MAHMUT SAMİ RAMAZANOĞLU (k.s.)
01 Ocak 1970
Ramazanoğulları'ndan Müctebâ beyin evinin kapısını biri çalar. Kapıyı evin hizmetlisi açar. Kapıda bir kimsenin beklediğini görür ve ne istediğini sorar.
Ziyaretçi:
- Evin hanımı ile görüşmek istiyorum der.
Hizmetçi hanım, Ümmügülsüm validemize durumu bildirir. Ümmügülsüm validemiz:
- Kızım ne isterse kendilerine ver
diye tembihte bulunur. Hizmetçi ziyaretçinin isteğini sorar ise de
- Muhakkak kendileri ile görüşmem lazım
diye ısrar eder. Bu ısrar karşısında Ümmügülsüm validemiz kapıya gelir ve kapının arkasından konuşur. Ziyaretçi:
- Kızım hamile olduğunu biliyor musun? Senin vasıtanla büyük bir insan dünyaya gelecek, sol eğe kemiği üzerinde büyük bir ben bulunacak ve uzun müddet İslamiyet'e hizmet edecek. Bu müddet zarfında haram ve şüpheli şeylerden sakın. İsmini de Mahmut Sami koy.
der ve bir gömlek ister. Validemiz gömleği getirene kadar ziyaretçi ortadan kaybolur. Ziyaretçinin aslında Hızır aleyhisselam olduğu sonradan anlaşılır.
Yıl 1892, Adana'nın üzerine sanki bir nur doğar, Mahmut Sami Efendimiz dünya hayatına merhaba demiştir. Anne Ümmügülsüm Hanım ve Baba Müctebâ Bey evlatlarının üzerine doğumundan itibaren büyük bir titizlik gösterirler. Onun dini mübine hizmet edecek önder bir insan olarak yetiştirmek için ellerinden gelen gayreti sarf ederler. Onu Muhammedi ahlâk ile yetiştirirler.
İlk, orta ve lise tahsilini memleketi Adana'da tamamlayan Mahmut Sami Efendimiz, yüksek tahsil için İstanbul'a giderler. Burada İstanbul Üniversitesi Hukuk fakültesine kayıt yaptırırlar. Üstadımız Hukuk fakültesini birincilik ile bitirirler.
Zahiri ilimleri devrin ulema ve müderrislerinden tamamlayan Sami Efendimiz için sıra manevi ilimlere gelmiştir. Dünya diplomasını alan Üstadımız için sıra ahiret diplomasına idi. Nakşi tekkesi olan Gümüşhaneli Dergahına gider ve manevi vazife alır. Bir müddet Gümüşhaneli dergahına devam eder.
Daha sonra Kelami dergahı şeyhi Erbilili Es'ad Efendimizin talebesi olur. Dergaha devam ederlerken bir taraftan üstadına bir taraftan da dergaha hizmet eder. Daha o yaşlarda geceleri uyumaz, yorulmak nedir bilmezdi. Gündüzleri gelen misafirlerle ile ilgilenir, hizmetlerinde bulunur, geceleri uyumaz dergahı temizlerdi.
Kelami dergahı müridanından Hacı Mustafa Efendi dergahı bir gün de ben temizleyeyim diye erken kalkar. Lakin dergah temizlenmiştir. Ertesi gün biraz daha erken kalkar, fakat yine temizlenmiştir. Ertesi gün yine kalkar, yine temizlenmiş. Bu gece yatmayayım da kim temizliyor bu dergahı bakayım der. Hacı Mustafa efendi oturduğu yerde dalar, ayıktığında Mahmut Sami efendimiz dergahı süpürmüş, çöpü atmak üzeredir.
- Vay mübarek! Bu işi her gece sen mi yapıyordun? Müsaade buyur da çöpü de ben atayım.
der nezaketle. Mahmut Sami efendimiz:
- Siz zahmet buyurmayın efendim, ben atarım
der. Hacı Mustafa efendi:
- Hayır, siz müsaade buyurun derken Üstadımız Es'ad Efendi Hazretleri odasından çıkarak:
- Durun, durun beraber atalım. Melekler sizin şu halinize hayran oldular,
diyerek yanlarına gelir, üçü birden beraberce çöpleri çöp kutusuna atarlar.
Sami Efendimiz geceleri yatmaz, kıbleye karşı oturur, üzerine bir örtü örter, örtünün altında huzur ile meşgul olurlardı. Her sabah Üstadımızın karşısına boy abdestti ile çıkarlardı.
Bir gün dergahtaki Ali Baba vasıtası ile Adana'daki ebeveynini ziyaret etmek için, vapurla gitmek üzere Üstadından izin istedi ve eşyalarını toplayıp bavuluna yerleştirdi. Haberi beklerken Ali Baba gelmiş Efendimiz:
- Gitmesin dedi, deyince eşyalarını çıkarıp yerlerine yerleştirmiş ve "niçin?" diye hikmetini sormaya lüzum görmeden yerine oturmuştu. Sonradan duyuldu ki, o gideceği vapur denizde batmış. O zaman üstadımızın gitmesin sözünün hikmeti anlaşılmıştır.
Aradan bir zaman geçtikten sonra yine Adana'ya gitmek için Üstadından izin istemiş, müsaade edilince de ebeveynini ziyarete gitmişlerdi.
Adana'da bulunduğu devrelerde , oradan İstanbul'daki üstadına hediyelere gönderirdi. Gönderdiği hediyelerin de , bizzat kendi elinin emeği olmasına itina gösterirdi.
Rivayete göre ekinler biçildikten ve hasat yapıldıktan sonra tarlalarına gider, yerlere dökülen başakları toplar, samanından tanelerini mübarek elleri ile ayırır, onları bulgur yapıp İstanbul'a gönderirdi. Onun bu halinin işiten babası:
- Oğlum, benim ambarlarım buğday ile dolu, niçin Hocana onlardan göndermiyorsun, kendine eziyet ediyorsun? deyince. Üstadımız:
- O kapıya layık olan el emeği göz nurudur. diyerek cevap vermişlerdi.
Mahmut Sami Efendimiz kısa zamanda kesb-i kemalat eyleyip seyru sülûkünü tamamladı. Es'ad Efendimiz mü'minlere hizmet etmesi için icazet vererek kendi yerine varis eyledi.
Sami Efendimiz uzuna yakın orta boylu, nahif bedenli, buğday tenli, seyrek sakallı, kıvırcık saçlı, çukurca ela gözlü, zayıf olmasına rağmen mütenasip vücutlu idiler. Halim selim yumuşak ahlâklı, melek sıfat idi. Yakinen tanıyanlar Ona melek Sami Efendi derlerdi. Yerine göre gayet yiğit ve cesurdu. Yüzleri mütebbessim olmasına rağmen, içleri daima hüzünlü ve düşünceli idi. Vakar, temkin ve itidâl ehli idi.
Temiz, sade ve düzgün giyinir, sakalı bir tutamı geçmezdi. Az yer, az uyur, zaruret olmadıkça konuşmazdı. Konuştukları zaman muhataplarının seviyelerine göre konuşur, mühim olanları üç kez tekrar ederlerdi. Daima kıbleye karşı iki dizi üzerine otururlardı. Ayağını uzattığı, bağdaş kurup oturduğunu gören olmamıştır.
Hiç kimseden incinmemişler, hiç bir kimseyi de incitmemişlerdir. Kendisi ile bir konuda istişare edenlere:
- Büyükler şöyle yaparlarmış, veya biz sizin yerinizde olsak şöyle yaparız diyerekten emir vermekten kaçınırlardı.
Hayatı belli bir düzen, nizam ve intizam içerisinde idi. Nitekim Erenköy'deki evlerinden Tahtakale'deki iş yerine gidişlerinde vapur ve trene aynı saate biner, gişe memurlarını meşgul etmemek, yolcuları bekletmemek için bilet ve jeton paralarını devamlı surette bozuk olarak verirlerdi.
Mahmut Sami Efendimizin Peygamberimizin manevi emaneti devir almasını Üveysi veli Ladikli Hacı Ahmet Ağa (k.s.) anlatıyor:
"Veraseti Nebeviyye makamına ait emaneti devir almak için Mahmud Sami Efendimiz Medine-i Münevvere'ye davet edilmişti. Haberi kendilerine tebliğ etmiştim. Birlikte Adana'dan Ravza'yı Mudahhara'ya dört dakikada yetişmiştik. Bütün ricaller, kutublar orada toplanmışlardı... Hocamda orada idi.
Makam'ı Rasulullah'dan...
'Evladımız Mahmut Sami Efendiyi varisimiz olarak makamımıza tayin ettik!'
emri peygamberiyyesi mühürlü olarak, icazetnamesi kendisine verilir.
Toplanan ricaller ve kutuplar kendilerine hemen orada biat ederler...
Hac dönüşü, Gavs-el Azam Abdülkadir Geylani (k.s.) Hazretleri ile görüşmüş ve kendilerine:
- Sami Efendi; evlatlarına benim Kadiri dersimi de tarif et ve yolumu ihya et!' diye tavsiye etmiş ve mübarek Sultanım memleketlerine dönünce ihvana Kadiri dersini tarif etmişlerdir.
Sami Sultanımız bir taraftan irşad derslerine devam ederken, bir taraftan da Adana'nın senelerce ilim ve irfan meclislerinden uzak kalan camilerinde vaazı nasihatlarda bulunuyorlardı. İnsanlar gurup gurup derslerine koşuyor, manevi ikliminde feyz buluyorlardı.
1953 senesinde İstanbul'a hicret eder. Bir müessese sahibi kardeşimiz muhasebe işlerine bakması için rica ederler. Muhterem üstadım evvela, o kardeşimizin defterlerini tetkik etmişler. Alış veriş nasıl, meşru mu, yoksa karışık mı, faizle alakası var mı? Bu hususları iyice tetkik ve tespit ettikten sonra, tam arzularına uygun görünce, muhasebe işlerine başlamışlar ve
" Bir insanın muttaki olduğu yaptığı nafile ibadetlerde değil, muamelatının temiz, kazancının helal olup olmadığından anlaşılır." buyurmuşlardır.
Üstadımızın ahlâkı, adabı, her türlü hali Resulü Ekrem (a.s.) Efendimizin ahlâk ve adabına uygundu. Her işinde peygamberimizi örnek alırdı. Sohbetlerinde "Kim Resule itaat ederse, muhakkak ki Allah'a itaat etmiş olur" ayetini okurlar ve kendilerde günlerini peygamberimize itaat ile geçirirlerdi.
İmamı Rabbani Hazretleri'nin:
"Bizim yolumuzda edepten bir edebe riayet etmek, mekruhtan ictinab etmek velev ki mekruhatı tenzihiyyeden olsun; zikirden, fikirden, murakabeden, teveccühten bir kaç mertebe daha efdaldır" sözünü hatırlatarak edebin ne kadar mühim olduğunu sık sık vurgularlardı.
Muhterem üstadım sohbete çok önem gösterir, müridin manevi alemde yetişmesi, kemal bulması için sohbete ihtiyaç olduğunu beyan ederlerdi. Sık sık kendileri sohbet ederler, ihvanlarıda sohbete teşvik ederlerdi. Ehli hâl olan, manevi alemden istifade etmiş bulunan ihvanları da sohbet etmeleri için izin vererek onları görevlendirirdi. Bir sohbetlerinde buyurdular ki:
" Diğer tarikatlarda riyazat vardır, erbain vardır, kırk gün çile haneye koyarlar, ölmeyecek kadar yerler, zikirle fikirle meşgul olurlar. Kimse ile görüşmezler, ancak meşayıhları ile görüşürler. Kırkıncı gün çile haneden çıktıkları zaman, benizleri limon sarısı gibi sararırlar. Bizim yolumuzda riyazat yoktur, ne yersen ye. Erbain yoktur. Ancak az yemek, az uyumak, az konuşmakla beraber terakki. Şah-ı Nakşibend ve Mevlânâ-i Hâlid (k.s.) Efendilerimizin düsturları, sohbette terakki" buyurdular.
Sohbetlerine başlayacakları zaman, daima bir aşrı şerifle başlarlardı. Çoğu zaman sohbetleri esnasında hıçkıra hıçkıra ağlarlar, etrafındakileri de ağlatırlardı. Üstadımın ağlamasının sebebi; evlatlarının yaramaz hallerini gördüğü için dayanamayıp ağlarlar ve evlatlarını da ağlatıp, Allah'ın rahmetini coşturarak bağışlanmalarını sağlamak içindi.
Sohbetlerinde sık sık kalbden bahsederler, kalbin nurlanması, zikirle ünsiyet ederek hayat bulması için beş şey lazımdır derlerdi. Bunlar;
- Az yemek, az uyumak, az konuşmak.
- Zikre devamlı olmak, Kur'an okumak
- Seherde tazarru ve niyaz eylemek
- Salihlerle sohbet etmek
- Namazda huzur, huşu üzere bulunmak.
Efendimizin damadı Ömer Bey anlatıyor:
"İstanbul'da iken bir gün, Fransa'dan Müslüman olan bir genç evimize geldi, izin isteyerek huzura girdi. Lisanı Fransızca olup Türkçe bilmiyordu. Benim tercümanlık yapmam gerekiyordu. Lakin ana lisanım gibi konuşamamam, mahcup olurum diye korkuyordum. Bir şey için dışarı çıktım, tekrar içeri girdiğimde ne göreyim. Muhterem Pederim, o genç ile ana dili gibi Fransızca konuşuyordu.
Yine bir gün, Rumca konuşan Türkçe bilmeyen bir kimse geldi. Muhterem pederimle ana dili gibi Rumca konuşarak görüşüp gittiler."
Efendimizin damadı Ömer Bey anlatıyor:
Bir gün Muhterem Pederimle evimizin önünde bahçede idik. Bir köpek topallıyarak yanımıza geldi. Ayağı kırılmış, Muhterem Pederimin yüzüne bakarak kırılmış ayağını gösteriyordu. Pederim buyurdular ki:
- Ömer; ufak tahta parçası, bez, ip ve merhem getir
Hemen koşup evden, efendimizin istediklerini getirdim. Pederim mübarek elleri ile hayvanın ayağını yıkayıp güzelce sardılar. Bahçede bir gölgelik yapıp, hayvanı oraya yerleştirdi. Efendimiz:
- Şu kadar gün dursun, sonra ayağını çözün buyurdular.
Her gün bakıma devam ediyorduk. Söylediği gün gelince hayvanın ayağını çözdük. Ayağı iyi olmuş, yere basıyor ve aksaması kalmamıştı. Nihayet bir gün hayvan kaybolmuş bırakıp gitmişti.
Aradan bir zaman geçtikten sonra, yine Peder'i alimle bahçede idik. Birde baktık ki, hayvan yine bahçemize gelmiş, yanında da ayağı kırılmış bir köpek daha getirmişti. O hayvan da kırılan ayağını üstadımıza gösteriyordu. Yine üstadım onunda ayağını mübarek elleri ile sarmıştı. Yaptığımız gölgelikte, onun da bakımını yaptık. Ayağı iyi olunca o da bırakıp gitmişti.
Görülüyor ki hayvanat bile Allah dostlarını tanıyor...
Üstadım hazretleri gayet cömert idiler. Sehavetleri lisana gelmez, kalem ile tarif edilmezdi. Adana'da bulundukları zamanda babaları Mücteba efendi, Adana'nın eşrafından çiftlik sahibi, çok zengin idiler. Böyle iken Üstadımız babalarının malına el sürmemişler, babalarının vefatlarından sonra şer'i hakları olan miras hisselerini kardeşlerine hediye edip mirastan pay almamışlardır. Alın teri ile kazancının temin için, bir kereste mağazasının muhasebe işlerini yaparlardı. Bir gün müessese sahibi aylık maaşlarını bir zarf içerisinde kendilerine takdim ederler. Tam bu sırada bir fakir gelip Allah rızası için bir sadaka ister. Mahmut Sami Efendimiz , zarf içerisindeki maaşlarını olduğu gibi fakire verirler.
Yıl 1977, Sami Efendimiz muhterem validemiz Râbia hanıma:
- Medine-i Münevvere'ye hicret göründü, bir daha dönmemek şartı ile buyururlar.
Bu hicret haberini duyan sevenleri için için üzülüyorlar, yanıp yakılıyorlardı. Ama elden ne gelir, ne yapsınlar, karar kati idi. Kader çerçevesi böyle çizilmişti.
Ayrılık muhabbet ehli için dayanılmaz, tahammül edilmez bir haldir. Haklı idiler. Asırların yetiştirdiği bu gönül sultanından ayrı, uzak kaldıkları müddetle o nurlu, o güzel yüzünü temaşa edemeyecek ve dertlere derman olan o lahûtî, ulvi, manevi sohbetlerinde bulunamayacaklardı.
Allahü Teâlâ'nın nusreti ile, arzuları, dilekleri semere vermiş Medine-i Münevvere'ye , Belde-i Tayyibe'ye, bütün aile efradı ile vâsıl olmuşlar ve salih bir zatın yaptırdığı yeni devlethanelerine yerleşmişlerdi.
Sevenleri yirmi beş sene evvel Eyüb Sultan Halid ibn-i Zeyd (r.a.) Hazretlerinin kabristanında kendileri için bir mezar yeri temin etmişlerdi. Bundan pek memnun olmayan muhterem Üstadımız "Bizim reyimizi sorarsanız, gönlümüz Cennetü'l-Bâkîa'yı ister" buyurmuşlardır.
1980 yılında Hacı Hasan Efendimiz umreye gittiklerinde Sami Efendimiz ziyaret ederler. Hacı Hasan Efendimize birçok ikramlar yapılır. Ayrılacakları zaman üç defa müsafaha ederler, her defasında Hacı Hasan Efendimiz geriye doğru çekilirken "Hasan Efendi tekrar müsafaha edelim" buyurur. Her defasında VEKİLİMSİN der.
Sami Efendimizin Damadı Ömer bey,
- Bu iltifat hiç kimseye yapılmadı, siz sevinmiyor musunuz? deyince
- Ömer bey, kusurlarım gözlerimin önüne geliyor, buyurur.
İnsanı kamil, mürşidi mükemmel, Kavs-el Âzam, lekesiz ve has kul son anlarını yaşıyordu. Yıl 1984. Şubat ayının 12'si. Bir pazar gecesi saatler dört buçuğu gösteriyor. "sen Rabbinden, Rabbin de senden razı olarak Rabbine dön! Kullarımın arasına katıl! Ve cennetime gir" emri ilahisi tecelli ediyor, Sami Sultanımız Allah, Allah, Allah... diyerek fani dünyaya 94 yayında gözlerini yumar.
Doksan dört yıllık ömrü boyunca bir kere ayağını uzatmamış, bağdaş kurup oturmamış olan O gül yüzlü melek, yine ayaklarını birbirine bitiştirip dizlerini dikmiş, arka üzeri Mevlâ'ya kavuşmuş ayağını uzatmamıştır.
Vefat haberi kısa zamanda dünyanın her yerinde duyulmuş ve gıyabi cenaze namazları kılınmıştı. O büyük Allah dostu uzun hayatı müddetince İslamiyet'e kendini vakfetmiş, yememiş, içmemiş maneviyata susamış olan gönülleri tenvir etmiş, asırların yetiştirdiği istisnai bir şahsiyet olduğunu Cenab-ı Hakkın yardımı ile ispat etmiştir.
Cenaze namazı Mescid-i Nebeviyye'de edâ edilip, Cennet-ül Bâkî'ye, Sahabeden Said'il Hudrî ve Said İbni Muaz (r.a.) Hazretlerinin yanına, doğu tarafına defnedilmiştir.
Vefatları evlatlarını ve sevenlerinin derin bir hüzün ve kedere gark edip, ayrılık firakı kalpleri yakmış, göz yaşları sel olmuş günlerce bu hal devam etmiştir. Ne var ki nizam-ı âlem böyle kurulmuş, böyle devam edecektir.
Peygamberi sevenler, peygamberlerle,
Sıddıkları sevenler, sıddıklarla,
Şehitleri sevenler, şehitlerle,
Salihleri sevenler, Salihlerle haşr olacaktır.
"Kişi sevdiği ile beraber haşr olacaktır" hadisi şerifi ile teselli bulup, Mevla'mızın emir ve hükümlerine boyun eğerek, Ona teslim olup, "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn..." diyoruz.
Ruhları şad olsun.