İbn-i Haldun
Taha TAHSİN 01 Ocak 1970
Sosyolojinin kurucusu...
Tarih felsefesinde deha.
Psikoloji usullerini tarihe uygulayan ilk âlim...
Bundan altı asır evvel, Hicri 732 miladi 1332'de Tunus'ta doğdu. Babasından ilim tahsil etti. İlk önce Kur'an'ı ezberledi. Yedi kıraat şeklini öğrendi. Edebiyat, fıkıh ve hadis ilimlerini öğrendikten sonra aklî ilimleri de tahsil etti. Genç yaşında âlimlerin meclisine girdi. Bilgi ve faziletlerinden istifade etti. Herbirinden icazetnameler aldı. Bir seyahatte, Fas Emiri Ebu İnan'ın veziri oldu. Kendisini kıskanan memurların iftiraları yüzünden hapsedildi. Ebu vefat edince yeni Emir onu serbest bıraktı ve umumî kâtipliğine tayin etti. Kabilelerin isyanı üzerine Emir iktidarı kaybetti. Bunun üzerine İbn-i Haldun Gırnata'daki Beni Ahmer devletine gitti ve burada tarih çalışmaları için müsait zemin buldu.
Kastil Kralı'na elçi olarak gönderildi. Vezir İbn-i Hatip'in rekabeti yüzünden Gırnata'dan ayrılmaya mecbur oldu. Becaye Emiri Ebu Abdullah'ın davetini kabul etti ve ona vezirlik yaptı. Becaye ile Constantin arasındaki gerginlikleri gidermeye çalıştı. Siyasî hayatın istikrarsızlığı onu ilmi çalışmaları için Telemsan'da yerleşmeye zorladı. Fakat idarî kabiliyetinden faydalanmak üzere davet edenlerin çokluğu onu tekrar faal hayata soktu. Telem san Sultam Ebu Hama onu hudutları koruyan kabilelere başkan tayin etti. Bu askeri vazife münasebetiyle İbn-i Haldun sahra halkını tanıma ve göçebeler hakkında derin tetkikler yapma fırsatını buldu. Zaten tarihle ilgili görüşlerini bu tecrübeler vasıtasıyla kristalize etti.
Tunus'ta, Fas'da, Cezayir'de ayrı hanedanlar hüküm sürüyordu. Köylerin ve kervanların kabilelerce yağma edilmesi, hanedanlar arası savaş, şehirlerin emniyetsizliği, sahradaki otorite boşluğu istikrarlı bir hayatı engelliyordu. 47 yaşma gelmişti ve devamlı okumaları, siyasî tecrübeleri ile büyük bir malumat, bilgi biriktirmişti. Siyasî hayatı bırakarak kendi tabiri ile "yeni bir ilim" yazmaya karar verdi. Bu suretle Selâme Oğullan Kalesi'ne çekilerek dört yılda meşhur "Mukaddime"sini yazdı. Eserini Sultan'a ithaf etti ve yazma nüshayı kütüphaneye verdi. İbn-i Haldun neticeyi beklemeden Hacca gitmek için Tunus'tan gemiye bindi. Dönüşünde onu hayranlıkla karşılayan Mısır'a yerleşti. El-Ezher'de ders verdi ve Kadı'ül-Kudat (kadıların kadısı) tayin edildi. Timurlenk Beyazıt'ı yendikten sonra Mısır'ı zapta kalkmıştı. Melik Nasır tehlikeyi atlatmak için İbn-i Haldun'u Şam'a elçi olarak gönderdi. Vaktinde yapılan bu hareket tesirini gösterdi ve Mısır'ı istiladan kurtardı.
Mukaddimesinde modern tarih felsefesine ve modern sosyolojiye rehberlik yapacak bir tarih teorisi ortaya koydu. İbn-i Haldun tarihte iki manzara görüyor. Birincisi: Kronik. İkincisi: Asıl tarih. Kronik, vakaların tasviridir ve yalnızca edebî değeri vardır. Tarihin ise bazı prensipler ve sebeblerin yorumlanmasına ve muhakemeye ihtiyacı vardır. İşte buradan tarihin hakikati doğar. Tarih yalnız gerçek hâdiseler değildir; aynı zamanda bunların gerçekleşmesini gerektiren şartların tahlilidir. Bu şartların tetkiki çok geniş olabilir ve insan cemiyetinin bütün manzaralarını kuşatabilir. İnsan cemiyeti bütünlüğü ile ele alınmıştır.
İbn-i Haldun'un hükümdarlar katında dolaşmasını bir kusur olarak isnad edenler, ıstıraplar ve kargaşalıklar içinde çalkalanan o devrin Endülüs'ü ile Batı Afrikası gibi ülkelerde yaşayanlar için bunun bir kusur teşkil etmeyeceğini unutuyorlar. Birbiriyle çekişen bu hükümdarlar arasında bulunmanın, bir ilim adamı ve bir müşahedeci olarak İbn-i Haldun'a çok yönlü faydaları olmuştur. Sanki hükümdar ve idareciler İbn-i Haldun için bir tecrübe tahtası olmuştur. Devletlerin hallerini gözleriyle görmüş, yüksek dehası ile hâdiselerin sebeb ve amillerini incelemiş ve bu incelemeler, eserini bu metoda göre yazmasına da bir amil olmuştur. Eğer İbn-i Haldun'un bu renkli hayatı olmasa idi Mukaddime'sini bu şekilde mükemmel olarak yazamazdı.
İbn-i Haldun görüş ve düşüncelerini müşahede ve tecrübeye dayandırmıştır. Günümüzde Sosyal Psikolojinin söylediklerini altı asır öncesinden söylüyor: İnsan alışkanlıklarının ve kazandı ki an nın mahsulüdür. Yoksa tabiat doğuştan mizacının eseri değildir. Kavimlerin karakterleri varsa, bunlar da onların kazandıklarının eseridir. Bundan dolayı âdetler insan tabiatını değiştirirler. Bir şeye alışılınca o görenek ve âdet olur. Âdet de tabiat (huy) olmaya kadar gider. Böylece insan karakterlerini sosyal faaliyette kazanır.
Sosyal hâdiseler üzerinde coğrafi tesire büyük ehemmiyet vermektedir. İklimin kişiliğe, coğrafyanın aktiviteye; gıdaların yine insan karakterine tesir ettiğini söyler. Batıda bu anlayış, fazla abartılarak, "insan yediğidir" denmiştir. Dağlılar sert, mert ve az konuşan insanlardır. Sahillerde yaşayanlar yayvan ve nemli vücutlu olurlar. Aşın iklimler toplumun refahına elverişli değildir. Bundan ötürü medeniyetler mutedil iklimlerde kurulmuştur. Bu medeniyetler daha istikrarlı ve çevreye intibaklıdırlar. Modern sosyoloji ve coğrafyacı ekol de aynı kanaat ve görüşlere iştirak etmektedirler. Zencilerin hafifmeşrep, oyun ye eğlence düşkünü olmalarını iklimlerinin fazla sıcaklığının beyinlerine olan tesirinde görür. Ona göre kanaat, darlığa ve yoksulluğa tahammül, sade yaşayış, kişiler için en güzel faziletlerdendir. Kendisi göçebe hayatına düşkündür. Göçebelerin ahlâk, terbiye, mertlik, insaniyet, kahramanlık, bahadırlık ve cesaret bakımından şehirlilere nispetle çok yüksek bir derecede bulunduğunu bu eserinin birçok yerinde tekrarlar. Şehirlere yakın, tekellüflü yaşayışın itiyat ve icaplarına düşkün olan kavimlerle temasta bulunan göçebelerin mertlik, fedailik ve bahadırlık meziyetleri o nisbette eksilir.
Devletlerin kuruluş çağı fedaîlik, hamiyet ve kahramanlık devresi olduğu için tekâmüle doğru yürüme çağıdır. Servet kazanılmış olduğu için ikinci devre rahatlığa ve tekellüflü hayatın âdet, itiyat ve israflarına dalma çağıdır, üçüncü devre, tekellüflü hayatın neticesi olarak yorulma, yıpranma ve ihtiyarlama çağıdır, ihtiyarlık bir kere çöktü mü artık ondan kurtuluş yoktur. Ancak taze kuvvetler kullanmak suretiyle tamir ve revizyon sayesinde devletlerin ömürleri uzatılabilir. Fakat her halde yıkılma mukadderdir. İnsanlar ölümden kurtulamadıkları gibi, devletler için de yıkılmaktan kurtuluş yoktur. Her kemalin bir zevali vardır.
Medenî hayatın lezzet ve nimetleri içinde yaşayarak yıpranmamış olan kavimlerin diğerlerine nispetle devlet kurmaya ve memleketler fethetmeye daha muktedir olduğunu söyler. Cenab-ı Hakkın, İsrail Oğullarını kırk yıl Tin Sahrasında dolaştırmaktan maksadının; onları istiklâl kazanmaya ve korunmaya alıştırmak; kendilerine va'dedilen mukaddes toprakları fethedebilmeleri için şecaatli ve cesaretli olarak yetiştirmek; zillet ve hakirliğe alışmış olan neslin yerine dayanıklı, mert ve cesur yeni bir nesil yaratmak olduğunu ileri sürer.
İbn-i Haldun'a göre tebaa veya hükümdar olmak izafi şeylerdir. Hükümdar halkın maslahatına riayet etmeye mecburdur. Hükümdarın kıyafetinin, şekil ve suretinin, akü ve fikrinin keskinliğinin halk için ehemmiyeti yoktur. Hükümdar demek, halkının iş ve maslahatına bakan, tebaa ise, başlarında işlerine bakan hükümdarları bulunan cemiyettir. İdaresi, güzel ve halkı için faydalı olursa, hükümdardan maksad ve gaye meydana gelmiş olur. Aksi halde hükümdarın vücudu, halk için zararlıdır.
İbn-i Haldun'a göre, hükümdarın ve memurların ticaretle meşgul olması, tebaa için zararlıdır. Çünkü bunların ticaretle meşgul olmaları zulme yol açar. Zulüm ise sosyal hayatın düzenini bozar, medeniyetleri ve mamureleri yıkar. Halka ağır vergiler yükletmek ve mecburi hizmetlere tabi tutmak zulümdür, bu da sosyal hayatın düzenini bozar, halkın çalışma duygusunu öldürür.
İbn-i Haldun'un şehirlerin kuruluşu hakkındaki fikrini okuyan kimse yirminci asırda yetişen bir sosyolog ve şehir işleri uzmanının ilmî bir raporunu okuyormuş gibi bir hisse kapılabilir.
Birinci kitabın, dördüncü bölümü, beşinci fasılda, şehirler kurarken şartlara riayet etmemiş oldukları için Arablar tarafından kurulmuş şehirlerin yıkılmış olduğunu söyler. O, şehirlerin kuruluşunu ve istihsal, sanat ve zanaattan da kendi iktisadi nazariyesine dayanarak gözden geçirir.
İbn-i Haldun, sosyolojinin kurucusudur. Her ne kadar ondan önce Farabi'nin eserlerinde, bilhassa sosyal ve siyasî hayatın kanunlarına ait ilk temellerin atılmış ve tohumlarının ekilmiş olduğu görülürse de bunların hiçbiri İbn-i Haldun'un ortaya koyduklarını ve dehasını küçültmez, bu ilmi müstakil bir hale getiren ve koyduğu kanunlara göre inceleyen odur. Ayrıca İbn-i Haldun'u Osmanlı Sultanlarının en çok okudukları bir şahsiyet olarak görüyoruz.
İbn-i Haldun, kazanç ve hayatta faydalandığımız herşeyin insanın emek ve çalışmasının kıymeti olduğunu söylemekle yeni bir nazariye ortaya atmış oluyor. Emek hakkındaki bu görüşlerine bakarak onu sosyalistlere yaklaştırmak isteyenler vardır. Hâlbuki o, mülk ve sermayeler meşru yollarla elde edildikten sonra masundur, ne devlet ve ne de cemiyet bu sermaye ve mülklere el azaltamaz demektedir. İbn-i Haldun, emek ve çalışmaya bu yolla kıymet biçtikten sonra, kazanan çeşitlerini, kazanç temin eden hüner, sanat ve zanaatları anlatmaya başlar. Sanayinin inkişafının en mühim amillerini anlatır. İhtikârcılığı, ilmî fakat şiddetli bir dil ile kötülüyor. İhtikâr yapmanın neticesi, muhtekir için çok kötü olacağım anlatıyor. Sanat ve zanaatın, bilhassa sanayin inkişafını ihtiyaç ve kültür bakımından çok güzel ve çok ilmî bir şekilde izah ediyor.
İbn-i Haldun'a göre ilim ve fenlerin gelişmesi ve ilerlemesi, sosyal ve medenî hayatın inkişafına bağlıdır. Yani sosyal hayat geliştikçe onlar da gelişecektir.
Avrupalılar gerek İbn-i Haldun'un şahsına ve gerek tarihine ve bilhassa Mukaddime'sine pek büyük ehemmiyet vermişlerdir. Avrupa dillerinde yazılan büyük ve küçük hacimdeki ansiklopediler başta olmak üzere İbn-i Haldun'dan ve Mukaddimesinden bahsederler. Arab ve Arab edebiyatı tarihine dair eserler yazan bütün yazarlar, İbn-i Haldun ve eserleri hakkında bilgi vermişlerdir.
Onun tarih tenkidi ve içtimai mevzularla ilgili yazılarından bazı misaller verelim: "Çok vakit, haber ve' hadiseleri işiten kimse vukuu mümkün olmayan haberleri kabul etmektedir. Nitekim Mesudi, deniz hayvanları İskenderiye'nin binasına mani oldukları vakit, İskender'in ağaçtan bir tabut yaptırarak içine camdan bir sandık koymuş ve bu sandığın içine girerek denizin içerisine dalmış olduğuna dair vukuu mümkün olmayan bir haber nakletmektedir. Bu habere göre İskender, deniz altında gördüğü şeytanlardan ibaret olan bu hayvanların şekil ve suretlerini madenden yaptırarak binaların karşılarına diktirmiş, Öteki hayvanlar denizden çıkarak bu heykelleri gördüklerinden kaçmışlar, bu suretle bunların saldırılarından kurtulduktan sonra İskender, şehrin yapışım tamamlamıştır. Hikâye uzun ve hurafeler kabilinden olup camdan yapılan bu tabut, billurdan olduğu için; denizin dibine kadar (basınçla sıkışıp kırılmadan) ulaşması, dalgalara, (taş ve kayalara) çarpmadan sağlam kalması mümkün değildir; hükümdarlar kendilerini böyle tehlikelere atmazlar; denize dalan kimse, sandık içinde olsa dahi normal olarak bu sandık nefes alması için ona dar gelecek ve havasızlıktan Ötürü ölecektir. Bu bakımdan önce, haber verilen bir şeyin hadd-i zatında mümkün olup olmadığı itibariyle doğru olması şarttır."
"Açlık yularında ölenleri açlık öldürmez, onları alışmış oldukları tokluk öldürür. Az katık ve az yağla geçinerek, bu yaşayışı itiyat haline getirenlerin ise, normal olan rutubetleri artmadan eski halini muhafaza eder ve tabii olan her türlü yemeği kabul eder. Bu gibi insanların yemeklerinin değişmesi bağırsaklarda kuruma husule getirmez, itidalden uzaklaşmaz. Bolluk ve genişlik içinde yaşayarak her türlü katık ve yemekleri yiyenler, açlık çağlarında çok ölürlerse de darlık içinde yaşamaya alışmış olanlar sağ kalırlar, ölmezler. Bunların hepsinin de asıl sebebi, şudur; besinlere alışmak veyahut besinleri bırakmak bir alışkanlık işidir. Çünkü nefis bir şeye alışırsa, o iş nefis için bir tabiat olur. Nefis her renge girer. Doktorlar: "Açlık helak edicidir" derler. Onların vehimleri, kendilerini birdenbire yemekten mahrum ederek aç bırakmak manasına hami edilmelidir. Bu takdirde açlığın tesiri ile bağırsaklar kesilir, helak etmesinden korkulan hastalıklara tutulur. Fakat sofilerin yaptıkları gibi, riya-zatla ve yavaş yavaş yemekleri azaltmak suretiyle olur ise, helaki mucip olmaz. Riya-zatı bırakarak eski hale dönülmek istenildiği vakit dahi tedrice riayet ederek yavaş yavaş geçiş yapılmalıdır. Birdenbire eskisi gibi yemek yemeğe başlandığı takdirde, riayet etmeyen kimsenin ölümünden korkulur. Biz 40 gün ve bundan daha fazla açlığa dayanan kimseleri gözümüzle gördük."
"Yenilen kimse yanlış fikre kapılarak, bütün iş ve hareketlerinde kendisini yeneni örnek edinir ve ona benzemeye çalışır. Onun galebesinin, alıştığı âdetten, meslek ve mezhepten ileri geldiği vehmine kapılır bunu da galebesinin sebepleri ile karıştırır. Oğulların babalarına benzemeleri hususundaki hallerine dikkat edersen, oğulların daima babalarım kendilerine rehber edinmekte olduğunu görürsün. Bu da oğulların babalarının olgunluk ve üstünlüklerine inanmalarından ileri gelmektedir. Bu hal çağımızda Endülüs'te gözükmektedir. Bu ülkedeki müslümanlar kendilerine galebe çalmakta olan Gal'leri kendileri için rehber edinmektedirler. Giyim ve kuşamları, birçok âdet ve halleri itibariyle onlara benzemeye çalışırlar, onlar gibi duvarlarına ve su havuzlarının ve evlerinin duvarlarına resim ve heykelleri çizerler ve koyarlar. Bunları gören bu hallerin istila vesikası olduğunu hikmet gözü ile görebilirler. Bu halleri gören : ''Halk hükümdarın dinindendir." sözünün manasım anlar. Çünkü bunlar bu kabilden olan şeylerdir. Hükümdar, idaresi altında bulunanlardan üstündür."
"Bir devlette halka yüklenen vergilerin miktarı az olursa, halk çalışarak para ve servet kazanmaya heves ve rağbet eder, memleket mamur, hale gelir. Vergiler azalınca istihsal (üretim) artar, mal ve para kazanmanın yollan, çoğalır. Bir memleketin iman, bayındırlığı artar; vergileri azalırsa, o devletin hâkimiyeti devamlı ve istikrarlı olur."
"Tekellüflü yerleşik hayatın ihtiyaç ve taleplerinin çeşitleri çoğalmakla masraflar çoğalır. Pazarlardan satılan şeylerden vergiler alınması pahalılığı artırır. Çünkü tacirler ve halk vergi nisbetinde satılık eşya ve maddelerin fiyatlarını yükseltmektedirler. Bunlar bütün masraflarını hatta kendilerinin geçinme masraflarını dahi satılık mallara yüklemektedirler. Masrafların artması itidali aşarak israf derecesini bulur. Zaruri olmayan ihtiyaçları, zaruri hale getirip böyle yaşamaya alışan insanlar bunları temin etmek için bu sefer kendilerini zorlarlar. Normal kazanç yetmez olur. Bunun tesiri ile fısk ve fücur artar, meşru ve gayr-i meşru yollarla geçinme vasıtaları elde etmek üzere türlü çarelere başvurulur. Fakirler bunu düşünmekle meşgul olur, bunun vasıta ve hilelerini arar. Neticede yalancılık, kumar, aldatma, hırsızlık, yalandan yemin etme, ihtikâr hüküm sürer. Bu ahlâksızlık ve onun namus ve şerefe dokunan kötülükleri herkesin gözü önünde açık bir surette işlenir. Ahlâksızlık ve çirkin işler çoğalınca, değişmeyen ilahî kanun kendisini gösterir: "Bir şehir ve bölgeyi helak etmek istediğimizde, biz onun bolluklar içinde yaşayan cebbarlarına, kötülüklerden sakınmayı emrederiz. Onlar bizim buyruğumuzun tersine olarak fasık kesilirler ve bununla cezaya çarpılmaya müstahak olurlar. Biz artık o şehri ve bölgeyi, yer ile düz bir hale getiririz." (k)
<Kaynak: Mukaddime (3 cilt, çev. Zahir Kadiri Ugan. 1954-57, 1%8); Şifa'al-Sail li Tahzip al-Masa'il (yay. Muhammed Tawit at-Tanjî, 1958).
NOT: İbn-i Haldun'un bazı görüşlerini olduğu gibi aktarmaya çalıştık. Ebetteki büyük düşünür kendi devrinde cereyan eden olaylardan sıyrılamamıştır. Bu bakımdan, durumun okuyucularımız tarafından göz önünde bulundurulması gerekir.