Çürüme...
Aslı Aydıntaşbaş 01 Ocak 1970
En zoru nedir biliyor musunuz? Baskı, korku falan değil. Hayır, yazamamak da değil.
En zoru, etraftaki insan kirliliğine katlanmak zorunda olmak. Siz, kendinizi ne kadar korumaya çalışırsanız çalışın, eninde sonunda her gün karşılaşıyorsunuz o kirlilikle. Hele de bizim mahallede.
Farkında mısınız nasıl da dökülüyor gazetecilik ve gazeteciler? Baskıcı dönemlerde insanların birbirlerine sataşmaları, satmaları, çirkinleşmeleri alelade olaylardır. Bu hikâye, insanlık tarihi kadar eski bir hikâye. Hannah Arendt’ten George Orwell’e kadar onlarca yazar 20’nci yüzyılın totaliter rejimlerinin birey üzerindeki “çürüme” etkisini çok güzel anlatmıştır.
Ama ne yalan söyleyeyim; bizde adeta ayrı bir seviyeye çıkmış gözüküyor bu kişilik çürümesi. Teknolojiyle, televizyonla, sosyal medyayla hızlanan bir çözülme. Herkes şu ya da bu biçimde gücün, kudretin, erdem ve fikirlerden daha üstün olduğuna inanıyor. Dünyada en çok gazetecinin hapiste olduğu ülke, dünyada gazetecilerin en kötü sınav verdiği ülke aslında. Sanat dünyasından futbola kadar her tarafımızda kirlenen ruhlar; çürüyen kişilikler; takla atanlar; akrobasi yapanlar var. İzlemek bile acıklı. Televizyonu açmasanız da, köşelerini okumasanız da her yerden bitiveriyorlar.
İnsanın ellerini iyice bir yıkayıp kapıyı çekip gidesi geliyor.
Ama nihayetinde, gitmek yok. Memleket bizim, insanlar bizim. Alınyazımızda bugünleri yaşamak varmış. Bu medya sirkini, bu pespayeliği, bu freni patlamış ülke halini yaşamak dışında bir seçeneğimiz yok. Mevcut sürecin en büyük ıstırabı da bu: Çürümeyi gözlemlemeniz için mecburen sizi ön sıraya oturtuyorlar...
Bazen düşünüyorum da, “Bizans oyunları” lafının bu topraklardan çıkmış olması tesadüf değil. Hem Batı dillerinde, hem de Türkçede benzer şekilde “iktidar oyunları” ya da “ayak oyunları” anlamına gelen bu ifade, bu toprakların siyasi kodlamasını güzel özetliyor. Bizans dediğiniz bizlere çok uzak değil. Osmanlı’nın Bizans’tan ciddi bir kültürel miras edindiğini biliyoruz. Üstelik bilimsel olarak Anadolu’nun genetik haritasının, bize anlatıldığı gibi at sırtında Orta Asya’dan gelen Oğuzların Kayı boyu ahalisiyle örtüşmediği; aslında bu toprakların kadim halklarının bir karışımı ve devamı olduğunu da biliyoruz artık. Alın size Bizans...
Bu topraklarda kahramanlar yok mu? Var. Fazlasıyla. Sözünü sakınmayan, eğilip bükülmeyen, sağlam duran, kendi halkını koruyan, kollayan çok insan var. Her yerde, her sektörde var. İşte onlar da bu topraklarda yaşamayı katlanabilir kılan nedenlerin başında geliyor.
Ama dedim ya; etraftaki, hele de bizim sektördeki cazgırlığa, kirliliğe, yalakalığa tahammül etmek mümkün değil.
Bu yetmiyormuş gibi, bir de toplumun ruh hali var. Toplum, öfkeli. Ancak bu öfkenin yatışması değil büyümesi isteniyor. İnsanlar her gün daha agresif olmaya, daha saldırgan tweet’ler atmaya, trolleşmeye, komşusundan, hemşerisinden nefret etmeye teşvik ediliyor. Muhbir olmaları, yetmediğinde kendi temsil ettikleri toplum kesiminin sokak gücü olmaları isteniyor. Vurmaları, kırmaları emrediliyor.
Ve biz gazetecilerin hiçbir şey yokmuş gibi bu gidişata sessiz kalmamız isteniyor.
Meslektaşlarımın çoğunu görmüyorum. Sizler gibi ben de çoğuna katlanamıyorum artık. Ekranda izlemiyorum, yazılarını okumuyorum. Sürekli o mide bulanıklığıyla yaşamaktansa varsın o yorumları, o programları dinlemeyeyim diyorum.
Aslında beklentilerimiz çok yüksek de değil. Hepimiz halden anlarız. Böyle bir ortamda kimseden büyük cesaret, büyük çıkışlar falan da beklemiyoruz. Medyada ayakta kalabilmek için bazı fedakârlıklar yapmak zorunda olduklarını da biliyoruz.
Sadece bu kadar heyecanla cellatlığa soyunmaları, giyotinin etrafında heyecanla bekleşen kalabalıklar gibi neşeli halleri, insanı tiksindiriyor...