« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

12 Şub

2008

BÜYÜK BİR VELÎ AKŞEMSETTİN HAZRETLERİ

01 Ocak 1970

İstanbul'un mânevî fâtihi, büyük âlim, üstad, hekim ve

velî. Asıl ismi Muhammed bin Hamzâ, lakabı Akşeyh'tir. Evliyânın büyüklerinden

Şihâbüddîn Sühreverdî'nin neslindendir. Soyu, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'a

ulaşır. Hacı Bayram-ı Velî'nin, ona; 'Beyaz (ak) bir insan olan Zeyd'den, insan

cinsinin karanlıklarını söküp atmakta güçlük çekmedin. demesi sebebiyle,

Akşemseddîn lakabı verilmiştir. Saçının, sakalının ağarması ve ak elbiseler

giymesi sebebiyleAkşemseddîn denildiği de rivâyet edilmiştir.


1390 (H.792) senesinde Şam'da doğdu. Küçük yaşta

Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Yedi yaşında babası ile Anadolu'ya gelip Amasya'nın

Kavak nâhiyesine yerleşti. Bir süre sonra babası vefât etti. Akşemseddîn'in

babası da âlim ve velî idi. Babası vefât edip, defn olunduğu günün gecesi bir

kurt gelip kabrini açtı. Bu kurt, o beldeye musallat olmuştu. Yeni mezarları

bulur ve ölüyü mezardan çıkararak parçalardı. Şeyh Hamza'yı da parçalamak ve

yemek istemişti. Fakat Şeyh Hamza, mübârek elini uzatarak, o kurdu boğazından

sıkıp öldürdü. Ertesi sabah ziyârete gelen halk, kurdu ölü, Şeyh Hamza'nın elini

de mezardan çıkmış buldular. Hâl sâhibi biri;


Kurda değdiği için, Şeyh Hamza'nın mübârek elinin

yıkanması lâzımdır. dedi. Elini yıkadılar. El, hemen içeri çekildi. O günden

beri Akşemseddîn'in babası, Kurtboğan lakabı ile meşhûr oldu.


Akşemseddîn, babasının vefâtından sonra tahsîline

devâm ederek, sarf, nahiv, mantık, meânî, belâgat ilm-i usûl-i fıkıh, akâid,

hikmet okudu. Zekâ ve istîdâdının yardımıyla kısa sürede ilimleri ikmâl eyleyip

tıp ilmini dahi tahsil ettikten sonra Osmancık medresesine müderris oldu. Burada

günün belli saatlerinde ders verir artan zamanlarda nefsinin terbiyesi ile

meşgûl olurdu. Devamlı takvâ üzere hakla birlikte bulunurdu. Yüksek ahlâk sâhibi

idi. Ondaki bu hâlleri görenler ve bilenler kendisine zamânın büyük velîsi Hacı

Bayram hazretlerine gitmesini tavsiye ettiler. Bu tavsiyelere uyan ve tasavvuf

yolunda yükselmek isteyen Akşemseddîn hazretleri müderrislik görevini bırakarak,

Ankara'ya geldi. Rastladığı bir kimseye Hacı Bayram-ı Velî'yi nerede

bulabileceğini sordu. O da karşı sokakta yanında iki talebesiyle gezen bir zâtı

göstererek;


İşte şu gördüğün, dükkan dükkan gezerek para toplayan

kişi Hacı Bayram'dır. dedi.


Akşemseddîn hazretlerinin yüzü buruştu kalbi

sıkıntıyla doldu. Demek meşhur velî Hacı Bayram dükkan dükkan para topluyor,

buralara kadar kendimi boşuna yormuşum diyerek oradan uzaklaştı ve meşhur velî

Şeyh Zeynüddîn-i Hâfî hazretlerine talebe olmak gâyesiyle Haleb'e doğru yola

çıktı. Günlerce yol alan Akşemseddîn Haleb'e bir konak mesâfeye geldiğinde bir

hana indi. Sabah, elleri yüzünde korku, şaşkınlık ve dehşet içerisinde uyandı.

Hâlâ gördüğü rüyânın etkisi altındaydı. Sabah namazını edâ eden Akşemseddîn izi

üzerine, Haleb yerine tekrar geri Ankara istikâmetine döndü. Oysa Haleb'e bir

saat kalmıştı. Onu geri döndüren, Hacı Bayram hazretleri ile ilgili bir rüyâ idi

ve hep bu düşün tesiri ile yürüyordu.


Rüyâsında boynuna takılan bir zincir Hacı Bayram'ın

elindeydi. Akşemseddîn, Haleb'e gitmek istedikçe Hacı Bayram zinciri çekiyordu.

Tam boğulmak üzere iken uyanmıştı. Rüyâ tâbiri gerektirmeyecek kadar açıktı.

Akşemseddîn hızla Hacı Bayram'a gelirken; Ne yaptım ben diyerek kendi kendine

söyleniyordu. Ankara'ya gelip, Hacı Bayram-ı Velî'nin dergâhına ulaşınca, onun

talebeleriyle tarlada çalıştığını öğrendi. Hemen oraya koştu, fakat Hâcı Bayram

hiç iltifat etmedi. Akşemseddîn, diğer talebeler gibi tarlada çalıştı. Yemek

vakti gelince, Akşemseddîn'in yüzüne bakmadı. Hacı Bayram, hazırlanan yemeği

talebelerine taksim etti, artığını da köpeklerin çanağına döktürdü. Akşemseddîn,

bir onlara bir de kendine bakarak, nefsine; Sen buna lâyıksın! diyerek,

köpeklerin önüne konan yemekten yemeye başladı. Hacı Bayram-ı Velî, onun bu

tevâzusuna dayanamayarak; "Köse, kalbimize girdin, gel yanıma!" diyerek gönlünü

alıp sofrasına oturttu. Sonra;


"Zincirle zorla gelen misâfiri böyle ağırlarlar." dedi.

Akşemseddîn buna çok sevindi ve kendini onun irfan meclisine verdi.


Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Akşemseddîn'i diğer

talebelerinden daha zor imtihanlara tâbi tuttu. Nefsini terbiye ve ıslah etmekte

büyük sıkıntılar çektirdi. Bir defâsında yedi günde bir kaşık sirkeden başka bir

şey yedirmedi. Ancak Akşemseddîn bütün bunlardan memnun ve hattâ kendisi daha

fazlasına tâlipti. Nitekim nefsinin istediği şeyleri yapmamakta şeyhinin

kendisine buyurduğu tâlim ve terbiyedeki şiddet derecesini kendi isteğiyle

artırdığı zaman Hacı Bayram hazretleri ona:


"Yâ Köse nice riyâzet eylersin, nefsin isteklerinden

sakınırsın, âkıbet nûr olursun. Vefât ettikten sonra seni kabrinde bulamazlar!"

dedi.


Böylece Akşemseddîn hazretleri kısa zamanda tasavvuf

yolunun bütün inceliklerini öğrendi ve Hacı Bayram hazretlerinden icâzetini,

diplomasını aldı.


Onun kısa sürede icâzet alması bâzılarına zor geldi.

Hacı Bayram-ı Velî'ye;


Diğer dervişlere kırk yıldır hilâfet vermedin, az müddet

içinde Akşeyh'e hilâfet verdin. Hikmeti nedir? diye sordular. Hacı Bayram-ı Velî

de;


Bu zeyrek, uyanık ve akıllı bir kösedir. Her ne görüp

duydu ise hemen inandı. Sonra hikmetini yine kendisi anladı. Fakat yanımda kırk

yıldan beri hizmet eden bu talebeler, hemen gördüklerinin ve duyduklarının

aslını ve hikmetini sorarlar. Ona hilâfet verilişinin sebebi budur. cevâbını

verdi.


Akşemseddîn hazretleri, hocası Hacı Bayram-ı Velî'nin

ileride bir büyük fethin mânevî fâtihliği müjdesine de nâil oldu.


Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin tahsil ve terbiyesiyle

irşâd makâmına yükselen Akşemseddîn hazretleri önce Beypazarı'na yerleşti. Orada

bir mescid, bir değirmen yaptırdı. Halkın etrâfına toplanması üzerine İskilip'te

Evlek'e oradan da Göynük'e gelip mekân tuttu. Birgün bir kişi gelip,

Akşemseddîn'e bir mikdâr mülk bağışladı. Akşemseddîn hazretleri o yerin üzerine

gelince, tebessüm etti. Niçin tebessüm ettiniz? diye sordular. O da;


Otuz sene kadar önce seyâhat ederken, yolum buraya

düşmüştü. Görünce gönlüm buraya meyil etmişti. Gönlümden geçen bu arzu, otuz yıl

sonra gerçekleşti. Onu hatırladım ve tebessüm ettim. cevâbını verdi.


Hacı Bayram hazretleri Ankara'da fenâ âleminden bekâ

âlemine göç etmek üzere iken; son sözleri:


Benim namazımı Akşemseddîn kıldırsın ve cenâzemi

yıkasın. Bu haberimi ona iletirsiniz! oldu ve vefât etti.


O sırada Akşemseddîn orada değildi ve nerede bulunduğunu

kimse bilmiyordu. Talebeler ile Hacı Bayram-ı Velî'nin yakınları, merak ve

hayret içinde kaldılar. Bâzı kimseler;


Hacı Bayram-ı Velî'nin bu sözü, ölüm hâlinde söylenen

sözlerdendir. Buna pek îtibâr edilmez. dediler. Kararsız ve üzüntülü bir halde

yollara bakarlardı. O esnâda; Akşemseddîn geliyor! diye bir ses işitildi. Halk

Akşemseddîn'i karşıladı ve olup biteni haber verdi. O da vasiyet üzerine yıkayıp

namazı kıldırdıktan sonra, Hacı Bayram-ı Velî'yi defn etti. İşler bitince, Hacı

Bayram-ı Velî'nin doksan bin akçe borcu olduğunu öğrendi ve otuz bin akçesini

ödemeyi vâdetti. Kalanını da Hacı Bayram-ı Velî'nin yakınları ile dostları

ödediler. Akşemseddîn, üzerine aldığı otuz bin akçenin yirmi dokuz binini ödedi

ve geriye bin akçe kaldı. Alacaklı, Akşemseddîn'e gelerek hepsini istedi. Birkaç

gün müsâade et. dediyse de, faydası olmadı. Sert ve küstah bir şekilde bir

dakika bile bekleyemeyeceğini bildirdi. Bu söz üzerine fevkalâde müteessir olan

Akşemseddîn hazretleri alacaklıyı içeri çağırdı. Evin önünde bir bahçe vardı.

Ona;


Bahçeye gir, alacağın bin akçeyi al. Fazlasını alma!

dedi.


O kimse, bundan sonraki durumunu şöyle anlatıyor:



Bahçeye girdim. Bahçenin içinde yassı yapraklı bir ot

vardı. Her yaprağın üzerinde bir akçe vardı. O otta o kadar çok yaprak vardı ki,

sayısını ancak Allahü teâlâ bilir. Onun yapraklarından bin akçe topladım. Fakat

yaprakların üzerinden bir akçenin eksilmemiş olduğunu gördüm. Bahçenin içi de

akçe ile doluydu. Bu hâli görünce, hayrette kaldım. Dışarı çıkıp, o bin akçeyi

Akşemseddîn'in önüne koydum. Bu akçeleri size bağışladım. dedim, yalvardım ve

özür diledim. Fakat Şeyh, o bin akçeyi kabûl etmedi.


Akşemseddîn hazretleri hocasının vasiyetini yerine

getirdikten sonra tekrar Göynük'e geldi. Burada da bir mescid ve değirmen inşâ

eyledi. Bir yandan oğullarının, diğer taraftan da kendisine intisâb edip gönül

veren talebelerinin tâlim ve terbiyeleriyle uğraşıyordu.


Tıp ilminde de kendini yetiştiren Akşemseddîn hazretleri

çeşitli hastalıklara, hangi otlardan hazırlanan ilaçların iyi geleceğini

bilirdi. Bu husustaki ilmi dillere destan idi. Bulaşıcı hastalıklar üzerinde de

çalışmalar yaptı. Çünkü o devirde salgın hastalıklar binlerce insanın ölümüne

sebeb oluyordu. "Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak

yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma

gözle görülmeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur" diyerek

bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini yapmıştır. Onun bu açıklamaları

yaptığı dönem, mikropları ilk olarak tanıtan İtalyan hekim Fracastor'dan

yaklaşık 100 sene öncedir.


Akşemseddîn hazretleri, etkileri bakımından kansere

benzeyen seretân denilen bir hastalıkla da uğraşmıştı. Tıptaki şöhreti o

dereceye vardı ki birkaç defâ Edirne sarayına çağrıldı. Talebelerinden Şeyh

Mısırlıoğlu Abdurrahîm anlatıyor:


Hocam Akşemseddîn ile Edirne'ye gitmiştik. Sultan Murâd

Hanın kazaskeri Süleymân Çelebi hasta idi. Bizi saraya dâvet ettiler. Sultanın

tabibleri Süleymân Çelebi'nin etrafında ona ilâç veriyorlardı. Hocam tabiblere

bunun hastalığı nedir? diye sordu. Onlar; Şu hastalıktır. diye cevap verdiler.

Hocam; Buna Sersam ilâcı yapmak lâzımdır. buyurdu. Tabibler; Bunun hastalığı o

değildir amma sen yine o ilâcı ver. deyip gittiler. Ben çok üzülmüştüm. Zîrâ

hocamın hastalığa tam vâkıf olamadığını zannetmiştim. Hocam divitle kalem

istedi, reçetesini yazdı. İlaçlarını hazırladı ve Süleymân Çelebi'ye verdi.

Aradan kısa bir zaman geçince, Süleymân Çelebi'de sıhhat alâmetleri belirdi ve

iyi oldu.


Yine Fâtih Sultan Mehmed Han'ın kızı Gevherhan Sultan

hastalanmıştı. Tabibler tedâvide âciz kalıp özür dilediler. Sonunda Akşemseddîn

hazretlerine mürâcaat edildi. Onun yazdığı ilâç Allahü teâlânın izni ile iyi

geldi.


İstanbul, hemen hemen her dönemde güç sahibi ülkeler

tarafından kuşatılarak sahip olunmak istendi. İstanbul'un fethedilmesi

Peygamberimizin 'Kostantiniyye elbet bir gün fetholunacaktır; onu fetheden

kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.' hadis-i

şerifince İslam tarihinde de en önemli hedef haline geldi. Her devrin büyük

kumandanları defalarca İstanbul önlerine kadar gelmişler; ancak İstanbul'un

çevresindeki güçlü surları o zamanki teknik ve imkanlarıyla aşma imkanı

bulamamışlardı. İstanbul fethi, etrafını çeviren kalın surları yıkan, denizden

yol vermeyen zincirleri karadan gemilerini yüzdürerek aşan bir kumandana, Fatih

Sultan Mehmet Han'a nasip olacaktı.


İkinci Murâd Hanın vefâtı ile Osmanlı tahtına çıkan genç

pâdişâh Sultan Mehmed, İstanbul'un fethi hazırlıklarını tamamladıktan sonra

şehre doğru hareket ederken, Allah adamlarının da ordusunda bulunmasını istedi.

Bu dâvet üzerine Akşemseddîn, Akbıyık Sultan, Molla Fenârî, Molla Gürânî, Şeyh

Sinân gibi meşhûr âlim ve velîler, talebeleriyle birlikte orduya katıldılar.

Yine orduya katılan Aydınoğlu, Karamanoğlu, İsfendiyaroğlu kuvvetleri gibi

gönüllü birlikler, İstanbul'un fethinin, bütün Türk-İslâm âlemince mukaddes bir

gâye kabûl edildiğini dile getirdiler. Bilhassa talebeleriyle birlikte orduya

katılan Akşemseddîn hazretleri ve diğer âlim ve evliyâ zâtlar, askerlere ayrı

bir şevk ve azim veriyorlardı. Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul önlerinde

ordugâhını kurduktan sonra, düşmana önce İslâmı tebliğ etti. İslâmiyetin emri

olan hususları bildirdi. Fakat, Bizanslılardan red cevabı alınca, şehri

kuşatmaya başladı. Kuşatmanın uzaması ve bir netice elde edilememesi bâzı devlet

adamlarını ümitsizliğe düşürdü. Bunlar şehrin alınamayacağını, üstelik bir Haçlı

ordusunun Bizans'ın imdâdına koşacağını sanıyorlardı. Bütün bu olumsuz

propagandalara karşı orduda pâdişâhı ve askeri fethe karşı gayrete getiren bir

din büyüğü vardı; Akşemseddîn. O, şeyhi Hacı Bayram-ı Velî'nin; İstanbul'un

fethini şu çocukla bizim köse görürler! sözünü biliyor ve tahakkuk edeceğine

kalpten inanıyordu.


Muhâsaranın devâm ettiği bir sırada Avrupa'dan asker ve

erzak getiren gemiler, Osmanlı donanmasının müdahalesine rağmen şehre girmeye

muvaffak oldu. Kâfirler görülmemiş şenlikler yaparken, Müslümanlar üzüntülü idi.

Pâdişâha gelen bâzı devlet adamları;


Bir sofunun (Akşemseddîn) sözüyle bu kadar asker

kırdırdın ve bütün hazîneyi tükettin. İşte Frengistan'dan kâfire yardım geldi.

Fethetmek ümidi kalmadı. dediler.


Bunun üzerine Sultan Mehmed Han, veziri Veliyüddîn Ahmed

Paşayı Akşemseddîn'e göndererek;
"Şeyhe sor, kal'a feth olmak ve düşmana

zafer bulmak ümidi var mıdır?" dedi. Buna Akşemseddîn hazretleri şöyle cevap

verdi:
"Ümmet-i Muhammed'den bu kadar müslüman ve gâziler bir kâfir kâlesine

doğru hücum ederse, inşâallahü teâlâ feth olur. "


Sultan Mehmed Han, umûmî cevapla yetinmeyip, Veliyüddîn

Ahmed Paşayı tekrar Akşemseddîn'e gönderip; "Vaktini tâyin etsin." dedi.

Akşemseddîn murâkabeye daldı. Başını eğip, Allahü teâlâya yalvardı. Mübârek yüzü

terledi. Sonra başını kaldırarak;
" İşbu senenin Cemâziyelevvel ayının

yirminci günü, seher vaktinde, inanç ve gayretle filan taraftan yürüsünler. O

gün feth ola. Kostantiniyye'nin içi ezan sesiyle dola!" dedi.
Ayrıca genç

pâdişâha bir mektup gönderdi. Mektubunda;
"Kul tedbir alır, Allahü teâlâ

takdir eder kaziyesi, delili sâbittir. Hüküm Allahü teâlânındır. Velâkin kul,

elinden geldiği kadar gayret göstermekte kusur etmemelidir. Resûlullah'ın ve

Eshâbının sünneti budur." diyordu.


Böylece Akşemseddîn hazretleri bir taraftan İstanbul'un

fethi hakkında yeni müjdeler veriyor, diğer yandan da ne şekilde davranılması

husûsunda pâdişâha tavsiyelerde bulunuyordu.


Nihâyet Akşemseddîn hazretlerinin tâyin eylediği gün ve

saat doldu. Sultan Mehmed Han ordunun başına geçerken, hocası Akşemseddîn'den

okumak için bir duâ istirham etti. Bunun üzerine Akşemseddîn;
"Yâ Fakih

Ahmed! diyerek himmet taleb eyle!.. Onu vesile kılarak Allahü teâlâya tazarru ve

niyâz eyle." buyurdu.
Sonra çadırına giren Akşemseddîn hazretleri yanına hiç

kimseyi koymamalarını istedi ve kapılarını iyice kapattırdı.


Yeniçeriler, azablar, dalkılıçlar, serdengeçtiler,

akıncılar, gönüllüler, erenler, evliyâlar Sultan Mehmed Hanın buyruğuyla

İstanbul üzerine akıyorlardı. Mehmed Han bu sırada hocası Akşemseddîn'in yanında

olmasını arzuladı ve haber gönderdi. Gelmeyince Akşemseddîn'in bulunduğu çadıra

gitti. Çadırın her tarafı iyice kapatılmıştı. Fâtih Sultan Mehmed Han çadıra

yaklaşıp, hançerini çıkardı. Hançerle çadırdan biraz keserek, içerisinin

görülebileceği kadar bir delik açtı. İçeri bakınca, hocası Akşemseddîn

hazretlerini kuru toprak üzerinde secdeye kapanmış, başından sarığı düşmüş, ak

saçı ve ak sakalı nûr gibi parlıyor gördü. Ak saçını ve ak sakalını toprağa

sürüp, saçını sakalını toprak içinde bırakmıştı. Bu hâli ile İstanbul'un

fethinin gerçekleşmesi için Allahü teâlâya yalvarıp duâ ediyor, gözyaşı

döküyordu. Fâtih Sultan Mehmed Han, hocası Akşemseddîn'in Allahü teâlâya

yalvarıp, duâ etmekte olduğu bu yüksek hâlini görünce, doğruca yerine döndü.

Kaleye bakınca surlara tırmanan İslâm askerinin yanında ve önünde ak abalı bir

topluluğun da hisara girmekte olduğunu gördü. Az sonra fethin askeri de surları

geçip şehre girdi. Böylece İstanbul'un fethi ve Peygamber efendimizin büyük

mûcizesi gerçekleşti.


Akşemseddîn, fetih ordusu İstanbul'a girdikten sonra,

İslâmiyet'in harp ile ilgili hukûkunun gözetilmesini genç pâdişâha tekrar

hatırlattı. Buna uygun hareket edilmesini bildirdi.


İstanbul sabah sekiz sıralarında fethedilmişti. Fâtih

Sultan Mehmed ise şehre öğle saatlerinde Topkapı'dan girdi. Beyaz bir at

üzerinde idi. Muhteşem bir alayla ve alkışlar içinde ilerleyerek, Ayasofya'ya

doğru yol aldı. Zulümden ve haksızlıktan bıkmış olan Bizans halkı yeni bir

bekleyişin içinde idi. Fâtih geçtiği sokakları, caddeleri, evleri dikkatle

gözden geçiriyordu. Yanında ileri gelen kumandanlarıyla vezirlerinden başka,

Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Akşemseddîn veAkbıyık Sultan gibi âlimler ve velîler

topluluğu da bulunuyordu. Yerli halk yolları doldurmuştu. Fâtih Sultan Mehmed

çok genç olduğu için, herkes Akşemseddîn'i pâdişâh sanıyordu. Ona, demet demet

çiçek veriyorlardı. Akşemseddîn'in, genç pâdişâhı göstererek;


"Sultan Mehmed ben değilim, odur." sözüne karşılık;



Sultan Mehmed de;


"Gidiniz, yine ona gidiniz. Sultan Mehmed benim, ama o

benim hocamdır. Şehrin mânevî fâtihidir." diyordu.


Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul'a girdikten sonra,

hocası Akşemseddîn üç gün gözden kayboldu. Bütün aramalara rağmen bulamadılar.

Üç gün sonra, Edirnekapı yakınlarında vîrâne bir yerde ibâdetle meşgûl olarak

buldular. O zamandan beri bu yere, onun ismine izâfeten Akşemseddîn mahallesi

denildi. Fâtih Sultan Mehmed Han, fethin üçüncü günü Ayasofya'ya gidip, orayı

câmiye çevirdi. Ayasofya'yı câmiye çevirmesi, Bizanslılar ile yapılan bir

anlaşmaya bağlanmıştı. Burada ilk hutbeyi, Akşemseddîn okudu. Okmeydanı'nda bir

zafer alayı tertiplenmişti. Orada Akşemseddîn de vardı. Akşemseddîn gâzîlere bir

konuşma yaptı. Bu konuşmasında;


Ey gâzîler, bilin, âgâh olun ki; cümleniz hakkında, âhir

zaman Peygamberi ol Server-i kâinât; Onlar ne güzel askerdir. buyurmuştur.

İnşâallah cümlemiz affedilmiş oluruz. Fakat gazâ malını isrâf etmeyip, İstanbul

içinde hayr-ü-hasenâta sarf ve pâdişâhımıza itâat ve muhabbet ediniz. diye

nasîhatte bulundu. Sonra, Fâtih Sultan Mehmed Hanın başına iki çatal ablak

sorguç takıp;


Pâdişâhım, bütün Âl-i Osman'ın âb-ı rûyu oldun. Hemen

mücâhid-i fî sebîlillah ol!.. diyerek, Gülbank-i Muhammedî çekti.


Akşemseddîn hazretlerine; İstanbul'un fethedileceği

zamânı nasıl bildin? diye sorulunca, şöyle cevap verdi;


Kardeşim Hızır ile, ilm-i ledünniyye üzere İstanbul'un

fetih vaktini çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün, Hızır'ın, yanında evliyâdan

bir cemâatle hisara girdiğini gördüm. Kale fetholunduktan sonra da, Hızır

kardeşimi kalenin üzerine çıkmış oturur hâlde gördüm.


Fâtih Sultan Mehmed Han, fetihden sonra hocası

Akşemseddîn'e, son taarruzun başladığı sırada; Yâ Fakîh Ahmed diyerek Fakîh

Ahmed'den himmet taleb etmesini söylediğini hatırlatarak;


Fakîh Ahmed kimdir ki; tazarru ve niyâz eyledim?

Himmetini istedim? Allahü teâlâyı tazarru etmiş olsa idim evlâ değil mi idi?

diyerek, sebebini sordu. Hocası Akşemseddîn bu suâle;


O sırada Fakîh Ahmed, kutb, sâhib-i tasarruf idi.

cevâbını vererek, Allahü teâlânın yardımını, onun vâsıtasıyla ve onun bereketi

ile gönderdiğini ve onun da himmet ettiğini söylemiştir. Akşemseddîn

hazretlerinin Fakîh Ahmed dediği kendisi idi. Fakat tevâzuunun çokluğundan

şöhretten kaçıp, kendisini gizleyerek böyle konuşmuş, gâyet ârifâne bir tavır

takınmış olduğu rivâyet edilmiştir.


Bir gece Fâtih Sultan Mehmed Han, Akşemseddîn

hazretlerinin ziyâretine gitti. Fâtih, sohbet sırasında bir ara Akşemseddîn'e;



Hocam!Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, mihmandâr-ı

Resûlullah olan Ebû Eyyûb-i Ensârî'nin mübârek kabrinin İstanbul surlarına yakın

bir yerde olduğunu târih kitaplarından okudum. Yerinin bulunması ve bilinmesini

bilhassa ricâ ederim. dedi. O zaman Akşemseddîn hemen;


Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nûr görüyorum.

Orada olmalıdır. cevâbını verdi. Derhâl pâdişâhla oraya gittiler. Akşemseddîn

hazretleri, oradaki bir çınardan iki dal aldı. Birini bir tarafa, diğerini az

öteye dikti ve;


Bu iki dal arası, Mihmandâr-ı Resûlullah'ın kabridir.

buyurdu. Sonra, kaldıkları yere döndüler. Fâtih Sultan Mehmed Han,

Akşemseddîn'in söylediğine inandıysa da, hiç şüphesi kalmasın istiyordu. O gece

silâhdârına;


Gidin, Akşemseddîn'in diktiği çınar dallarının ortasına

şu mührümü gömün ve o dalları yirmişer adım güney tarafına çekin. dedi. Sabah

olunca Sultan Fâtih, Akşemseddîn'den, hazret-i Hâlid'in kabrinin yerini tekrar

tâyin etmesini ricâ etti, tekrar gittiler. Akşemseddîn silahdarın diktiği

dalların dikildiği yere bakmadan doğruca gidip eski yerde durdu ve;


Dalların yeri değiştirilmiş, hazret-i Hâlid buradadır.

dedi ve sonra silâhdâr ağasına hitâben;


Sultân hazretlerinin mührünü çıkarın ve kendisine teslim

edin. dedi. Akşemseddîn hazretleri, silâhdâr ağanın gizlice gömdüğü pâdişâh

yüzüğünün de orada olduğunu kerâmetiyle anlamıştı.


Bunun üzerine Fâtih, Akşemseddîn'e;


Kalbimde hiç şüphe kalmadı. Ama tam inanmam için bir

alâmet daha gösterir misiniz? dediğinde, Akşemseddîn:


"Kabrin baş tarafından bir metre kazılınca, üzerinde; Bu

Hâlid bin Zeyd'in kabridir. yazılı bir taş vardır." dedi. Kazdılar,

Akşemseddîn'in dediği gibi çıktı. Bu hâli gören Sultan Fâtih'in vücûdunu bir

titreme aldı. Bu hâl geçince Fâtih; Zamânımda Akşemseddîn gibi bir zâtın

bulunmasından duyduğum sevinç, İstanbul'un alınmasından duyduğum sevinçten az

değildir. diye şükr etti.


Fâtih Sultan Mehmed Han, Ebû Eyyûb Ensârî'nin kabr-i

şerîfinin üzerine bir türbe ve Akşemseddîn ile talebelerine mahsus odalar, bir

de câmi-i şerîf yaptırdı. Akşemseddîn'den orada oturmalarını ricâ etti. Fakat o,

bu teklifi kabûl etmeyerek, memleketi olan Göynük'e döndü.


Akşemseddîn hazretleri Göynük'e geldikten sonra yine

talebe yetiştirmeye ve insanları irşâda başladı. Sultan Fâtih'le ilgisini

kesmeyip zaman zaman Edirne'ye ve İstanbul'a geldi ve pâdişâhı ziyâret etti.

Gönderdiği mektûblarla ikaz ve tavsiyelerde bulundu. Bir mektubunda Fâtih'e

şöyle nasihat etmektedir:


Bir dünyevî râhat ve cismânî lezzete, bir de uhrevî

rahat ve rûhânî lezzete dayanan iki türlü hayat tarzı vardır. Birincisi ikinciye

bakarak değersiz ve geçicidir. Şu halde ona iltifât etme. Esâsen peygamberlere,

velîlere, halîfelere rahat değil, cefâlar ve müşkiller lâyıktır. Sen de onların

yolundasın. Nasîbinden elem değil zevk duy... Sen herhangi bir insan gibi

değilsin, memleketin durumu, senin durumuna bağlıdır. Bedende görünen her şey

ruhun eseri olduğu gibi, memlekette meydana gelen şeyler de Fâtih'in eseri

olacaktır. Çünkü bedene oranla ruh ne ise, memlekete oranla sultanlar da aynı

şeydir.


Akşemseddîn Göynük'te 1459 (H.863) yılına kadar

yaşadı. Pâdişâhın kendisine gönderdiği bütün ihsan ve hediyeleri hayır işlerinde

kullanmak üzere vakıflar kurdurdu. Bir taraftan da oğullarının terbiyesi ile

meşgul oldu.


Birgün küçük oğlu Hamdi Çelebi ile meşgûl olurken;



Bu küçük oğlum yetim, zelîl kalır; yoksa bu zahmeti,

mihneti çok dünyâdan göçerdim. deyince, hanımı;


A efendi! Göçerdim dersin yine göçmezsin. dedi.



Bunun üzerine Şeyh hemen:


Göçeyim. deyip, mescide girdi. Evlâdını topladı.

Vasiyetnâmesini yazdı. Helâllaştı, vedâ eyledi. Yâsîn sûresi okunurken sünnet

üzere yatıp rûhunu teslim eyledi. Göynük'teki târihî Süleymân Paşa Câmiinin

bahçesine defn edildi. Daha sonra oğullarının kabri ile berâber bir türbe içine

alındı.


Akşemseddîn, birçok talebe yetiştirmiştir. Bunlar

arasında zâhirî ve bâtınî ilimleri çok iyi bilen yedi oğlu da vardı. Oğulları

şunlardır: Muhammed Sadullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed Nûrullah, Muhammed

Emrullah, Muhammed Nasrullah, Muhammed Nûr-ul-Hudâ ve Muhammed Hamîdullah.

Meşhûr halîfeleri ise: Muhammed Fazlullah, Harizatü'ş-Şâmî Mısırlıoğlu,

Abdürrahîm Karahisârî, Muslihuddîn İskilibî ve İbrâhim Tennûrî'dir.


Akşemseddîn hazretleri sohbetlerinde ve vâzlarında buyururdu ki:


Her işe Besmele ile başla. Temiz ol, dâim iyiliği âdet

edin. Tembel olma, namaza önem ver. Nîmete şükr, belâya sabr et. Dünyânın

mutluluğuna mağrûr olma. Kimseye kızma, eziyet ve cefâ etme. Ömrün uzun olsun

istersen, kimsenin nîmetine hased etme. Kimseyi kötüleyip, atıp tutma. Senden

üstün kimsenin önünden yürüme. Dişin ile tırnağını kesme. Ayakta pantolon

giymekten sakın. Misvâkı başkasıyla berâber kullanmak uygun olmaz. Çok uyumak

kazancın azalmasına sebeb olur. Akıllı isen yalnız yolculuğa çıkma. Gece uyanık

ol, seher vakti tilâvet kıl, Kur'ân-ı kerîm oku. Dâimâ Allahü teâlâyı zikret.

Kendini başkalarına medhetme. Nâmahreme bakma, harama bakmak gaflet verir.

Kimsenin kalbini kırıp, virân eyleme. Düşen şeyi alıp temizleyerek yersen,

fakirlikten kurtulursun. Edebli, mütevâzî ve cömerd ol. Tırnağınla dişini

kurcalama. Elbiseni, üzerinde dikmekten sakın. Cünüp kimse ile yemek yemek gam

verir. Yalnız bir evde yatmaktan sakın. Çıplak yatmak fakirliğe sebeb olur.



Velî, insanlardan gelen sıkıntılara katlanıp, tahammül

eden kimsedir. Sıkıntıları göğüsler, belâlar yüzünden şikâyetçi olmaz ve adâvet

beslemez, düşmanlık tavrı takınmaz. O, toprak gibidir. Toprağa her türlü kötü

şey atılır. Fakat topraktan hep güzel şeyler biter.


Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: O

insanlar sandılar mı ki, (sâdece) îmân ettik demeleriyle bırakılacaklar da

imtihâna çekilmeyecekler. (Ankebût sûresi:2)


Îmân, taklîd ile, babadan ve dededen görerek, sırf îmân

ettim demekle olmaz. Böyle taklid ile inanan kimseler, imtihân olunması

bakımından belâ ve musîbetlere düçâr olmazlar. Belâ ve musîbetler, Allah

dostlarının muhabbet ve sevgisini artırır. Nitekim altın için ateş ne kadar

kızgın olursa, altını o derece saf ve hâlis yapar. Bu sebeble kişi mânevî

mertebesinin yüksekliğine göre büyük veya küçük belâ ve musîbetlere uğrar.

Nitekim Resûlullah efendimiz bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki:


Kişi, dînindeki sebâtına göre belâya (imtihâna) mübtelâ

olur. Âfiyet, kıymetini bilmeyen kimse için derd gibidir. Belâ, kadrini bilen

için devâ gibidir. Belânın, insanın Rabbine dönmesini sağlayan sıkıntıların

kadrini bilen, Hakkı gerçekden sevenlerdendir. Taklid ile sevenler değillerdir.

Çünkü taklid ile sevmek, belanın, imtihânın faydasını giderir. Sevilenin

hareketi, gerçek muhabbeti bozmaz. Nitekim Mûsâ aleyhisselâm, Fir'avn'ın

sarayında Âsiye Hâtun tarafından büyütülürken, Âsiye Hâtun onu gerçekten

seviyordu. Fir'avn ise, Âsiye Hâtunu taklid ederek seviyordu. Âsiye Hâtun

gerçekten sevdiği için, onun hareketlerinden incinmiyordu. Mûsâ aleyhisselâm

Fir'avn'ın sakalını tutup çekince, Fir'avn'ın sevgisi gerçek sevgi olmadığı

için, hemen rahatsız oldu.


Kişinin kadrinin ve kıymetinin varlığı, mihnetlere, belâ

ve musîbetlere sıkıntılara sabretmesiyle ortaya çıkar. Bu mihnet, dünyâlığın

olmaması veya eksilmesi, elden çıkması ile olur. Sabredenlerin, sabırdaki

sebatları sebebiyle iyilikleri; yâni sabır, tevekkül, kanâat ve hilm, yumuşaklık

gibi güzel hasletleri artar. Böylece olgunlaşan insanın kalb aynasındaki kirler,

cevherin hâlis hâle getirilmesi gibi temizlenir. Belâ günlerinde, belâ

geldiğinde Eyyûb aleyhisselâmın kulluğu iyi bir kulluktur.


Kulluk beş kısımdır:

Birincisi ten kulluğudur. Bu,

Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasak ettiği şeylerden sakınmaktır.

İkincisi;

nefs kulluğudur. Bu kulluk, nefsi terbiye etmek, ıslâh etmek, mücâhede ve nefsin

istemediği şeyleri yapmak, riyâzet çekip nefsin istediği şeyleri yapmamaktır.

Üçüncüsü; Gönül kulluğudur. Bu ise, dünyâdan ve dünyâda bulunan şeylerden yüz

çevirip, âhirete yönelmektir. Âhirete yarar iş yapmaktır.

Dördüncüsü; sır

kulluğudur. Bu, her şeyi bırakıp, tamâmen Allahü teâlâya dönüp, O'nun rızâsını

kazanmaktır.

Beşincisi; can kulluğu. Bu kulluk, müşâhedeye ermek için kendini

Allah yoluna vermekle olur...


Mânevî huzûra ermek ve bu yolda ilerlemek için dört şey lâzımdır.
1. Az yemek,

2. Az uyumak,

3. Halka az karışmak,

4. Allahü teâlâyı çok zikretmek.

Ziyaret -> Toplam : 125,27 M - Bugn : 24807

ulkucudunya@ulkucudunya.com