyor, partisinden bir milletvekili daha yok ki alkışlasın!.. Meclisteki imamlar bile alkışlamıyor, oysa seçim öncesi az mı namaz eda etmişti emekli Albay Türkeş?



Günaydın, 25 Ekim 1969

MECLİSİN TEK ADAMI TÜRKEŞ DERT YANIYOR

AP BASTIRDIĞI BROŞÜRLERLE BENİ KÂFİR VE MENDERES’İ ASTIRAN ADAM OLARAK TANITTI

Başkurt Okaygün Ankara’dan bildiriyor

Parlamentonun “Tek Adam”ı MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş uzaklara dalan gözlerini sert bir hareketle çevirerek, “Ben” dedi, “Uzun süre mecliste tek başıma kalacağımı zannetmiyorum. En kısa zamanda bir grup kurup muhalefet görevine devam edeceğimiz kanaatindeyim. Bu konuda çeşitli teklifler, diğer siyasî kuruluşlardan birleşme teklifleri var, inceliyoruz.”

“Komando”ların liderinin hiç de üzgün bir hali yoktu. Bilâkis 12 Ekim seçimlerinde oy artışı kaydeden bir partinin lideri olmaktan sevinç duyduğunu her sözü ile ima ediyor, belirtiyordu.

AP KİRLİ BİR SEÇİM YAPMIŞTIR

Bir zamanların “Kudretli Albay”ı seçimlerde, partisi adına sadece kendisinin Parlamentoya girişindeki suçu önce seçim sistemine sonra da Adalet Partisi’ne buldu.

“- Geçirdiğimiz 12 Ekim seçimlerinde sekiz siyasî parti içerisinde tek oy artışı kaydeden MHP olmuştur. Eğer iktidar partisi mensupları, bu seçimlerde tamamiyle gayri ahlâki ve gayri meşru yollara başvurmamış olsalardı, MHP oylarını yüzde 100’ün üzerinde arttıracaktı. AP kirli bir seçim yapmıştır… Vatandaşlara baskı, tehdit yapıldığı gibi, şeref ve haysiyetler karşı çok çirkin yollara iftiralara baş vurulmuştur.

Bizzat Adalet Partisi tarafından bastırılıp dağıtıldığını zabıtlarla tespit ettirdiğim “İslâmi Hareket ve Türkeş” isimli kitapta beni “Kafir” olarak nitelemişler, bir başka broşürde ise beni Adnan Menderes’i astıran adam olarak göstermişlerdir.”

SANDIĞA GİRİŞ GAYRİ MEŞRUDUR

Alparslan Türkeş daha sonra, “Adalet Partisi’nin sandıktan çıktığı gerçektir. Fakat bu partinin sandığa girişi gayri meşrudur, gayri ahlâkîdir. Binaenaleyh, Adalet Partisi, iktidarının meşru olduğunu iddia edemez. Bu tutumu ile Demirel ve kadrosu, hukuk düzenine ve demokrasiye suikast yapmaktadır” diye konuştu.

“- Sokak muhalefetini nasıl karşılarsınız?” şeklindeki sorumu ise Türkeş şöyle cevaplandırdı:

“- Biz, sokak muhalefetine daima karşı çıktık. Sokağa dökülmenin karşısındayız”

İKTİDAR OLMAK

Türkeş, gözlerini masasının üzerindeki Üç Hilal’li bayraktan ayırmadan,

“- Bugün bize “İktidarı alın” deseler düşünürüm. Bu kadro ile iktidar alınmaz İktidar bir kadro meselesidir. Bizim kadromuz da yetişiyor. Üniversitelerde binlerce gencimiz okuyor. İşte bizim kadromuzu bunlar teşkil edecek.” dedi…

YAPMAK İSTEDİKLERİ

Türkeş, parlamentoda tek başına kalmış olmasına rağmen sesini duyuracağını öne sürerek,

“- Önümüzdeki yasama döneminde, gerçekleşmesine çalışacağımız işler şunlar olacaktır:

1- Genel af
2- Türkiye Enerji Kurumları Kanununun bir an evvel çıkarılması.
3- Yüksek öğrenim kurumlarındaki öğrencilerin kitap ve yurt ihtiyaçlarının devlet eliyle sağlanması.
4- Edirne’den Kars’a kadar bütün Türk halkını içine alacak sosyal yardımlaşma ve güvenlik örgütü.
5- Yurt kalkınması için gerekli ilim ve teknik adamlarının yetiştirilmesi için, her yıl sayıları 3 binden az olmamak üzere, yüksek tahsil mezunu gençlerin dış memleketlerde yetiştirilmesi.

MHP Genel Başkanı Türkeş son olarak şöyle diyordu:

“- Memleket olarak Amerika ile dostluğumuzu devam ettirmek zorunda olduğumuz kanaatindeyim. Amerika, dostlarımız içinde bize en çok faydası, en az zararı dokunan bir ülkedir.



Bizim Anadolu, 28 Ekim 1969.

TÜRKEŞ: MECLİS’TE TEK BAŞIMA MÜCADELE EDECEĞİM

Meclisin tek adamı Alparslan Türkeş seçimi kazandığı Adana’ya seçmenlerine teşekküre gelmiştir.

Türkeş evvelki gün partililer ve bir komando grubu ile bir lokantada geç saatlere kadar akşam yemeği yemişlerdir. Burada konuşan Türkeş, <<Mecliste tek başıma mücadele edeceğim, partimizin meclisteki yerini her zaman hatırlatacağım. Mücadelemde bana en büyük desteği siz vereceksiniz>> demiştir.



Bugün, Mehmed Şevket Eygi, 29 Ekim 1969.

MHP DOSYASI
22 Ekim 1969

Münakaşa ve polemiklerin çığırından çıkmasını ve verimsiz bir mecrâya dökülmesini önlemek maksadıyla bugün gazeteye bir telgraf çekerek, ben dönünceye kadar MHP mevzuundaki neşriyata -lehte olsun, aleyhte olsun- son verilmesini istedim.

Samimiyet ve açık kalplilik benim şiârımdır. Binaenaleyh bu kararımı muhterem okuyucu kardeşlerime arz ediyor ve sebeplerini açıklıyorum:

1- Seçimler yapılmış, İslâmcılık ideolojisi ile bağdaşmıyan birçok taraftarı bulunan bu parti tasfiye edilmiştir.

2- MHP bir doktrin partisi olmayıp bir kitle partisi olsaydı, birçok eksikliklerine göz yumabilirdik. Fakat bir doktrini bulunan ve bu doktrin bizim doktrinimize aykırı bulunan bir partiyi elbette destekliyemezdik.

3- Seçim kampanyası esnâsında sarfedilen <<Muhammedî düzen kuracağız…>> [Sallallahu aleyhi vessellem] vaadine nasıl inanabilirdik ki, bundan birkaç ay önce MHP komandoları, MTTB’li müslüman kardeşlerimizi <<Yeşil komünistler, Arapçılar, Şeriatçiler…>> diye bağırarak saldırıp yaralamışlardı.

4- MHP dosyası şimdilik kapanmıştır. [gerekirse açarız]

6- Şimdi bütün gözler iktidar partisine çevrilmiştir. Gövdesi ve başının bazı azaları bizden olan bu partiyi tamamen bize kazanmak lâzımdır.

8- Bizlere binbir türlü vaadlerde bulunarak mebus seçilen ve adetleri hayli kabarık olan Müslüman mebusların ne yapacaklarını bekliyoruz.



Ahmet Er, Hâtıralarım ve Hayatım.

TÜRKEŞ VE MHP ALEYHİNDE KAMPANYA

1969’lu yıllardı. MHP’nin Cağaloğlu’ndaki İstanbul İl Merkezi’nde oturuyorduk. Salonda Genel Başkan Türkeş, kalabalık parti üyelerimiz vardı. içeriye bir zât girdi. Türkeş’in yanına geldi. Gizli konuşmak istediğini söyledi. Bunun üzerine ben ve salondaki arkadaşlar salonu boşaltmaya başladık. Türkeş Bey bana seslenerek, “Ahmet Bey siz kalın” dedi. Salon boşalmış içeride üç kişi kalmıştık. Şu anda ismini hatırlayamadığım yabancı şahıs kendini takdim etti:

“Efendim, İstanbul’da Eli Burla biraderler Şevket Eygi’nin çıkardığı Bugün Gazetesi’ne giderek sizin aleyhinizde yazı yazması için görüşüyorlar. Gazetedeki sorumlular “Şevket Eygi burada yok kendisi Almanya’da. Eygi 163. maddeden mahkûm olup o tarihlerde Almanya’ya gitmiş. Şevket Eygi Bey böyle bir teklifi kabul etmez, biz de kabul etneyiz.” diyorlar. Böyle bir hizmet karşılığı kendilerine 500.000 lira teklif edilmiş. Fakat bu teklifleri gazete tarafından reddedilmiştir. Ancak aynı ekip 15 günde bir çıkan İttihat Dergisi’nin sahibi Mustafa Polat’a gidiyorlar. Onlar bu teklifi kabul ediyorlar. Karşılığında 250.000 lira alıyorlar.

Bu haberi veren zât ayrıldı gitti. Gerçekten az bir müddet sonra İslâmi Hareket ve Türkeş diye bir broşür elimize geçmişti. Bu broşürü yazan Av. Bekir Berk’ti. Türkeş’i kötüleyen bir broşürdü. Bu broşür piyasada satıldığı gibi siyasî parti genel merkezlerinden de dağıtılıyordu. Türkeş genel merkezde görevli Hasan Kozan’ı parti genel merkezlerine göndererek o broşürden aldırmıştı. Siyâsî partiler arasındaki mücâdelede yalan ve iftiraya yer verilmemeliydi.



Fedai, Ekim 1969, Sayı 50.

İTTİHAT GAZETESİ VE KOMANDOLAR

İki yıl kadar önce şu M. Polat komandolardan bir dayak yemişti. Yavaş yavaş anlamağa başlıyorum ki galiba hak etmiş olacak. AP Propaganda teşkilâtından yemlenmeyi o da aklına koydu ki; son günlerde komandolar ve Türkeş üzerine düştükçe düştü.

1965 seçim arifelerinde Türkeş Erzurum’a vardığı zaman kendisini hudutta karşılayan Mustafa Polat’tı. Müsaade etseydi, Türkeş’in ellerini bırakıp ayaklarını öpecekti. Evinde yatırmak için iki saat yalvardı. Fakat Türkeş ordu evinde yatmayı tercih etti.

Sonraki gün ön seçimler yapıldı. Polat’lar alt sıralara düşüverince, Türkeş M. Polat tarafından düşman ilân edildi.

Bozkurt’a it deyip durur, komandolara piç deyip durur. Neler neler. M. Polat’ın adamları, Kayseri’de halkı Cuma namazından çıkan dokuz komandonun üzerine tahrik etmiş “Camiden çıktıklarına bakmayın komünist bunlar” demiş. Zavallı çocuklar linç olmağa ramak kalmış. Sonraki gün de Polat ittihatsız ittihad’ına döşenmiş: “Türkeş’in piçleri Kayseri’de dayak yedi” diye... Bu mu haya? Bu mu İslâmiyet? Bu mu insanlık?

Hangi İslâmiyet hangi dava be..

Birkaç sayı önce İttihad gazetesinde bir manşet daha. Aynen şöyle: “Komandolar Müslümanlara saldırdı.” İstanbul’da MTTB toplantısı oldu ya, onu anlatmak istiyor. Peki komandolar Müslüman değil mi? Ne ayıp şey bu.

Adana’nın Zorkun yaylasında bu yıl 300 komando kamp yaptı. Yerinde tetkik ettik biliyoruz. İki kişinin sabah namazına kalkmadığı görülünce, bunlar namaza kalkmadılar aramızda yerleri yoktur diye derhal kamptan çıkarıldılar.

M. Polat bu imanlı çocuklar üzerine ikide bir yüklenip durmaktan ar haya etmelidir. Acaba.. kendisi nedir? Kendi durumu pek mi iyi? Yüklendiği çocukların onda biri kadar olsun biz ona razıyız.

O ittihad gazetesi olmaktan çıkmış ittihadı yıkan bir gazete olmuştur, çıkmasından kapanması hayırlıdır.



Fedai, Aralık 1969, Sayı 52.

İTTİHAT GAZETESİ – AHMET VE MUSTAFA POLATLAR

Şimdi şu anlatacaklarıma bütün okuyucularımla beraber bilhassa Erzurumlu okuyucularım ellerini vicdanına koyarak hakem olsunlar ve hüküm versinler.

Dergimizin 50. sayısında “Mustafa Polat ve komandolar” başlıklı bir yazımız vardı. Bu yazı üzerine Mustafa Polat’ın babası Ahmet Polat’dan 6/10/1969 tarihli bir mektup aldık. Yazılanlara üzülmüş. Bir baba olarak üzülmekte haklıdır. Erzurum’dan gönderilen bu mektup derginin sahibi eşim Ayşe Fedai Coşkuner’e geliyordu. Ne var ki mektup nezaket kaideleri dışına çıkmıştı. Bir hanım için kullanılabilecek ifadeler değildi. Eşimi “garazkarlıkla”, “şeni iftiralar” atmakla,, “karakterini ortaya koymakla”, “maskeli çalışmakla” itham ediyor, “Hodri meydan” demek suretiyle “sadede gelmelerini temenni” ediyordu. Uzun mektubunun mahiyeti bu.

Ahmet Polat’ın bu kaba mektubuna karşı 14/10/1969 tarihinde kendisine göndermiş bulunduğum cevabî mektubumu şimdi hep beraber okuyalım:

Muhterem Ahmet Bey

Evvelâ şunu söyliyeyim ki Ayşe Fedai derginin Neşriyat işi ile ilgilenmez. Mecmuayı çok defa çıktıktan sonra görür ve okur. Neşriyat işi ile neşriyat müdürü ve ben alâkadarım.

Muhterem kardeşim, sizi Erzurum’un asîl bir evladı olarak kabul eder, sever ve sayarım. Kahvenizi içtim, yemeğinizi yedim, sohbetinizde bulundum. Sizi hiç bir zaman unutamam. Fakat oğlunuz Mustafa Polat maalesef size benzememiş, sizdeki asaleti devam ettirememiştir. Bize ilk hücum 1967 de ondan gelmiş, şimdiye kadar susuşumuz biraz da sizin hatırınız için olmuştur. Son hadiselerdeki tutumu affedilmez hale gelmiştir. Ne yazık ki Babı âdi bataklığına düşen Mustafa Polat, Erzurum’daki mücahit Mustafa Polat’ı katletmiştir. Onun mana plânındaki kurtuluşunu Allah’tan dua ederken biraz da bu işi size bırakıyorum. Onu belki siz yapacağınız müessir ikazınızla eski hüviyetine kavuşturabilirsiniz. Ve bunu yapmalısınız da. Erzurum’un kahraman ve asil ailesi Polat’ların prestiji için bu elzemdir. Memleket hesabına olduğu kadar sizin namı hesabınıza da üzülmekteyim. Mustafa Polat’ın yakinen tanıdığım Salih Özcan, Abdurrahman Şeref Laç gibi samimiyetsizlerin elinde dama taşı gibi yuvarlanıp gitmesi, maddeyi davaya tercih eden davranışları çok acıdır.

Muhterem Ahmet Bey, Mustafa ve benzerleri ile mücadelemiz yeni başlamıştır. Ve devam edecektir. Sizi severim, sayarım. Bir baba olarak elbette üzgünsünüz. Bunu müdrikim. Ne yapayım, maalesef buna mecburuz. Fedai Dergisi yazı heyeti tarafından o yazılar kaleme alınmıştır. Mustafa Polat’ın iki yıl önce komandolar tarafından döğülmesi üzerine dergimizde yazılan “galiba haketmiş cümlesi” hissi olmuş. Onun dışında kalan bu yazıları tasvip ettiğimi de üzülerek arzederim. Kaba kuvvetin karşısındayız. Sizin tutumunuzu bilemem. Fakat Fedailerin Hürsöz’e ve sizlere karşı olan dostluğu devam edecektir.

Allah’a emanet olunuz. Sonsuz saygı ve hürmetlerimi sunarım

Kemal Fedai Coşkuner

Biz işte Ahmet Polat’a böyle cevap verdik. Gösterdiğimiz bu anlayışa ve nezakete karşı hatta kendisinden bir teşekkür mektubunu dahi ümit etmiştik. Düşünüşümüzün tamamen aksi oldu. Bize göndermiş olduğu mektubunu 4 Kasım 1969 tarihli İttihat gazetesinde yayınlattı. Halbuki meselenin anlaşılması için cevabi mektubumuzun da aynı gazetede yayınlanması icabederdi. Buna yanaşmadı. Okuyucuları da tek taraflı hüküm verdi geçti. İşte hakikat burada. İttihat’ı okuyanlar bizim mektubunuzu da okusunlar, ona göre hüküm versinler. Asaletin kimde olduğunu anlasınlar. Maalesef biz yanılmışız. Hakikaten Ahmet Polat’ı sever ve sayardık. Gösterdiği anlayış ve bu son tutumuyla itimadımızı temelinden sarstı. Gösterdiğimiz hüsniniyete bundan daha büyük suiistimal olamaz. Ben böyle bir mektup gönderdikten sonra o asil bir insan olsaydı bu kabaca mektubunu gazetelerinde yayınlatabilir miydi? Yazık,, kendisine itimat etmekte, değer vermekte ne kadar da yanılmışız. Hayret hem yalan da söylüyor. Ben 1967 senesinde Erzurum’a geldiğim zaman “Kemal Fedai’ye yüz tane abone toplayıverdim.” diyor. Halbuki biz Erzurum’da aboneleri İbrahim Kipel ve Celalettin Atamanalp beylerle yaptık. Kendisini sadece Hürsöz gazetesinde yarım saatlik bir ziyaret ettik. Hepsi o kadar. Komünizmle Mücadele Derneğindeki konferansımda bazı hatalarımı itiraf edesiymişim. Bu itiraflarımın neler olduğunu söylesin de biz de bilelim. Doğrusu merak ettim.

Bize Türkeş’in iç yüzünü anlamamakla itham ediyor. Kendisine soralım. 1965 seçimlerinde Türkeş’le beraber çalışan kendileri değil miydi? Türkeş, Yılanlıoğlu, Sırrı Çakmağın 1965 ön seçimleri için Erzurum’a gelişlerinde bu hakikatı bari olsun itiraf edebilen Ahmet Polat değil miydi? Onları hudut kapılarında karşılayan, istikbal eden, Türkeş’in ellerine kapanan… Türkeş’i 1960 dan beri hele bir gazeteci olarak bütün cepheleriyle gayet iyi tanıdığı halde madem bugün bir numaralı Türkeş düşmanı kesiliyordu da 1965 seçimlerinde niçin Türkeş’in partisinden Erzurum adayı oldu? Türkeş’le beraber yan yana çalıştı. Üzerine bir kontenjan adayı getiriliverince mi Türkeş’in karşısına geçmek ona düşman oluvermek aklına geldi? Dava menfaatın hüküm sürdüğü yere kadar mıdır? Karakterlerimiz üzerinde şimdi artık okuyucuyu vicdanıyla başbaşa bırakalım. Hükmü onlar versin.



İttihad, 4 Kasım 1969, Sayı 106.

“Vicdanî ölçülere göre hareket ediniz”

Sayın Ayşe Fedai Coşkuner
Fedai Mecmuası Sahibi – İzmir

Çıkarmakta olduğunuz Fedai Mecmuasının Ekim 1969 tarih ve 50. Sayısının 15. sahifesinde <<İttihad Gazetesi ve Komandolar>> başlıklı yazılarda 2 yıl önce <<Mustafa Polat Komandolardan dayak yemişti, yavaş yavaş anlamaya başlıyorum ki hak etmiş>> demekte ve Mustafa Polat ile alâkası olmayan bir takım şen’i iftiralarla kocanızın bırakıp, sizin yeniden başladığınız yayın hayatında garazkâr bir yol tutmuş bulunmaktasınız. Ne yazık ki, 1969 senesinden önce Erzurum Muallimler Birliği Kongresinde kocanız Kemâl Fedai Beyle 15 yıldan beri çıkarmakta bulunduğum Hür Söz gazetesi idarehanesinde tanışmış, 1966 yılına kadar da yaptığı mücadelenin bir kısmını benimsemiştik. Erzurum’a son gelişlerinde de bir arkadaşımız vasıtasiyle Fedâi’ye 100 abone kaydettirmiş, bir akşam Erzurum’daki Milliyetçilerle uzun sohbetimiz olmuş, Kemâl Fedâi Bey bazı hatalarını itiraf etmişti.

Türkeş’in Erzurum’a geldiği zamanlarda Mustafa Polat değil ben kendisini karşıladım. Rahmetli mareşalın damadına ve Kastamonu milletvekili bulunan Yılanlıoğlu’na evimde yer ayırtmıştım. Sıırı Çakmak Bey ile Yılanlıoğlu evimde misafir oldular. <<Başbuğ>> dediğiniz ve içyüzünü henüz anlamadığınız Türkeş de yazdığınız gibi Orduevinde değil, Örnek Palas’ta kalmayı tercih etmiştir. Örnek Palas’ta niçin kaldı kimlerle temas etti, bunları isterseniz açıklayabilirim: Hattâ CKMP Genel Başkanı Ahmet Oğuz’un Türkeş hakkında <<açıklama yaparsam yer yerinden oynar>> deyip de açıklamaya cür’et edemeyip siyasî hayattan çekilme pahasına ifşâ edemediği mes’eleleri de yakînen bilmekte idi.

El öpme mes’elesi ve listeye gelince: 1965 seçimlerinde CKMP den Erzurum’da Milletvekili adayı olan ben idim. 1,5 ay içerisinde girip canlandırdığım teşkilât ittifakla beni liste başına getirmişti. Ancak 1965 den evvel yapılan CKMP büyük kongresinde bir Eskişehir delegesi kongrede kabul edilen CKMP programını ele alarak: <<Bizim Amentümüz budur, buna göre amel edeceğiz.>> sözüne karşılık mikrofona fırlamış; <<Müslüman Türk’ün Amentüsü Kur’an-ı Kerim’dir, delege arkadaşımız mecazî mânâda da olsa büyük bir hata işlemiştir.>> dedikten sonra Başbuğun yüz hatlarından ırkçılık serpen durumunu sezmiştim. Nitekim 1965 ön seçimlerinde liste başına gelmemiz Başbuğun işine gelmedi ve liste başına Kemal Tamer isimli bir Avukatı koyarak bizim ihracımıza doğru harekete geçince, istifa ederek partisinden ayrıldım. El öpme mes’elesine gelince; 1948 de vefat eden merhum pederimden başka kimsenin eline sarılmış değilim. Bir mes’eleyi ele alırken vicdan ölçüleri içerisinde hareket etmeniz icab eder. Hele bir meslekdaşınızın dövülmesine sevinmeniz sizin de karakterinizi ortaya koymaktadır. Siz komandolar, Başbuğ ve hempalarına hodri meydan diyoruz!

Memlekette bütün işlerin fikirle yürütüleceğini zaman zaman yazarken, bunun karşısında fikrin sizde bir kara perde olduğunu, ancak kaba kuvvetten yana olduğunuzu da esefle müşahede etmiş bulunuyoruz.

Evvelâ hangisinden yana olduğunuzu açıkça yazarsanız hiç olmazsa millet de bunu anlar, o zaman perdeli çalışmanız ortaya çıkar ki, bir gazetecide de aranan vasıf budur.

Yukarıda sayısını bildirdiğim mecmuanızda çıkan tamamen hilâfı hakikat yazıdan dolayı sadece vicdanen teessürlerimi bildirirken, mektubumun açıklanmasında veya neşredilmesinde de bir mahzur bulunmadığını açıklarım.

Cenab-ı Hak’tan iki taraflı çalışanların sadede gelmelerini temenni ederiz.

Saygılarımla.

Ahmet POLAT
Hür Söz Gazetesi Sahibi



Millî Hareket, Kasım 1969, Sayı 40.

AHMET ER MAHKEMEYE VERİLDİ

Radyoda seçim konuşmaları saatinde yaptığı konuşmada MUHAMMEDÎ düzen kuracağız diyen MHP genel kurul üyesi 14 lerden Ahmet Er Mahkemeye verildi. Hüseyin Üzmez ve Ahmet Er hakkında soruşturma yapan Ankara savcılığı Üzmez’in mahkemeye verilmesine lüzum görmemiş, fakat Ahmet Er hakkındaki dosyayı mahkemeye sevketmiştir.

MUHAMMEDÎ düzen kuracağız dediği için mahkemeye verilen Ahmet Er’in mahkemesi yakında Ankara’da başlayacaktır. Son yılların ilgi çekici MUHAMMEDÎ düzen konulu bu mahkemeye yurdun her tarafından milliyetçi gelerek takip edeceklerdir.


Millî Hareket, Haziran 1970, Sayı 47.

AHMET ER BERAAT ETTİ

Milliyetçi Hareket Partisi Genel İdare Kurulu üyesi sayın Ahmet Er’in Milletvekili seçimleri dolayısiyle yaptığı <<Muhammedî Düzen>> konulu konuşma üzerine açılan dâva sonuçlanmıştır.

Devletin temellerini dine dayandırma isteği ile ilgili 163. Maddeden yargılanan Ahmet Er, beraat etmiştir.


Millî Hareket, Eylül 1970, Sayı 50.

Beraat eden radyo konuşmasının tamamını ilk defa Millî Hareket okuyucularına sunuyor.

MUHAMMEDÎ NİZAM

Ahmet Er

Büyük Türk Milleti,

Tarlasını satarak çocuğunu okutan, ineğini satarak çocuğunu tedavi ettiren, öküzünü satarak avukat tutan köyden geliyorum. Halen yaşadığım, oturduğum çalıştığım köyden yılda bir milyar lirayı aşan içki masalarından yükselen kahkahaların arasından değil, bir damla su için akşama dek kuyu başında sıra bekliyen insanların hıçkırıkları arasından geliyorum.

Kulüpleri tıklım tıklım doldurarak kumar masalarında birbirini soyan eşkıyaların arasından değil, yazın imiği kaynamıyanın kışın yemeği kaynamaz diyen beli kambur, ayağı sakat dedelerin, ninelerin çalıştıkları tarlalardan geliyorum. …

Bu büyük düzenin adını büyük TÜRK milletine ve TÜRK milletinin yüce varlığında bütün cihana ilân ediyorum: MUHAMMEDİ DÜZEN. …

İşte sancağını taşıdığınız, aşkı gönlümüzü yakan bu mukaddes ve milliyetçi büyük dâva karşısında velev ki bütün bir dünya dahi çıksa tüm engelleri aşarak hedefine ulaşacaktır.

Çünkü bu büyük dâvânın, bizden önce bir gerçek sahibi vardır. Ve o da ALLAH’tır.



Bugün, 3 Kasım 1969.

AP KABİNESİNDE SAĞ GRUPTAN KİMSE YOK!

ERBAKAN’IN PARTİSİ İÇİN HAZIRLIKLAR BAŞLADI



Milliyet, 4 Kasım 1969.

TÜRKEŞ DİYOR Kİ: BİZİM GÖRÜŞLERİMİZİN FAŞİZMLE İLGİSİ YOKTUR

* Mecburî sendikacılık sistemini işçileri korumak ve sarı sendikaları önlemek için savunuyoruz. Komandolar ise her hangi bir partinin gençlik kolundan farklı değildir.

Genel Yayın Yönetmenimiz Abdi İpekçi, parti genel başkanlarıyla seçim sonuçları ve önümüzdeki 4 yılın sorunlarını görüşmüştür. Aşağıdaki, yazıda Millî Hareket Partisi Alparslan Türkeşle yapılan konuşmanın ilk kısmını bulacaksınız.

İPEKÇİ – Efendim isterseniz önce seçim sonuçlarının tahlilini yapalım. Seçimlerde kendi partinizin aldığı sonucu nasıl yorumluyorsunuz? Ve genel olarak seçim sonuçları üzerindeki düşünceleriniz?..

TÜRKEŞ – Efendim şimdi biz bu seçimlerde aldığımız sonuçları hesaplamamış değildik. Fakat tek milletvekili çıkarma durumuyla karşılaşacağımız ihtimalini az görüyorduk. Daha fazla milletvekili çıkarabileceğimiz inancındaydık, hesabındaydık. Ama bizim hesaplarımızın tam olarak umduğumuzu göstermeyebileceğini de düşünüyorduk. Hiç çıkaramama durumuyla karşılaşmak ihtimali de olabilir diye de düşünüyorduk, bu seçim kanunu değişikliği dolayısiyle… O bakımdan fazla yadırgamadık neticeyi. Fakat oylarımızda bir artış kaydetmiş olmak bizi tabii memnun etti. Yüzde 35 nisbetinde oylarımız geçen seçimlere göre arttı. Bu beklediğimiz kadar hızlı bir artış olmadı. Biz daha fazla bir yükseliş bekliyorduk oylarımızda.

İPEKÇİ – Yüzde 35’ten fazla bekliyordunuz.
TÜRKEŞ – Fazla bekliyorduk. Evet.

İPEKÇİ – Neydi bu ümidi, bu hesabı doğrulayan hususlar?

TÜRKEŞ – Efendim, seçimlerden önce çeşitli yerlerde yaptığımız temaslar, köylerde, ilçelerde, illerde yaptığımız temaslar, toplantılar çok büyük ilgi görüyordu. Binlerce vatandaş tarafından karşılanıyorduk, uğurlanıyorduk. Toplantılarımız, mitinglerimiz çok ilgi görüyordu. Bunlar birer alâmetti.

İPEKÇİ – Bu ilgi artışını nasıl izah ediyorsunuz?

TÜRKEŞ – Efendim bu ilgi artışını vatandaşın iktidar partisinde aradığını bulamaması, iktidar partisinin vatandaşın beklediğini verememiş olması ve bizim ileri sürdüğümüz fikirlerin, programın çok zaman vatandaşlarımız tarafından büyük ilgi ile karşılanmakta oluşu ile izah ediyoruz.

İPEKÇİ – Albayım, bu fikir ve programlar vatandaşta yanılmıyorsam bütün ayrıntıları ile bilinen hususlar olmuyor. Ama onların bıraktığı bir iz oluyor. Daha somut bir şekilde değerlendiriyor, genel olarak.

TÜRKEŞ – Şimdi vatandaşın istediği, beklediği şeyler var. Öncelikle istediği, beklediği şeyler var. Bunlar âsâyiştir. Âsâyiş ve emniyet. Rahatça seyahat edebilmeli. Irzı, namusu, malı, mülkü devamlı korunmalı, teminat altında bulunmalı. Âsâyişsizlikten çok şikâyetçidir bugün vatandaşlarımız. Her gün soygunlar oluyor bir çok. Hâdiseler oluyor biliyorsunuz. İkincisi haksızlıklardan ve adaletsizliklerden şikâyetçidirler. Üçüncüsü rüşvetsiz, iltimassız işlerin yürümediğinden şikâyetçidirler. Ve bunların böyle oluşunun da nedenini hükûmetlerin zayıflığında görüyoruz. Kuvvetli idare, kuvvetli hükûmet istiyorlar.

İPEKÇİ – Bunlar şikâyetler. Ben daha çok, size yönelme sebepleri üzerinde durmak istiyordum.

TÜRKEŞ – Evet işte onları sıralamaya çalışıyorum. Bundan sonra yine halkın üzerinde durduğu şey, geçim sahası, iş sahası bulmak. Sonra bir sosyal yardım ve sosyal güvenlik içine girmek arzusu. Ki bizim programımızda var, daima vâdettiğimiz şeylerden birisi de budur. Edirne’den Kars’a kadar bütün Türk halkını içine alan bir sosyal yardımlaşma ve güvenlik teşkilâtı kurmak. Bir fırsat eşitliği nizamı kurmak. Tefeciliği kaldırmak, vurgunculuğu, soygunculuğu kaldırmak. Ve halkı iktisaden tam olarak hür hale getirmek. İktisadî esaret altındadır memleketimiz. İstiklâl Harbini yapalı 46, 47 yıl olmuştur ama, iktisaden Türkiye bir kurtuluşa, bir yükselişe erişememiştir. Bunları anlatıyoruz halka. Hükûmetlerin yanlış yolda olduğunu, meselâ kalkınma politikasının daha ziyade İstanbul, Ankara gibi büyük merkezlere bütçenin milyarlarını akıtmak yolunu takip ettiğini, bu yolun da Türk milletini kalkındırmaya yaramadığını, İmparatorluk devrinden beri bu hatânın işlenmekte olduğunu, bizim plânımızın, politikamızın ise kalkınmayı Anadolu’dan, çevreden, köylerden başlatarak büyük merkezlere doğru getirmek olduğunu, tamamiyle iktidarın bu günkü tatbikatının zıddı bir görüşün sahibi olduğumuzu, İstanbul’da 95 milyon liraya çıkan bir Opera Sarayı, İzmir’de 87 milyon liraya yapılan bir Kapalı Spor Salonu gibi yatırımların, memleketin sür’atle ekonomik kalkınma yapabilmesi aleyhinde icraat olduğunu halka anlattık, anlatıyoruz. Bunların yerine, bunları daha sonraya bırakıp memleketin gerek tarım alanında, gerek endüstri alanında çağa uygun, modern üretim yapabilmesini sağlayacak sahalara yatırımları çevirmek lâzım geldiğini, bu sağlanmadıkça, kapalı spor salonu yapılmış ve yahut süslü opera binaları yapılmış, bunları halkın sefaletine, memleketin kalkınmasına bir faydası, bir yararı olamıyacağını anlatıyoruz. Ve bütün bunlar için bizim ileriye sürdüğümüz fikirleri, doktrinimizi ortaya koyuyoruz. Diyoruz ki; memleketi 150 yıldan beri idare edenlerin çoğu ileri batı memleketlerinin idarecilerinin dış görünüşünü kabaca kopya etmeye çalışmışlardır. Bu kopya edişle memleketin kalkınacağını ummuşlardır. Fakat bu mümkün olmamıştır ve bugün de mümkün değildir. meselâ Tanzimattan bu yana kapitalist, liberalist sistemin karikatürize edilmiş şeklini Türkiye’de uygulamaya çalışmıştır idareciler. Ama bu, Türkiye’nin meselelerini çözememiştir. Türkiye’ye bir kurtuluş, kalkınma sağlamamıştır. Bugün de yine hem bu kapitalist sistemi kopya etmeye çalışanlar vardır, hem bir de marksist sistemin bu def’a kopyasını ileri sürenler. Onlar da marksitlerdir, komünistlerdir. Her ikisini de biz yanlış buluyoruz. Bize göre Türkiye’nin kendi gerçekleri vardır. Kendi şartları vardır. Bu gerçekleri, bu şartları dikkate almak ve modern ilmî tekniği de önder olarak kabul ederek, yüzde yüz yerli millî bir sistem ortaya getirmek lâzım.

İPEKÇİ – Sizin teklif ettiğiniz sistemin Batı’dan alınmasını reddettiğiniz kapitalist, komünist, marksist düzenlere karşılık, bir çeşit faşist düzen olduğu iddiaları var. Ben biliyorum, sizinle yaptığımız müteaddit konuşmalarda bu iddiaları reddetmiştiniz. Yalnız efendim bu iddialarda kullanılan bâzı argümanlar var. Eğer müsaade ederseniz onların bâzılarını ele alıp inceleyelim ve bu yakıştırmanın doğru olup olmadığını araştıralım. Bir kerre şu anda aklıma gelen bir örnekten bahsedeyim. Seçim programınızda da, bildirinizde de vardı zannediyorum. Sendikacılıkla ilgili görüşleriniz. Diyordunuz ki orda, tek tip sendikalar olacak. Her iş kolunda tek sendika olacak ve bu sendikalara üyelik mecburî olacak. Şimdi yanılmıyorsam efendim, bu Mussolini İtalyasında, yâni faşist diye tanımlanan bir rejimde uygulanan bir ilke idi. İşte burdan hareket edip sizin görüşlerinizin bir faşist ideolojiye benzediği ortaya sürülüyor. Bu…

TÜRKEŞ – Faşist İtalya’da uygulanan sistem bu değildi. Faşist İtalya’da uygulanan sistem korporasyonlar sistemi idi. O sistemden işverenlerle işçiler beraber bir korporasyon içinde teşkilatlanıyor ve korporasyonların temsilcilerinin bulunduğu bir meclise dayanan bir idare bahis konusuydu. Bizim görüşlerimizin ise bununla hiç bir ilgisi yoktur. Yâni kooperasyon sistemini kabul etmiyoruz. Bizim görüşümüz, işçinin daha iyi korunması ve bütün işçilerin de her çeşit ihtiyacının sağlanması amacı içindir. Bugünkü durumda sarı sendikalar çok çabuk kuruluyor, kolayca kuruluyor. Ve bu tabiî işçinin aleyhine oluyor. Asıl işçiyi temsil eden, işçiye yararlı olan sendikaları bölüyor, parçalıyor, felce uğratıyor. Sonra…

İPEKÇİ – Şu halde teklifiniz aslında sarı sendikacılığı önlemek için?
TÜRKEŞ – Evet sarı sendikacılığı önlemek için.

İPEKÇİ – Bu, aynı zamanda mecburî sendikacılık sistemini getirmiyor mu? Ki o mecburî sendikacılık…

TÜRKEŞ – Şimdi bakınız Tabib Odaları var. Her tabibin, Tabib Odalarına üye olması mecburîdir. Hâlen memleketimizde var bu sistem. Ticaret Odaları var. Bütün ticaretle meşgul olanların Ticaret Odalarına üye olması mecburîdir. Sanayi Odaları…

İPEKÇİ – Meslekî kuruluşlarla sendikalar arasında bir fark yok mu?
TÜRKEŞ – Değil. Birbirine çok yakındır.

İPEKÇİ – Yâni sizce hür sendikacılık ilkesine aykırı sayılmaz mı?

TÜRKEŞ – Hayır. Değildir. Bugün bakınız meselâ yapı işlerinde 60 binin üzerinde yapı işçisi açıktadır. Sendikasızlık. Hattâ bu yaz aylarında 60 bini de aşıyor bunlar ve ortadadırlar, sahipsizdirler. Yapı esnasında sakatlanıyorlar, hastalanıyorlar, hattâ ölüyorlar. Sahipsiz kalıyorlar. Hiç bir yardım alamıyorlar. Bu da sendikaya girmeyişlerindendir. Halbuki mecburî sendika üyesi olma durumu olsaydı bunların hepsi sendikaya dahil bulunacaklardı. Ve iş kazâlarına karşı her çeşit ihtiyaca karşı teminat altına alınmış olacaklardı. Bütün bunları düşünerek biz bu görüşü savunuyoruz.

İPEKÇİ – Şöyle bir tehlike olmaz mı efendim? Sendika, işverenle tıpkı bir sarı sendika gibi ilişki kurduğu takdirde işçiler başka bir sendikaya katılmak imkânından mahrum bulunacaklarına göre, sizin önlemeye çalıştığınız mahzur bu defa daha kuvvetli bir şekilde ortaya çıkmaz mı?

TÜRKEŞ – Evet, yâni Sendika Yönetim Kurulu, işveren sendikasiyle anlaşırsa. O zaman işçiler onu değiştirebilir, atabilir. Nasıl olsa seçimle geliyorlar, seçimle seçiyorlar kendilerini.

İPEKÇİ – Sarı sendika için de öyle düşünülebilir ama. Sarı sendika yöneticileri de işçiler tarafından görevinden uzaklaştırılabilir.

TÜRKEŞ – İyi ama işte o bölünmeye sebep oluyor. İşçinin onu anlaması güç oluyor. Adam para veriyor, beş on kişiyi çıkarıyor ortaya ona bir sendika kurduruyor, iki sendika kurduruyor. Burada tek sendika olacaktır. Sendika Yönetim Kurulunun İşveren Sendikalarla anlaşabilmesi pek uzak bir ihtimal. Çünkü Yönetim Kurulunda hepsi işçilerden meydana gelen kişiler olacaktır. Seçimle geleceklerdir. Biz bunu çok uzak bir ihtimal olarak görüyoruz.

KOMANDOLAR

İPEKÇİ – Efendim bir de tartışması çok yapılmış <<Komandolar>> meselesi vardı. benim bildiğim kadarı ile siz komandoları, gençliği kötü alışkanlıklardan uzak tutmak, iyi yetiştirmek amacıyla kurduğunuzu belirtiyorsunuz. Gerekten de bu amaçla bakıldığında bir sakınca görülmemek lâzım. Ancak bu örgütlenme bir siyasî partiyle ilgili olduğu zaman, bu örgüt bir siyasî parti tarafından yönetildiği zaman sade gençliği kötü alışkanlıklardan uzak tutup, iyi eğitmek, iyi yetiştirmek amacıyla kalmıyor, bir siyasî parti ile birlikte çalışan, aktif bir gençlik örgütü halini alıyor. O zaman da o iddialar ortaya atılabiliyor. Bu husustaki düşünceniz?

TÜRKEŞ – Efendim şimdi bütün siyasî partiler, her memlekette meşru baskı gruplarını ele geçirmeye çalışırlar. Bu meşru baskı gruplariyle çeşitli zinde kuvvet teşekkülleriyle işbirliği yaparak iktidara giden yolu kendilerine açmaya çalışırlar. Milliyetçi Hareket Partisine gelinceye kadar diğer siyasî partilerin geçmiş yıllarda gayet aktif gençlik organizasyonları olmuştur. Bunlar büyük sokak hareketleri yapmışlardır. Yâni gençlik örgütlenmesinde Milliyetçi Hareket Partisi bu işi ilk yapmış olan bir parti değildir. Her parti onu yapıyor ve yapmaya çalışıyor ve yapmak da istiyor. Yalnız onlar bu örgütlenmeyi yaparken sadece gençlerin kendi siyasî günlük amaçlarını bir hizmet vasıtası olarak kullanmayı düşünmüşlerdir. Bunun ilerisinde gençleri gelecek içim daha kuvvetli, daha kültürlü, daha uyanık ve memleket idaresinde sorumluluklarını başariyle yüklenecek bir duruma getirmeyi düşünmemişlerdir. Kısa hedefli kendi şeyleri için düşünmüşlerdir. Bugün de var teşkilâtları. Bizim kadar müessir teşkilât yapamıyorlarsa tabii o onların kendi bünyelerinde aramaları icabeden bir noksanlıklarıdır. Biz de diğer siyasî partiler gibi gençlik örgütleri yaptık, yapıyoruz. Bunda çeşitli maksadımız var; bir defa gençler çoğunlukla biliyorsunuz kahvelerde, oyun salonları, langırt salonlarında, diskoteklerde, efendim kumarhanelerde, birçok yerlerde kötü alışkanlıklara mâruz kalıyorlar. Bunları önlemek, onlara kültürlerini arttıracak eğitimler vermek, bir de bedenlerini geliştirecek spor yaptırmak, spor hareketleri yaptırmak ve bu arada bir de onları memlekette yayılma istidadı gösteren komünist faaliyetlerine, komünist fikir hareketlerine karşı teşkilâtlandırmak, uyandırmak maksadını güdüyoruz. Bununla beraber bunları tatil zamanlarında köylere göndermek, memleketi kendilerine tanıtmak ve köylüye yardımcı olmaya alıştırmak için de çalışıyoruz, bunları da yapıyoruz. Ve bu arada tabii ki bunların varlığını partimizin iktidar istikametindeki çalışmalarında faydalı olmak için de kullanmayı düşünüyoruz!..

İPEKÇİ – Ne gibi?

TÜRKEŞ – Meselâ köylere göndereceğiz, kasabalara göndereceğiz. Aynı zamanda bunlar bizim ideolojimizin, bizim fikriyatımızın, programımızın propagandasını, tanıtılmasını yapacaklardır.

YARIN: KOMANDOLAR NE YAPAR, NE YAPMAZ – MUHAMMEDÎ DÜZEN – HACI ALİ DEMİREL’in OYUNU



Milliyet, 5 Kasım 1969.

TÜRKEŞ NE DİYOR?

* Anti semitizm (Yahudi aleyhtarlığı), ırkçılık, kaba kuvvet ve zorbalık hareketleri bizim tasvip ettiğimiz şeyler değildir.

* Erbakan’ın görüşleri ile bizim görüşlerimiz arasında paralellik yoktur. Aslında Erbakan ve arkadaşlarının arkasında AP vardır, Hacı Ali Demirel vardır. Bu, Süleyman Demirel’in hazırladığı bir danışıklı dövüştür. Maksatları MHP’yi sabote etmektir.

Genel Yönetmenimiz Abdi İpekçi, seçim sonuçlarını ve önümüzdeki 4 yılın sorunlarını parti genel başkanlarıyla tartışmıştır. Aşağıdaki yazıda Türkeşle yapılan konuşmanın ikinci bölümünü bulacaksınız.

İPEKÇİ – Efendim basına geçen birkaç olay oldu. Komando birlikleri farzedilen grupların, meselâ diskotek gibi yerleri bastıkları, oradaki halkı zorla dışarı çıkardıklarına dair haberler yayınlandı. Bu ve buna benzer olaylara bakanlar, işte bu komando birlikleri Nazilerin kullandıkları, bilmem faşistlerin kullandıkları gruplara benzer dediler. Böyle bir yakıştırma yapıldı. Bu hususta ne düşünüyorsunuz?

TÜRKEŞ – Bu olayların bizim gençlik teşkilâtımızla hiç bir ilgisi yoktur. Biz bunları titizlikle takip ediyoruz. Ve derhal neticesini alıyoruz. Geçenlerde gazetelerde aynı şeyleri ben de okudum. Tahkik ettirdim, bir de bir iki vak’anın arkasında şunu gördük ki, bunları yapanalar Adalet Partili gençlik kollarından bazı gençler. İşlerine geliyor, Milliyetçi Hareket Partisinin komandoları diyorlar. Veyahut bizim gençlerin arasına bazı sızmalar oluyor. Meselâ geçende, İstanbul Taksim mitingi yaptığımız gün mitingten sonra ben Park Otel’deydim. Bana bir haber geldi. 40 – 50 kadar genç Burla Biraderlerin önüne gitmişler ve orada <<Kahrolsun Yahudiler>>, işte şöyledir, böyledir falan Masonlar vesaire bağırmışlar, çağırmışlar. Ben bunu duyar duymaz derhal oraya üç kişilik bir ekip gönderdim ve tahkikat yaptırdım. Bunlara bunu yapmalarını kim söyledi? Kim teşvik etti? Kim emir verdi? Ve yapanları derhal toplattım. Tahkik ettim. Bunların derhal parti ile, gençlik örgütleriyle ilişkilerini kestirdim ve kovdum kendilerini partiden. Çünkü partimizin böyle bir şeyi yoktur. Böyle bir şeyi tasvip etmeyiz, kabul etmeyiz.

İPEKÇİ - <<Böyle bir şeyi>> derken neyi kastediyorsunuz efendim? Anti semitik…

TÜRKEŞ – Anti semitik, efendime söyleyim, ırkçı veyahut böyle diskotek basmak, bilmem kanun dışı hareketler yapmak, yâni kaba kuvvet ve zorbalık hareketleri bizim tasvip ettiğimiz şeyler değildir. Bunlar bir takım sızmalarla, maksatlı olarak kışkırtmalar yapılıyor. Bizim gelişmelerimizi baltalamak için. Ve bize kötü şeyler yapıştırmak için. Çünkü bizim çizdiğimiz yol başkadır. Bizim çizdiğimiz yol, Türk milliyetçiliği yoludur. Sosyal adaletçilik efendim, halkın uyandırılmasını, kalkındırılmasını sağlayacak yüzde yüz yerli, millî bir görüştür.

İPEKÇİ – Yâni komando denen gençlik gruplarında bunun propagandası için…

TÜRKEŞ – Bunun propagandası için ve gençlerin komünist propagandaların esiri olmaması, onların eline geçmemeleri için çalışıyoruz. Kendi kontrolümüze almak istiyoruz. Bunda bir çok faydalar görüyoruz. Bir defa bunlar üç beş sene sonra memleketin aydınları olacaklar. Doktoru olacak, avukatı olacak, hâkimi olacak, kaymakamı olacak. Bizim fikriyatımızla yetişmiş genç kaymakam olacak, doktor olacak. Bu bizim iktidarımızı da sağlam adımlarla bize temin etmiş olur. Bu düşünce ile hareket ediyoruz.

İPEKÇİ – Efendim <<Komando>> meselesinde son bir noktaya değinmek istiyorum. Dedikodusu yapılan bir başka husus olması itibariyle, deniyor ki bu komando hazırlık kampları büyük malî imkânlara bağlıdır. Oysa Milliyetçi Hareket Partisi’nin malî kaynakları bellidir, sınırlıdır. Gözüken malî kaynaklarıdır. Dolayısiyle bunun finansmanının nasıl sağlandığı şüphelidir. Ve bunun üzerine bir takım iddia ortaya atılıyor. Bu husus…

TÜRKEŞ – Efendim bunların hepsi yalandır. Veyahut hayâli şeylerdir, yakıştırma şeylerdir. Milliyetçi Hareket, çeşitli sabotajlara karşı karşıya bulunuyor. Biraz sonra onlar hakkında size daha tafsilâtlı bilgi vereceğim. Elimde taze dökümanlar da var. Şimdi seçimler sırasındaydı. Genç bir arkadaş geldi partiye. Genel Sekreterimize dedi ki: <<Bu partiye girmek istiyorum. Sizim programınızı beğeniyorum ve çalışmak istiyorum, hizmet etmek istiyorum>> falan dedi. Ve arkadaşlarımız da kaydettiler kendilerini. Kaydettiler, çalışmaya başladı. Hatta liste doldurmak bakımından İzmir listemize de zannediyorum 17. aday olarak ismini de koydular, kendisinin arzusu ve muvafakatiyle… Sonra, seçime öyle zannediyorum ki beş gün kala istifa etti ve bir basın toplantısı yaptı. <<Komandolar 350 lira maaş alıyor ayda>> şöyledir, böyledir. <<Ben bu partiyi kendi şeyime uygun bulmadığım için istifa ettim>> falan dedi. Sonra tetkik ettik. Duyduğumuz doğru ise, bunun vazifeli olduğunu, maksatlı olarak partiye girdiğini falan tesbit ettik.

İPEKÇİ – Kimin tarafından vazifelendirilmiş efendim?

TÜRKEŞ – Tam tevsik edemedim amma, yâni bazı çevreler… Şimdi tevsik edemediğim için açıklamak da istemiyorum şeyini, Bunun gibi… Biz bu gençlik kamplarını, komando kampları dediğimiz kampları şu şekilde finanse ediyoruz: Hangi bölgede açılacak ise, ki bunu o bölgedeki teşkilâtımız talep ediyor, o bölgede daha önce bir komando hazırlık komitesi kuruluyor. Bu komite bu kampın yerini tespit ediyor. Ondan sonra kampta bulunacak olan gençlerin sayısını tesbit ediyor ve bunların ihtiyaçlarını tesbit ettikten sonra bu ihtiyaçların tedarikine geçiliyor. Ekseriya ihtiyaçları aynî olarak temin ediyoruz. Halktan yardım olarak alıyoruz. Partililerden, partimizi sevenlerden erzak olarak bulgur, un, yağ, et, sebze vesaire olarak tedarik ediyoruz. Bazıları para olarak yardım ediyorlar. Bu şekilde kampları açıyoruz ve devam ettiriyoruz. Kaide olarak üçer haftalıktır kamplar. 21 gün sürer efendim. O halde de hesaplayıp temin ediyoruz. Yoksa o zannedildiği gibi her komandoya şu kadar lira para, şu kadar milyon lira eder falan filân. Öyle bir şey değil. Halktan isteniyor. Para vermekten ziyade böyle erzakla aynî yardım yapmak daha kolayına geliyor halkın. Bir buluştur bu, bir arkadaşımız buldu. Biraz bulgur verin, biraz un verin, yardım edin deyince daha kolay çıkarıyor evinden beş kilo bulgur, üç kilo un veriyor. Bu şekilde kamplar olup gidiyor. Bizim gençlerimiz de feragatlidir. Yâni şeye bakmıyorlar…

İPEKÇİ – Onlara para vermek diye bir şey sözkonusu değildir.
TÜRKEŞ – Hayır, hayır.

İPEKÇİ – Efendim bir de son zamanlarda yine yankılar uyandıran bir sözünüz oldu. Radyo konuşmaları arasındaydı. Bu <<Muhammedî düzen>> meselesi. O sözünüzle…
TÜRKEŞ – Onu ben söylemedim. Ahmet Er söyledi…

İPEKÇİ – Neyse, yâni partinizin ileri gelenlerinden birinin sözüydü. Siz bu sözle önce mutabık mısınız, zaman onu…

TÜRKEŞ – Efendim şimdi Ahmet beyin asıl demek istediği yâni memleket halkının yüzde 98’i müslümandır. Ve din sosyal bir müessesedir. Her cemiyette önemli yeri olan sosyal bir müessesedir. Binaenaleyh memleketimizin şartlarına göre, bunu da, bu sosyal müesseseyi de dikkate almak ve cemiyetimizin kalkınması için bu sosyal müessesenin fonksiyonlarını da iyi tanzim etmek, ayarlamak lâzımdır. Bunu halka daha sempatik ve halkın anlayacağı şekilde anlatmak için Ahmet Bey <<Muhammedî düzen>> diye ifade etmiştir.

İPEKÇİ – Evet. Tabiî o söz sizin açıklamanızı hatırlatmıyor derhal. Yâni din esasına dayanan bir düzen şeklinde anlaşılıyor. Zannedersem yakıştırmalar ve dedikodular bundan dolayı çıktı. Ve ayrıca şu noktaya gelmek istiyordum burada; Necmettin Erbakan yeni bir aday olarak çıktı, milletvekili oldu ve Meclise geldi. Bu vesileyle siyasî, ekonomik ve dinî konulardaki görüşlerini açıkladı. Bu açıklamalarla Milliyetçi Hareket Partisinin görüşleri arasında benzerlik olduğu intibaı uyandı. Hattâ yanılmıyorsam, Erbakan’ın da Milliyetçi Hareket Partisine katılması konusunda kendi çevresinden bazı teklifler, telkinler, tavsiyeler de yapılmış, gazete haberlerinden öğrendiklerimi naklediyorum. Yâni Erbakan’ın görüşleri konusunda ne düşünüyorsunuz?

TÜRKEŞ – Efendim, Erbakan’ın görüşleriyle bizim görüşlerimiz arasında bir paralellik yoktur. Erbakan ve kendisiyle beraber ortaya çıkan bağımsızlar bu seçimlerde en çok bize zararlı olmuşlardır.

İPEKÇİ – Bu aslında benzerliğin bir neticesi sayılamaz mı?

TÜRKEŞ – Benzerliğin netice değildir. Başka sebepler vardır. Bize zararlı olmuşlardır. Bağımsızların hareketleri, halk içinde çeşitli şeylere sebebiyet vermiştir. Benim kanaatim odur ki, Erbakan ve arkadaşlarının hareketlerinin arkasında yine Adalet Partisi vardır.

İPEKÇİ – Danışıklı bir döğüş mü demek istiyorsunuz?

TÜRKEŞ – O kadar açıklamayı yapacak durumda değilim, bilgi sahibi değilim. Yâni benim görüşümdür. Çünkü geçen sene de yine sayın Erbakan bir “Anadolu Partisi” kurma teşebbüsünde bulunmuştu. Fakat bu teşebbüsünde kendisini finanse eden ve kendisiyle birlikte hareket eden Hacı Ali Demirel’di. Hacı Ali Demirel’le bu işe girişmişlerdi. Takdir buyurursunuz ki, Hacı Ali Demirel’in sayın Süleyman Demirel’in haberi olmaksızın bir şey yapması düşünülemez. Hattâ Süleyman Demirel’in Genel Başkanı bulunduğu bir partiye rakip olacak bir partiyi samimiyetle kurmak, geliştirmek isteyeceği de düşünülemez. Bu son durumda da sayın Erbakan’ın bağımsız aday oluşu ve diğer arkadaşlarını her tarafta bağımsız aday olarak ortaya sürmeleri olayında da Hacı Ali Demirel’le sıkı irtibat halinde bulundukları tesbit olunmuştur. Hacı Ali Demirel’in müessesesinde son aylarda öğretmenlik hizmetlerini, görevlerini yapmadığı halde milletvekili seçildikten sonra da Hacı Ali Demirel’in yanına giderek çeklerini imzalayıp aldığını da tesbit etmiş bulunuyoruz.

İPEKÇİ – Tevsik edebilir misiniz bunları efendim?

TÜRKEŞ – Elimizde vesika yok. Fakat kuvvetli yerlerden bize bunu arkadaşlarımız bildirmişlerdir. Bu da gösteriyor ki, Erbakan hareket ederken Hacı Ali Demirel’le irtibatı hiç bir zaman kesilmemiştir, kopmamıştır. Biz bu davranışta milliyetçi cepheyi mukaddesatçılık görüşüyle parçalama, vurma taktiği gördük. Ve hakikaten gerek Konya’da olsun, gerek İstanbul’da, gerek Ordu’da efendim, Kastamonu’da, Çankırı’da, Ankara’da, Adana’da daha bir çok yerlerde bizim milletvekillerimiz çok az oylarla seçilememişlerdir ve bunda da bağımsızların rolü olmuştur. Bir çok yerlerde bu bağımsızların bize karşı hareket ettiklerini de tesbit ettik.

İPEKÇİ – Affedersiniz, bu bağımsızlar Erbakan’la beraber…

TÜRKEŞ – Erbakan’la irtibatlı olanlar. Evet… Ankara’daki meselâ o gruptan olan bağımsız milletvekili adayı, Milliyetçi Hareket Partisini tutanlara, <<Bu partiye oy verin, anlıyorum sizi, partiyi seviyorsunuz. Ben de bu partiyi tutuyorum. Onlara vereceğiniz oyların yanında benim puslamı da koyarsanız ben de oy almış olurum. Bunun hiç bir mahzuru yoktur.>> şeklinde propaganda yapmış olduğunu haber almış durumdayız. Ve Ankara’dan dört bin oyumuz bu şekilde iptal edilmiştir. Bizim oy pusulamızın çıktığı zarfta, bağımsız adayın da matbu puslası çıkmıştır. Bu yüzden dört bin oyumuz muteber sayılmamıştır.

Bizim görüşlerimiz <<Dokuz Işık>> görüşüyle ortaya koyduğumuz görüşlerdir. Biz yüzde 98’i müslüman olan Türk halkının dinine saygılı ve din müessesesinin de cemiyet içinde daima dikkatle gözönünde bulundurulması icabeden sosyal bir müessese olarak gören ve ilmî şekilde bunun da fonksiyonunu kabul eden bir görüşün sahibiyiz.

İPEKÇİ – Bugün böyle bir durum yok mu?

TÜRKEŞ – Ama lâikliği, lâiklik prensibini devletimizin ayrılmaz bir unsuru olarak görürüz. Lâikliğin terkedilmesi konusunda bir görüşümüz yoktur.

İPEKÇİ – Sizce bugün dine saygı yok mu?

TÜRKEŞ – Efendim, bugün dine bazan saygısızlık vardır. Çok ahvalde de istismar vardır. Din istismarı vardır. Ve uzun süreden beri de ihmal vardır. Çeşitli memleketleri, çeşitli milletleri görmüşsünüzdür. Her milletin bir dini vardır, dinî müesseseleri vardır. Onların cemiyet içinde fonksiyonları vardır. Türkiye’de bu ihmal edilmiştir.

İPEKÇİ – Ne yapmak lâzım gelir meselâ sizce?

TÜRKEŞ – Bir def’a aydın din adamları yetiştirmek lâzımdır. Aydın din adamları yetiştirmek ve öğretmenle imamı, din adamlariyle diğer sahalardaki aydınları birbiriyle yaklaştırmak, birleştirmek lâzımdır. Biri diğerine böyle başka gözle bakan zıd, hasım duygular içinde bulunan zümreler halinde olmaları, memleket içim faydalı değildir. Köylünün, halkın kalkınması için her ikisinin de birbirine yakın, birbiriyle anlaşmış ve elele faaliyete geçmiş hale getirilmesi lâzım.

İPEKÇİ – Nasıl olabilir efendim?

TÜRKEŞ – Bu da eğitimle olur. Gerek köy imamlarının, din adamlarımızın, gerek öğretmenlerimizin iyi eğitilmesi ve bu konuda bir işbirliğine doğru götürülmesiyle olur. Çünkü halk dinine bağlıdır. Din adamlarının sözlerini daha çok itimatla dinler, kabul eder. Memleketimizin bir çok dâvalarının çözümlenmesinde din adamlarımızı memleket meselelerinde de aydınlatırsak ve diğer aydınlarımızı da din konularında da aydınlatırsak ve halka yaklaştırırsak memleketimizin kalkınması daha kolay olur. Ve halkla aydın birbirine yakınlaşmış olur. Bugün aydınla halk ayrıdır. Birbirlerine karşı güvensizdirler. Bir ayrılık vardır.

İPEKÇİ – Din bu ayrılığı kaldırabilir mi?
TÜRKEŞ – Bir ölçüde kaldırır ve yaklaştırır.

YARIN: İHTİLAL ÜZERİNDE DÜŞÜNCELER ve MHP’ye YAPILAN SABOTAJLAR



Milliyet, 6 Kasım 1969.

SEÇİMLERDEN SONRA TÜRKEŞ DİYOR Kİ:

* İHTİLÂL KOLAY İŞ DEĞİLDİR. İhtilâli yapacak çok iyi yetişmiş kadrolar lâzımdır. 27 Mayıs’ta bunun acısını yakından gördüm. Onun için şimdi rastgele ihtilâl heveslisi olmayı uygun görmüyorum.

* ADALET PARTİSİ ve NURCULAR SEÇİMLERDE MHP’yi SABOTE ETTİLER. Sahte teypler doldurmuşlar. Güya ben konuşmuşum gibi, “Ben Alparslan Türkeş, Menderes’i astırdım, oğlunu da astıracağım. Ezanı Türkçeye çevireceğim, camileri kapatacağım, ibadeti yasak edeceğim>> şeklinde teypler…

Genel Yönetmenimiz Abdi İpekçi, seçim sonuçlarını ve önümüzdeki 4 yılın sorunlarını parti genel başkanlarıyla tartışmıştır. Aşağıdaki yazıda Türkeşle yapılan konuşmanın son bölümünü bulacaksınız.

İPEKÇİ – Efendim, Türkiye İşçi Partisinin bu seçimlerde bir miktar gerilemesi ve parlâmentoya çok az sayıda milletvekili sokabilmesi, ayrıca Adalet Partisinin yine çoğunluğu kazanması, aydın sosyalist çevrelerde yeni bir fikrin doğmasına yol açtı. Denir ki Türkiyede hiç bir zaman ilerici partiler seçimle işbaşına gelemiyecekler. Parlâmenter düzende seçimlerle sosyalist bir partinin iktidara gelmesi mümkün değildir. Şimdi bunun bir paralelini Milliyetçi Hareket Partisi için düşünmek mümkün müdür veyahut düşünür müsünüz? Yani siz de seçim sonuçları itibariyle kısa vâdede iktidara gelebilecek bir kadroya sahip olamadınız parlâmentoda. Bu sizde aynı ümitsizliği, yani parlâmenter rejime, seçime karşı benzer bir ümitsizlik yaratıyor mu?

TÜRKEŞ – Hayır. Biz kendi genç kadromuzu geliştirmeden iktidar olmayı istemiyoruz. Bugün mevcut olan kadromuzla düşündüklerimizin memlekette başarılmasını çok güç görüyoruz. Türkiyenin büyük problemleri var. Ve bu büyük problemler, büyük reformlar, büyük hamleler istiyor. Bunları yapabilmek için de idealist, reformcu bir kadro lâzımdır. 27 Mayısın bir çok sahalarda başarısızlığının sebebi de böyle idealist reformcu sivil bir kadroya sahip olamayışı idi. Biz bugün iktidar olsak, bu kadroya sahip olmadıkça mevcut kadronun görüşüne, kapasitesine tâbi olmak, boyun eğmek durumunda kalırız. Bu bakımdan kendi kadromuzu yetiştirmeden iktidar olmak hususunda acelemiz yoktur. İkincisi, bizim görüşümüze göre sosyal olaylar, sosyal gelişme bilhassa Türk milletinin bünyesi icabı, Türk milletinin sosyal yönden gelişmesi, çabuk olmaz, hızlı olmaz. Evvelâ çok yavaş olur. Fakat zamanla kadrolar teşekkül ettikçe birdenbire hızlanır. O zaman da aklın almıyacağı kadar hızlanır. Onun için biz bugünkü neticeden, bu yavaş gelişmeden ümitsizliğe düşmedik, ümitsiz değiliz. Bizim durumumuzu söylüyorum. Bizde bir gelişme vardır. Ama bu gelişme yavaş bir gelişmedir. Fakat bir gelişmedir, bunu da tabiî görüyoruz. Bu yavaş yavaş gelişecektir. Ama kadrolar teşekkül ettikçe hızlanacaktır. O zaman zaten düşündüğümüz şeyler olacaktır. Milletin arzusuyla, rızasiyle iktidar olacağız ve düşündüklerimizi yapacağız.

İPEKÇİ – Efendim 27 Mayısta sizi herkes köklü reformlar yapmak üzere iktidara gelen bir grubun lideri olarak tanımıştı. Bu ifadeleriniz o günkü görüşlerinizi strateji bakımından diyelim, değiştirdiğiniz anlamına gelebilir mi?

TÜRKEŞ – Efendim, şimdi tabiî şartlar insanların kararlarını da değiştirmeyi icap ettirir. İnsan değişen şartlar karşısında hep aynı karar üzerinde inad ederse muvaffak olamaz. 27 Mayısın şartları başkaydı. O gün memlekette başka bir hava esiyordu. Bilhassa ilk aylarda 27 Mayıs Türk milleti tarafından büyük bir şevkle, heyecanla karşılanmıştı, tasviple karşılanmıştı. Temas ettiğimiz çevreler <<ne iyi ettiniz>> diyorlardı, <<gitmeyiniz>> diyorlardı. <<Şu şu dertler var, şu şu meseleler var. Bunları da çözünüz, hallediniz>> diyorlardı. Onun için o günkü şartlar içinde biz, arkadaşlarımla ben, köklü reformlar yapmak istiyorduk. Onun için seçime gitmekte acele edilmesi taraftarı değildik. İstiyorduk ki Millî Birlik Komitesi, memleketin iktidarını bir süre elinde bulundursun ve memleketin muhtaç olduğunu düşündüğümüz teşkilâtlanmaları yapsın. Ondan sonra memleketi yeni bir seçim için, demokratik düzen için hazır hale getirdikten sonra kademe kademe memleketi demokratik sisteme götürsün. Fakat bu hususta bildiğiniz gibi arkadaşlarımız arasında fikir ayrılıkları belirdi ve biz yurt dışına gönderildik o zaman. Öyle oldu. Sonra memlekete döndük. Bu defa da baktık ki, memlekette ihtilâl heveslileri çoğalmış. Herkes kendi kapasitesine, kendi durumuna bakmadan efendim hergün bir ihtilâl oyunu oynamak şeyi var. Tabiî bunu da memleket için zararlı gördük. Çünkü bir milletin kalkınması herşeyden evvel istikrara bağlıdır. Sükûnet ister, nizam ister. Neyse o devreler geçti.

İPEKÇİ – Geçti mi acaba?
TÜRKEŞ – Ordu dışında ihtilâl havası estirmek isteyenler oluyor. Görüyoruz zaman zaman yazılanları, söylenenleri görüyoruz.

İPEKÇİ – Nasıl karşılıyorsunuz efendim?

TÜRKEŞ – Efendim, olumlu karşılamıyorum. Çünkü herşeyden evvel memleketin şartlarını dikkate almak lâzım. İhtilâl kolay iş değildir. İhtilâli yapacak kadrolar lâzımdır. Çok iyi yetişmiş kadrolara ihtiyaç vardır. 27 Mayısta bunun acısını yakından gördüm. İçinde bulundum. Bir çok şeylerle karşılaştım. O konudaki hâtıralarımızı, tecrübelerimizi henüz yazmış değiliz. İlerde inşallah yazacağız bunları. Çok enteresan şeyler ortaya koyacağız. Herkes okuduğu zaman şaşacaktır. Bunlar çok iyi yetişmiş, kültürlü, kapasiteli kadrolar ister. O kadrolar olmadıkça başarı sağlamaz. Bakınız meselâ İstiklâl Savaşı. Bir ihtilâldir aynı zamanda. Ama ona göre bir kadrosu vardı. O kadro onu başarıya götürdü. Ona rağmen bir çok aksaklıklar oldu, bir çok acılar, bir çok ızdıraplar oldu. Hâlâ devam ediyor hikâyeleri, sürüp gidiyor. Onun için böyle rastgele ihtilâl heveslisi olmayı uygun görmüyorum.

İPEKÇİ – Efendim 27 Mayısta sizinle beraber olan, daima sizin yanınızda görmeye alıştığımız ve partide de yanınızda görmeye alıştığımız bâzı arkadaşlarınız partiden ayrıldılar ve bunların ayrılış sebepleri gerçek olarak bilinemedi. Bunu açıklayabilir misiniz?

TÜRKEŞ – Efendim, arkadaşlarımızın bir kısmı partiden ayrıldı, bir kısmı ayrılmadı partidedirler. Ayrılmalarının sebebi biraz da özeldir. Partimiz büyük müşküllerle, yokluklarla mücadele veriyor. Devlet bütçesinden yardım almadık biliyorsunuz, alamıyoruz. Ve bir partinin büyük masrafları vardır. Bunları temin etmek, gelir bulmak bir meseledir. Arkadaşlarımız milletvekili olmadıkları için de sadece emekli maaşlariyle geçinme durumuyla karşı karşıya kalmışlardır. Ailevî bir takım meseleleri vardır. Onun için iş kurmak, iş yapmak ihtiyaciyle karşılaşmışlardır. Birçoklarının ayrılmalarının sebebi bunlardır.

İPEKÇİ – Ama bu aktif bir görevden ayrılmak için tabiî de, üye olarak kalmalarına mâni var mıydı?

TÜRKEŞ – Bâzı sebepler vardı. Üye olmaları da mahzurlu.. Çünkü memleketimizde şiddetli bir partizanlık vardır. Her ne kadar iktidarlar hukuk düzeninden, şurdan burdan bahsediyorlar ama, bir odacının tayinine varıncaya kadar partizanlık hüküm sürüyor memlekette. O bakımdan arkadaşlarımızın ayrılmaları zaruret olmuştur.

İPEKÇİ – Efendim, bu önümüzdeki dört yılı nasıl görüyorsunuz ve bu dört yıl içerisinde parlâmentoda Milliyetçi Hareket Partisi olarak tek başına yürütmek zorunda kaldığınız mücadeleyi nasıl yürütebileceksiniz?

TÜRKEŞ – Tek başıma, bir milletvekili sıfatıyle İçtüzüğün, Anayasa’nın verdiği hakları kullanarak yürüteceğim.

İPEKÇİ – Aslında bu haklar çok sınırlı..

TÜRKEŞ – Sınırlıdır. Grubu olmıyanlar için bu haklar çok sınırlıdır. Elimizde sözlü soru müessesesi var. Yazılı soru var. Meclis araştırması var. Gensoru var. Bunu her zaman kullanabiliriz. Kanun teklifleri de yapabiliriz ama tabiî onlar şey etmez. Meselâ geçen dönemde yaptığımız teklifler var ki hepsi bizden geldiği için reddedilmiştir. Biz meselâ geçen dönemde Meclise genel ve şümullü bir af teklifi getirdik, bir kanun tasarısı getirdik. Ve bu reddedildi. Genel heyete de getirdik teklifi, fakat orada daha müzakere edilmeden reddedildi, görüşülmesi kabul edilmedi. Halbuki seçime giderken her iki partinin de programında yer aldı af konusu.

İPEKÇİ – Efendim Adalet Partisinin önümüzdeki dört yıllık iktidarını nasıl görüyorsunuz?

TÜRKEŞ – Adalet Partisi iktidarı daima âciz bir iktidar olmuştur, beceriksiz, âciz, liyakatsiz bir iktidar olmuştur. Üstelik de çok ayağı yerden kesik, çok kendini beğenmiş bir iktidar. İstişare, işbirliği, nezaket kaidelerine riayetkâr olmak, başkalarının hakkına da saygılı olmak, çünki demokrasi demek müsamaha rejini demektir, uzlaşma rejimi demektir, bunlarda da o yok. Hem çok âcizdirler, korkak, beceriksizdirler, çekingendirler. Hem de bu tarafları da var. Hiç olmazsa daha mütevazı, anlayışlı, hoşgörür, mes’uliyetlerde ve fikirlerde paylaşma, danışma, konuşma yoluna gitseler daha iyi olur. Çünki memleket hepimizindir. Kendilerine her parti az çok yardımcı olur. Çok acı tenkitlerde bulunalar dahi onlar dahi bir yardımdır. Halbuki o yola gitmiyorlar ve kendileri de bildiğiniz gibi çok beceriksiz bir iktidar olmuşlardır. Bu dört yılda da fazla bir şey başaracaklarını tahmin etmiyorum. Başarmalarını temenni ediyorum, samimi olarak. Çünki boşa geçmesini istemiyoruz dört yılın. Memleketimizin iyiye gitmesini istiyoruz. Fakat geçmişe bakarak bundan sonra da büyük neticeler sağlayacaklarını sanmıyorum. Seçimlerde de hareketleri çok kanunsuz olmuştur. Ve ahlâk dışı olmuştur.

İPEKÇİ – Ne gibi efendim?

TÜRKEŞ – Efendim bir defa yalana başvurmuşlardır. Ve rakiplerinin şerefleri, haysiyetleri aleyhinde çok çirkin iftiralara başvurmuşlardır. Ayrıca halk üzerinde baskı yoluna gitmişlerdir. Meselâ bir köye su gelecek, seçimden bir gün önce kamyonlarla su boruları getirilmiş, indirilmiştir köye. Ve köylüye denmiştir ki, yarın sandıktan çıkacak oylara göre ya borular döşenecek köylünüze su akacak, veya tekrar borular yüklenecek kamyonlara geri götürülecek.

İPEKÇİ – Mahal zikredebilir misiniz?
TÜRKEŞ – Mahal filan var bizde, hepsi var bunların.

İPEKÇİ – Onları açıklayabilir misiniz?

TÜRKEŞ – Açıklarız. Kastamonu’da olmuştur bu dediğim olay. Başka yerlerde de olmuştur. Meselâ bir kişiyi bir çok sandığa yazdırmışlar ve bir çok sandıkta oy kullandırmışlardır. Bunun böyle müşahhas örneği Manisa’da olmuştur, Akhisar’da olmuştur. Ve Yüksek Seçim Kuruluna da biz bunları bildirdik. Yüksek Seçim Kurulu bize verdiği cevapta, bunların seçim suçlarını teşkil ettiği için Savcılıklara ihbar ettiğini bildirmiştir. Savcılıklarca bu işlere elkonacağını bildirmiştir. Belki Savcılıklar buna elkoyacak ama, bu vatandaşlar oy kullanmıştır.

İPEKÇİ – Aslında bu sonucun iptalini gerektirmez mi? Mükerrer oy kullanma…

TÜRKEŞ – İşte bilemiyorum yani nereye varacak. Savcılığa emir verilmiş, savcılık bunu takip ediyor. Olmuş bu. Biz vak’a, isim, yer gösterdik. Yüksek Seçim Kuruluna bildirdik. Sonra bilhassa bizimle çok uğraşmışlardır iktidar partisi. Aleyhimizde çok çirkin ve baştan aşağı yalana müstenit propaganda yapmışlardır ve Anayasa’yı ihlâl etmişlerdir. Yaptıkları propaganda şudur; Türkeş kâfirdir, müslüman değildir. Ve bu kâfire oy verirseniz siz de kâfir olursunuz şeklinde propaganda yapılmıştır. Bu mahiyette broşürler Adalet Partisi tarafından bastırılmış ve dağıtılmıştır her tarafta. İttihat diye bir gazete var, orda çıkan bir yazıya bir takım başka şeyler de eklemişlerdir ve bunu Adalet Partisi teşkilâtı dağıtmıştır. Adalet Partisinden böyle vatandaşmış gibi gönderdiğimiz kimseler bunları temin etmişlerdir ve bu durumu da zabıtla tesbit ettik. Bakınız bu da böyle teksir edilerek dağıtılmış vesikalardandır. Şimdi Menderes ve Bayar asılan demişler. Ve İnönü ile Bayar astıran. Benimle Bayar’ın resmi ve asan ile…

İPEKÇİ – Bayar aleyhinde ama sizi de arada…

TÜRKEŞ – Bizim aleyhimizde. Yani bizi hedef tutuyor. Yani Menderes’i astırdığımızı iddia ediyorlar. Burada kâfirliğimiz, İslâmiyet dışına çıktığımız iddia ediliyor efendim. Ve bize oy verildiği takdirde de oy verenlerin de kâfir olacağı iddia ediliyor. Ama bizzat bunu dağıtan Adalet Partisi. Dağıtan, yazdıran.

İPEKÇİ – Nurcular sizin aleyhinizde mi çalıştılar bu seçimlerde?

TÜRKEŞ – Öyle oldu her halde işte bu şeyler. Fakat bunu finanse eden, dağıtan Adalet Partisi ve Hacı Ali Demirel’den dağıldı. Konya’ya yapılan sevkiyat, Niğde’ye yapılan sevkiyat Özel Yükseliş Kolejinden yapıldığını tesbit ettik. Bunları da biz kendimiz burdan vatandaşları Adalet Partisi merkezine göndererek ordan temin ettik, sonra başka şeyler de yapmışlar, sahte teyp doldurmuşlar. Güya ben teype konuşmuşum gibi. <<Ben Alparslan Türkeş, Menderes’i astırdım. Oğlunu da astıracağım. Ezanı Türkçeye çevireceğim, camileri kapatacağım. İbadeti yasak edeceğim, Müslümanlığı yer yüzünden kaldıracağım>> şeklinde teypler. Bunları köy kahvelerinde <<İşte Türkeş bu adamdır. Bakın ne söylüyor. Bu kendi sesidir. Konuşurken aldık.>> diye böyle dolaştırmışlar, dinletmişler.

İPEKÇİ – Konya’da mı oluyor efendim?
TÜRKEŞ – Konya’da, Adana’da. Bilhassa Adana köylerinde olmuş.

İPEKÇİ – Onu da Adalet Partililer mi yaptı?
TÜRKEŞ – Adalet Partililer. Adalet Partisi, bu seçimde bize karşı bize karşı bütün husumeti Adalet Partisi gösterdi.

İPEKÇİ – Efendim rahatsız ettim, vaktinizi aldım, çok teşekkür ederim.
TÜRKEŞ – Estağfurullah, rahatsız olmadım, çok memnun oldum.

* Türkeş’in, seçimler sırasında MHP’yi ve kendisini sabote etmek için dağıtıldığını ileri sürdüğü yayınlardan biri… Yukarıdaki sayfa üç emekli albayın (Enver Atakan, Hicret Özdemir, Rahmi Tuncay) imzasını taşıyan ve AP dışındaki partileri ve yöneticilerini suçlayan bir broşürden alınmıştır. İnönü Menderes’i astıran, Türkeş de asan adamlar olarak tanıtılmakta, Bayar’ın her ikisi ile dostâne pozda çekilmiş fotoğrafları yayınlanmaktadır.



Bugün, Mehmed Şevket Eygi, 4 Kasım 1969.

AÇIKLAMALAR
Bruxelles, 28 Ekim 1969

1- BOZUK NOTALARA DAİR:

On aydanberi gazetemin idaresiyle fiilen ve yakından meşgul olamıyorum. Günlük gazete bir orkestra gibidir. Orkestra şefi olmazsa bazı bozuk notalar, akortsuz sesler tabiatıyla ortaya çıkar. Yerime bıraktığım yardımcı arkadaşlarım, vekillerim elden geldiği kadar gayret gösteriyorlar. Fakat bazen hataen ve istemiyerek falsolar, yanlışlıklar yapılıyor. Bence bunlardan en mühimleri, seçim listeleri hakkında izahat verilirken yapılan yanlışlık ile küçük bir ideoloji partisi lehinde yazılan birkaç satırdır… Bu iki mesele yüzünden hayli dedikodu, gıybet, iftira, hakaret ve tecavüze mâruz kaldık. İşi büyütüp hakkımızda çirkin ve yakışıksız ithamlarda bulunanlar bile oldu… Bu ithamların sahipleri itidalsiz, ölçüsüz, insafsız, muhakemesiz ve merhametsizce hareket ettiklerini anlıyacaklardır.

2- M.H.P. MESELESİ:

Benim rızam ve tasvibim olmadan gazetede bu küçük parti lehinde bir makale basılmıştır. Yazılanlar muharririne aittir. Kendisine bu hususta ihtarda bulunulmuştur.

Bilindiği gibi M.H.P. mevzuundaki yazılara ambargo [neşir yasağı] koymuştum. Bu münasebetle şu hususu da belirtmek isterim. Bazılarımız bu M.H.P.’ye pek fazla ehemmiyet veriyorlar. Nedir bu parti?... Kimdir bunlar?... Nihayet küçük bir siyâsî teşekkül. Ateş olsalar düştükleri yeri yakarlar, o kadar… Her işi bırakıp da bir M.H.P. nevroz’una saplanmak doğru değildir. Seçimlerde tasfiyeye uğrayan bu siyâsî teşekkülün menfi plânda da olsa büyük reklâmını yapmıyalım.

M.H.P. uğrunda bu kadar gürültü koparmağa değmez.

İşleri zıvanadan çıkarmıyalım. Dostlukta da, düşmanlıkta da adalet terazisini düzgün tutalım.

3- BENİ KORKAKLIKLA İTHAM EDENE:

Aleyhimde konuşuyor ve diyormuşsun ki: <<- Korkak!... Kaçtı!... Halbuki hapise girseydi daha iyi olurdu…>>

Hiçbir şeye yanmam da, senin gibi, geceleri hanımından izim almadan abdesthaneye bile gidemiyen bir yüreksizin beni korkaklıkla itham etmesine yanarım…

Şimdi memlekette demokrasi ve hürriyet var ve cırcır böceği gibi ötüyorsun.

27 Mayıs günlerinde, örfî idarenin ortalığa dehşet saçtığı devirlerde, hapishanelerin fikir ve siyâset suçluları ile dolduğu kara günlerde niçin ortalıkta görünmüyordun?... Görünür ve konuşur muydun hiç… O günlerde korkudan dilin tutulmuştu… Namazını bile yorgan altında kılıyordun.

Senin keyfine baktığın o devirlerde bu âciz cezaevlerinde, Balmumcu örfî idare kamplarında misafirlik ediyor; yazıhânesi, evi aranıyor; elleri hırsız ve kaatillerle beraber kelepçeleniyor; örfî idare kumandanlarından küfür işitiyordu…

Söyle bakalım: Nerelerdeydin o günlerde?... Kış uykusunda değil mi?

Şimdi havalar açtı ve cırcır böceği kesildin başımıza…

<<Kaçmışım!...>> Halt etmişsin sen… Ben memlekete dönüp hapse girmek veya şimdilik hicret etmek hususlarından birini nefsimin ve keyfimin arzusiyle seçmedim. Hacta iken ulemâ ve meşâyihin büyüklerine danıştım; onlar <<gelme>> dediler…

Sen âlim ve şeyh olsaydın sana danışırdım. Ama sende o sıfatlar nerde…

Hele bekle biraz, fırtınalı günler olacak. Bakalım o zaman sen ne yapacaksın, biz ne yapacağız?..

Silahların tarrakasından hangi deliğe kaçacaksın?...

Evet hiç bir şeye yanmam, senin o lâfı söylediğine yanarım.

4- HİDDETLİ BİR EFENDİYE

4 Ekim 1969 tarihinde Kadıköy postahânesinden irsal buyurduğunuz lütufnâmeniz (!) vâsıl-ı dest-i âcizânem oldu. İsminizi yazmamışsınız. Hem selâm ediyor, hem de <<münafık>> v.s. kelimelerle sövüp sayıyorsunuz. Selâmınızı aldım, kabul ettim. Ben de size selâm ederim. Fakat küfürleri aynen iade ediyorum.

Mâlum-ı fâdılâneleri, <<kem söz ve kem akça sahibine aittir.>>

Mektubunuzdan anlaşıldığına göre siz kendinizi zamanımızda siyâset ilminin İmam-ı Âzamı zannediyorsunuz… Özür dilerim, bendeniz hanefiyyül-mezhep olduğumdan Ebû Hanife hazretlerine bağlıyım; binaenaleyh zât-ı siyâset-penâhîlerine mürid olamıyacağım. Kendinize başka adamlar arayınız…

<<Masonlardan para alıyormuşum. Gazetemin matbaaya olan borçlarını ödiyemediğim için, basılmamasından korkarak A.P.’yi tutuyormuşum..>> v.s., v.s..

Maşallah siz sadece siyâset dâhisi değil, aynı zamanda keşif sahibi, ehl-i kehânet bir zat imişsiniz… Size bu yaldızlı martavalları hangi ecinniler yutturdu?...

Bana ve âleme ahlâk dersi veren siz nasıl olur da bu prensipleri kendi hal, söz ve hareketlerinizde tatbik etmezsiniz?

Hangi delil ve bürhan ile böyle ağır ithamları savurabiliyorsunuz?

Seçimlerde para almışım!... Mert ve dürüst bir insansanız delil getirin, bürhan getirin; isbat edin.

İsbat ederseniz size Bugün gazetesini hediye edeceğim.

Edemezseniz ne olacaksın?

Yalancı, iftiracı, bühtancı, gıybetçi, dedikoducu bir insan olacaksınız.

İsminizi saklamışsınız… Ne çıkar, Allah biliyor ya. Mahkeme-î Kübrâda yazdığınız mektupla sizden dâvâcı olacağım.

Hakkımı helâl etmiyorum…

Benim vicdanım rahat. Siz kendi halinizi düşünün bakalım…

5- AVRUPA’DAKİ MÜSLÜMAN KARDEŞLERİME:

Belçika’da tanıştığım, aslen Brüksel’li olan, fakat sonradan Hakk’ın hidayetiyle Din-i Mübin-i İslâm’ı kabul eden bir fırıncıdan müthiş bir gerçeği öğrendim:

BELÇİKA’DA PİŞİRİLEN EKMEKLERE YÜZDE YİRMİ NİSBETİNDE DOMUZ YAĞI KARIŞTIRILIYORMUŞ! …

Belçika’da yapılan şey, elbette diğer Batı ülkelerinde, yâni Almanya, Fransa, İsviçre gibi memleketlerde de tatbik ediliyordur.

Bu domuzlu ekmeğe Belçika’da <<Pain amellore>> diyorlar.

Kulaklarıma inanamadım, bir mağazaya gittim, tezgâhtardan yağsız ekmek istedim. Önce <<yok>> dedi, sonra aradı taradı da bir tane buldu.

Domuz yağsız ekmek de pişiriyorlarmış. Fakat çabuk bayatladığı ve az randıman verdiği için çok yapmıyorlarmış.

Bütün kardeşlerime haber veriyorum. Bu adamların her şeyinde domuz vardır. Çok dikkatli olun, ekmek alırken yağsızını alın. Domuzlu margarinleri yemeyin…

Allah cümlemize helâlinden yemek ve içmek nasîb eylesin.

6- FETVAYI BEKLİYORUM:

Bira hakkında muhterem Diyanet İşleri Başkanlığından talep ettiğim fetvâyı sabırsızlıkla bekliyorum.

Bir yanda Allah var, öte yanda yabancı sermâye ve onun azılı adamları…

Diyanet Riyasetimiz elbette celâdet gösterecek, Hakk’ı söylüyecektir.

Allah bize yeter… O ne güzel yardımcıdır…

7- BİR ACEMİ ÇAYLAĞA:

Yazdığın o saçmasapan hezeyannâmeyi okudum. Hem güldüm, hem de acıdım. Sen ki, daha 32 farzı bilmezsin; mızraklı ilmihaldeki en lüzumlu fıkıh bilgilerinden bihabersin; <<istinca>> nedir, <<istibrâ>> nedir onlardan bile haberin yok! Her gün güneş doğduktan şu kadar sonra uyanır, çapaklı gözlerini zor açarsın ve sabah namazını kaçırdığın için vicdanında en ufak bir titreme duymazsın… Bu halinle kalkmışsın <<İslâm ideologu>> kesilmişsin. Mücâhidlik, dâvâ adamlığı taslıyorsun. Kurumundan yanından geçilmiyor… <<Ben dâvâya hizmet ediyorum>> diye caka satıyorsun. Çocuk sen önce kendini kurtar da, ondan sonra ahkâm kes!..

Bilmediklerin sadece 32 farz mı ki?.. İmlâ bile bilmiyorsun. Mefhum yerine <<mevhum>>, masum yerine <<mâsum>> diyor, nice lügatlar paralıyor, nice kelime ve mefhumların ismetini helk ediyorsun…

Bu dâvâ senin gibi haddini bilmezler yüzünden bu hale düştü.

Sen has müslümanmışsın, ben ise münafık!...
<<Dinime ta’n eden bâri müselman olsa.>>
Bilmediğin bunca şeye karşı bâri susmasını ve edepli hareket etmesini öğrenmiş olsaydın.
Nerde gezer…
Serbest bıraksalar ve Halifelik için seçim yapılsa adaylığını koyarsın muhakkak.
Gururundan yanına yanaşılmıyor. Halbuki sen henüz bu ümmetin Kıtmîr’i bile değilsin.
Ah ne olurdu, hep başkalarının eksiklikleriyle uğraşacağına, biraz da kendi günah ve hatalarını düşünebilseydin…
Ne olurdu, başkasının gözündeki çöpü göreceğine, kendi gözündeki merteği görebilseydin…
Ne olurdu, tenkid yerine dua edebilseydin…
Ne olurdu, kin ve nefret yerine sevgi kollarını açabilseydin…
Ve ne olurdu biraz ağlıyabilseydin… Haline ve şu ümmetin haline
Evet ağlasan açılacaksın.



Milliyet, Burhan Felek, 6 Kasım 1969.

ÜÇ GENCİN MEKTUBU

Üç Ankaralı gençten bir mektup aldım. Mektubu ve gençleri enteresan buldum. Hüviyetleri mahfuz olmak şartıyle mektuplarını neşrediyorum.

<<Sayın Burhan Felek

İzninizi dileyerek sizinle tartışmak istiyorum. Böylece içimde biriken soruların cevabını alacağımı ümit etmekteyim. Bana anlayış göstereceğinize ve mektubumu buruşturup atmayacağınıza inanıyorum.

Cumhuriyet’ten Milliyet’e kadar yazılarınızın devamlı izleyicisi olan üç arkadaşız ve ikimiz Ankara Hukuk Fakültesi, ben de Tıp Fakültesi öğrencileriyiz. Sizinle genel politika sorununu tartışmak istiyoruz.

Sayın Burhan Felek! Önce şunu tesbit edelim:

Siz nasıl bir gençlik istiyoruz? Diskoteklerde esrar çekip sabahlayan inançsız ve imansız bir yığını tasvip etmeye imkân var mı? Üzülerek görüyoruz ki birçok gençler, saçlarını kadınlar gibi uzatmayı ve acaip elbiseler giymeyi modern olmak sanıyorlar. Birçok aile reisi oğlunun bir inanç uğruna savaşmasını önlüyorlar da, acaip giyinmesini normal karşılıyorlar.

Eski yıllardan kalma bir kadîm şövalyelik duygusunu taşıyanlar bugünün devrimci gençliğini saygı ile selâmlamak durumundadır. Nedenini anlatalım:

Üniversiteye gelen bir öğrenci ya adam olur, ya diplomalı cahil olur. Samimî bir duygu olarak söylüyorum. Bizim Tıp Fakültesinde daha iktisat kelimesini <<tasarruf>> sanacak kadar bilgisiz ve iktisadî tek terim bilmeyen 4 ve 5’inci sınıf arkadaşlarım var. Bunlar diplomalı cahil adayıdır. Ve memlekete bunlardan ne fayda gelir? Bir de bizi vergisi ile okutan ve fakir devlet bütçesinden bize fakülte yaptıran büyük milletimize borcumuz var. Bu borcu medrese talebesi gibi boyun büküp oturmakla ödeyemeyiz.

Ya sesini çıkarmayıp oturacaksın ya da bu bozuk düzenin düşmanı kesilip halkın için, vatanın için kavgaya gireceksin. Polis vuracak, iktidar suçlayacak. Sırtından sivil ajanlar kurşunlayacak, kaatilin bulunmayacak. Ama yaşarsan namusunla yaşayacaksın.

Bu şerefli ikinci yolu seçenler, bugünün modern akıncılarıdır. Onun için yiğittirler.

Bizi yanlış anlayanlardan biri de sizsiniz efendim. Bizi tanımıyorsunuz. Veya size yanlış anlatıldık. Kaderimize rıza göstermedik diye neden herkes bize düşman, neden?

Ben gidip AP’ye kayıt olsa idim; şimdi 500 lira bursum olacaktı. Türkeş’e komandoluk etse idim, 200 lira yatak param olacaktı. Ama köydeki anamın yüzünü ve elleri yaralı babamın sözünü unuturdum… <<Oğlum köylünün iyiliği için yapıyorsun bunu anladım. Ve köylülerim tüm biliyorlar. Yozgat’ta artık Partiler elin parmağı gibi kardeş, ağanın beyin emrindedir. Onun için köyümden 123 seçmenin sadece 11’i sandık başına gitti. Bunun da 5 tanesinde sadece bir tek kelime vardı: Hayır.>>

Ben ve iki hemşehrim, kendi kardeşlerimiz olan köylülere ihanet mi edeydik? Her baskı bizi güçlendirir.

Dün <<Fikir K.F.>> de yüz solcu gençtik. Bugün beş bin kişiyiz. Söke’de, Yozgat’ta, İzmir’de, Kars’ta parti adı bilmeyen yalnız ben FKF’liyim diyen köylü kardeşler var.

İstanbul’da rahat beyler anlamaz bizi.
İstanbul’un havası ılık anlamazlar bizi.
Koltuklar rahattır, söverler bize.

Sayın Burhan Felek,, size içten gelen duygularımızı söyledik. Şimdi ricamız var;

Bizi size yanlış anlatmışlar. Biz ensesi saçla kaplı, bunalmış Amerikan gençliğinin taklidi değiliz. Aklımızda her an tek düşünce var: Mutlu Türkiye.

Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye!..
Savaşımız bunun için.

Şimdi sizi Ankara’ya misafirimiz olarak davet ediyoruz. Kabul buyurduğunuzu iki satırla sütununuzda bildirin kâfi. Bu hafta bizimle dokuz arkadaşın kaldığı 2 odalı pansiyonda kalın ve ayda 4 burs toplamı 1200 lira ile tam 10 can yaşadığımızı görün.

Ama işleriniz çoksa, gelemezseniz Milliyet’teki köşenizde cevap verin lütfen.

Devrimci ve solcu gençliğe karşı olan tutumunuzu biz mi yanlış anladık, yoksa cidden bize düşman mısınız nedendir bu?

Çekoslovakya’daki olaylara biz de kan ağladık. Ama Beyazıt’ta güpegündüz sırtından vurulan Taylan’ımızın, kan kardeşimizin kaatili bile bulunmadı. Bu konuda tek satır bile yazmadınız. Oysa hassas insansınızdır siz!

Bizi cevaplandıracağınızı umar, ellerinizden öperiz.

ÜÇ İMZA>>

Evvelâ şu güzel mektubun edasındaki terbiyeli üslûptan dolayı sahiplerini tebrik ederim. Bana karşı gösterdikleri saygı ve ilgiden ötürü de teşekkür ederim.

Darılmasın gençler!. Bu terbiyeli tavrınızı yadırgadım. Çünkü siz çağdakiler bana yazdıkları mektuplarda moruk, bunak, kafası örümcekli gibi hitaplarda bulunurlar.. da ondan!

Görüyorsunuz!. Mektubunuzu buruşturup atmadım… İstediğiniz noktalara yarın cevap vermeye çalışacağım.

Ankara’ya gelmeme gelince; hani ihtiyar afyonu yutmuş, tam keyfi geldiği sırada:

- İmdat! Ümmet-i Muhammed yok mu?

Diye bir feryat işitince yattığı yerden hafifçe:

- Var.. Var ama gelemez.. diye seslenmiş.

Ben de onun gibiyim.. Gelemem Ankara’ya.. Siz yaşta olsa idim koşa koşa gelir ve sizin pansiyonda kalırdım. O yaşta böyle şeylere tahammül edilir. 1913’de Mahmut Şevket Paşanın öldürülmesi yüzünden tutulup Sinop kal’asına sürgün edildiğimiz zaman koğuşlarda, vapur ambarlarında ve mektep dershanelerinde kalabalıkça yatıp kalkmaya alışmıştık; ama o iş o çağın cilvesi idi, bu yaşın değil!

Mektubunuz bana çoktandır düşündüğüm ve konu notları listesinde şu <<Gençlerle, yaşlıları münasebete getirecek bir çare, bir yer, bir kulüp bulmalı. Yoksa iki, üç jenerasyon bizde ayrı ayrı yaşayacak, ayrı ayrı düşünecek, ayrı ayrı çalışacaklar.. Olmaz satırlarıyle özetlediğim bir fikri olgunlaştırmak fırsatını da verdi.

Yarın buluşmak üzere gözlerinizden öpen… B.F.



Devlet, Nuri Gürgür, 10 Kasım 1969, Sayı 32.

ŞEVKET EYGİ HAKKINDA

Şevket’in yazdıkları bazı dostlarımızı kızdırıyor. Bilhassa Milliyetçi Hareket Partisi hakkında en aşırı solcuların bile tevessül etmediği çiğlik ve şirretlikle yaptığı yayın, iftira ve isnadlar üzüntü doğuruyor. Ben Şevket’e kızmıyorum. Niye kızayım ki. İyinin, güzelin ve doğrunun yerini çirkin ve yalanın, ahlâk ve faziletin yerini şahsî ve maddî çıkar endişelerinin aldığı içtimaî vasatımızda, merdin yerinde namerdin oturduğu, doğruyu söyleyenin dokuz köyden kovulduğu günümüzde o, temsil ettiği tipin ilki olmadığı gibi sonuncusu da değildir. Pîrleri Abdullah İbni Sebe’den bu yana sayıları gittikçe çoğalarak üreyip geldiler.

Adamın her yazısı bir mizah şaheseri örneği. Bir ayyaşın Yeşilay Cemiyetinde başkan, bir kumarbazın kumarla mücadele hareketine öncü olduğunu düşünün. Her türlü aklî ve mantıkî mütalâa ve mülâhazanın dışına çıkılarak, bu manzaraya ancak gülünür. İster kahkahayla ister acı acı ama ancak gülünür.

Şevket Efendinin hele bir son yazısı var ki bundan öncekileri fersah fersah geride bırakmış. Şahsen bu yazısiyle bile şedit sermuharriri yılın mizah ödülüne lâyık görürüm.

<<27 Mayıs günlerinde, örfi idarenin ortalığa dehşet saçtığı devirlerde, hapishanelerin fikir ve siyaset suçluları ile dolduğu kara günlerde niçin ortalıkta görünmüyordun?.. Görünür ve konuşur muydun hiç… O günlerde korkudan dilin tutulmuştu… Namazını bile yorgan altında kılıyordun.>>

Tablo tamam değil mi, şimdi böylesine namerdin kaçtığı merdin <<döne döne>> dövüştüğü günlerde bakalım bizim Şevket ne yapmış… Aldı kalemi eline modern Köroğlu bakalım ne dedi:

<<Senin keyfine baktığın o devirlerde bu âciz cezaevlerinde, Balmumcu örfi idare kamplarında misafirlik ediyor, yazıhanesi, evi aranıyor. Elleri hırsız ve katillerle beraber kelepçeleniyor, örfi idare kumandanlarından küfür işitiyordu.>>

Burada hakikat söz alır ve der ki: Bu tablo doğru değildir. İşin aslı başkadır. Şevket’in bu yazdıkları çağımız Servanteslerine konu olabilecek kadar esaslı bir hezeyan örneğidir. Psikiyatri mütehassısları için de ilgi çekici bir inceleme konusu olabilir.

Şevket Eygi, 27 Mayıs 1960 tarihinde askerliğini yeni bitirmiş, Ankara’da sağcı muhitlere sokulmaya çalışan narin yapılı, ipince sesli bir müptedi gençti. O sıralarda saygılı idi, sessizdi. O kadar ki, tanıyanlar <<fısıltı>> adını takmışlardı.

Ankara Ticaret Postası Gazetesi bu fısıltıların az mı mekânı olmuştu. Kabul etmek gerekir ki, haber taşıma, yayma ve çoğu kere uydurma sanatında son derece ustaydı. Karşı fikir mensupları hakkında haber uydurmanın meşru olduğuna dair kendi kendisine fetva da verdiğinden kalben müsterihti. Kendisine örfi idarede falan rastlayan olmadı, cezaevlerinin önünden ise otomobille geçmiş olabilir. Mamafih dâvanın böylesine çilelerine katlanmasa bile, o zamanlar MBK üyesi olan Sayın Türkeş’e ve çevresindeki eşhasa sokulma gayretlerini kendisi de dahil hiç kimse inkâr edemez. Denizciler Caddesindeki bir matbaada yaptığı konuşmalar, Sayın Türkeş’in bilgisi tahtında yapılan Ölçü Dergisi neşriyatı ile ilgisi muhacir mücahid (!) Şevket Eygi’nin unutamayacağı hâtıralar olsa gerek. Hoş bunları unutmuş görünse bile o günlerin canlı şahitleri gerekli hatırlatmayı yapabilecek durumdadırlar.

Şevket Efendi gerçi yurt dışına çıkmış ve hapse girmekten kurtulmuştur ama bu hal onun mücahitlik (!) vasfına halel getiren bir durum doğurmaz. Evvelâ adam yurt dışına kaçmamış. Hac farizesini ifa etmek için gitmiş. Tesadüf bu ya, niye olmasın. Hac esnasında hakkındaki mahkeme kararını öğreniyor. Ne yapsın, dönüp demirparmaklıklar gerisinde aynı maddelerden hüküm giyip çile dolduranların yanına mı girsin, yoksa hariçten gazel mi okusun? …

Şevket Eygi hayatının her safhasında şeriat hükümlerine titizlikle (!) uyar ya… Hazret hemen kolları sıvayıp ulema ve meşayihin büyüklerine danışıyor ve sonrası malûm. Şevket’in kerameti kendinden intikal ediyor işte. Hem durun bakalım, sabırsızlanmayın. <<Şevket niye aramızda yok>> diye kederlenmeyin. <<Hele biraz bekle, fırtınalı günler gelecek. Bakalım o zaman sen ne yapacaksın, biz ne yapacağız? Silâhların tarrakasından hangi deliğe kaçacaksın?>> Analar ne yiğitler doğuruyor değil mi? Şu celâdet karşısında insanın yüreği kabarıyor. Bereket şu cümlesiyle hemen imdada yetişmiş <<Evet hiç bir şeye yanmam, senin o lâfı söylediğine yanarım.>>

Yiğidi öldürsen bile hakkını teslim gerekir ya. Adam uzun yazılara ihtiyaç göstermeyecek bir kesinlikle ve en veciz şekilde konuyu özetlemiş, sonunda. Hükmüne aynen katıldığımızı belirterek bazı cümlelerini alalım:

<<Bu dâva senin gibi haddini bilmezler yüzünden bu hale düştü.
Sen has Müslümanmışsın, ben ise münafık!...
Dinime ta’n eden bâri müselman olsa.
Bilmediğin bunca şeye karşı bâri susmasını ve edepli hareket etmesini öğrenmiş olsaydın.
Nerde gezer…
Serbest bıraksalar ve Halifelik için seçim yapılsa adaylığını koyarsın muhakkak.
Gururundan yanına yanaşılmıyor. Halbuki sen henüz bu ümmetin Kıtmir’i bile değilsin.
Ah ne olurdu, hep başkalarının eksiklikleriyle uğraşacağına, biraz da kendi günah ve hatalarını düşünebilseydin…
Ne olurdu, başkasının gözündeki çöpü göreceğine, kendi gözündeki merteği görebilseydin…
Ne olurdu, tenkid yerine dua edebilseydin…
Ne olurdu, kin ve nefret yerine sevgi kollarını açabilseydin…
Ve ne olurdu biraz ağlayabilseydin… Haline ve şu ümmetin haline…
Evet ağlasan açılacaksın.>>



Bugün, Mehmed Şevket Eygi, 21 Kasım 1969.

BAŞVEKİLE AÇIK MEKTUP
17 Kasım 1969

Muhterem Beyefendi,

Zât-ı Âliniz sadece Adalet Partisi’nin değil, Anayasa ve örfler gereğince bütün Türk Milleti’nin icra organının başısınız; <<Türkiye başvekilisiniz>>.

Samimiyet ve açıklığımı mâzur görünüz… Yazmağa mecburum: Son kabinenin teşekkül tarzına ve rengine göre hüküm vermek icab ederse siz Türkiye başvekilliğinden, hattâ AP başvekilliğinden vaz geçmiş ve sadece <<Yeminliler başbakanlığı>> na râzı olmuşçasına bir hükümet kurmuş bulunuyorsunuz.

Sayıları 80 – 90 olan, fakat seçimlerde AP’nin aldığı reylerin yüzde 70 – 80’ini kazandıran mukaddesatçı grup üvey evlât muamelesi görmüştür.

Neden?... Çünkü farmason, siyonist, sabataist, büyük soyguncu kapitalist ve devrimbaz yeminli çevreler şeytanî bir telkin ve propaganda mekanizması işleterek Ankara siyasî atmosferine dehşet salmışlardır:

- Şeriat ve Hilâfet ilân edilecek!...
– İslâm Devleti kuracaklar!...
– Kadınları örtecek, hırsızların ellerini kesecekler!...
– Memleketi geriye götürecekler!

Böylece zihinlere vehimler ve vesveseler salmışlar; Adalet Partisi’nin parçalanması ve milletin hoşnutsuzluğu pahasına şahsî ikbâl ve nüfuzlarını teminde beis görmemişlerdir.

*

Mukaddesatçılığa cephe almak hatâsını, 1954 seçim zaferinden sonra merhûm Menderes de işlemiştir. Etrafını çeviren ve bugünkü yeminlilerin ağabeyleri durumunda olan akl-ı evveller ona yanlış telkinler ve yalan istihbaratlar yapa yapa muradlarına ermişlerdi!

Ama zavallı Menderes, bu hareketiyle nazik bir muvazeneyi bozmuş oluyordu… Aradan seneler geçti ve 1960 ilkbaharı hâdiseleri başladı. Komünistler, devrimciler, halkçılar tarafından kışkırtılan solcu gençlik sokaklara döküldü ve 27 Mayıs’ta Menderes tepe taklak oldu.

Nasıl oldu bu iş?

Çünkü merhum Adnan bey, kendisine muhalif ve can düşmanı bu kuvvetlerin karşısına çıkacak milliyetçi, mukaddesatçı, İslâmcı bir gençlik ve halk kuvvetine hiç mi hiç müsamaha etmemiş, müslümanların derneklerini ve yayınlarını kapatmış faaliyetlerini durdurmuştu.

1960 Nisan ve Mayısında, bugünkü gibi bir müslüman gençlik ordusu ve uyanmış imânlı bir halk topluluğu mevcut olsaydı İnönü’nün ve komünistlerin kışkırttığı birkaç bin genç rejimi yıkacak çalkantıyı meydana getirebilir miydi?

Elbette hayır!

*

1965 ten şu güne kadar devam eden iktidarınız esnâsında muhalifleriniz ve bilhassa komünistler sizi sokak nümayişleri ile devirmek istediler. Hem de kaç defa… Ama her zaman karşılarında müslüman bir gençlik ve halk kütlesini buldular ve çil yavrusu gibi dağıldılar.

İşte şimdi siz, kabineyi sırf yeminlilerden kurmak suretiyle bu mukaddesatçı cepheyi darıltmış bulunuyorsunuz.

Evet halen ortalık süt liman görünüyor; nümayiş, çatışma, çarpışma falan yok… Ama bu sükûnet hep böyle berdevam eder mi? Zannetmem, siz devletin gizli istihbarat raporlarını günü gününe okuyorsunuz. Üniversitenin cephanelik haline geldiğini; bilhassa doğu Anadolu’da korkunç bir silâhlanma yarışının başladığını biliyorsunuz. Bu silâhlar elbette koleksiyon yapmak merakıyla bir kenara konulmuyor…

Önümüzdeki kışta, baharda kimbilir neler olacak? İstanbul, Ankara üniversitelerine yuvalanan kızıllar kimbilir neler yapacaklar?

Bunlarla sadece polis başa çıkabilir mi?
Çıkamaz!
Orduyu bu işlere karıştırmak doğru mudur?
Kat’iyyen doğru değildir!

O halde milliyetçi, mukaddesatçı, İslâmcı gençlik ve halk kütlelerinin asâyişi temin zımnında yardımlarına ihtiyaç olacaktır.

İşte mes’elenin can noktası burada:

Faruk Sükan, Saadettin Bilgiç, Bahri Dağdaş, Mehmet Turgut ve arkadaşları gibi nice imânlı, milliyetçi ve dirayetli zatların bünyesine alınmadıkları ve üvey evlât muamelesi gördükleri bir yeminli hükümetin kara gözleri için hiçbir müslüman parmağını bile kıpırdatmaz.

O zaman da muvazene bozulur; anarşist kızıllar meydanı boş bulur ve çığ gibi gelişirler. Kimbilir neler olur…

Biz Müslümanlar mazuruz: Aydın Yalçın ve arkadaşları için hiçbir fedakârlık yapamayız.

*

Muhterem beyefendi,

AP’nin devamı çok ince bir iç muvazene sisteminin muhafazasına bağlıdır.
Bu muvazeneyi siz bozmayınız.
Mukaddesatçı büyük kütlenin desteğinden mahrum kalan bir AP derhal söner ve körlenir.
Farmason, devrimci, kapitalist ve ilericilere has evlât, mukaddesatçı ve imânlılara üvey evlât muamelesi yapmak memlekete uğur getirmez.
Halkın AP’ye küsmesi ve parti içinde açıktan açığa çekişme başlaması ancak kızılların ve halkçıların işine yarar.

*

Ben şu mektubumu zât-ı âlinizi bugünün zâhiren sütliman görünen haline aldanmamaya; önümüzdeki büyük fırtınalar mevsimini düşünüp hazırlanmaya dâvet için kaleme aldım.
Evet, istikbâl büyük fırtınalara, siyasî içtimaî inkılâplara gebedir.
O dehşetli günlerde bugünkü yeminli kabineyle devlet gemisi yürür mü? Halk kuvvetleri harekete geçirilebilir mi?

*

Bu mes’eleler üzerine eğilip, aksaklıkları telâfiye çalışacağınızdan ümitvârım.

Selâm ve hürmetlerimle…



Devlet, Ahmet Rifat, 24 Kasım 1969, Sayı 34.

NE KAZANDIK MÜSLÜMANLAR

Adam bir taraftan hacılar hocalar vasıtasıyla sizi kandırır; öbür taraftan da localarla sarmaş dolaş olur. Nutuk çeker meydanlarda: Bu memlekete şeriatı getirmek isteyenlerin, lâik Cumhuriyeti yıkmak isteyenlerin üzerinden silindir gibi geçeriz, ezeriz onları der.

Zenne tabiatlı bir oğlan, gazetesinde de manşet çekmiştir: Şeriatı getirmek, lâik Cumhuriyeti yıkmak isteyenleri ezmeye devlet muktedirdir, dedi diye. Ve aynı sayfada bu zatı ve iktidarını övmeler. Muhammedî Nizam getireceğiz diye radyodan avaz avaz bağıranlara sövmeler. Ve elinin hamuru ile erkek işine karışan bir hatun kişinin, iffet ve ismetten, ar ve hayâdan fersah fersah uzak üslûbu ile taarruzlar. Yoook Müslümanlar! O kadar uzun boylu değil. Hem Allah adına ortaya çık, Allah adına din kurup mezhep çıkar, fetvalar döktür her gün, üstelik adamın dinin direği Şeriata hücumunu manşete çek ve altında veya üstünde onu öv, icraatını methet, ona rey verilmesini tavsiye eyle. Ve, evet, ve ondan sonra da Müslümanlık tasla. Olmaz öyle şey. İnsanlar kafese girebilir, ama Allah asla. Allahı da kafese sokacaklarını, tuşa getireceklerini zanneden üç kâğıtçılar hezimete uğrayacaklardır. Hem de çok yakın bir zamanda.

Fakat Müslümanlar! Zannediyor musunuz ki Allahın gazabı sadece onlar üzerine olacak da siz sağ selamet dereyi geçeceksiniz? Yağma yok. Yaratan size akıl vermiş, idrâk vermiş, iz’an vermiş ve üstelik size iman da nasip etmiş. Bir de bunlar yetmez diye at cinsinden ikazcılar yollamış. Bütün bu nimetlere karşılık siz koyun cinsinden olmakta devam ederseniz elbette cezanızı çekeceksiniz. Dua edin ki öbür tarafa kalmasın. Cezanın tehiri asla bir kazanç değil, aksine teşdittir, onun daha ziyade geleceğine, daha tahripkâr olacağına delildir.

Kılavuzu karga olanın burnu pislikten kurtulmaz. Siz senelerden beri zenne tabiatlı bir kaçağın fetvalarına uyup giyim kuşam, okuma yazma ve hattâ ibadet dahil her şeyinizi ona göre ayarladınız. … Şimdi köteğe hazır olun. İslâmköylü Süleyman sizi neye benzetir bir görün. Görün de dünya kaç bucakmış bir anlayın.

Yukarıda da bahsettiğim, bir hatun kişi çıktı ortaya. Kendisi örtülü, kalemi yırtık bir bayan. Önce, düşüncemiz ve itikadımız icabı bir türlü hazmedememekle beraber, ses çıkarmıyorduk. Varsın yazsın, ileri gidiyor ama acemidir, cahilin cür’eti vardır, düzelir diyorduk. Bayan azdıkça azdı, devlet idare etmeye kalktı. Fetvalar verdi, ötekini tekfir, berikini terzil etmeye yeltendi. Kendi mazisini unutup falanın veya filânın, mason ve küfür çevrelerince ortaya atılıp yayılmış muhayyel mazileri ile ilgilendi. Kurulduğu köşede ver yansın kalem oynattı. Hem de onikiye beş kala. Ne istiyor bu bayan kişi? Ona cevap vermekten âciz değiliz. …



İttihad, 25 Kasım 1969, Sayı 109.

AVUKAT BEKİR BERK <<DEVLET>> ADLI DERGİNİN İFTİRA MAKİNASI YAZARINA CEVAB VERİYOR:

İslâmî hareketin sözcüsü ve öncüsü olan <<İTTİHAD>> gazetesini <<Nifak Makinası>> şeklinde adlandıran; gazetenin umumî neşriyat müdürü sayın Mustafa Polat’a ise hayasızca saldıran ve bazı müslümanları <<öküz cinsinden müslümanlar>> şeklinde vasıflandırmaktan utanmayan; adını ve soyadını gizliyerek uydurma bir ismin arkasına gizlenen DEVLET isimli derginin <<İftira Makinası>> yazarı hakkımda ileri sürdüğün iddialar, adî birer iftiradan baret olduğundan, seni değil, derginin masum bazı okuyucularını nazarı dikkate alarak belli başlı yalanlarının maskesini indireceğim... Şöyle ki:

BOŞANMA MESELESİ

1- Evvelâ boşanmam ve merhum Hasan Basri Çantay’ın rolü üzerinde durmak isterim. Katolik kilisesi boşanmayı yasak etmişse de İslâmda boşanma müessesesi mevcuttur ve karar selâhiyeti esas itibariyle erkeğe aittir. Ve mes’uliyet ise Allaha karşıdır.

Siz kim oluyorsunuz da karı ile kocanın kul ile Allahın arasına giriyorsunuz? Müslüman olarak dini nikâhla evlendiğim gibi yine ilk evvelâ da kararımın doğruluğuna kanî olarak şer’an karımı boşadım. İstanbul Üçüncü Asliye Hukuk Hakimliği de kesinleşen kararında <<Taraflar arasında ruhen, fikren anlaşmazlıklardan mütevellit şiddetli, sürekli bir geçimsizliğin hüküm sürdüğü, bu yüzden senelerdenberi fiilen ayrı yaşamak zorunda kaldıkları, bâdema bir araya gelerek aile birliğini idame ettirmelerinin artık mümkün bulunmadığını, nüfus kaydı, şahidlerin sözleri, dâvâlı vekilinin son oturumdaki sureti beyanı, mahkemece edinilen kanaatle sabit olmuş bulunduğundan… boşanmalarına, müşterek çocuklarının yaşı dolayısıyla anne şefkat ve ihtimamına muhtaç bulunması, dâvacı vekilinin buna katılan muvafakati gözönünde tutularak adı geçenin hakk-ı velayetinin annesi dâvâlıya tevdiine… karar verildi.>> demek suretiyle talebimin haklılığını tescil etmiş bulunmaktadır.

Boşanmamı vesile ederek beni aforoz etmeye kalkan Devlet Dergisinin <<iftira makinası>> yazarı, dâr-ı bekâya intikal eden bir insanı, rahmetli Hasan Basri Çantay’ı âlet etmek istiyerek merhumun kendisini tekzib edemeyeceğini düşünerek, <<Zevcesini Hasan Basri Çantay’ın 11.8.1958 tarihinde bana hitaben yazdığı şu mektup, yüzünde, ahretten uzanan bir elin tokadı olarak şaklayarak seni şöyle yalanlamaktadır:

<<Oğlum, 15 Haziran 1958 de Balıkesir’e gelmiştim. Aradan on gün geçtikten sonra refikanız ve annesi ziyaretime geldiler. Bekir Bey dedim, ince ruhlu ve çok kıymetli bir gençtir. Böyle sebepsiz hareket edeceğine ihtimal veremem. Herhalde aranızda bir şeyler geçmiş olmalıdır… darıltmamalı idiniz… Aranızdaki uçurum derindir. Siz beni dinlerseniz ayrılmaya derhal muvafakat edin.. Ben bir avukat tutuvereyim, fahrî olarak size vekâlet etsin ve ayrılmaya muvafakatinizi söylesin.>>

Merhum Hasan Basri Çantay’ın 1.8.1959 da Balıkesir’den İstanbul’a bana gönderdiği şu mektub da senin ne dessas bir müfteri ve münafık olduğunu hiçbir tereddüde yer kalmayacak surette isbat etmektedir:

<<Oğlum, Havale ettiğiniz işi etraflıca takip ettim… Samimi değildirler. Binaenalyeh aldanmamak gerekir… Selâm ve muhabbetler ve dualar oğlum. 1.8.1959>>

Merhum Hasan Basri Çantay’ın şu mektupları karşısında ey maskeli münafık, iftiranın ağırlığını hissederek acaba utanacak mısın iftira cezasının dehşetini düşünüp titreyecek, ve tövbe edecek misin?

RİSALE-İ NUR DÂVÂLARI

2- Devlet’in <<iftira makinası>> yazarına göre aylığımın kesileceği tehdidiyle, yani zorla Nurculuk dâvâsına gönderilmişim. Bir kimsenin böyle bin başlı bir yalan uydurabilmesi için vicdanının tamamen tefessüh etmesi lâzımdır. Yalan imalâtçılarının bu yalanı şeytanları imrendirecek, vicdan sahiplerini iğrendirecek adî bir yalandır. İlk Risale-i Nur dâvasına halen Senirkent’te bulunan örnek insan, halis müslüman doktor Tahsin Tola’nın dâveti üzerine girdim. 1958 yılında bir nisan günü yazıhanemde otururken şehirlerarasından Ankara’dan istenildiğim bildirildi. <<Alo kimsiniz>> hitabıma doktor Tahsin Tola mukabele ederek <<Bekir Bey kardeşim, Nazilli’de cereyan eden bir Risale-i Nur dâvası münasebetiyle ileri sürülen ithamları cevaplandıran bir matbua neşreden bazı arkadaşlarımız tevkif edildi. Sizin, davâlarını takip etmenizi münasip gördük. Acaba davetimize icabetle vekâletlerini kabul eder misiniz?>> dediler. Kendilerini çok önceden tanıdığım ve saffetine, samimiyetine, fedakârlığına, feragatkâhlığına ve imânına hayran olduğum Dr. Tahsin Beye <<Sizin bana Ankara’daki dâvâya gelir misiniz değil, hemen Ankara’ya geliniz, demenizi beklerdim>> cevabını vererek dâvetini kabul ile Ankara’ya hareket ettim. Ankara merkez cezaevinde demir parmaklıkların arkasından ziyaret ettiğim ve <<dâvânızın hakkaniyetini mi, tahliyenizi mi esas olarak müdafaa yapmamı istersiniz>> sualime, hep bir ağızdan, <<ne kadar yatarsak yatalım, tahliyemizi temine değil, dâvâmızın hakkaniyetini müdafaaya bakınız>> cevabını veren muhterem Ziver Gündüzalp, Tahiri Mutlu, Rüştü Çakın, Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Mustafa Türkmenoğlu, Mehmed Emin Birinci, Cemaleddin Günel, Kalgay Ural ve rahmet*i Rahmana kavuşan Ceylân Çalışkan’ın vekâletlerini Akif’in

“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam,
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle.
Yumuşak başlı isem kim demiş uysal koyunum?
Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boynum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim.
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırma de geç git, diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
Zalimin hasmıyım ama, severim mazlumu:
İrticaın şu sizin lehçede mânâsı bu mu?

marşlarını kendime rehber etmiş bir kimse olarak, şerefli bir vazife olarak kabul ettim. O güne kadar Risale-i Nur’ları tanımış ve okumaya başlamıştım. O gün de Risale- Nur talebesinin ne demek olduğunu öğrendim. Ve bu dâvânın sonunda <<Vur, fakat dinle, Risale-i Nur Talebelerinin Ankara Dâvâsı ve Avukat Bekir Berk’in Birinci Ağır Cezada Yaptığı Müdafaa meydana geldi. Ve bu dâvâ vesilesiyle Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerini tanımak ellerini öpmek, dersini dinlemek ve duasını almak şerefine nâil oldum.

Bu dâvâyı takiben girmeye başladığım dâvâların muhtelif vilâyetlerde görülmesi sebebiyle umumi vekilleri olduğum Bahariye Mensucat Fabrikası sahipleri merhum Nuri Topbaş, Abdullah Muammer Topbaş ve kardeşlerinin işlerini aldığım ücreti helâl ettirecek şekilde lâyıkiyle takib imkânı bulamadığımdan muvafakatlarını alarak fabrikanın dâvâlarını takibten vazgeçtim. Yerime tavsiye etmek istediğim kimse olup olmadığı suali üzerine milletvekili seçilinceye kadar boşanma davamı da takip etmiş bulunan sayın Ferruh Bozbeyli’yi tavsiye ettim ve dâvâların sebebiyle takip etmekten vazgeçtiğim Bahariye Mensucat Fabrikasının işlerini Topbaş ailesinin vekil tayin ettikleri sayın Bozbeyli’ye devrettim.

Şu izahattan anlaşılacağı üzere aylığımın kesileceği tehdidiyle Risale-i Nur dâvâsını takibe başladığım iddiası da aşağılık bir iftiradan ibarettir.

YAZIHANEMİ NASIL AÇTIM

3- İddianın aksine yazıhanemin açılışı da darbe-i hükümetten önceye aittir ve şu şekilde olmuştur: Yüksek tahsile devam eden ve hastalığım sebebiyle geç gittiğim yedeksubaylığıma Balıkesir’de devam etmekte iken Metin Toker tarafından neşredilmekte olan Akis adlı dergide Aydemir Balkan adlı muharririn bir fıkrasında İslâma ve Peygamberimiz aleyhisselâtü vesselâma hakaret etmesi üzerine bir dilekçe ile Balıkesir savcılığına müracaat ederek şikâyette bulundum ve hakkında kanunî takibata geçilmesini talep ettim. Aylık İslâm dergisinde bu mevzudaki şikâyetle ilgili haberi okuyan ve İslâma ve Müslümanlara hizmetten başka dâvası olmayan sayın Mehmed Aydın ve Abdullah Muammer Topbaş beylerin davet ve yardımlarıyla yazıhanemi İstanbul’da açtım.

TÜRKEŞ’LE GÖRÜŞME

Defaatla Ankara’ya giderek Türkeş’le görüşmek istediğim iddiası da aynı şekilde aşağılık bir iftiradır. Türkiye’den sürülmeden önce ve sonra Türkeş’in emirberlerinden bazıları defaatla yazıhaneme gelerek Türkeş’le görüşmemi teklif etmişlerse de tekliflerini ağızlarına tıkadığım ve suratlarına çarptığım şahit beyanlarıyle sabittir. Yine uşaklarının darağaçlarına çektirilmek tehditlerinin de bizi darağacına göndereceklerini hayal edenlerin kendilerini darağaçlarında bulacakları şeklinde cevaplandırıldığı da bir vakıadır.

DERNEKLERDEN İSTİFA

5- Kurucusu olduğum derneklerden istifa mes’elesine gelince; evvelâ bir insanın şu veya bu derneğin kurucusu, mensubu olması ne kadar normal ise istifa etmesi de o kadar normaldir. Saniyen kurucusu, âzası, idarecisi, başkanı olduğum bir dernekten değil, bir çok dernekten istifa ettim. Evet, Behçet Kemal Çağlar’ı arkadaşlarımla bertaraf ettikten sonra başkanlığını yaptığım Türkiye – Pakistan Kültür Derneğinden derneği eminellere devrettikten sonra istifa ettim.

Bütün mesaimi İslâmî hareket, hizmet ve dâvâlara hasrettikten sonra hem başka faaliyetlere zaman ayırmayı israf saydığımdan ve hem de faaliyetlerinin İslâmî hareketle bağdaşmasına imkan olmadığına kani olduğum derneklerden istifa ettim. Ve nihayet istifa talebimin kabul edilmemesinden sonra bazı mensuplarının derneğe zarar gelir endişesiyle Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin vekâletini kabul etmem sebebiyle tenkidlere giriştiklerini öğrendiğim Milliyetiler Derneği Başkanlığına hitaben yazdığım 19 Ocak 1960 tarihli şu istifaname ile istifa ettim:

<<Ben Allahına, Peygamberine, dinine ve milletine bağlı vatansever bir Türk çocuğuyum.

Allahımın, Resulünün ve onlara bağlı olarak yaşamış ve yaşamakta olan Hak Yolun göstericilerinin aydınlattığı yolda ivazsız ve garazsız olarak yürümekteyim. Rızayı İlâhiyi tahsilden, İlâyi Kelimetullah uğruna çalışmaktan başka bir hedefim yoktur. Hakkın ve Hakka bağlı olanların çiğnendiği yerde susmayı ar telâkki ediyor ve onların müdafaasını deruhte etmeyi ise şerefli bir vazife biliyorum. Ayrıca Allah’tan korktuğum için kullardan korkmuyor ve onlardan zarar gelebileceği endişesiyle yapmam gerekenleri yapmaktan da geri kalmıyorum.

Şahıs olarak pek çok noksanlıklarım olduğunu bildiğim için, günahlarıma tövbe ediyor, onları tekrar işlememeğe, kalbimdeki kirleri Kur’anın nuruyla yıkamağa ve aydınlatmağa çalışıyor, hergün bir evvelki gündekinden daha kusursuz olmağa ve kendimi Allaha ve Resulüne beğendirmeğe gayret ediyorum.

Nefsimle yaptığım mücadele olmasa bile, onun dışındaki cihadımın derneğinize zarar verebileceği endişesine kapılanlar olduğunu öğrendiğim için, daha evvel verdiğim ve fakat dernekçe kabul edilmeyen istifamı kat’i olarak bildiriyorum. Allah cümlemizin taksiratını affetsin.

Allah, yolunda yürüyenlerle beraberdir.>>

Bir dernekten istifayı dahi suç olarak gösteren, >>Devlet>> dergisinin <<nifak makinası>> yazarı, seni ancak Azab-ı İlâhi, Azabı elim ve Azabı cehim paklar. Sana ne diyeyim, İslâma aykırı her şeyi reddedenlerin düşmanı, İslâmî hareketin düşmanlarının dostu olan maskeli <<nifak makinası>> yazarı olmakla belânı bulmuşsun. Cenab-ı Hakk’ın senin şerrinden bütün Müslümanları korumasını niyaz ederim.

6- <<Devlet>> in <<nifak makinası>> yazarı benim bir çok kimseyi darılttığımdan da bahsetmektedir. Bu iddiasında kısmen haklı olduğunu kabul etmek hakkaniyet icabıdır. Evet, bir çok kimseyi darıltmışımdır. Bu iddiaya hak verecek hadiselerden birkaçını sayınca da siz de bana hak vereceksiniz.

Evet, 1943-1944 yıllarında lise son sınıf talebesi iken komünist faaliyetlere karşı halkı uyarmak için yayınlanmış bulunan <<Kızıl Faaliyet>> ve <<Solcular ve Kızıllar>> gibi broşürleri okul içinde dağıttığım için <<Sen derslerinden başka şeylerle niçin meşgul oluyorsun<< diyen okul idarecileri, hocalarım ve arkadaşlarımdan darılttıklarım olmuştur.

1946 yılında İstanbul’da Mareşal Fevzi Çakmak’ın reisliğinde ve Demokrat Parti İstanbul İl Başkanı avukat Profesör Kenan Öner’in kâtipliğinde, Eski Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Tan gazetesi sahibi ve başmuharriri Zekeriya Sertel, komünist <<Görüşler>> mecmuası sahibi eski bakanlardan Cami Baykut ve daha başka kimselerin iştirakiyle kurulan ve kuruluşun ilânı toplantısından Son Posta ve Tanin gazetelerinde <<İstanbul’da kurulan İnsan Hakları Koruma Cemiyetinin açılış töreninde ansızın bir fırtına esmiş, üniversiteli bir genç söz alarak, Mareşale sormuş <<Burada müfrit solcular var. Bunlar milletin infialini kazanmış kimselerdir. Gerek gençlik ve gerekse millet bunları sevmiyor. Nasıl oluyor da sayın Mareşal bu zatlarla teşrik-i mesai ediyor bunu öğrenmek istiyorum.>>

Üniversiteli gencin çok sert bir ifade ile bu birleşmeyi protesto etmesi üzerine gençle Zekeriya Sertel ve Cami Baykut arasında çetin tartışmalar olmuştur.>> şeklinde ifade edilen ve Yusuf Ziya Ortaç’ın; dergisinde <<Bir genç çıktı, adını duymadım, yüzünü görmedim, sesini işitmedim. Belki yirmisinde var, belki yok… koskoca bir maziye, yetmiş yaşındaki bir şöhrete, ihtiyar mareşale sordu:

Siz bu adamlarla nasıl elele verebiliyorsunuz?

Bir gencin ağzından çıkan bu ses, bir gencin değil, bir gençliğin sesidir… Cumhuriyet bayramına, bu sesin neş’esi, bu sesin ümidi, bu sesin ışığı içinde giriyoruz.>> şeklinde ele aldığı hadisede Mareşale sual tevdi edişim sebebiyle bazı kimselerin darılmasına sebep oldum ve CHP nin âleti olmakla itham edildim.

İnsan Haklarını Koruma Cemiyeti hadisesinden bir müddet sonra, Ocak 1947 tarihinde CHP müfettişi Fazıl Şerafettin Bürge vasıtasiyle yapılmak istenen para yardımını <<İnsan Haklarını Koruma Cemiyeti kuruluş toplantısında Mareşalin solcularla nasıl işbirliği yaptığını, şu veya bu partinin menfaatına hizmet etmek için sormadığımı, böyle bir hareketi şahsî menfaatim için istismar etmeye yaradılışımın müsaid olmadığını, bu gün Mareşalin hatasını yüzüne karşı haykırmışsam, yarın da devlet şefinin dahi sezdiğim yanlışını her ne bahasına olursa olsun söylemekten çekinmeyeceğimi, benim için iyinin ve kötünün ölçüsünün partilerin menfaati olmadığını, bunun için hangi taraftan olursa olsun bir partinin yapmak istediği bu nevi yardımları kabul edemiyeceğimi beyan ederek reddettiğim için siyasî polis şeflerinden birinin, bunun benim için iyi olmayacağı şeklindeki nazikâne ikazlarına hedef olduğum gibi, bazı arkadaşlarımı da darılttım.

Demokrat Partililerin yaptığı komünistlerin hudut harici edilmesi teklifi üzerine CHP Genel Başkanı İnönü’nün yaptığı konuşmayı bazı arkadaşlarla beraberce çıkarıp caddelerde, meydanlarda bilfiil sattığımız Komünizme Karşı Mücadele dergisinde şiddetle tenkit ettiğimiz için bize kırılan ve tehdit eden kimseler olmuştur.

İnönü aleyhindeki neşriyatımızdan bir müddet sonra 1951 Ağustosunda Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur eliyle Başbakanlıktan İş Bankası şubesi eliyle gönderilen parayı reddettiğimiz için de darılttığımız insanlar oldu.

Milliyetçiler Derneğinin Çarşıkapı’daki lokalinde bir konferans veren Mükrimin Halil Yınanç’ın Mir’aç mevzuunda sorulan bir suale Mir’ac’a inanmadığını işmâm eden tarzda istihzalı şekilde <<asansörle çıkılmıştır>> şeklindeki sözde cevap vermesine müdahale edip Kur’anı Kerim’de ayet-i Kerimeyle beyan edilmiş Allahu azimüşşanın kudretine delil olan bir vakıadan bu şekilde bahsetmeğe hakkı olmadığını beyan ve protesto edişim sebebiyle de dostluğunu kaybettiklerim olmuştur.

1952 Temmuzunda Ankara’da toplanan Türk Milliyetçiler Derneği kongresi Tüzük komisyonunda âzalardan biri olan Selâhattin Ertürk’ün, kabul ettiğimiz <<Allaha bağlılık>> esasını nizamnameden çıkartılması teklifine karşı şiddetle mukabele ederek <<ALLAHA bağlılık>> esasını imânımızın esası olarak müdafaa edişimiz neticesi bazılarını darıltmak Ankara delegelerinden Ali Uygur’un <<Selâhattin Ertürk Allahın, kabil-i izah olmadığını, milliyetçiliğin kabil-i izah olmayan bir mefhuma dayanmasının müsbet ilim görüşüne uygun olamıyacağını iddia etti. Ben de böyle düşünüyorum. Bu fikre itiraz eden Bekir Berk’in bu nokta hakkındaki fikrini öğrenmek istiyorum.>> diye talepte bulunmasına rağmen gereken cevapları vererek <<Allaha bağlılık>> esasının kaldırılması teklifinin reddine ve bu esasın nizamnamede muhafazası kararının alınmasına yardımcı olmuştum.

Milliyetçiler Derneğinin İstanbul şubesinin yayınladığı <<Son hadiseler ve biz>> başlıklı beyannamenin <<Allah’a söz verdik, millete söz verdik. Güneşi sağıma, ayı soluma koysanız ben yine yolumdan dönmem>> diyen Hazreti Peygamberin izinden dönmiyeceğiz>> şeklinde bitişi sebebiyle mes’ul addedilmiş ve bu suretle derneğin kapanmasına vesile olduğum ileri sürülmüş ve bir çokları bu sebeple yine bana darılmışlardır.

Çeşitli tahriklerle ve hususen kavmiyetçilik, ırkçılık tahrikleriyle birbirine düşman insanların vatanı haline getirilmek istenen memleketimizde eserleriyle bu oyunu bozan ve imânı kuvvetlendirmek suretiyle devr-i saadetteki birlik ve beraberlik ruhunu, şevk ve heyecanı ve himmeti, gayret-i diniyeyi harekete geçirip hakim kılan ve hangi ırktan olursa olsun bütün müslümanları bağrına basan ve onları imân nuruyla kaynaştırıp hakiki kardeşliğe eriştiren ve tabir caizse kurtla kuzuyu barıştıran ve bizler de dahil olmak üzere milyonların imânını kurtaran ve küfrün belini kıran ve din düşmanlarının plânlarını altüst eden Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine bağlandığımız, avukatlığını kabul ettiğimiz, talebelerinin dâvâsını ve eserlerinin müdafaasını kabul ettiğimiz için darılttığımız ve düşmanlığını kazandığımız çok kimseler olduğu gibi, Risale-i Nur dâvâlarından vazgeçirmek için bizi tehdit edenler dahi olmuştur.

Fakat bütün bunlara rağmen biz hak belldiğimiz yoldan Allahın lütfu inayetiyle dönmedik ve İnşallahurrahman yine dönmeyeceğiz ve bu tuh haletimizi, <<Hukuk Yolu>> adıyla Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti adına 1950 de yayınladığımız dergide yayınlanan <<Mücadele ediniz>> başlıklı fıkramızda şu şekilde ifade etmiştik:

<<Mücadele ediniz… Şeref ve haysiyetinizi korumak, hakkınızı çiğnetmemek, dâvânızı gerçekleştirmek, imânınızı yaymak için mücadele ediniz. Hakkın zaferi, adaletin tahakkuku için mücadele ediniz.

Kuvvetinden başka büyüklüğü olmayan müstebidler karşısında kükreyiniz ve şahlanınız! Boynunuz kırılsın, fakat eğilmesin! Alnınız kanlansın, fakat lekelenmesin! Köpek gibi yaşamaktansa insan gibi ölünüz.

Orduların bayrağın gölgesinde, dâvâların fedailerin izinde yürüdüğünü unutmayınız! Haklı fakat zayıf olanların müdafii, kuvvetli fakat zalim olanların hasmı olunuz!

Parayı Allah tanıyan, süfli ihtirasların pençesinde kıvranan ve saadetlerini başkalarının felâketlerinde bulanlarla mücadele ediniz’

İnsanlıktan hayvanlığa dönüşü temsil eden; dine, aileye, mukaddesata küfreden, namus, şeref ve haysiyetten mahrum olan; her şeyi mide meselesiyle izah edenlerle mücadele ediniz’

Kendilerinin halk için değil, halkın kendileri için yaratıldığına inananlarla fertleri ve milletleri köleleştirmek isteyenlerle mücadele ediniz’

Çünkü haksızlıklar karşısında susan fertlerin, emperyalistlere karşı birleşmeyen milletlerin ve Virgile Rossel’in dediği gibi <<Suistimallere karşı ayaklanmayan halkın hiç bir şeyden şikâyete hakkı yoktur>> veya istihza ile karışık olsa, halkın göstereceği gevşeklik cürmün tekrarlanmasını teşvikten başka bir şeye yaramaz.

Boşuna, herkes istediği muameleyi görür ve her millet lâyık olduğu idareyi bulur dememişler.

Lâyık olmadığınız muameleyi görmek istemiyorsanız mücadele ediniz.>>

<<Devlet>> adlı derginin <<nifak makinası>> yazarı, sen ve senin gibilerin bütün isnad ve iftiralarını reddederiz. Hain sensin, münafık sessin, zalim sensin!

Bizler hareketimizi, şu veya bu şahsın memnun olup olmamasına göre ayarlamayız. Bizim için mühim olan Allah’ın memnun olması, Peygamber-i Zişan’ın memnun olması, Allah dostlarının memnun olmasıdır.

Ey İbni Sebe’nin torunu münafık müfteri! Senin fitnelerinle Nur talebesi vasfına lâyık bir tek kimse hareket etmez. Çünkü onlar Allah’ın nuriyle bakar, senin ve senin gibi dessas müfterilerin ne aşağılık mahlûklar olduğunu bilir, tahriklerine asla ehemmiyet vermezler.

Nur kervanı yürüyor ve yürüyecektir. Arşa hırlayanların sonu ise hüsrandır.

Avukat Bekir BERK



Millî Hareket, Aralık 1969, Sayı 41.

Bekir Berk’in Akıbeti

Seçimler geçti ve Bekir Berk’in desteklediği masonların partisi AP iktidarı aldı. fakat bu garip avukatın müdafaaları bitmedi. Her hafta mensubu olduğu ceridede yapılan ithamlara cevap veriyor. Fakat yazdıklarında cevap değil suçluluğun açık delilleri var. Sormak gerekir; hazırlandıktan sonra Adalet Partisi teşkilâtı tarafından dağıtılan mahut broşürün parasını nereden buldunuz. Adalet Partisi’nden ilk elde 200 bin, satıldıktan sonra bir o kadar daha aldığınız doğru değil mi? Bir şey daha soralım; sen müslüman geçiniyorsun da masonların partisi AP’yi neden desteklediniz? Hem de Süleyman Demirel kanadını. Bu davranışınla sana mason olmuş diyenleri haklı çıkarmıyor musun? Hem sen nurcuları akılsız mı sanırsın ki sonuna kadar senin arkanda gelecekler? Avuç içi kadar kalmış taraftarlarınla akıbetinin mason Süleyman’ın koltuğunun altı olduğunu artık bütün imanlı insanlar biliyor.



Devlet, 1 Aralık 1969, Sayı 35.

AVUKAT BEKİR BERK MÜFTERİLERİ CEVAPLANDIRIYOR

<<Devlet>> adıyla Ankarada yayınlanan Derginin 6.10.1969 tarihli ve 27 sayılı nüshasının 4.cü sahifesinde <<Müslümanlar kimin hizmetine sokulmak isteniyor>> başlığı altında yayınlanan Dündar Taşer imzalı yazıda <<İSLÂMÎ HAREKET ve Türkeş>> adlı matbua ile ilgili iddialar baştan aşağıya yalandır. Şöyleki:

1- İttihad Gazetesi Neşriyat Müdürü ve başyazarı sayın Mustafa Polat’ın sorduğu suallerle ona verdiğim cevapları ihtiva eden ve <<İSLÂMÎ HAREKET ve Türkeş>> başlığı altında yayınlanan kitap; Milliyetçi Hareket Partisi adını taşıyan siyasî teşekkülün yetiştirdiği komandoların Millî Türk Talebe Birliği kongresi esnasında İslâmî şuura sahip gençlere; <<Kahrolsun şeriatçılar, Nurcular, Ümmetçiler>> diye dil uzatmaları ve <<Hak yol İslâm Yazacağız>> marşını okumaları üzerine molotof kokteylleri ile müslümanlara taarruza geçtiklerini öğrenince İslâmî hareket karşısındaki yerlerini gösterip, bazı safdilleri iğfal edip âlet olarak kullanmalarını önlemek için yayınlanmıştır.

2- Sayın Başbakanın kardeşi sayın Ali Demirel ve Sayın Salih Özcanla <<İslâmî Hareket ve Türkeş>> adlı kitapla ilgili olarak veyahut başka bir sebeble iddia edildiği şekilde hiçbir yerde görüşmüş değilim. Mason localarında toplantı yapanlara bizim aramızda değil, kendi aranızda rastlamakta güçlük çekmezsiniz.

3- <<İslâmî Hareket ve Türkeş>> adlı kitap, vesikalara istinad etmekte ve Türkeş, kendi sözlerinden, kitaplarından, beyanatlarından me’haz gösterilmek suretiyle nakledilen fikirlerin, sözlerin, beyanatların kendisine ait olmadığını, onları red ettiğini, onlardan dolayı pişman olup tövbe ettiğini de söyleyememiştir.

4- Bekir Berk ve arkadaşları, Nur-u Kur’ana, Allahu azimişana, Peygamber-î zişana ve Allahın nuruna bağlı Müslümanlar olarak sadece ve sadece vicdanların sesini dinliyerek hareket etmekte ve İslâmi hareketle hiçbir alâkası olmadığı gibi, İslâmî harekete karşı olan ve iktidarı ele geçirebilmek için Müslümanları sıçrama tahtası olarak kullanmak isteyen Milliyetçi Hareket Partisinin İslâmi hareket karşısındaki yerini göstermek maksadı ile hareket etmişler, Rıza-î İlahiye nail olmaktan başka bir maksad takip etmemişlerdir.

5- Umumiyetle dinsizliği siyasete âlet edenler, başkalarını dini siyasete âlet etmekle itham ettikleri gibi; dinî duyguları siyasî hedeflere varmak için âlet eden sizler de bizleri dini siyasete âlet etmekle ithama kalkışmakta iseniz de, görünen köy kılavuz istemez ve bir dane-i sıdk yakar bir harman yalanı misali görenler Allah için söylesin. Seçimlere giren kim? Milletvekilliği sandalyesi kapmak için, seçim dindarı, oy Müslümanı kesilenler kim. Anayasa Nizamı koruma kanun tasarısı getirilirken sevinçle ellerini oğuşturanlar, bu tasarıyı protesto hareketlerini önlemeye çalışanlar kimlerdi? Şüphesiz ki biz değiliz, sizlersiniz. Türkiye’de kıyma makineleri yalanlarının mucidlerinin tuzağına düşecek kimse kalmamıştır. Bunu iyi biliniz.

Avukat
Bekir Berk



Devlet, 8 Aralık 1969, Sayı 36

BİR MÜNAFIĞA CEVAP

Münafıklara cevap vermenin bir bakıma hiç faydası yoktur. Ayrıca, insanlık meziyetlerinden nasipsiz kalmış kimselere muhatap olmak bizler için hem üzüntü vericidir, hem de bir tenezzül meselesidir. Fakat fitneyi söndürmek ve milletin aldatılmasını önlemek yönünden, münafıkların gayretlerine seyirci kalınamaz. Size, böylesine kaçınılmaz bir zaruret yüzünden cevap veriyoruz. Yoksa, gerçekleri anlatmakta ne kadar usta olursak olalım, fitnecilik mesleğinden vazgeçmeyeceğinizi ve hatadan dönmeyeceğinizi çok iyi bilmekteyiz.

Evet Bay Bekir Berk, cümle münafıkların başlıca ortak özelliğine siz de sahipsiniz; inanmadıklarınıza ve yanlış olduğunu bildiklerinize, sırf fitne kazanını kaynatmanıza yardım edeceklerinden ötürü, başkalarını inandırmak istiyorsunuz! Nitekim dergimizin geçen sayısında yayınlanan tekzibiniz münafıklarla ortak özelliğinizin açık bir isbatıdır. Diyorsunuz ki; Millî Türk Talebe Birliği kongresindeki hâdiselere üzülerek, komandoların islâmcı gençlere taarruz ettiğini öğrendikten sonra, <<İslâmî Hareket ve Türkeş>> adındaki kitap yayınlandı! Düpedüz yalan söylüyorsunuz. Dediğinizin gerçekle en ufak bir ilgisi bulunsaydı, göz boyamak için <<röportaj>> ismini verdiğiniz, aslında haftalarca süren bir çalışmanın sonunda hazırlanan kitabınızın konusu MTTB kongresi olurdu. Oysa siz, kongreyi bir kenara attınız, izah edilmesi imkânsız koyu bir düşmanlık hırsı içinde MHP’ne saldırdınız ve böylece inkâr edilmez bir kesinlikle münafık olduğunuzu açığa vurdunuz. Çünkü, -söylenmiş olduğunu farzetsek bile- en az bizim kadar bilirsiniz ki, seçim heyecanının da karıştığı bir çekişme sırasında tahrik edilmiş birkaç gencin sözü ve davranışı mensup oldukları siyasî partiyi asla ilzam etmez ve sorumlu kılmaz. Yıllardır avukatlık yapıyorsunuz. Herhalde okuyup yazmışlığınız vardır. Herhangi bir partinin, delikanlılık heyecanını yaşayan birkaç genç tarafından temsil edildiğini ve o parti hakkında, gençlerin söz ve davranışlarına göre hüküm verildiğini nerede gördünüz, nerede duydunuz? Kaldıki, komandolarla ilgili sözleriniz de islamî bir endişeden ileri gelmiyor, münafıklık vasfınızı belirtiyor. Zira islâmiyet düşmanlığı ile suçladığınız gençler, en azından islâmiyet düşmanlığı kadar kınanması gereken başka bir düşmanlıkla, Türklük ve milliyetçilik düşmanlığı ile karşılaştıkları ve sırf milliyetçiliklerinden ötürü dinsizlikle itham edildikleri için öyle davranmışlardır. Yani siz ve diğer münafıklar tarafından kışkırtılan bir zümrenin yanlışına diğer bir yanlışla cevap vermişlerdir. Allahını ve milletini seven mefkûreciler, bu gibi durumlarda bir hiç yüzünden çatışan gençleri yatıştırmağa çalışır, fitneyi uyandırmazlar. Ancak münafıklar ve düşman kuvvetlerin hizmetindeki hainlerle aptallardır ki, Türklükle Müslümanlığı karşı karşıya getirir ve dövüştürürler.

Gençlik çağlarının heyecanı bazı aşırılıklara sebebiyet verebilir. Sizin bunu herkesten daha iyi anlamanız gerekirdi. Çünkü gençliğinizde şimdi hatırlamak bile istemediğiniz aşırılıkların bir temsilcisi idiniz. Öyle ki, Goblo’dan hızlı bir ırkçılık peşinde koşar, saçınızın şeklini Hitler’e benzetmek için özenirdiniz! Münafıkların ikinci bir özelliği de, fitne kazanının kaynamasına yardım ettiği sürece bildiklerini unutmuş görünmektir. Yazık ki, siz, bu özelliğinizle de tam bir münafık örneğisiniz. MHP’nin ve Türkeş’in islâmiyete düşman olmadığını gayet iyi biliyorsunuz. Alparslan Türkeş’i yakından tanıyorsunuz. Fikirlerini öğrenmek için başkalarının aracılığına ihtiyacınız yoktur. Bir zamanlar yanında görünmeyi bile şeref sayardınız. İmanının sağlamlığını ve islâmiyete karşı büyük bir saygı beslediğini inkâr etmenizin iyi niyetle izahı elbette mümkün değildir. Yalnız Türkeş’i mi? MHP’nin diğer ileri gelenlerini de tanıyorsunuz. Ve islâmiyete, hattâ inanır göründüğünüz icaplarına meselâ AP ileri gelenlerinden çok daha yakın olduklarını biliyorsunuz. Buna rağmen, sizi henüz gerektiği gibi tanımayan ve hâlâ değer veren inanmış vatandaşlardan bildiklerinizi saklamanız, tamamen ters telkinlerde bulunmanız, AP’nin maruf yeminlilerine bile toz kondurmazken MHP’ye ve Türkeş’e sövmeniz samimiyetsizlikten de beterdir, yâni münafıklıktır. Bizi kendinizden saymadığınızı ileri sürseniz de nifakçılığınızı örtemezsiniz. Zira hakiki bir müslüman, kendinden saymadıkları ile münasebetlerinde de islâmi ölçülere bağlı kalmak, karşısındakileri islâmiyete olan mesafelerine göre değerlendirmek ve buna göre tavır almak zorundadır. Meselâ, kitapsız bir zümreye karşı kitaplı bir zümre ile birleşmek mümkündür. Ama kitaplı bir zümreye, yahut daha açık bir ifade ile Allah’a inanlara karşı Allah’a inanmayan bir zümre ile birleşmeğe asla cevaz yoktur.

Yine cevabınızda diyorsunuz ki; <<İslâmî Hareket ve Türkeş>> adlı kitap vesikalara istinat etmektedir. Hangi vesikalara? Cumhuriyet ve benzeri gazetelerin yazdıkları mı? Cumhuriyet gazetesinin yazdıklarının doğruluğuna ne zamandan beri inanıyorsunuz? İşte bu noktada münafıklık mesleğinin diğer bir özelliği ile fitne kazanının ateşini alevlendirmeğe yarayacaksa düşmanı bile şahit göstermekten utanmama hâdisesi ile karşılaşıyoruz. Cumhuriyet ve benzeri gazetelerin şahitliği muteber tutulacaksa Bay Bekir efendi, aynı gazetelerin sizler hakkındaki hükümlerine de inanmamız gerekecek! Sizin ve mümessilliğini yapmak iddiasını taşıdığınız zümrenin vatan haini olduklarına, Türkiye’yi yabancılara peşkeş çekmek istediklerine ve dış kaynaklarca beslendiğine inanacak mıyız! Yazılanların tekzip edilmediklerini öne sürüyorsunuz. İyi ama siz de hakkınızda yazılanları tekzip etmemiştiniz. Biz hangi mezhep ve yolu seçerse seçsin, Müslümanlarla ilgili hükümlerimizi islâmiyet düşmanlarından aldığımız vesikalara dayandırmayız.

Ancak münafıklardır ki, milliyetçilere sövebilmek için kendilerine de sövenlerin yardımına sığınmaktan utanmazlar.

Ayrıca, kitabınıza aldığınız yakıştırmalardan pek çoğunun yalanlandıklarını da hatırlamalı idiniz.

Alparslan Türkeş’in kitaplarından seçtiğiniz misallere gelince; onlar başlı başına bir rezilliktir, insanlığa da, islâmlığa da, Türklüğe de sığmaz. Bazı cümleleri, meşhur <<namaza yaklaşmayınız!>> hikayesinde olduğu gibi, başını ve sonunu budayarak almış keyfinize göre tefsir etmişsiniz. Türkeş; <<Mücadelede hiçbir şeyden korkmayınız>> demiş, siz de bundan <<Türkeş, Allah’tan korkmuyor>> neticesini çıkarmışsınız. Bu nasıl bir komikliktir, nasıl bir kepazeliktir! <<Mücadelede hiçbir şeyden korkmayınız!>> sözünün <<yalnız Allah’tan korkunuz>> manâsına geldiğini, hattâ Allah korkusunun mücadelede hiçbir şeyden korkmamayı emrettiğini anlamayacak kadar cahil misiniz, aptal mısınız? Yoo! Hakkınızı teslim etmek isteriz; ne aptalsınız ne de cahil, sadece münafıksınız!

Sonra, olmayacak bir marifetiniz daha var. Türkeş’in yüzde yüz doğru, Müslümanlığın ve Türklüğün yararına olan bazı sözlerini almış, en hızlı komünistlerin ve masonların bile cesaret edemeyecekleri manalar vermişsiniz. Türkeş’in<<Mezhepçilik kışkırtmalarına karşıyız!>> sözünün ne demek olduğunu ve ne maksatla söylendiğini bir orta okul öğrencisi bile anlayabilir. Siz hangi sebeplerle basiretiniz bağlandı da anlayamadınız! Böyle bir sözden: <<İslâmiyette mezhep haktır. Türkeş, mezhepçiliğe karşı çıkmakla islâmiyete düşman olduğunu ortaya koymuştur!>> neticesini nasıl çıkardınız? Mezhepçilik kışkırtmalarına karşı olmanın, farklı mezheplere mensubiyet yüzünden vatandaşların döğüşmesini istememek ve aşırı solcuların, mezhep ayrılıklarını körükleyerek kavga çıkarmalarını önlemek mânâsına geldiğini aklınız almıyor mu, insan beyni taşımıyor musunuz?

Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri de mezhep kavgalarının karşısında idi. Hattâ mezhepçiliğin siyasete âlet edilmesini günümüz ölçülerine göre çok sert sayılacak bir şiddetle ezdi. Yavuz Sultan Selim de islâmiyet düşmanı mı idi! Yüce Allah, münafıkları elbette şaşırtacak; iç yüzlerinin anlaşılması için fırsat verecektir. Dileğimiz, mümin kulların fırsatlardan faydalanmayı becermesidir!

Ya o, Türkeş’in, gayri millî sermaye konusundaki fikirlerine itirazınız nedir? İslâmiyette müslümanlar ve gayri müslimler için ticaret hürriyeti varmış. İslâmiyet aleyhdarı olan Türkeş, Müslüman olmayanların hakkını çiğniyormuş! Münafıkça izahın ne güzel bir örneği! Evet, islâmiyette ticaret hürriyeti vardır. Amma, islâm nizamının uygulanmasından doğan kayıtlarla birlikte, müslümanların ve diğerlerinin imkân yönünden, hiç değilse, eşit olmaları da şarttır. Yoksa, mensuplarını köleliğe ve dilenmeğe mahkûm edecek bir ticaret hürriyetini islâmiyet tanımaz. Bilmediğinizden mi öyle yazdınız! Asla! Bilirsiniz, fakat mesleğiniz icabı bildiğinizi unutmuş görünüyorsunuz. Nitekim, Allahın hikmeti, kitabınız yayınlandıktan hemen sonra, öyle bir tuzağa düştünüz ki, sizi hiç kimse kurtaramaz! MTTB nin idaresini, <<İslâmî şuura sahip>> dediğiniz gençler aldı ve ilk işleri, <<yahudiye boykot haftası>> ilân etmek oldu. Münafıklığınıza inanmasaydık şunu soracaktık: MTTB nin <<islâmî şuur sahibi genç idarecilerini, islâmın ticaret hürriyetine aykırı düşen davranışlarından ötürü niçin ayıplamadınız, neden suçlamadınız?

Çok sevdiğinizi tahmin ettiğimiz Abdullah İbni Sebe’nin hayatını hatırlatalım mı? İslâm birliğini hâlâ engelleyen fitne ve fesadını herkesten ziyade müslüman görünerek yürüttüğü bütün tarihlerde yazılıdır. İbret almasını bilenler ne mutlu!

Bay Bekir Berk, şahıslarla hele sizin seviyeniz ve niyetinizdeki birisi ile uğraşmak gücümüze gidiyor; mecbur kaldığımızdan ötürü çok üzülüyoruz. Son bir öğüt fitne ve fesadın ömür boyu sürdürülmesi şart değildir. Eğer samimiyetle tövbe edebilirseniz, günahlarınızın bağışlanması belki de mümkün olabilir. Münafıklık etmediğinizde direniyorsanız, dergimize geliniz, yalanlarınızın doğrusunu bizden öğreniniz. Yüce Allah, münafıkların şerrinden cümle müslümanları kurtarsın!...

DEVLET



Ötüken, Kasım 1969, Sayı 11 (71).

TÜRKEŞ ALEYHİNDEKİ KİTABIN TEPKİLERİ

İslâmiyet dâvâsı güder görünen bir derginin ilâve olarak yayımladığı 64 sayfalık İslâmi Hareket ve Türkeş adlı kitabın tepkileri devam etmektedir.

Dergi sahibini yakından tanıyanlar, paraya çok düşkün bir yaratık olan bu adamın 64 sayfalık bir kitabı okuyucularına bedava dağıtmasının imkânsızlığını ifadede birleşmektedirler. Esasen, biraz düşünce sahibi bulunanlar, çok sayıda basılıp dağıtılan kitabın, ancak büyük bir sermaye tarafından desteklenmekle bu yükün altından kalkabileceği hususunu kabul etmektedirler.

Bu hareket, sadece Türkçü cephede değil, samimî din cephesinde de nefretle karşılanmıştır. Ankaradaki Sebat müessesesi tarafından yayınlanmakta olan Bülten’in 1.10.1969 tarihli sayısından aldığımız şu satırlar bunun delilidir:

“İslâm düşmanı farmasonlar sağ cephenin terör ve zulümle yıkılamayacağını anlayınca eski oyunlarını sahneye koymuşlar, Türkiye çapında sun’i bir islâmcı – milliyetçi ayırımını körüklemeye çalışmışlardır. Bu oyunda Yahudi gazeteler baş rolü oynamaktadırlar. Bilhassa Yeni Gazete ve Günaydın’ın son günlerdeki neşriyatı, pilâna göre hazırlanmaktadır. Ayrıca sağcı ve islâmcı geçinen haftalık İttihad gazetesi de Milliyetçi Hareket Partisi hakkında neşrettiği 64 sayfalık parasız ilâve ile bu plânda gerekli yerini almıştır. Memleketini ve milletini seven, islâma bağlı hiçbir kardeşimizin bu oyuna pabuç bırakacağını sanmıyoruz. İslâmiyet ve Türklük birbirlerinin parçalardır..”

Yahudi sermayesinin organize ettiği bu alçakça harekete katılarak o menfur broşürü yazan (?!) avukatın, soyca bir taraftan Türk olmadığı eskiden beri bilinmekte idi. Vaktiyle Türkçülük lehine yazdığı yazıların, bu eksikliğini unutturmak için sinsi bir oyun olduğu söylenirdi. Bu son, madde karşılığı hareketinden sonra ise, kendisini yakından tanıyanlar öteki tarafının da (hem de müslüman olmayan) bir kavme ait olduğunu ısrarla tekrarlamaktadırlar. Aklı başında bir Türkün ve samimî bir müslümanın Yahudi parasıyla böyle menfur bir harekete girişmesi imkânsız olduğuna göre bu son rivayetin de gerçek olması kuvvet kazanmaktadır. Çünkü parayla milliyetini ve dinini satabilmek ancak bu şekilde olabilir.

Bu kitap ve yazarı gözüken adamcık hakkında ilerde daha başka şeyler de yazacağız.



Milliyet, 28 Aralık 1969.

ÖZDAĞ VE BAYKAL GÖRÜŞLERİNİ AÇIKLADI

Kendilerini <<MBK üyeleri>> olarak tanıtan Muzaffer Özdağ ve Rifat Baykal dün ortak bir basın toplantısı yapmışlardır. Özdağ ve Baykal toplantıyla ilgili olarak dağıttıkları metinde Türkiye’nin bir buhran içinde olduğunu belirtmişlerdir.

Toplantıda dağıtılan metin özetle şöyledir:

<<- Türkiye bir buhran içindedir. Yıllardır yaşanan ve günden güne ağırlaşan buhranın ana sebebi 27 Mayıs devriminin tamamlanmaması, hedeflerinden saptırılması, devrimci idareye halef olan heyetlerin gayrı âdil, gayrımillî, statükoyu devam ettirme ve restorasyon çabalarıdır.

Bugün yaşanan buhrana tek yönlü sorumlu aramak kusurlu bir iş olur.

27 Mayıs devriminden on yıl sonra hâlâ toprak reformu gerçekleşmediyse, personel ve idarî reformlarla, malî ve vergi reformları yapılmadıysa, emeğin hukuku korunmadıysa, ülke modern bir iktisadî cihazlanmaya ulaştırılmamış ise, endüstri reformu ele alınmamışsa rahatsızlıklara, şahıslar dışında sorumlu aramak tabii sonuçtur.

26 Mayıs ortamını hazırlamakla beraber, 27 Mayıs’ın devrimci hamlesini siyasî oportünizme feda eden politikacılar kendilerinin kontrol etmedikleri her hareket ve idareyi şeamet gibi görmek ve göstermek alışkanlığını devam ettirmektedirler.

Siyasî partiler, nüfuzlu erkânının siyasî iktisadî tagallüp emellerine âlet olmaktan öte bir varlık göstermezse.

Milletin hak isteyen sesi, biriken devrimci potansiyel, millî kurtuluş için bir başka çözüm arayacaktır. Ve halk içinden yeni bir rejim, yeni bir sistem, yeni yöneticiler gelecektir.

27 Mayıs Türk devrimlerinin ne ilki, ne de sonudur.>>



Millî Hareket, Aralık 1969, Sayı 41

NİFAKÇILAR…

Nurcuları temsil ettiklerini sanan İttihat gazetesi ekibinin neşriyatına karşı infial gittikçe artıyor. Masonların partisi AP’yi tutan bu kişilerin neşriyatına üzülen bir nurcu vatandaşın, dergimize gönderdiği mektubu aynen neşrediyoruz:

İsparta 10.XI.1969

Seçimlere çok az bir zaman varken, partilerde hızlılaşan propaganda faaliyetleri, bu yıl ehlî iman (!) cephesine mensup gazete ve dergilerde bir curcuna halini almıştı.

Bu arada, lâikliğin yanlış tatbikatına maruz kalan Üstad Bedîûzzaman Hazretlerinin şakirtleri olan biz RİSALE-İ NUR talebelerinin haklarını müdafaa gayesi ile neşriyata geçmiş olan İTTÎHAT gazetesi maalesef çok kısa bir müddet sonra bazı istismarcı kişilerin elinde, küfrün en şenaatlisi olan Mason ve farmasonluk organı ve bu gibi şahısların destek ve yardımcısı olma havasına girdi.

<<Küfre rıza küfürdür>> emrini hiçe sayan bu kişiler üstadımızın ismini kendilerine maske ve eserlerinden elde edilen gelirleri de NURCU kardeşlerimizin ihtiyaçlarını karşılamak yerine altlarına hususî arabalar alıp apartmanlar diktirdiler.

* * *

Biz üstadımıza bağlı müminler olarak bu kişilere şunu hatırlatırız ki; RİSALE-İ NUR dışında ileri sürdükleri fikir ve mütalaalar kendi şahıslarını alakadar eder. Bunlar asla Üstad Hazretlerinin talebeleri adına konuşamazlar…

Seçimlerden evvel üstadımızın vasiyetlerini unutup siyaset ceryanlarına kapılıp, Mason – devrimbaz karışımı bir partiye rivayete göre <<Bir milyon>> lira gibi bir meblağ karşılığı size NURCULARIN desteğini sağlayacağız gerekçesiyle lehinde neşriyat yapmakla da kalmayıp, Sayın TÜRKEŞ ve bütün Milliyetçi Hareket Partili kardeşlerimize de en şen’i ve den’i iftiraları utanmadan attılar.

Biz neşrettikleri ve bedava olarak bir siyasî parti teşkilâtı kanalı ile dağıttıkları broşürleri hayret ve dehşet içinde okuduk. Üstadımız ve diğer kardeşlerimiz hakkında en galiz küfürleri etmekten çekinmiyen, küfürün en sistemli yayın organında sayın Türkeş hakkında çıkan yazıları vesika ittihaz edip İslâm adına bu adice oyuna ne gayelerle girdiklerini bir türlü anlayamadık.

Bir parti lideri ki; açtığı kamplarda beş vakit namaz kılmayı şart koşarsa, <<Dini reddeden bir milliyetçilik anlayışı bize yabancıdır>> der ve <<İslâmiyet nereye gitmiş ise ışık götürmüş, medeniyet yollarını açmıştır>> derse ona İslâm adını kullanarak hücum etmek ne İslâma ne insanlığa ne de Üstadın manevî varisliğine (!) sığar.

Üstad ne güzel söylüyor <<İslâmiyet selm ve meüalemettir. Dahilde niza ve husumet istemez. Biz muhabbet fedâileriyiz, husumete vaktimiz yoktur.>>

* * *

Sayın Polat daha evvelden CKMP’li olup Türkeş ile beraber aynı parti saflarında çalışmış ve bilâhare babası Ahmet Polat Erzurumdan Millet vekili adayı olup kazanamayınca partiden ayrılarak, hidayete ermiş (!) tir. Erzurum’da bizzat kendi imzası ile Türkeş ve CKMP hakkında yazdığı methiyeleri ve Atatürkçülük hakkındaki yazıları halen dadaşlar arasında günün konusudur.

Sayın Polat, sana üstadımızın bir sözünü hatırlatayım, gerçi sen bunları biliyorsun ama gene de söylemekte fayda vardır.

<<Ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü halde, sevmediğin bir adamın, sevimli mâsum bir kardeşine ve taallûkatına adavet etmek ne kadar hilâf-ı hakikat olduğunu hakikatbîn isen anlarsın.>>

Sen sayın Türkeş’i sevmeyebilirsin, hattâ düşman da olabilirsin. Fakat bu senin, Türkeş’in partisinde toplanan Müslüman Türk gençlerine düşmanlık etmene ve İslâmiyet adına ahkâm biçmene sebep değildir. Kaldıki sen İslâm adına ahkâm biçecek kadar bilgi sahibi de değilsin.

Memleketimizde azgınlaşan komünist ve mason faaliyetlerle mücadeleyi bırakıp sırf şahsi kin’in ve söylendiğine göre aldığın ücret karşılığı, halikınız, mâlikiniz, mabudunuz, kıbleniz, dininiz, peygamberiniz, devletiniz bir olan bir kardeşine velevki hatâları dahi olsa saldırman senin sadece karakterini ortaya koyar.

Hem üstad ne diyor <<Birbiriyle boğuşanlar, müsbet hareket edemezler.>>

<<Harici düşmanların zuhur ve tehaccümünde dâhili adavetleri unutmak ve bırakmak lâzımdır. Eğer bu olmazsa, bir vahşettir. Hayat-ı İçtimâiye-i İslâmiyeye bir ihânettir.>>

* * *

Kıymetli MHP li mücâhit kardeşlerimiz, biz Risale-i Nur talebeleri olarak diyoruz ki: Polat ve Bekir Berk bizi temsil etme selâhiyetine haiz değillerdir. Bunlar üstadımızı kendi batıl fikirlerine âlet etmek isteyen bir takım menfaatperestlerdir.

Bizler sizden ve Türk Milletinin istikbâlde yegâne ümitvar olduğu Milliyetçi Hareket Partisinin Lideri Muhterem Türkeş’ten bu gibi ulama (!) taslaklarının ve ahkâm çıkarıcıların sözlerine asla iltifat etmemesini rica eder ve delâlete sapan bu şahıslara da

<<Ey gaflet içinde olan adam, zillet ve esaret altında olmak istemiyorsan aklını başına topla!.. Bu ihtilâftan sadece masonlar ve zalimler istifade eder>> deriz.

Selâm hidayete tabi olanlar üzerine olsun.

İspartalı Kardeşiniz

AKİF KEMAL COŞKUN



Millî Hareket, Aralık 1969, Sayı 41

BEKİR BERK’İN AKIBETİ

Seçimler geçti ve Bekir Berk’in desteklediği masonların partisi AP iktidarı aldı. Fakat bu garip avukatın müdafaaları bitmedi. Her hafta mensubu olduğu ceridede yapılan ithamlara cevap veriyor. Fakat yazdıklarında cevap değil suçluluğun açık delilleri var. Sormak gerekir; hazırlandıktan sonra Adalet Partisi tarafından dağıtılan mahut broşürün parasını nereden buldunuz. Adalet Partisi’nden ilk elde 200 bin, satıldıktan sonra bir o kadar daha aldığınız doğru değil mi? Bir şey daha soralım; sen müslüman geçiniyorsun da masonların partisi AP’yi neden desteklediniz? Hem de Süleyman Demirel kanadını. Bu davranışınla sana mason olmuş diyenleri haklı çıkarmıyor musun? Hem sen nurcuları akılsız mı sanırsın ki sonuna kadar senin arkanda gelecekler? Avuç içi kadar kalmış taraftarınla akıbetinin mason Süleyman’ın koltuğunun altı olduğunu artık bütün imanlı insanlar biliyor.



Devlet, Ahmet Rifat, 29.12.1969, Sayı 39.

OĞLAN MÜCAHİT

Bir oğlan çıktı ortaya. Kadın sesli, kadın tabiatlı, farfara, lâfazan. Elini ver, kolunu kurtaramazsın. Hem söver, hem alır; hem alay eder, hem de istismar. Cıvıklığına su bile yetişemez. Salyangoz gibidir, kemiksizdir. Her kalıba girer, dolduramıyacağı şekil yoktur. Her çatlaktan nüfuz etmekte üstaddır. Bütün bu menfi hallerine rağmen ciddî işlere de kalkışmaktan geri durmamıştır. Çünkü maalesef dinleyici ve okuyucu bulabilmiştir. Hokkabaz, karşısında seyirci olmayınca ne yapar? Herhalde bir köşeye çekilip oturmak mecburiyetinde kalır. Hokkabazlık yapamaz yani. Ama bu oğlan ayrıca seyirci bulmak ve toplamakta da üstad. Hokkabaza bile pabucu ters giydiren cinsten bir yaratık.

İhtilâl ertesinde ortalarda sünepe sünepe dolaşan, askerliğinde bir metre genişliğinde ve beş santim suyu geçmek için Mehmedciğin sırtına binen ve bunu da bir meziyetmiş gibi utanmadan anlatan, dilinden “ayol, körolasıca, hûû…” gibi kadınlara mahsus lâkırdıların eksik olmadığı bu oğlan, bu zenne tabiatlı yaratık, senelerce Marmara kahvesinde Nurcular, Hacılar, Hocalar ve sair dinî zümrelerle alay etmiş, “aziz sıddık gardaşlarım, el mücahit ayak mücahit, v.s…” gibi alaylı sözlerle bir gün dahi onları dilinden düşürmemiş, fakat beş dakika sonra iştirâk ettiği bir toplantıda bunların tam aksi konuşmalar yapmaktan da hayâ etmemiştir.

Serdengeçti ona en iyi lâkabı takmıştı. Hiçbir zaman adıyla çağırmazdı onu. <<Melâhat>> derdi. O da memnundu bu isimden, hiçbir reaksiyon göstermezdi. Yakıştırıyordu kendisine herhalde bu lâkabı. O gün bugün melâhatlığı eksilmedi, arttı.

Bir gün sürüngenlikten kurtulup nasıl olduysa bir derginin başına getirildi. Çok şeyler ümid edilen, uğrunda ikiyüz lira maaşlı müezzinlerin bile para yatırdığı bir şirketin çıkardığı derginin!.. Oğlan Mücahit yani Melâhat işte bundan sonra parladı. Bir karanlık devirdi o günler. Elde bir tek bu mecmua vardı. Talebesi, hocası, zengini, fakiri, genci ihtiyarı bir ümidle sarıldı bu dergiye. Talebeler satışını yaptı, tashih etti, koca koca meslek sahipleri geceleri evlerine gitmedi, tek bir kuruş eksik verilsin diye gazete katladı, paket yaptı, adres yazdı, postaya koştu. Bütün bu faaliyetler esnasında ne yaptı Melâhat?. Cağaloğlunda şıra, Beyazidde çay içti. Sulu sulu fıkralar uydurdu ve anlattı. Zemin müsaitse Nurcularla, kendilerine Müslüman zenginlerden grubla bol bol alay etti. Ertesi gün mecmuanın kâğıt bonosunu da bu Müslüman zenginlere ödetmenin maharetine de malikti Allah için. Ve ödetti de.

Meşhur Zaptiye Ahmet işte bu sıralarda bu hizmete koşanlardandı. Bir fırtına gibi çalışırdı Zaptiye. O, hizmet aşkıyle yanıp tutuşurken Zenne Mücahid onu göklere çıkarırdı. Melâhat becerikliliği ve mecmuayı çıkaran şirketin idare heyetindeki, ayni bezden ve ayni kumaştan meslekdaşları sayesinde ne yaptı etti bütün mevcudiyetiyle mecmuaya sahip oldu. Bunu her tarafa bir fedakârlık gibi gösterdi ve muvaffak da oldu. Ahmed çalışmasına devam ediyordu. Nasıl olduysa adliye bir hata etti. Zenne Mücahidi tevkif ve hapsetti. Yukarıda saydığım hizmet yarışına girenler hapisaneye taşınıyordu âdeta. Konya Lezzet Lokantasından gidiyordu yemekleri Melâhat’ın. İşte bu sırada mecmua sadece ve sadece Zaptiye Ahmed’in akıl almaz gayret ve cesareti sayesinde çıktı. Hattâ rahmetli Ahmed bu sırada bir resim altından dolayı mahkemeye düştü ve davası senelerce sürdü. Günümüz için tehlikeli bir ithamdı, affı bile yoktu. Câniler affedilir de bu kanundan mahkûm olanlar affedilmez. Ne oldu netice?. Melâhat hapisten çıktı, sonra da beraat etti. Zaptiye Ahmed’e darbesini vurdu. Ona avukat bile tutmadı. Zavallı Ahmed mahkeme koridorlarında dosya satarak hayatını kazandı o sıralarda. Zaptiyenin yanında Melâhat’ın bahsi geçince, Ahmed şöyle bir gözlüğünü düzeltir, gözleri çakmak çakmak olur ve derin bir nefes alır. Hasbinallah ve nimelvekil der ve susardı. Adım kadar eminim: Ahmed’i götüren iç kanaması o zamanlar başlamıştı.

Bizzat şahit olduklarımı veya dinlediklerimizi bir bir yazacak olsam sayfalar yetmez. Aslında bir bahar sabahı yeşerip birden boy atan ve fakat bir mevsimlik ömre sahip bir sarmaşıktır Oğlan Mücahit. Ve onun tabiî ölümü yakındır. Bu sebeple ona dokunmaya değmez. Lâkin kandırdığı, saptırdığı kitle mühimdir. Şu son seçimlerde bu mel’aneti hem kendi kalemi ve hem de gazetesindeki haysiyetsiz ve iffetsiz bir kalemle, kendisi mesture kalemi yırtık bir erkek tavuğun kalemiyle bol bol işledi. Bu sebeple onun teşhiri nerede ise farz oldu. Farmasonlarla beraber olup ehli İslâma kundak sokan bu münafığın, bu muzırın bilinmesinde fayda vardır, hattâ zaruridir onu tanımak.

Oğlan Mücahit son derece enteresan bir istismarcıdır. Bu memlekette, boşluk yakalayıp hemen onu genişleten ve dolduran renkli gazeteler vardır. Cemiyette püf noktaları iyi bulur, boşlukları iyi değerlendirirler. Onları paraya tahvil etmekte üstad ve mahirdirler. İsim vermeye lüzum yok. Her gün vapurda, trende, iş yerinde, eğlence mahallinde, bilhassa mini etekli genç kızların ve uzun saçlı oğlanların ellerinde bunlardan bir kaç tanesini görebilirsiniz. Bunlar cemiyette, seksüel hislerden tutun, futboldan geçin, macera heveslerine kadar ne çeşit duygular varsa hepsini en usta bir şekilde kullanmışlar ve kullanmaktadırlar. Lâkin, Allah için, bir teki bile, ramazanda verdikleri bir iki ilâve hariç, dinî hayatı ve dinî konuları Oğlan Mücahitin vüs’at ve derecesinde süflî emellerine âlet edememiş, parasal istismar mevzuu yapamamıştır. İlk defadır ki Oğlan Mücahit mecmuasını ve gazetesini Kandil ilânları ile doldurmuş ve bunu bir âdet haline getirmiştir. İlk defadır ki toplu namaz, protesto namazı diye yeni bir namaz nev’i icat etmiş ve bunda son derece üstün bir ticarî muvaffakiyet kazanmıştır.

Defalarca dinledim Serdengeçtiden. Vaktiyle fakültede talebe iken ve daha sonra basın hayatına atıldığı sıralarda sık sık tekrar edermiş: Göreceksin ağabey, dermiş, Yeşil’in ticaretini en iyi ben yapacağım. Elhak dediğini yaptı oğlan. Yeşil’i bugüne kadar görülmemiş bir derecede ticarette kullandı.

Elinizi verin, kolunuzu kurtaramazsınız demiştim. Misâl vereyim: Oğlan Mücahit öyle bir ilân toplama sistemi icat etti ki akıllara durgunluk verir. Meselâ, siz vaktiyle, bizim de bir yardımımız olsun, biz de şu mücadeleye katılalım diye bir ilân verdiniz. Tamamdır artık, ilânlara abone oldunuz demektir. Oğlan Mücahit, sizin bir başka zaman ilân vermenizi beklemez. Kandil gelir basar, Bayram gelir basar, seyran gelir basar ilânınızı ve sonra da, tıpkı kendisine benzer, aynı kumaştan tahsil memurlarını salar piyasaya ve ilânların bedellerini toplar. Tıpkı vapurlarda, mesirelerde bir kaç şaklabanlık yapıp külâhını milletin önünde gezdirerek para toplayan soytarı gibi. İlân toplamakta bu yepyeni bir icattır ve tamamen Oğlan Mücahitin eseridir.

Anlatılmakla bitmez Oğlan Mücahit. Bir kitap yazılır onun için. O, korkusuz, fütursuz bir müctehittir. İctihadın ateşi, azâbı falan vız gelir ona. Dehşetli bir müfessirdir (!). Ama, ictihadı ve tefsiri bugün ak, yarın kara imiş, bugün şap, yarın şeker imiş. Ne beis var? Oğlan Mücahit bilmez mi bu durumu? Bilir, hem de domuz gibi bilir. Ama ar damarı öyle bir çatlamıştır ki zerre kadar yüzü kızarmaz, hayâ etmez. Onu tanıyanlar bilir zaten, yüzünün kızardığı, bir kere olsun alnının buruştuğu görülmemiştir. Bu utanmazlığı sebebiyledir ki bilmediği mevzu, alem oynatmadığı saha bırakmamıştır. Günü gelmiş devlet idare etmiş, günü gelmiş müslümanlara taktik vermeye kalkmıştır yazıları ile.

Aslında son derece korkak olmasına rağmen zemin ve zamanını yakaladı mı aslanlar gibi kükrer. Hele müdafaasız ve bir tek sütunu olmayanlara saldırmakta eşi ve benzeri yoktur. Ama sıkı bir kaçaktır da. Bir yazısından dolayı mahkûm olduğu sırada yurt dışında bulunmasından istifade ederek vatana dönmemiştir. Ama o her şeyde olduğu gibi bunda da dehasını göstermiş, kaçaklığını da, eşi menendi bulunmaz bir tarzda, davaya bağlılık, mücadele ve mücahedeye örnek diye göstermeyi ve bunu yutturmayı bilmiştir. Herkesçe meçhul ünlü kişilerden (!) ve makamlardan fetvalar aldığını beyan ile kaçaklığa devam etmenin davaya daha faydalı olacağına milleti ve okuyucularını inandırmıştır. Ve ne hazindir, ehli islâma nifak sokan, cepheyi paramparça eden en alçak yazılarını da kaçaklığı esnasında yazmıştır. Her gün yeni bir din kurup mezhep çıkarmakta, fikirleri ifsat etmekte, nifak kazanını durmadan karıştırmaktadır. Onun farmasonlara yaptığı hizmeti, ehli dine, sağ cepheye attığı kazığı becerebilen bir kimse çıkmamıştır. Hem de karşı cephede. Öyle bir mel’undur Oğlan Mücahit.

Lâfı çok uzattım, dedim ya anlatılmakta bitmez Oğlan Mücahit. On parmağında onbir hüner vardır onun. Biliyorum, bu yazıyı ona yollayacaklar. Kastımı anlarlarsa tabiî. O da hemen yaygarayı basacak. Bir kere daha Allahı, Peygamberi, yoluna bin kere kurban olmaya hazır olduğumuz dini bir defa daha istismar edecek. Nifak ateşini devamlı olarak harlı tutmak için bu yazıyı da bir yakacak olarak kullanacak. Ne gam!. Onun sonu yakındır. Benim inandığım Allah ihmal etmez. Hâşâ yutmaz, kafese girmez. Bilirim, ona mehil veriyor sadece. Ve gene inanıyorum ki bu mehil bitmek üzeredir. Ve inşallah hesap tam görülecektir bu kerre. Hem de bütün avanesi, bütün münafıklar güruhu ile birlikte.

Allah cümlemizi onun şerrinden, kadın tabiatından ırağ etsin. Ve ona uyan safdillere de akıl ve iz’an versin.



Yeni Gazete, 18 Mart 1970.

M. ŞEVKET EYGİ’YE 350 BİN DOLAR GÖNDERİLMİŞTİR

Bugün gazetesi yazarlarından Mehmet Şevket Eygi’nin Müslüman Kardeşler Teşkilâtından 350 bin dolar aldığı AP İstanbul milletvekili Tekin Erer tarafından ileri sürülmüştür.

Aşırı cereyanlar konusunda AP Ortak Grubunda bir konuşma yapan Erer, Mehmet Şevket Eygi adına Cidde’den Münih’e havale edilen 350 bin dolarlık bir posta havalesinin fotokopisini göstermiştir. Fokotopide 18 Mart 1968 tarihinde Cidde’den Münih’e Holland Bank kanalı, 8617 – 3114 havale numarasıyla gönderildiği yazılıdır.

Ortak Grupta söz alan Tekin Erer, Türkiye’de aşırı sağ ve solun merkezinin Moskova’da olduğunu belirtmiş ve özetle şöyle devam etmiştir: <<Halk arasında aşırı sağ yoktur. Aşırı sağ padişahlık ve halifelik cereyanı demektir. Biz 13 milyonken bunları ilga ettik. 35 milyonu bulduk. Bu CHP’nin Türk milletine iftirasıdır. Aşırı sağ millette yoktur. Ama bunu yaratanlar vardır. Bugün ve Sabah gazeteleri bunu tahrik ederler.>>

Erer daha sonra Mehmet Şevket Eygi hakkında yazılmış bir kitaptan parçalar okumuş ve bu arada Eygi’nin Müslüman Kardeşler Cemiyetine verdiği raporu ele almıştır. Tekin Erer bu rapordan bir pasaj da okumuştur. Pasajda şöyle denilmiştir:

<<Türkiye’de partilerde iş yok, hepsi kâfir ve dinsiz dolu. Uyuyan insanları uyandıralım. Bir işaretimle kıyam gününde hareket ettireceğim. Gazetem zarar ediyor, matbaam yok, hükümet baskı yapıyor.>>


MEHMET ŞEVKET EYGİ KİMDİR?

1935 yılında Karadeniz Ereğlisi’nde dünyaya gelen Mehmet Şevket Eygi Kömür İşletmesinde bekçilik yapan Sait Efendinin oğludur. İlkokulu Ereğli’de bitiren Eygi’yi annesi Seher Hanım İstanbul’a zengince akrabalarının yanına göndermiştir. Galatasaray Lisesine akrabaları tarafından yerleştirilen Eygi’ye okulda arkadaşları tarafından Hafız ismi takılmıştır. Ancak hafızlık daha çok ezberciliğinden verilmiş bir addır… Eygi daha çok okulda sosyalizm ve hatta komünizmle ilgili bir öğrenci olarak tanınmıştır. Okulu bitiren Eygi bilâhare idareci olmak hevesiyle Ankara’ya gitmiş ve Siyasal Bilgilere yazılmıştır. Bir yandan tahsiline devam ederken öte yandan da Ankara’daki nurcularla ilişkiler kuran Eygi bir süre <<İslâm>> dergisinde idare âmirliği yapmıştır.

1956 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesini bitiren Eygi İçişleri Bakanlığına başvurmuş fakat bir maiyet memurluğuna tayini geciktiği için Nurcuların tavsiyesiyle Diyanet İşleri Başkanlığına tercüman olarak tayin edilmiştir. Bu arada <<İrşat>> adlı bir de dergi çıkarmıştır.

M. Ş. Eygi Ankara’da çok kalmamış, nihayet İstanbul’a gelerek İlim Yayma Derneğinin nüfuzlu liderleriyle ilişki kurmuş, onların yardımlarıyla da önce haftalık bir din dergisi sonra da Bugün adlı günlük gazetesini çıkarmağa başlamıştır. Bir taraftan gazetesini çıkarırken, öte yandan da Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Ürdün gibi ülkeleri ziyarete başlamış ve iddiaya göre oradaki Müslüman Kardeşler Cemiyetiyle ilişkiler kurmuştur.

Bugün gazetesinin sahibi Eygi bu arada, Babıâlide Sabah adlı bir başka gazeteyi de satın almıştır.

Başyazılarında hilâfeti isteyen yazılar yazdığı için mahkemeye verilen Eygi iki yıl hapse mahkûm olmuştur. Ancak kararın Temyizde tasdik edildiğini Savcılıktan önce haber alınca esasen pasaportu hazır olduğu için, Hacca gidiyorum diyerek Suudi Arabistan’a kaçmış ve bir daha da yurda dönmemiştir. Bir seneye yakın Arap ülkelerinde çeşitli politik ve dinî teşekküllerin misafirliğini yapan Eygi bilâhare Avrupa’ya geçmiştir. Halen Almanya’da Bugün gazetesini çıkarabilmek için çalışmalar yaptığı söylenmektedir.



Bugün, 20 Mart 1970.

MEHMED ŞEVKET EYGİ’NİN İLK YILDIRIM TELGRAFI: ŞEREFİZLER! HEPİNİZE MEYDAN OKUYORUM!

Şahap Tan gibi, Ramazan’da içki içip sonra Müslümanlık taslayan binbir sabıkalı, beynelmilel bir casus ve dolandırıcıya millet kesesinden para verdirerek ve yalan malzeme temin ederek aleyhimde ilk kelimesinden son kelimesine kadar iğrenç iftiralardan ibaret bir paçavra neşrettiren ve sonra onu delil gösterip arkamdan havlayan şerefsiz küfür eşkiyâsına yıldırım telgrafla ilk cevabımdır.

Siz, yahudi, mason, formason, moskof uşağı satılmış vatan hainleri!

Siz, hırsız, düzenbaz, devrimbaz, sahtekâr, putlu azınlık eşkiyâsı!

Siz, seçimlerden önce Müslümanlara yaranmak için köpekler gibi kuyruk sallayan, seçimden sonra Yeşil Komünist diyen haysiyetsiz ve karaktersizler!

Siz, millet malını domuz gibi yiyenler!

Siz, nüfuz tüccarları, spekülâtörler, kaçakçılar, halk düşmanları!

Siz, millet sefaletle pençeleşirken balolarda zil zurna içip, çıplak dansözlere sarılan politika eşkiyâları!

Siz, patriklerin ve hahambaşıların önünde hürmetle eğilirken müslüman Türk’ün Diyanet Reisine küfür eden küstah devşirmeler!

Siz, yabancı sermaye haydutlarına bira fabrikalarını peşkeş çekenler!

Siz, Kur’an, imân ve İslâm’ın namert düşmanları!

Siz, Rotary, Lions, Propeller uşakları!

Siz, müslüman Türk milletinin vicdanını boğan, beynini afyonlayan, kanını emen bozuk sütlü parazitler!

HEPİNİZE MEYDAN OKUYORUM!

İslâm’a ve millete hizmet ettiğim için kuduz köpekler gibi salyalı ağızlarından iftira ve yalan saçarak bana hücum ediyorsunuz. ALLAH bana yeter! Hepinizi teşhir edeceğim!

Kasalarınızı, masalarınızı, yaldızlı sandalyelerinizi, votkalarınızı, rakılarınızı, viskilerinizi, metreslerinizi, oğlanlarınızı, kızlarınızı, hırsızlama servetlerinizi, yalanlarınızı, dolanlarınızı, putlarınızı ve puthanelerinizi tepenize indireceğim!

Sizi gerçeğin kırbacı ile ıslak sıçan gibi evirip çevireceğim!

Sizler gibi vatan haini, şerefsiz, TEL-AVİV ve MOSKOVA uşaklarının putlu azınlık domuzlarının saldırması benim gibi bir müslümana ancak şeref kazandırır.

Alçakça iftiralarınızın her birinin cevabını bomba gibi patlatacağım!

Allaha şükürler olsun Mehmed Şevket EYGİ’nin yüzü ak, alnı açıktır.

Benim verilmeyecek hesabım yoktur!

Bu yıldırım telgrafla şerefsizlerin yüzüne bu kadarcık tükürebiliyorum. Asıl cevabın şiddetlisini sonra görecekler.



Bugün, 21 Mart 1970.

M. ŞEVKET EYGİ’NİN İKİNCİ YILDIRIM TELGRAFI: <<350 BİN DOLAR MASALI, EFSANE ÇAPINDA BİR YALANDIR..>>

<<İSPAT EDENE BÜTÜN MAL VARLIĞIMI DEVREDECEĞİM>>

MÜFTERİ: YA İDDİALARINI İSPAT, YA İNTİHAR EDECEKSİN! YOKSA ŞEREFSİZCE YAŞAYACAKSIN!..

Mehmed Şevket Eygi ile Gazetemize ve mensuplarına alçakça iftira edenlerin yakasını bırakmayacağız!.. İslâm düşmanları rezil bir tertip peşinde!.

AÇIKLAMA

İnsanlık yüzkarası bir sefil tarafından tertiplenip İSLÂM DÜŞMANI VE İLERİCİ (!) bir mebus tarafından AP grubuna getirilerek büyütülen ve KÜFÜR MATBUATI’NIN diline düşürülen, emsâli hiçbir vak’ada görülmemiş derecede DENİ VE ŞENİ YALANLARA karşı TAM CEVABIMIZ bir kaç gün sonra VERİLECEKTİR.



Bugün, 22 Mart 1970.

BU İŞ BURADA BİTMEZ! HİÇ BİRİ ELİMİZDEN KURTULAMAZ!
YA İSBAT ETSİNLER YA İNTİHAR
M. ŞEVKET EYGİ: ADİ BİR KOMPLO!



Bugün, 23 Mart 1970.

TEKİN ERER’E AÇIK İHTAR: ŞEREFİNİ KURTARMAK İSTİYORSAN İDDİALARINI İSBAT ET!
EDEMEZDEN İKİ YOL VAR: YA AF DİLERSİN YA İNTİHAR EDERSİN

YOKSA KENDİNİ KORU

DİMDİK AYAKTAYIZ

Önce bu gazetenin sahibini ve başmuharririni hapse atıp, bizi o yolla susturmak istediler. Fakat muvaffak olamadılar. Gazetemiz yine çıkmağa devam etti ve küfür cephesinde nice rahneler açtı…

Kâfirler nihayet bir iki satılık vicdan kiraladılar ve onların uydurup ortaya atacakları iftiralarla bizi vurmak istediler.

Hepsi yalan hepsi düzendir. Gerçekle hiçbir ilgisi yoktur.

Kâfirlerin gayretleri boşunadır. Sonunda yıkılacak olanlar kendileridir.

Dimdik ayaktayız. Vazife başındayız.



Akşam, Faruk Şensoy, 23 Mart 1970.

ŞAHAP TAN TEHDİT EDİLİYOR

* Bıçaklanan Şahap Tan, eli yüzü sargılı halde görülüyor.

Şakayı bırakalım…
Köşe başlarında adam doğruma dönemindeyiz demokrasimizin…
Şakayı bırakalım…

Şahap Tan adlı bir yazarı, burjuvazinin göbeği Suadiye’de iki yerinden bıçakladılar.
Şahap Tan, kendine saldıranı tanımaz… Ben Şahap Tan’ı tanımam.

Yer yer kırışmış yuvarlak yüzü, geniş alnı, siyah gözlükleri ve yanağında kocaman bir bantla gördüm ilk kez… Kendi hâlinde, sivrilikleri olmayan bir insan yumuşaklığında, hani şu sıradan oyunlardaki yaşlıca aile babası görünüşü içindeydi…

<<Suadiye’de otururum. Çolak İsmail sokağında… İlk saldırıya önceki gece uğradım. Bir otomobille ezmek istediler… Atik davranıp kurtuldum… Dün gece, onbir sıralarıydı. Çolak İsmail’in köşesini henüz dönmüştüm, sırtıma sol omuzuma bir bıçak saplandığını hissettim… Geriye döndüğümde bıçağın parıldıyarak gözlerime doğru geldiğini gördüm. Başımı çektim, bıçak yanağımı yırtarak geçti… Kasketi gözlerinin üzerine düşmüş, siyah pardesülü bir adam durmadan bıçak sallıyordu… Elimi belime atıp, <<Öldürürüm…>> diye bağırdım… Adam, bıçağı elinde kaçtı… Güçlükle bir araba bulup Erenköy PTT hastanesine gidebildim….>>

<<Zaten…>> diye ekledi yaralı yazar… <<Bugün’ün Dervişi Mehmet Şevket Eygi, adlı kitabı yayınladıktan sonra tehditlerin ardı arkası kesilmez olmuştu… Hemen hergün telefonla tehdit ediliyordum.>>

Rengi, kokusu ne olursa olsun; fikirlerin karanlık sokaklarda bıçaklandığı dönemdeyiz…
Şakayı bırakalım…
Eşşek şakası bunlar…



Bugün, Ahmet Güner, 26 Mart 1970.

HALK BİZİM YANIMIZDA

Hayatının her saniyesinin hesabını ihlâsla ve şerefle vereceğine emin olduğumuz bir insan birbuçuk yıla yakın bir zamandanberi yurt dışına sürülmüştür. Bu tedbirin çare olmadığını anlayanlar iki sokak köpeğini üstümüze salmışlar, bizi bu havlamalarla korkutacaklarını sanmaktadırlar.

Bir takım insanlar devletin en gizli ve güvenilir organlarını, çirkin politika oyunlarına âlet edip düzmece yayınlarla SAĞ’ı mahkûm etmek istemektedirler Komplo aslında bize karşı değil, mülkün temeli olan adalete karşıdır! Müslüman Türkün devlet anlayışına karşıdır. Devletin ebedi haysiyeti bu tarz çirkin oyunlara âlet edilemez! BUGÜN gazetesinin ve ilgililerinin bütün hesapları ve gayretleri açıktır, ortadadır, her gün tekrar edilmektedir. Bu günden itibaren bize karşı yürütülen her türlü baskıyı, yanımızda olduğuna emin olduğumuz Müslüman Türk milletine duyuracak ve ondan yardım istiyeceğiz. Bu gazete yaşayacak ve tarihi misyonunu yerine getirecektir.

Kendilerini milliyetçi sayıp çabalarını bir siyasî örgütün darlığına hapseden bazı fesat ve iftira tevziatçılarına da bir çift sözümüz var: Devlet batarken seyirci kalınmaz. İdraklerini aşan hayallerin sahipleri, bir iki yazarı ve 50 bin tirajlı bir gazeteyi hasım bildiler mi anlayınız ki onlar cücelerdir. Sarı Nehrin kenarında 14 atlısı ile 40 binlik Çin ordusunu bekleyen Kürşad’a mensubiyet iddiasında olanların, mânâda daha yiğit olmaları beklenir. Jimnastik hareketleri ile vatan kurtulduğunu tarihler yazmıyorlar.



Son Havadis, Tekin Erer, 28 Mart 1970.

BİR İZAH…

İstanbul’da intişar eden <<Bugün>> gazetesi, bir hafta müddetle basında emsali görülmeyen tarzda bize söylemediğini bırakmadı. <<Ya intihar et, ya hayatını koru>>, yani <<ya kendin öl, yoksa biz seni öldüreceğiz>> gibi tehditlerden tutunuz da şeref ve haysiyetimize müteveccih akla gelebilen her şey yazıldı.

Küfür bu gazetenin sanatı haline gelmiştir. … Ne var ki müsamahanın, <<Bunlar çocuktur, yarın uslanırlar, yaptıklarından pişman olurlar>> demenin de bir haddi hududu vardır. Bundan dolayıdır ki, gazetenin mesulleri hakkında hem ceza, hem hukuk dâvası açmış bulunuyorum.

* *

Meselenin esası nedir? Ömrümde yüzünü görmediğim, Bugün’de fıkra yazarlığı yapmış bir muharrir <<Bugünün Dervişi Mehmet Şevki Eygi Kimdir?>> adlı bir kitap yayınlamış.. Bu eserin 79. sayfasında şunlar yazılıyor:

<<- Cidde’de Hollanda Bankasından 8 Mart 1969 tarihinde 86473/4936 kot numaralı havaleyle Münih’te Commerzbank A.G.’de gazeteci Mehmet Şevki Eygi’ye ödenmek üzere 350.00 dolar gönderilmiştir.>>

Bunun dışında kitapta mevcut bir hayli karışık işler var. Fotokopiler, vesikalar neşredilmiştir.. Ben milletvekili olarak bu kitapta yazılanları Millet Meclisi kürsüsünden ifade etmektense A.P.’nin gizli müşterek toplantısında söylemeği daha uygun buldum. Hükümeti ikaz ettim. Yani bir millet vazifesi yaptım. Konuşmam hakkında da dışarıda kimseye bir şey söylemedim. Hattâ şu sütunda bile yazmadım.

Eğer bu kitapta verilen malûmat doğru değilse yapılacak şey, kitabın yazarı hakkında ispat hakkı tanıyarak Türk adaletine baş vurmaktır. Canlı vesikalar ve fotokopiler karşısında küfürle, tehditle haklı çıkılmaz! Hele adam öldürmekle hiçbir mesele halledilmez! Kitabın yazarı yolu kesilerek bıçaklatıldı. Neticede kitap mı ortadan kalktı, vesikalar mı yok oldu? …

Otuz yıllık meslek hayatımda herhangi bir kimse hakkında ne yalan konuşmuş, ne de tek satır yazmışımdır. Kimse tek nümune çıkarıp gösteremez! Çünkü ben gerçek milliyetçi, gerçek müslümanım! Beni tanıyan herkes bilir ki, kimseye de düşmanlığım olmamıştır.

Eğer M. Şahap Tan’ın kitabındaki o fotokopiler, o vesikalar yalan ve sahte ise, bu takdirde yanlış malûmatı düzeltmek de benim vazifemdir. Biz, ne tehditten, ne ölümden, ne mücadeleden çekiniriz. Biz ancak Allahımızdan ve vicdanımızdan korkarız. Mecliste vazifesini yapan bir milletvekiline karşı şimdiye kadar Türk basınında görülmemiş bu menfur tecavüzü, önce Yüce Tanrıya, sonra da Türk adaletine tevdi etmiş bulunuyoruz.



Ötüken, Mart 1970, Sayı 3 (75).

Sahibi: Atsız, Sorumlu Müdür: Mustafa Kayabek, Sayman: Muzaffer Eriş
Yazı ve Mektup Adresi: Feyzullah Cad. Nu. 9 Maltepe Kartal İstanbul

ALPARSLAN TÜRKEŞ İLE BİR KONUŞMA

Sayın Türkeş hakkında 1969 seçimi öncesinde çıkarılan ve hâlâ da devam ettirilmekte olan birtakım iftira ve yalanlar, bazı çevrelerde ve bilhassa genç Türkçüler üzerinde menfi tesirler yapmakta ve kafalarda bazı tereddütler uyandırmaktadır. Bu menfi propagandayı kökünden söküp atmak için, Ötüken adına, sayın Türkeş’i ziyaret ettik ve sorularımızı sorduk. Ağır ağır söylendiği için not ettiğimiz cevapları Ötüken sayfalarından bütün Türkçü umumî efkâra ve Türkseverlere sunuyoruz:

Soru: Türkiye’nin, tarihteki muhteşem Türkiye haline gelebilmesi için Türkçülükten başka bir yol düşünebiliyor musunuz?

Cevap: Düşünülemez. Zira ülkeleri ve milletleri hedeflerine götüren yollar ve esaslar kendi bünyelerine, kendi şartlarına göre hazırlanmadıkça başarıya ulaşmak söz konusu olamaz. “Her şey Türk için, her şey Türk’e göre prensibinin kaynağı bu gerçekten çıkmaktadır.

Aslında Türkiye’nin geri kalmış ülkeler arasında sayılması, uzun yıllardan beri devleti idare edenlerin Türklüğün gerçeklerini ve Türkçülüğü bilmemelerinden, anlıyamamalarından; hattâ zaman zaman bu kutsal ülküye karşı çıkmalarından ileri gelmiştir. Eski çağlardaki büyük ve güçlü Türkeli Türkçülük şuuru ile kurulmuştur. Türkiyenin bugünkü durumundan kurtulup gelişmiş ve istikrarlı bir ülke olabilmesi için de böyle bir şuurun devlet idaresinde biricik ana prensip olması gerekmektedir.

Soru: Türk milletinin soy olarak büyük kabiliyetleri nefsinde toplamış bir millet olduğuna inanıyor musunuz? İnanıyorsanız son devirdeki ve bugünkü durumumuzu nasıl izah edersiniz?

Cevap: Türk milletinin büyük kabiliyetler yetiştiren bir soy olduğu hususundaki kanaatimiz sağlam ve köklü bir inanca dayanmaktadır. Bu millet, en çetin anlarında ve tarihin kesin döneminde büyük kurtarıcılar çıkarmış, büyük devlet adamları yetiştirmiştir. Oğuz Kağan’lar, İlteriş Kutluk’lar, Fatih’ler, Yavuz’lar, Atatürk’ler bu gerçeğin örneklerinden birkaçıdır.

Günümüzdeki Türkiye bir buhran içindedir. Fakat bu durum geçicidir. Yakında ortadan kalkacak, Türk milleti büyük ve gelişmiş Türkiye’yi kurmak için el ve gönül birliğiyle, Türkçülük ülküsü etrafında birleşip ilerleyecektir.

Günümüzde yeterince bilim, teknik ve sanat adamının yetişmemesinin veya bunların yurt kalkınmasında müessir olamamalarının sebebi de aynı arızî buhrana dayanmaktadır ve millî hareket bu meseleyi de halledecektir.

Soru: Bir Türkçü ve bir lider olarak, Türkiye’nin ve Türklüğün geleceği hakkındaki düşünce ve ümitleriniz nelerdir? Bu düşünce ve ümitler hangi kaynaklara dayanmaktadır?

Cevap: Türkçülüğün geleceği hakkındaki düşüncemiz, bu husustaki ümitlerimizin tahakkuk edeceği merkezindedir. Yeryüzünde yaşayan milletler arasında geleceği en parlak olan Türk milletidir. Çünkü bize şevk ve hız verecek şanlı, şerefli bir tarihe malikiz. Ayrıca Türklerin bugün yaşamakta olduğu bölgeler hem stratejik önem bakımından, hem de iktisadî zenginlik bakımından Türklere muhteşem bir yükseliş yolu göstermektedir. Türklük şuurunun yeryüzünde yaşayan Türkler arasında hızla yayılıp gelişmekte oluşu bu inancımızı güçlendiren ayrı bir gerçektir.

Soru: Türkçülük ülküsünün, eski yıllara nazaran yurtta daha çok mu yayıldığı, yoksa eskiye göre daha mı gerilediği düşüncesindesiniz? Bu sonuca ulaşmanızın dayanakları nelerdir?

Cevap: Türkçülük ülküsü, bugün yurdumuzda eski yıllara nazaran daha büyük bir güç kazanmış, daha geniş alanlara kol atmış durumdadır. Geçmişte atılan bu tohum günümüzde büyük bir ağaç olmuştur. Ve hızla kök salıp dal vermeye devam etmektedir. Bu kanaatımızın dayanağı, Türkçülük ülküsünü köyden üniversiteye kadar her çevrede kendini kabul ettirmiş ve bilhassa genç bozkurtların malı olmuş bir hareket olarak görmek şuurudur.

Soru: Türkçülüğün eski yıllardaki mahiyeti ile, son yıllardaki şekli arasında, bilhassa yayılma gücü bakımından, ne farklar görüyorsunuz?

Cevap: Türkçülüğün eski yıllardaki mahiyeti ile son yıllardaki şekli arasında çeşitli farklar vardır. Herşeyden önce, eski yıllarda sadece bir düşünce akımı olarak ortaya çıkan Türkçülük, bugün siyasî bir kuruluşun bayrağı olmuş ve gerek siyasî, gerekse ilmî esaslarla yeni bir kalıba sokularak yayılma ve tesir alanı geliştirilmiştir.

Bugün Türkçülük, başlangıç ve gelişme dönemlerini açmış, olgunluk dönemine ulaşmıştır. Son basamak olan başarı dönemecine çok yakında ulaşılacağı inancındayız.

Soru: Bugünkü hayvanî maddecilik propagandası karşısında, bir Türkçü ve bir siyasî lider olarak Türk gençlerine yakın ve uzak hedefler olarak neleri gösterebilirsiniz?

Cevap: Bugün dünyada revaçta olan kapitalizm ve komünizm gibi iki görüş de, esasta, insanları yükselten insanlık meziyetlerini inkâr ederek herşeyi maddeyle izaha çalışan materyalizme dayanmaktadır. Halbuki, insanlık ve yeryüzünde meydana gelmiş olan her yüksek eser maddeyle maneviyatın, bedenle ruhun birbirini beslemesinden ve tamamlamasından vücut bulmuştur. İnsanları ve milletleri yükselten bir tek merdiven vardır. Bu merdivenin sağ kirişi maneviyat, sol kirişi de maddedir. Basamakları sıra ile ahlâk ve ilimdir. Yalnız materyalizme dayanmakla, yükseliş merdiveni kurulamaz. Onun için biz hem kapitalizme, hem de komünizme hayır diyoruz ve üçüncü bir yol gösteriyoruz. Bu yol Türk milletinin varlığını korumayı ve ebediyen yükseltmeyi esas kabul eden, madde ile maneviyatı dengeli olarak birleştiren bir yeni görüştür.

Kapitalizm, Hıristiyan Avrupa ülkelerinin, Hristiyan olmayan ülkeleri pazar olarak kullanma ve sömürmesini esas alan materyalist bir görüştür. Komünizm ise dünya proletaryasının yeryüzünde dikta kurması için mücadele eden ayrı bir sömürge düzenidir. Bizim bugün ortaya koyduğumuz, Türkçülüğü esas alan Dokuz Işık millî görüşü ise insanların, hem başkalarını köle gibi kullanması, hem de başkalarına köle olması esasını reddeder. Bizim için Türk milletinin varlığı ve geleceği, her çeşit düşünce ve hareketin temelidir.

Yakın hedef olarak, Türk milletinin, çevresinde tam bir güvenlik sağlamayı ve ilimde, teknikte, sanatta en yüksek seviyeye ulaşmasını esas alıyoruz. Uzak hedef olarak da, Türkiye’nin varlığını hiçbir şekilde tehlikeye düşürmemek kaydıyla, bütün Türklerin kurtuluşunu ve bağımsızlığa kavuşmasını sağlamak gerektiğine inanıyoruz.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

Ziyaret -> Toplam : 125,01 M - Bugn : 30691

ulkucudunya@ulkucudunya.com