Sandık güvenliği ve seçimler
Ali Yurttagül 01 Ocak 1970
Türkiye son yerel seçimlerde yaşanan usulsüzlük, manipülasyon, oy hırsızlıkları ve elektrik kesintileriyle çalkalandı.
Bazı sandıklar hâlâ mahkeme salonlarında dava konusu. Birçok yerde seçimler tekrarlanmak zorunda kaldı. Ankara ve Üsküdar’da oyların çalındığını savunan ciddi veriler okuduk. Ülkemde böyle şeyler olmaz, olmamalı diye düşünen saf birinin hayal kırıklığı değil. Acı oturmuş bir seçim kültürünün son yıllarda yozlaşmasını gözlemlemekten kaynaklanıyor. Yozlaşma seçimlerle sınırlı değil, yolsuzluklar, basın, ihaleler, denetim kurumlarının erozyonu, hukuksuzluk, keyfilik, kaçak saraylar da var diyeceksiniz. Haklısınız, ama seçimler konusunda özel bir tarihçem var.
Türkiye’de 12 Eylül darbesinin gölgesinde yapılan 1987 seçimlerinden kısa bir müddet önce girdim Avrupa Parlamentosu’na (AP). Türkiye’de kurşun havası hakimdi. Özal’ı herkes anlamamıştı henüz. İlk defa “hür” bir seçim beklentisi vardı. Seçimleri yerinde gözlemenin önemli olduğunu görüyor, AP, diğer AB kurumlarına birinci elden bilgi verelim diyorduk. Bu görüş etkinlik kazandı ve AP Türkiye’ye resmi bir gözlemci delegasyonu gönderme kararı aldı. Çok heyecanlanmıştım. İlk resmi ziyaretimiz olacaktı. Gerçi sendika ve insan hakları derneklerinin daveti ile gidip geliyorduk. Ama 12 Eylül darbesi ile ilişkiler dondurulduğu için AB kurumları resmi ziyaretlerde bulunmuyor, Ankara’dan kimseyi davet etmiyordu. TBMM ile de ilişkiler dondurulmuş, AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu (KPK) toplanmıyordu.
Uzatmayalım, gözlemci olarak ev ödevimiz iyi yapabilmek için iyi hazırlanmış, olası “hile” kaynaklarını gözden kaçırmamak için brifingler almıştık. Seçimlerden bir hafta önce milletvekili ve uzmanlardan oluşan büyük bir delegasyonla Türkiye’ye geldik. Siyasi partiler, Meclis grupları, milletvekilleri, avukatlar, gazeteciler ve Yüksek Seçim Kurulu (YSK) gibi önemli ziyaretler yaptık ve görüşler aldık. Zamanın YSK başkanı ile görüşmemiz sadece beni değil tüm delegasyonu derinden etkilemişti. Bu toplantıdan çıktıktan sonra Türkiye’de oldukça derin ve oturmuş bir seçim kültürü olduğundan emin olmuştuk.
Gençler için söylüyorum, havanın hâlâ kurşun gibi 12 Eylül koktuğu, TRT dışında kanalın olmadığı bir dönemden bahsediyoruz. Özal henüz ülkenin önünü yeteri kadar açamamış, özel televizyon ve radyo kanalları hayal bile edilmiyor. Ama bir şey tüm bunlara rağmen işliyordu. Siyasi partiler devlet kanalı TRT’de eşit haklara sahiptiler, adil diyebileceğimiz bir görünürlük vardı. Hükümet partisi ANAP bugün AKP gibi TRT’yi tek parti yıllarını andıran üslupla yönetmiyordu.
Seçim sistemi adil miydi? Hayır. Refah Partisi ve MHP Kürtleri sistem dışına itmek için konulan % 10 barajına takılıyor, Meclis dışında kalıyorlardı. CHP yasaklanmıştı. Demirel, Ecevit, Baykal, vs. hâlâ yasaklıydı. Yani henüz hür olmayan, darbe gölgesinde bir Türkiye’de seçimlerin adil olup olmadığını araştırmak için gelmiştik.
Seçim günü üç grup oluşturduk ve Türkiye’nin farklı bölgelerine dağıldık. Sandık başında durduk, vatandaşlarla, sandık kurulları ile konuştuk. Güneşli sıcak seçim gününde Milletvekili Wolfgang von Nostitz ile Afyon’da bir Selçuklu minaresinin gölgesi ve altında kurulu sandık gözlemlerimi unutamam. Kaleme aldığımız rapor, AB normları ile karşılaştırıldığında % 10 barajı dışında sorun olmayan adil bir seçim izlediğimiz ve halkın iradesinin Meclis’e yansıdığını dile getiriyordu. Kısa bir müddet sonra TBMM ile resmi ilişkiler başladı, KPK toplandı. Türkiye’de seçimler bu gözlemden sonra Brüksel’de kaygı kaynağı olmadı. AP, Türkiye’ye seçimlerine resmi gözlemci göndermedi. Sol Grup’tan bu yönde gelen talepler de destek bulmadı. Ama bugün son yerel seçimlerden sonra AP, haziran seçimlerini resmi bir gözlemci delegasyonu ile izlerse isabetli olur. Zira seçimlerde adalet ve hürriyet ilkesinden sorumlu kurumların tehdit altında olduğunu izliyoruz. Özerk, bağımsız ve tarafsız tüm devlet kurumlarını tehdit eden bir iktidar ve cumhurbaşkanı var.