Efendi veya izzet sahibi olmak!
Ali Bulaç 01 Ocak 1970
Haziran tarihli yazıda “Siyasal İslam”a yöneltilen eleştirilerin bir kısmının şu üç şıkta toplandığına işaret etmiştik: “Başka din veya siyasi görüşlerin yasaklanıp sadece Müslümanlar için geçerli olan hükümlerin herkese zorla tatbiki, yani totalitarizm; dinin bir şiddet ve terör aracı olarak kullanılması; başkalarının siyasi katılımına, bireysel veya örgütlü muhalefetine ve ifade özgürlüğüne engel teşkil eden otoriter yönetime mesnet kılınması.” Söz konusu eleştiriler tümüyle haksız değil, siyasi alanda iş gören Müslümanlar bu yönde görüntüler verirler.
Buna yol açan sebepler üzerinde durma zarureti var.
Nietzsche, İslamiyet’in “efendi”, Hıristiyanlığın “köle/uyruk dini” olduğunu söyler. “Nietzsche’eye göre İslamiyet sadece “efendi dini” olmakla kalmaz, erkeksidir de. Hıristiyanlık itaat altına alınmayı kabullendi; İslam itaat altına alınmayı kabul etmiyor, hükmetmek istiyor. Bunun pek yerinde bir değerlendirme olduğunu söylemek zor. “Efendi” yerine “izzet” kelimesini koymak gerekir (63/Münafikun, 8). İzzet sahibi olmak ile “kölelere sahip” efendi olmak arasında fark var. İzzet ve efendilikte güç ve iktidar var ama izzet sahiplerinin kullandığı güç ve iktidarın vakar ve onurla ilgisi var. Birinin vakarı ve onuru Hukuk’a bağlılığı, ahlaki erdemlere, hakkaniyete ve adalete olan sadakatiyle ölçülür. Efendi köle sahibidir, gücünü “sahip” olarak kullanır.
Nietzsche’nin iki din arasında yaptığı mukayese bir yönüyle doğru olsa da, bizi bazı temel yanlışlara sevk etme potansiyeline sahiptir. Hıristiyanlık, doğduğu yerden yani Doğu’dan Batı’ya geçince tutunmak için iki büyük taviz verdi: Biri teolojik olarak kadim Greklerin iki alan/iki cevher felsefesini dinileştirdi (ruhani ve cismani); diğeri mahalli pagan kültür ve ritüellerle uzlaşma yolunu tuttu. Dinin özüne aykırı bu iki forma büründükten sonradır ki, Roma tarafından resmi din kabul edildi. Resmi din oldu ama hâkim din olamadı, Bizans’ta Sezar’ın hâkimiyeti altına girdi, Batı Roma’da kendini prens ve kralların gölgesinde koruyabildi. İslam ise ortaya çıkışından itibaren bir “devlet dini” olarak teşekkül etti. Belki “devlet” demek pek yerine değil ama en azından kendi siyasetini ve yönetim aygıtını İslamiyet’in kendisinin kurduğunu söylemek gerekir. İslam da Yunan felsefesi ile karşılaştıysa da siyaseten üstün durumda olduğundan Yunan metafiziğine veya felsefesine teslim olmadı.
İslami hükümler siyaset olmadan hayat bulamaz, bu bir hakikat. Fakat hükümlerin tatbikini gerektiren siyasetin “mutlak hâkimiyet” veya askeri/politik tahakküm şeklinde anlaşılması büyük yanılgı. Yazık ki, İslam adına siyaset yapanlar veya dindar/muhafazakâr kimlikli siyasetçiler İslam’ın izzetini tahakküm ve hâkimiyetle karıştırdıklarından, iktidara gelişlerinden bir süre sonra temel hak ve özgürlükleri kısıtlamaya, muhalif grupları sindirmeye başlar, bu arada bir daha gitmemek üzere iktidarı, devleti, yönetimi ve siyaseti temellük etme yollarını ararlar.
Oysa hem Kur’an’a, hem Hz. Peygamber (s.a.)’in sünnetinde ve siretindeki tatbikata göre temel ilke “tahakküm” değil, “hakemlik”tir. İslam’ın “hâkimiyet”e yüklediği anlam da tahakküm değil, Hukuk’un hakemliğine teslimiyettir. Farklı dini grupların bir muahede ile bir arada yaşadıkları Medine’de, ihtilaflarını çözmek üzere Yahudiler müracaat ettiklerinde, Kur’an Hz. Peygamber’i onların davalarına bakma konusunda muhayyer bıraktı (5/Maide, 44).
Hukuk, onu doğru uygulayana izzet kazandırır. Salt politik ve askeri tahakküme kalkışmak ise Nietzschevari tarzda yönetimi başkaları üzerinde efendiliğe kalbeder. Bir kere kendinizi efendi görmeye başladınız mı, müslim-gayrimüslim size muhalif olan herkesi “köle” görmeye ve boyunduruğunuz altına almaya başlarsınız. Bazı İslamcı akımlarda varolan otoriter ve totaliter eğilimler işte bu efendi psikolojisinin tezahürüdür; Hukuk’tan beslenen izzet değildir. Tabii ki izzetin yerini tahakküm güdüsünün almasının sebepleri var.