Kavganın deşifresi
Seda Şimşek 01 Ocak 1970
Hakan Fidan’ın siyasi macerası başlamadan bitti. MİT Müsteşarlığı’ndan istifa eden Hakan Fidan ile siyasi macerası başlamadan biten ve geri dönen Hakan Fidan, artık aynı “güçte ve gizemde Hakan Fidan” değildir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, şimdiden sonra kendi kendisini zayıflatmış, “yorgun” olduğunu da deklare etmiş bir MİT Müsteşarı ile yoluna devam edecek. Böyle bir sonuç, onu görevinden uzaklaştırmak isteyenlerin dahi beklentileri arasında sanırım yer almamıştır.
Esas karar Erdoğan–Gül görüşmesinde alınacak
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Hakan Fidan’ın adaylığı ile ilgili görüşünü aktarmasına rağmen Başbakan’ın izni ile yapılan bir hamle püskürtülmüş gözüküyor. Bir de karşı hamleyle, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün milletvekilliğine “yeşil ışık” yakılması söz konusu. Gül’ün “aday olmayacağı” kesinlik kazanmış değil. Öyle bir eğilimi olduğu aşikâr ancak esas karar belli ki eski ve yeni cumhurbaşkanlarının önümüzdeki günlerde yüz yüze yapacakları görüşmede ve ardından Gül’ün gerçekleştireceği istişareler sonunda alınacak. Eğer milletvekili adayı olursa, bunun aynı zamanda Gül’ün başbakanlığı ve genel başkanlığı anlamına geleceği herkesin malumu. Gül, milletvekili adayı olup olmayacağına değil, genel başkan ve başbakan olarak siyasete dönüp dönmeyeceğine karar verecek. Erdoğan’la yapacağı görüşmede de bu cevabı arayacaktır.
Fidan’ın istifası ve Gül tartışmaları zemininde bir kez daha kafasını uzatan, açılım sürecinin ardından, Oslo görüşmelerinin sızdırılmasıyla gün yüzüne çıkan, epey bir zamandır ülkede tozu dumana katan bir mücadele söz konusu. Belki ileri bir yorumla, TBMM’de Anayasa için kurulan uzlaşma komisyonunun sonuç alınmadan dağılmasını da bu mücadeleyle ilişkilendiriyorum. Kimin galip geldiği belli olmadığı veya esas aktörler henüz uzlaşamadığı için bir yeni anayasa da ortaya çıkamıyor.
İki devlet anlayışının çarpışması
Tasfiye edilen yahut tasfiye edilmek istenen bir “devlet” anlayışı var, bir de tesis edilen yahut tesis edilmek istenen bir “devlet” anlayışı var. Bu iki anlayışın çarpışması, komşularda yaşanan değişim ve dağılmanın da yansımalarıyla birlikte ülkeyi silkeledi, herkesi birbirine düşürdü, kutuplaşmayı, gerginliği tırmandırdı.
Tasfiye edilen yahut tasfiye edilmek istenen devlet, “bir millet” esasına dayanıyor ve böyle kalması için direnç gösteriyor. Tesis edilen yahut tesis edilmek istenen devlet ise “vatandaş devleti” öngörüyor.
Kurucu irade, o dönemin şartlarında, milleti “Türk milleti” diye adlandırmıştı. Yapabildikleri, yapamadıkları, başarabildikleri, başaramadıkları söz konusu. Bugün geldiğimiz noktada, “millet”in kapsayıcılığının nasıl genişletilebileceği meselesinde tökezledi ve tıkandı. Bu millete kendini ait hissetmeyenler de bu topraklarda yaşıyor ve “aidiyet” sorunları, aradan geçen onca zamana rağmen çözülememiş. Mesela, Şeyh Sait’ten ve Seyit Rıza’dan kalanların, bu millete nasıl dâhil edilecekleri konusunda bir form, bir paradigma geliştirmesi gerekirdi. Kavgayla meşguliyetinden dolayı buralara bakamadı.
Diğer tarafta tesis edilen yahut tesis edilmek istenen “vatandaş devleti” anlayışı, “bir milleti” tasfiye ederken, yerine ne koyup da ülkenin birliğini, beraberliğini sağlayacak? Hiç kimse “vatandaş devleti” görmedi, tanımıyor. Dolayısıyla, tabiatında bir “beka endişesi” barındırıyor. Belki çok daha “iyi” bir şey ama bu “iyi”liği hangi temellere dayanıyor?
Haziran seçimleri bu tercihlerin belirlenmesinde çok kritik bir rol oynayacak. AK Parti de bu bakımdan bir yol ayırımında. Devletler tarihimizin ilk seçilmiş cumhurbaşkanının ülkenin karşı karşıya kaldığı badirenin farkında olmaması mümkün değil. Bu geçiş ve gerilim sürecinde, hangi tarafta yer alırsa alsın, diğer tarafın hatta her tarafın ve kendisinin de “güvenebileceği”, hiç değilse “saygı duyulacak” bir “başbakana” ihtiyaç var. Hep birlikte gelecek 4 yılın değil, sonraki yüz yılın virajını alıyoruz.