Kabataş’ta yakılan cami!
Mümtaz’er Türköne 01 Ocak 1970
“Kabataş yalanı”na kulp arayanların kaçacak, sığınacak yerleri yok. Bu yalan “Alevîler camiyi yaktılar” yalanı ile tıpatıp aynı.
Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta bu yalan yüzünden oluk oluk kan döküldü. Gezi’de dökülmedi mi? “Kabataş yalanı” ile 14 yaşındaki Berkin’in ölümü ve diğer cinayetler arasındaki bağı kurmak çok mu zor?
Kimse kendini fasulye gibi nimet niyetine araya sokmasın. Bu provokasyonun ne gazetecilik, ne başörtüsü, ne de kadın tacizi arkasına saklanacak bir tarafı yok. Gerçeği bile bile “Kabataş yalanı”nı pazarlayan gazetecilerle, 78’de Maraş’a Milli Piyango bayii kimliğiyle gidip, “Aleviler camiyi yakıyor” diye bağırıp, halkı galeyana getiren provokatörler arasında zerre miktar fark yok. Ha camiyi yakmışsınız, ha bebeği ile birlikte başörtülü bir kadını 70-100 kişilik bir sapık grubuyla taciz etmişsiniz. Her ikisinin de insanlar üzerinde bırakacağı etki aynı değil mi? Ve sadece bu yalanların bırakacağı etki, provokatörlerin yegane amacı, gerisi teferruat.
Bu açık provokasyon amacını göz ardı ederek “Kabataş yalanı”nı tevil etmeye, savunmaya kalkanların dürüstlüğünden şüphe etmemiz lâzım. “Benzer çok taciz oldu” gerekçesine sığınanlara cevabı, daha o zaman Taksim’den Kabataş’a başörtüleri ile yürüyen Geziciler vermişti. Bu provokasyonun açık bir siyasî hesabı var. Ve bu hesap devlet imkânlarıyla ve iktidar gücüyle devreye sokulmuş. Her siyasî hesap gibi bir amacı var. Yalanın gerekçesi de bu siyasî amaçtan ibaret.
Nitekim provokasyon sadece “başörtülü bir kadına taciz”le sınırlı değil, daha tanıdık-bildik bir cami figürü ile tamamlanıyor. En az Kabataş yalanı kadar, yine Kabataş’taki Bezm-i Âlem Camii’nde içki içilmesi yalanı da bu provokasyonun bir parçası olarak devreye sokulmuş. Cami müezzini “içki içilmedi” dediği için sürüldü. Devam eden davada tek eksik cami imamının gelip ifade vermesi. Göndermeyen de muhtemelen amirleri. Mahkeme her şeyi somut delillere bağlamış. Davanın tanıkları ve delilleri sadece yaralılara camide tıbbi yardım verildiğini gösteriyor. Mahkeme üzerindeki baskılar, kararın 7 Haziran sonrasına bırakılacağını haber veriyor.
Kabataş sahtekârlarının elinde sadece yalanın değil, bu yalanlar yüzünden dökülen kanların vebali de var. Sağa sola yalpalamadan şu hükmü verelim: Gezi olaylarında, Kabataş yalanları ile ortalığa düşmanca psikoloji yayılmasaydı ve bu düşmanlık doğrudan dönemin Başbakan’ı tarafından bir Hükümet politikası olarak pompalanmasaydı bugün kaç kişi hâlâ yaşıyor olacaktı? Sivil taleplerle yola çıkan barışçı bir hareketin kriminalize edilmesinden bahsediyoruz. O insanların uğradığı haksızlığın, yedikleri biber gazlarının, gördükleri devlet şiddetinin hesabını kim verecek? Ya ölenlerin? Kimse zeytinyağı gibi üste çıkmasın. Gazetecilerden, tacize uğrayanlardan değil devlet imkanlarıyla, iktidar gücü ile topluma işkence edilmesinden, zulme ve haksızlığa uğratılmasından bahsediliyor. Kabataş yalanları, bu yalanları üretenlerden, yayanlara ve halkı tahrik etmek için kullananlara kadar açık olarak Ceza Kanunu’na göre suç teşkil ediyor. Ceza Kanunu’nda Kabataş yalanlarının gazetecisinden Başbakan’ına kadar yargılanmasını emreden çok sayıda maddesi ve bu maddelerde zikredilen ağır cezalar var.
1 Haziran 2013’te Gezi Olayları hakkında şunları yazmıştım: “Mazur gösterilecek bir tarafı yok. Şehrine sahip çıkan sivil inisiyatif, aşırı güç kullanarak eziliyor. Kamu hizmeti vermekle mükellef makamlar, alenen kamuya işkence ediyor. İnsanlar mağdur, orantısız gücün kurbanı. Peki açıklaması ne?”
O gün sorulmuş bu sorunun cevabını Kabataş yalanlarının deşifre edilmesi ile alıyoruz. Benzer provokasyonlardan toplumu korumanın ve tekrarını engellemenin yegane yolu Kabataş yalanlarının hesabının sorulmasından geçiyor. Çorbada kimin tuzu varsa kulağından tutulacak yargının önüne çıkartılacak ve bir daha hiç kimse “Aleviler cami yakıyor” türünden yalanları aklından geçirmeye bile cesaret edemeyecek.