« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

01 Oca

2018

ALİ ŞİR NEVAİ

NİHAD SAMİ BANARLI 01 Ocak 1970

Doğu Türkçesi söyleyişlerinin hemen bütün güzelliklerini, kendi sanatında ( 1441 - 1 501 ) toplayarak, Ortaasya Türk Edebiyatını, yükselişinin en ileri derecesine ulaştıran şair, Ali Şir Nevai'dir.



Nevai, büyük şair, büyük âlim ve büyük devlet adamı olarak Ortaasya Türkçesine, Türk edebiyat ve medeniyetine geniş hizmette bulunmuştur.



Yalnız Ortaasya Türklerinin değil, bütün Yüksek Zümre Edebiyatı'mızın haklı şöhreti Nevai, 1441 de Herat şehrinde doğmuştur. Babası, Kiçkine Bahâdır veya Kiçkine Bahşı diye anılan Gıyaseddin Kiçkine'dir. Bu zat, Timur Oğulları'ndan Ebü'l-Kasım Babür'ün hizmetinde bulunmuş, hatta onun adına Sebzevâr şehrini fethetmişti. Ancak Gıyaseddin Kiçkine, memleketinde çıkan karışıklıklar yüzünden, oğlu Ali Şir ile birlikte yurdundan uzaklaşmış, Irak'a gitmiş ve Nevai'nin ilk gençlik hayatı, bu yüzden, vatanından uzakta geç­miştir.



Nevai, babasının ölümünden sonra, yine Ebü’l-Kasım Babür tarafından himaye edilmiş ve iyi tahsil görerek, yetişmiştir. Bu yetişme Meşhed gibi, Semerkand gibi, devrin yüksek ilim merkezlerinde, bu illerin medreselerindedir. Fakat Ali Şir Nevai'nin asıl büyük hayatı, çocukluk ve mektep arkadaşı Horasan Hükümdarı Sultan Hüseyin Baykara'nın yanında veya onun hizmetinde geçmiştir.

Nevai, Herat sarayında Mühürdarlık mevkiine getirilmiş, kendisine vezirlik ve bir müddet sonra da Emir unvanı verilmiştir. Böylelikle şair, kısa zamanda sarayın en mühim bir siyasî ve idarî şahsiyeti olmuş, Hüseyin Baykara salatanatının yükselişine, hem bir ilim ve sanat adamı olarak hem de iktidarda bulunarak hizmet etmiştir.



Devlet idaresinin, memleketine iyi hizmet görmek ve her yaptığını gerçekten iyi yapmak isteyen, münevver bir elde bulunması, Herat'da, derhal tesirini göstermiş ve Nevai, yalnız ilimde ve sanatta değil, yurdun imarında teknik sanatların gelişmesinde, medenî ve iktisadî terakkide milletine hizmet etmişiir. O kadar ki onun bu müsbet ve verimli çalışmaları, etrafının hasud düşmanlarla sarılmasını icap ettirmiş; düşmanları, Nevai'nin mevkiini sarsmak için her türlü iftiradan çekinmemişler ve bü­yük şiar, bunlardan müteessir olarak, bir müddet Emirlik'ten uzaklaşmıştır.



Bir aralık da Nevai, Esterabad Emirliği vazifesiyle, Herat'dan âdeta sürülmüş ve düşmanları, bununla da yetinmeyerek Nevai'yi zehirlemeğe teşebbüs etmişlerdir.



Bunun üzerine Nevai, birçok da kendi gayretiyle büyük bir ilim, sanat ve medeniyet merkezi haline gelen Herat'a dönmek fakat herhangi bir devlet vazifesi almaksızın, yalnız ilim ve edebiyatla meşgul olmak istemiş ve Herat'a böyle kayıtlarla dönmüştür.



Aslında bu davranış, Nevai'nin en zeki hareketlerinden biridir. Çünkü herhangi bir resmî sıfatı olmadığı halde, bu devirde, Nevai, Hükümdar, Hüseyin Baykara'nın en çok itimad edip fikir danış­tığı bir yüksek şahsıyet olarak Herat'da eskisinden de büyük bir sevgi ve saygı görmüş, hakikatte, devleti, yine onun tecrübesi, nüfüzu ve siyaseti idare etmiştir.



Nevai'nin, bu devirde çok zengin ve ihtişamlı bir hayatı olmuş; hükümdarı tarafından def'alarca evinde ziyaret edilmek şerefine ulaşmış; başta kendi güzel evi olmak üzere, bütün çevresini, bütün Herat"ı her an daha hareketli bir akademik muhit haline koymuştur. Bu yıllarda Nevai, âdeta, ikinci bir hükümdar havatı yaşamış; şairlerin, kendisine kaside sundukları âlimlerin kitaplar ithaf ettikleri, saygı ve takdir dolu bir hayatı olmuştur.



En sonunda, Sultan Hüseyn Baykara, baş­larında oğullarının bulunduğu bir ayaklanmayı bastırmak için, ordusuyle birlikte Herat'dan ayrılırken Nevai'yi kendi yerine vekil bırakmıştır. Nevai, işte bu seferden dönen hükümdarını karşılamaya gittiği gün, bir kalb kırizi geçirmiş; Sultan Hüseyin Baykara, onu, kendi tahtırevanıyle Herat'a getirmiş, fakat, büyük şair, bu hastalıktan kurtulamıyarak 3 Ocak 1501 de Herat'da vefat etmiştir.



İlmî ve Edebi Şahsıyeti



Ali Şir Nevaî, çok iyi anlaştığı Sultan Hüseyin Baykara ile tam bir iş birliği yaparak, kendi çağında ve kendi çevresindeki Türk ilim ve edebiyatına çok parlak, geniş ve uzun tesirli bir Edebi Devir yaşatmıştır. Bu arada Ortaasya Türkçesi de tekâmülünün en olgun seviyesine, Nevai'nin şiiri ve yine onun nesri ile ulaşmıştır.



Memleketinin zengin bir devlet adamı olan Nevai'nin, Sultan Hüseyin Baykara ile Herat şehrinde yaptırdıkları medreseler, hastahaneler, hamamlar, bahçeler; ilim ve sanat adamlarının toplanabileceği daha başka müesseseler, tarihin o devresinde, coğ­rafyanın bu bölgesine gerçekten büyük bir medenî hayat yaşatmıştır.



İran'ın, Horasan'ın, Maverannehr'in nice ilim ve sanat adamını, ışık gören pervaneler gibi, Herat'a toplayan sebep bu medenî anlayıştır.



Bu devirde Herat'da, Molla Câmii gibi büyük bir âlim; Hatifi gibi, kudretli bir mesnevi şairi; Vasıfi gibi, diğer mühim bir şair; Herat vaizi Hüseyin Kitifi, lran edebiyatına çok kıymetli bir edebiyat tarihi kazandıran, Tezkire sahibi Devletşâh ve daha birçok ilim ve sanat adamı, musıkişinaslar, mimarlar, ressamlar, hattatlar toplanmışlardı.



Nevai, bunlar arasında, kendisinden, geniş ilim ve felsefe öğrendiği Molla Câmi'ye hayrandı. Kendisi de devrinin diğer ilim, fikir ve sanat büyükleri arasında aynı hayranlığı uyandırıyordu. Hüseyin Baykara ile ve diğer ilim ve sanat adamlarıyle yaptıkları akademik toplantılar, sohbetler, eğlence meclisleri, kısaca, Hüseyin Baykara Âlemleri, tarihi Cem Meclisleri gibi zevkli, ihtişamlı, uzun şöhretli toplantılardı.



Şiir sanatı'ndan başka, resim ve musıki sanatlarına da vakıf olan Nevai'nin yanında devrin musıki üstadları kadar, kudretli ressamlar da vardı. Bir misal olarak, şairin resimlerini yapan Mahmud Müzehhib, onun hususi ressamlarındandı.



Nevai, bütün bu ilim ve sanat çalışmaları ile; şiir'e, resme, musıki ve mimari'ye hizmetleriyle, aynı zamanda, popüler bjr şöhret kazanmış ve geniş bir halk tarafından devamlı surette sevilmişti. Devrinin ve çevresinin örnek adamı, o idi. Yaşadığı müddetçe ve onu takip eden asırlar boyunca, Nevai gibi şiir söylemek: onun gibi meclis adamı olmak; güzel konuşmak, çevresindeki söz ve sanat adamlarının idealleri olmuştu Nevai de kendisini seven, ilmini ve sanatını takdir eden muhitinden, şüphesiz, büyük kuvvet alıyordu. Bu heves ve idealle, yalnız büyük bir şair olarak, çok sayıda şiir söylemekle kalmadı; aynı zamanda büyük âlim, büyük fikir adamı ve bilhassa samimi bir milliyetçi ve türkçeci olarak, milletinin diline, kültürüne köklü hizmette bulundu.



Şair, Arap ve Fars dillerini, anadili gibi biliyor, bu dillerin inceliklerini ve edebiyatlarını tam bir vukufla öğrenmiş bulunuyordu. Türk dilini ve edebiyatını, bu örnek edebiyatlardan aldığı mukaayeseli fikir ve ilhamla, bulunduğu seviyeden daha da yükseklere çıkarmak için gayret gösteriyordu.



Çok zengin bir hayali, kuvvetli hafızası, derin zekâsı ve duygulu bir ruhu vardı. Şiirlerinde, duygu, düşünce, bilgi ve hayal unsurlarını ustalıkla birleştiriyor; aynı zamanda engin bir tarihi olan Şark Türkçesi'ni gittikçe daha üstün bir musıki lisanı haline getiriyordu.



Kullandığı dil, milletimizin artık büyük unsuru bulunduğu, Ortak İslâm Medeniyeti' nin kelimeleriyle zengindi. Ancak Nevai, bu kelimeleri, şiirinde de nesrinde de Türkçenin kendi kelimeleri imiş gibi, çok tabii kullanıyor; bu arada Türkçe Söyleyiş'in bütün esaslarına ve inceliklerine sadık kalarak, milletinin, ileride, Nevai Dili diye isimlendireceği, kuvvetli ve millî bir şiir dili meydana getiriyordu.



Bu şiirlerde Divan Edebiyatı'nın çeşitli söz ve mana sanatlarına da yer verilmişti. Fakat bu sanatlar, o kadar ustalıklı bir söyleyişle ve o kuvvetli ahenkle birleştirilmişti ki, okuyan, sanatkârının herhangi bir mecaz, bir tenasüh veya istiare yapmak için aslaa zaman sarfetmediğini ve Nevai'nin böyle hünerli bir ifadeyi tabii söyleyiş haline koyduğunu, haz duyarak anlamakta idi.



Nevai, klasik Divan Şiiri'nin bütün vezinlerini, bütün şekillerini, nevilerini ve hemen hemen bütün klasik mevzularını işlemiş; bir yandan da bu şiire onun eliyle ve onun sanatında klasikleşen, yeni mevzular, yeni şekiller ve yeni sanat unsurları getirmişti.



Nevai'nin, Divan Şiiri'nde tam bir tekamül seviyesine ulaştırdığı, millî nazım şekilleri arasında T'uyug gibi, zarif bir şekil; milli zevke uyarak ve bilerek kullandığı, redifli ve cinaslı kafiyeler ve alliterasyonlar vardı. Türkçe kök ve eklerin Arap ve Fars kelimeleriyle de birleşerek meydana getirdikleri yeni cinaslar, Nevai'nin dilinde, Türkçeyi alabildiğine zenginleştiren bir zevk unsuru seviyesine varmıştı.



Büyük sanatkâr, şiirde olduğu kadar, tarih, tedkik, tenkid, biyografi, hikâye ve bilhassa mesnevi sahalarında üstün başarı göstermiş, ölümsüz eserler bırakmıştı.



Nesir lisanı da güzel, ince, şiirli ve ustalıklı olmakla beraber, onun asıl zaferi, Ortaasya Türk şiirini, bu coğrafyadaki bütün hayatının en üstün seviyesine ulaştırmak olmuştu. Bu şiirdeki duygu, düşünce, kültür, dil, ahenk, milli ve mahalli renk kompozisyonu dolayı­siyledir ki, Ortaasya Türkleri, onun sanatına hayran hatta minnettar kaldılar. Yine bunun içindir ki çevresinin hatta diğer çevrelerin vefalı Türk halkı, onun şiirinde kullanılan Türkçeyi, asırlarca, Nevai Dili adıyle andı, bu isimle yaşattı.



Türkçülüğü ve Türkçeciliği



İslâm Medeniyeti çağlarında, Türk dili ile Türklüğün milli değerleri üzerinde zararlı tesir yapan, yabancı dil ve göreneklere karşı Türkçeyi korumaya çalışan âlim bir şair de Ali Şir Nevâi'dir. Nevai, tam manasıyle şuurlu ve idealist bir milliyetçidir.



O, aslında çok sevdiği, çok iyi bildiği ve bir talihsizliğe uğramaması için gayret sarfettiği Türkçe üzerinde milli hassasiyet göstermiş, bu dilin karşılaştığı zorlukları yenmeğe çalışmıştır.



Bir mecazlar, cinaslar, kafiyeler ve fiiller lisanı olan Türkçe'nin ses ve mana inceliklerini, fiil zenginliklerini ve bunlarla sağlanacak ifade imkânlarını çok iyi bildiği için, Nevai, Türkçe'nin bilhassa Acem dilinden üstün tarafları bulunduğunu, başkalarına da anlatmak ve isbat etmek ihtiyacını duymuştur. Çünkü Nevai'nin, kendi ana dilini müdafaası pek de kolay olmamış, devrin bazı şairleri, bu ısrarlı Türkçeciliği tenkid etmişler, lüzumsuz bulmuş hatta alaya almışlardır.



Hâlbuki Nevai'nin Türkçe anlayışı, aşırı ve mütaassıp bir öztürkçecilik manasında değildi. O, edebi eserlerin ve bilhassa şiir'in, doğrudan doğruya Farisi ile yazılmasına itiraz ediyordu. Yoksa kendi şiirlerini de öztürkçe yazmıyor; çok tabii ve şuurlu bir dil anlayışı içinde, Ortak İslâm Medeniyeti'nin Türkçeye lüzumlu kelimelerini, yukarıda belirttiğimiz gibi, Türkçe'nin kendi kelimeleri kadar yerinde ve tabii kullanı­yordu.



Nerai, Arapçanın büyük ve zengin bir dil olduğunu kabul ediyor; Kur'an ve Hadis diline karşı saygı gösteriyor; bu dilin güzelliğini, Kur'ân'dan ve Hadis'den misaller getirerek belirtiyordu.



Buna mukaabil, Türk ve Acem dillerini, âdeta tarafsız bir görüşle mukaayese ve muhakeme ediyor; Türkçe'nin üstün ve ağır basan taraflarını birer birer belirterek, bunları Muhâkemetü'l-Lügateyn adlı kitabı ile ifadeye ve isbata çalışıyordu. Türkçe ile Farisi'nin karşılaştırılması mevzuundaki bu kitapta Nevai, gerek Türkçe'nin gerek Türklerin, neden ve hangi bakımlardan Acemlerden daha üstün olduğunu şu bilgilerle ve böyle delillerle ortaya koyuyordu:



"Öyle bilinir ki Türk, Sart'dan daha keskin zekâlı, daha üstün anlayışlı, daha saf ve temiz yaratılışlıdır. Sart ise zihin yorarak anlamada ve ilimde Türk'ten daha ince: fazl, kemal ve tefekkürde daha derin gö­rünür.



Bu hâl, Türklerin doğru, temiz ve dü­rüst niyetinden, Sartların ise ilminden, fenninden, hikmetinden bellidir. Lâkin her ikisinin dillerinde kusursuzluk veya noksanlık bakımından aşırı farklar vardır. Söz ve ibare vaz'ında Türk, Sart'dan üstündür.



"Yine Türk'ün Sart'dan daha üstün yaratılmış olduğunun bundan açık, bundan parlak bir delili olabilir mi ki bu iki taifeden genç, ihtiyar, büyük, küçük herkes aynı hayat şartları içinde yaşadıkları halde Türkler, büyüklerinden ve Bey'lerinden kölelerıne varın­caya kadar Fars dilini öğrenmişlerdir.



"Hatta Türk şairleri Fars dili ile çeşitli şiirler söyleyip güzel sözler yaratırlar." Buna karşı Sart milleti, eşrafından avamına; ulusundan aşağısına kadar, hiç birisi Türk diliyle konuşmazlar. Konuştuklarının da manasını bilemezler. Eğer yüzde belki binde biri bu dili öğ­renip konuşsa bile, dinleyenler onun Acem olduğunu anlar ve o kendi diliyle kendisini gülünç düşü­rür.,,



Nevai, bundan sonra, yüz kadar Türkçe fiil sayarak bu 100 kelimenin hiçbirisi için Fariside karşılık bulunmadığını söyler ve meselâ, o devir Türkçesinde lezzetle kullanılan süzer gibi, emer gibi: içmek, yudum yudum içmek gibi Türkçe fiillerin Fariside karşılıkları olmadığı için, Farsça'nın bu kelimelerin lezzetinden mahrum bulunduğuna dikkati çeker. Yine Türkçe'de çeşitli ağlayışları ifade eden fiillerin Farsçadaki eksikliğini gösterir. Bu kelime ve mana karşılaştırmasına, Türkçe şiir örnekleri vererek devam eder. Türkçe'nin zengin bir fiil lisanı olarak Farisiden üstün taraflarını böylece meydana koyar.



Türkçe'nin aynı zamauda bir cinaslar lisanı oluşuna dikkat eden Nevai, bunun için de güzel örnekler verir. Meselâ Türkçe'­ de bir kök sözü vardır. Bu kelime, hem sema manasındadır, hem de makam, beste manasında kullanılır. Kelimenin, bunlardan başka ağaç kö­kü, iri kazık ve kö­ğermek, (yeşillenmek) manaları da vardır. Böylelikle "Türkçe'de tecnis ve iylâm begaayet küllidir” diyen Nevai, bunlara da örnekler verir.



Sonra, Türkçe'nin, bir kafiye lisanı oluşunu belirtir Türkçe’nin ses incelikleri üzerine dikkat çeker.



Daha başka kelimeler üzerinde de bilgiler verir. Meselâ Türkçe'de her çeşidinin bir başka adı olan ördek'e Fariside sadece mürgab deniyor. Hâlbuki Türkçede ördeğin erkeğine suna, dişisine burçla denir. Ördeğin ayrıca çörke, almabaş, çakırkanad, temürkanad, alapeke, bağçal ve başka isimleri de vardır.



Arapça'da ve Türkçe'de bulunup Fariside bulunmayan bazı gramer inceliklerine de dikkati çeken Nevai, Türkçe'de daha böyle nice zenginlikler ve incelikler olduğunu söyleyerek kendi zamanına kadar kimsenin bunları incelemediğini, inceleyip meydana çıkarmadığını da belirtmeğe lüzum görür ve der ki:



"'Fariside böyle bir mazmun olmayınca, şair ne yapacaktır? "Türkçe'de böyle incelikler, derinlikler, yükseklikler çoktur. Bugüne kadar hiç kimse bunları inceliyerek meydana çıkarmadığı için gizli kalmıştır. "Türk"ün bilgisiz ve zavallı genç­leri, güzel sanarak, Farsça şiir söylemeğe özeniyorlar. Gerçekten bir insan iyi ve derin düşünse, Türkçe’de bunca zenginlik dururken bu dilde şiir söylemenin, hüner göstermenin daha yerinde ve daha kolay olacağını anlar. "Türk Dili"nin zenginlik ve genişliği bunca delillerle sabit olduktan sonra da lâzımdır ki bu halk arasında yetişen sanat adamları, öz dilleri dururken, özge dillerle şiir söylememelidir. "Ve eğer her iki dille ·de söyleyip yazma kaabliyetleri varsa, öz dilleriyle, özge dille söylediklerinden daha çok söyleyip yazmalıdırlar. Bundan sonra şair, kendisinin Türk dili üzerindeki ülkücü çalışmalarına geçerek bu mevzuda şunları söyler:



"Anadilim üzerinde düşünmeğe koyuldum: Türkçenin derinliklerine dalınca gözlerime onsekiz bin âlemden daha yüksek bir âlem göründü. Bu âlemin süsler, ziynetler içersinde enginleten göğü, Dokuz Gök"den daha yüksekti. Orada nice faziletler, nice yücelikler hazinesine rastladım. Bu hazinenin incileri yıldızların mücevherlerinden daha parlaktı.



Bu âlemin gül bahçelerine girdim. Gülleri, feleğin güneşinden daha parlaktı. Her yanında göz görmedik, el değmedik daha neler ve neler vardı.



"Ama bu mahzenin yılanı kan dökücü ve güllerinin dikeni sayısızdı. Bunları görünce düşündüm ve dedim ki: Demek bizim Türk şairleri bu korkulu ve dikenli yollardan çekindikleri için Türkçeyi bırakıp gitmişler.



"Bu yol yüksek himmet istiyordu. Ben bu yoldan vazgeçmedim. Onun seyrine doyamadım. Bu yolda yürümekten korkmadım ve yılmadım.



"Türkçe'nin fezasında tabiatimin atını koşturdum; hayalimin kutunu kanadlandırdım. Vicdanım bu hazineden, nihayetsiz kıymetli taşlar, la'ller, inciler aldı; gönlüm bu gül bahçesinin türlü çiçeklerinden uçsuz bucaksız güzel kokular kokladı.



Nevai, bundan sonra böyle bir dil’le yazdığı divanların ve diğer eserlerin adlarını söylüyor, haklarında kısa bilgiler veriyor. Bu arada:



“Zannedilmesin ki benim Türkçe’yi övüşum Türk olduğumdan ve tabiatimin Türkçe sözlere alış­masından ve Farisi bilmeyişimdendir. Aslında Farisi"yi öğrenmekte biç kimse benim kadar gayret sarfetmemiş ve bu dilin doğrusunu yanlışını benim kadar iyi öğrenmemiştir.



Diyerek mevcud ve muhtemel itirazları karşılamış oluyor; daha başka mevzulara, bu arada Hüseyin Baykara'ya hasrettiği yazılarından sonra kitabını şu sözlerle tamamlıyor:



"Türk ve Sart dillerinin keyfiyet ve hakikatlerini bu risalede toplayıp, açıklayıp yazdım ve ona Muhakemetü'l-Lugateyn adını koydum. Öyle sanı­yorum ki Türk milletinin şairlerine büyük hak kazandırdım. Kendi öz dillerinin nasıl bir dil olduğunu öğrendiler ve Acemce söyleyenlerin Türkçe'yi küçümseyen sözlerinden kurtuldular. Türk şairleri benim bu gizli hakikati ortaya koymaktaki gayretimi öğrenirlerse umarım ki beni hayır dua ile anacak ve ruhumu şad edeceklerdir.



Bütün bu satırlar, bu idealist Türk şairinin Türk dili için nasıl bir gayretle çalıştığını gösteren delillerdir. Nevai, Türkçe'yi yalnız Muhakemetü'l-Lügateyn'inde övmekle kalmamış, bizzat çok sayıda Türkçe eser yazarak bu dili bilfiil yükseltmiştir. Ayrıca ve sırası geldikçe Türkçe'yi daha başka eserlerinde de medhedip yüceltmekten uzak durmamıştır. (…..)



Bundan başka Nevai, hakiki Türk üstünlüğünün ancak devlet dili olarak Türkçenin kullanıldığı ve edebiyatın Türk dili ile yapıldığı zaman mümkün olacağına inanmakta idi. Türk şair ve muharrirlerine Farisiye muhtac olmayacak kadar kuvvetli bir edebi dil vermeğe çalışmasında bu inancın tesiri vardı.



Her halde, bütün bu iddiaları gerçekleştirmeğe çalışarak devrinin Ortaasya Türkçcsi'ni çok ileri bir seviyeye ulaştıran bu şairin diline Nevai Dili demekle, Türk halkı, onun bu gayretini en iyi şekilde değerlendirmiş oldu.






















ALİ ŞİR NEVAİ / NİHAD SAMİ BANARLI



Doğu Türkçesi söyleyişlerinin hemen bütün güzelliklerini, kendi sanatında ( 1441 - 1 501 ) toplayarak, Ortaasya Türk Edebiyatını, yükselişinin en ileri derecesine ulaştıran şair, Ali Şir Nevai'dir.



Nevai, büyük şair, büyük âlim ve büyük devlet adamı olarak Ortaasya Türkçesine, Türk edebiyat ve medeniyetine geniş hizmette bulunmuştur.



Yalnız Ortaasya Türklerinin değil, bütün Yüksek Zümre Edebiyatı'mızın haklı şöhreti Nevai, 1441 de Herat şehrinde doğmuştur. Babası, Kiçkine Bahâdır veya Kiçkine Bahşı diye anılan Gıyaseddin Kiçkine'dir. Bu zat, Timur Oğulları'ndan Ebü'l-Kasım Babür'ün hizmetinde bulunmuş, hatta onun adına Sebzevâr şehrini fethetmişti. Ancak Gıyaseddin Kiçkine, memleketinde çıkan karışıklıklar yüzünden, oğlu Ali Şir ile birlikte yurdundan uzaklaşmış, Irak'a gitmiş ve Nevai'nin ilk gençlik hayatı, bu yüzden, vatanından uzakta geç­miştir.



Nevai, babasının ölümünden sonra, yine Ebü’l-Kasım Babür tarafından himaye edilmiş ve iyi tahsil görerek, yetişmiştir. Bu yetişme Meşhed gibi, Semerkand gibi, devrin yüksek ilim merkezlerinde, bu illerin medreselerindedir. Fakat Ali Şir Nevai'nin asıl büyük hayatı, çocukluk ve mektep arkadaşı Horasan Hükümdarı Sultan Hüseyin Baykara'nın yanında veya onun hizmetinde geçmiştir.

Nevai, Herat sarayında Mühürdarlık mevkiine getirilmiş, kendisine vezirlik ve bir müddet sonra da Emir unvanı verilmiştir. Böylelikle şair, kısa zamanda sarayın en mühim bir siyasî ve idarî şahsiyeti olmuş, Hüseyin Baykara salatanatının yükselişine, hem bir ilim ve sanat adamı olarak hem de iktidarda bulunarak hizmet etmiştir.



Devlet idaresinin, memleketine iyi hizmet görmek ve her yaptığını gerçekten iyi yapmak isteyen, münevver bir elde bulunması, Herat'da, derhal tesirini göstermiş ve Nevai, yalnız ilimde ve sanatta değil, yurdun imarında teknik sanatların gelişmesinde, medenî ve iktisadî terakkide milletine hizmet etmişiir. O kadar ki onun bu müsbet ve verimli çalışmaları, etrafının hasud düşmanlarla sarılmasını icap ettirmiş; düşmanları, Nevai'nin mevkiini sarsmak için her türlü iftiradan çekinmemişler ve bü­yük şiar, bunlardan müteessir olarak, bir müddet Emirlik'ten uzaklaşmıştır.



Bir aralık da Nevai, Esterabad Emirliği vazifesiyle, Herat'dan âdeta sürülmüş ve düşmanları, bununla da yetinmeyerek Nevai'yi zehirlemeğe teşebbüs etmişlerdir.



Bunun üzerine Nevai, birçok da kendi gayretiyle büyük bir ilim, sanat ve medeniyet merkezi haline gelen Herat'a dönmek fakat herhangi bir devlet vazifesi almaksızın, yalnız ilim ve edebiyatla meşgul olmak istemiş ve Herat'a böyle kayıtlarla dönmüştür.



Aslında bu davranış, Nevai'nin en zeki hareketlerinden biridir. Çünkü herhangi bir resmî sıfatı olmadığı halde, bu devirde, Nevai, Hükümdar, Hüseyin Baykara'nın en çok itimad edip fikir danış­tığı bir yüksek şahsıyet olarak Herat'da eskisinden de büyük bir sevgi ve saygı görmüş, hakikatte, devleti, yine onun tecrübesi, nüfüzu ve siyaseti idare etmiştir.



Nevai'nin, bu devirde çok zengin ve ihtişamlı bir hayatı olmuş; hükümdarı tarafından def'alarca evinde ziyaret edilmek şerefine ulaşmış; başta kendi güzel evi olmak üzere, bütün çevresini, bütün Herat"ı her an daha hareketli bir akademik muhit haline koymuştur. Bu yıllarda Nevai, âdeta, ikinci bir hükümdar havatı yaşamış; şairlerin, kendisine kaside sundukları âlimlerin kitaplar ithaf ettikleri, saygı ve takdir dolu bir hayatı olmuştur.



En sonunda, Sultan Hüseyn Baykara, baş­larında oğullarının bulunduğu bir ayaklanmayı bastırmak için, ordusuyle birlikte Herat'dan ayrılırken Nevai'yi kendi yerine vekil bırakmıştır. Nevai, işte bu seferden dönen hükümdarını karşılamaya gittiği gün, bir kalb kırizi geçirmiş; Sultan Hüseyin Baykara, onu, kendi tahtırevanıyle Herat'a getirmiş, fakat, büyük şair, bu hastalıktan kurtulamıyarak 3 Ocak 1501 de Herat'da vefat etmiştir.



İlmî ve Edebi Şahsıyeti



Ali Şir Nevaî, çok iyi anlaştığı Sultan Hüseyin Baykara ile tam bir iş birliği yaparak, kendi çağında ve kendi çevresindeki Türk ilim ve edebiyatına çok parlak, geniş ve uzun tesirli bir Edebi Devir yaşatmıştır. Bu arada Ortaasya Türkçesi de tekâmülünün en olgun seviyesine, Nevai'nin şiiri ve yine onun nesri ile ulaşmıştır.



Memleketinin zengin bir devlet adamı olan Nevai'nin, Sultan Hüseyin Baykara ile Herat şehrinde yaptırdıkları medreseler, hastahaneler, hamamlar, bahçeler; ilim ve sanat adamlarının toplanabileceği daha başka müesseseler, tarihin o devresinde, coğ­rafyanın bu bölgesine gerçekten büyük bir medenî hayat yaşatmıştır.



İran'ın, Horasan'ın, Maverannehr'in nice ilim ve sanat adamını, ışık gören pervaneler gibi, Herat'a toplayan sebep bu medenî anlayıştır.



Bu devirde Herat'da, Molla Câmii gibi büyük bir âlim; Hatifi gibi, kudretli bir mesnevi şairi; Vasıfi gibi, diğer mühim bir şair; Herat vaizi Hüseyin Kitifi, lran edebiyatına çok kıymetli bir edebiyat tarihi kazandıran, Tezkire sahibi Devletşâh ve daha birçok ilim ve sanat adamı, musıkişinaslar, mimarlar, ressamlar, hattatlar toplanmışlardı.



Nevai, bunlar arasında, kendisinden, geniş ilim ve felsefe öğrendiği Molla Câmi'ye hayrandı. Kendisi de devrinin diğer ilim, fikir ve sanat büyükleri arasında aynı hayranlığı uyandırıyordu. Hüseyin Baykara ile ve diğer ilim ve sanat adamlarıyle yaptıkları akademik toplantılar, sohbetler, eğlence meclisleri, kısaca, Hüseyin Baykara Âlemleri, tarihi Cem Meclisleri gibi zevkli, ihtişamlı, uzun şöhretli toplantılardı.



Şiir sanatı'ndan başka, resim ve musıki sanatlarına da vakıf olan Nevai'nin yanında devrin musıki üstadları kadar, kudretli ressamlar da vardı. Bir misal olarak, şairin resimlerini yapan Mahmud Müzehhib, onun hususi ressamlarındandı.



Nevai, bütün bu ilim ve sanat çalışmaları ile; şiir'e, resme, musıki ve mimari'ye hizmetleriyle, aynı zamanda, popüler bjr şöhret kazanmış ve geniş bir halk tarafından devamlı surette sevilmişti. Devrinin ve çevresinin örnek adamı, o idi. Yaşadığı müddetçe ve onu takip eden asırlar boyunca, Nevai gibi şiir söylemek: onun gibi meclis adamı olmak; güzel konuşmak, çevresindeki söz ve sanat adamlarının idealleri olmuştu Nevai de kendisini seven, ilmini ve sanatını takdir eden muhitinden, şüphesiz, büyük kuvvet alıyordu. Bu heves ve idealle, yalnız büyük bir şair olarak, çok sayıda şiir söylemekle kalmadı; aynı zamanda büyük âlim, büyük fikir adamı ve bilhassa samimi bir milliyetçi ve türkçeci olarak, milletinin diline, kültürüne köklü hizmette bulundu.



Şair, Arap ve Fars dillerini, anadili gibi biliyor, bu dillerin inceliklerini ve edebiyatlarını tam bir vukufla öğrenmiş bulunuyordu. Türk dilini ve edebiyatını, bu örnek edebiyatlardan aldığı mukaayeseli fikir ve ilhamla, bulunduğu seviyeden daha da yükseklere çıkarmak için gayret gösteriyordu.



Çok zengin bir hayali, kuvvetli hafızası, derin zekâsı ve duygulu bir ruhu vardı. Şiirlerinde, duygu, düşünce, bilgi ve hayal unsurlarını ustalıkla birleştiriyor; aynı zamanda engin bir tarihi olan Şark Türkçesi'ni gittikçe daha üstün bir musıki lisanı haline getiriyordu.



Kullandığı dil, milletimizin artık büyük unsuru bulunduğu, Ortak İslâm Medeniyeti' nin kelimeleriyle zengindi. Ancak Nevai, bu kelimeleri, şiirinde de nesrinde de Türkçenin kendi kelimeleri imiş gibi, çok tabii kullanıyor; bu arada Türkçe Söyleyiş'in bütün esaslarına ve inceliklerine sadık kalarak, milletinin, ileride, Nevai Dili diye isimlendireceği, kuvvetli ve millî bir şiir dili meydana getiriyordu.



Bu şiirlerde Divan Edebiyatı'nın çeşitli söz ve mana sanatlarına da yer verilmişti. Fakat bu sanatlar, o kadar ustalıklı bir söyleyişle ve o kuvvetli ahenkle birleştirilmişti ki, okuyan, sanatkârının herhangi bir mecaz, bir tenasüh veya istiare yapmak için aslaa zaman sarfetmediğini ve Nevai'nin böyle hünerli bir ifadeyi tabii söyleyiş haline koyduğunu, haz duyarak anlamakta idi.



Nevai, klasik Divan Şiiri'nin bütün vezinlerini, bütün şekillerini, nevilerini ve hemen hemen bütün klasik mevzularını işlemiş; bir yandan da bu şiire onun eliyle ve onun sanatında klasikleşen, yeni mevzular, yeni şekiller ve yeni sanat unsurları getirmişti.



Nevai'nin, Divan Şiiri'nde tam bir tekamül seviyesine ulaştırdığı, millî nazım şekilleri arasında T'uyug gibi, zarif bir şekil; milli zevke uyarak ve bilerek kullandığı, redifli ve cinaslı kafiyeler ve alliterasyonlar vardı. Türkçe kök ve eklerin Arap ve Fars kelimeleriyle de birleşerek meydana getirdikleri yeni cinaslar, Nevai'nin dilinde, Türkçeyi alabildiğine zenginleştiren bir zevk unsuru seviyesine varmıştı.



Büyük sanatkâr, şiirde olduğu kadar, tarih, tedkik, tenkid, biyografi, hikâye ve bilhassa mesnevi sahalarında üstün başarı göstermiş, ölümsüz eserler bırakmıştı.



Nesir lisanı da güzel, ince, şiirli ve ustalıklı olmakla beraber, onun asıl zaferi, Ortaasya Türk şiirini, bu coğrafyadaki bütün hayatının en üstün seviyesine ulaştırmak olmuştu. Bu şiirdeki duygu, düşünce, kültür, dil, ahenk, milli ve mahalli renk kompozisyonu dolayı­siyledir ki, Ortaasya Türkleri, onun sanatına hayran hatta minnettar kaldılar. Yine bunun içindir ki çevresinin hatta diğer çevrelerin vefalı Türk halkı, onun şiirinde kullanılan Türkçeyi, asırlarca, Nevai Dili adıyle andı, bu isimle yaşattı.



Türkçülüğü ve Türkçeciliği



İslâm Medeniyeti çağlarında, Türk dili ile Türklüğün milli değerleri üzerinde zararlı tesir yapan, yabancı dil ve göreneklere karşı Türkçeyi korumaya çalışan âlim bir şair de Ali Şir Nevâi'dir. Nevai, tam manasıyle şuurlu ve idealist bir milliyetçidir.



O, aslında çok sevdiği, çok iyi bildiği ve bir talihsizliğe uğramaması için gayret sarfettiği Türkçe üzerinde milli hassasiyet göstermiş, bu dilin karşılaştığı zorlukları yenmeğe çalışmıştır.



Bir mecazlar, cinaslar, kafiyeler ve fiiller lisanı olan Türkçe'nin ses ve mana inceliklerini, fiil zenginliklerini ve bunlarla sağlanacak ifade imkânlarını çok iyi bildiği için, Nevai, Türkçe'nin bilhassa Acem dilinden üstün tarafları bulunduğunu, başkalarına da anlatmak ve isbat etmek ihtiyacını duymuştur. Çünkü Nevai'nin, kendi ana dilini müdafaası pek de kolay olmamış, devrin bazı şairleri, bu ısrarlı Türkçeciliği tenkid etmişler, lüzumsuz bulmuş hatta alaya almışlardır.



Hâlbuki Nevai'nin Türkçe anlayışı, aşırı ve mütaassıp bir öztürkçecilik manasında değildi. O, edebi eserlerin ve bilhassa şiir'in, doğrudan doğruya Farisi ile yazılmasına itiraz ediyordu. Yoksa kendi şiirlerini de öztürkçe yazmıyor; çok tabii ve şuurlu bir dil anlayışı içinde, Ortak İslâm Medeniyeti'nin Türkçeye lüzumlu kelimelerini, yukarıda belirttiğimiz gibi, Türkçe'nin kendi kelimeleri kadar yerinde ve tabii kullanı­yordu.



Nerai, Arapçanın büyük ve zengin bir dil olduğunu kabul ediyor; Kur'an ve Hadis diline karşı saygı gösteriyor; bu dilin güzelliğini, Kur'ân'dan ve Hadis'den misaller getirerek belirtiyordu.



Buna mukaabil, Türk ve Acem dillerini, âdeta tarafsız bir görüşle mukaayese ve muhakeme ediyor; Türkçe'nin üstün ve ağır basan taraflarını birer birer belirterek, bunları Muhâkemetü'l-Lügateyn adlı kitabı ile ifadeye ve isbata çalışıyordu. Türkçe ile Farisi'nin karşılaştırılması mevzuundaki bu kitapta Nevai, gerek Türkçe'nin gerek Türklerin, neden ve hangi bakımlardan Acemlerden daha üstün olduğunu şu bilgilerle ve böyle delillerle ortaya koyuyordu:



"Öyle bilinir ki Türk, Sart'dan daha keskin zekâlı, daha üstün anlayışlı, daha saf ve temiz yaratılışlıdır. Sart ise zihin yorarak anlamada ve ilimde Türk'ten daha ince: fazl, kemal ve tefekkürde daha derin gö­rünür.



Bu hâl, Türklerin doğru, temiz ve dü­rüst niyetinden, Sartların ise ilminden, fenninden, hikmetinden bellidir. Lâkin her ikisinin dillerinde kusursuzluk veya noksanlık bakımından aşırı farklar vardır. Söz ve ibare vaz'ında Türk, Sart'dan üstündür.



"Yine Türk'ün Sart'dan daha üstün yaratılmış olduğunun bundan açık, bundan parlak bir delili olabilir mi ki bu iki taifeden genç, ihtiyar, büyük, küçük herkes aynı hayat şartları içinde yaşadıkları halde Türkler, büyüklerinden ve Bey'lerinden kölelerıne varın­caya kadar Fars dilini öğrenmişlerdir.



"Hatta Türk şairleri Fars dili ile çeşitli şiirler söyleyip güzel sözler yaratırlar." Buna karşı Sart milleti, eşrafından avamına; ulusundan aşağısına kadar, hiç birisi Türk diliyle konuşmazlar. Konuştuklarının da manasını bilemezler. Eğer yüzde belki binde biri bu dili öğ­renip konuşsa bile, dinleyenler onun Acem olduğunu anlar ve o kendi diliyle kendisini gülünç düşü­rür.,,



Nevai, bundan sonra, yüz kadar Türkçe fiil sayarak bu 100 kelimenin hiçbirisi için Fariside karşılık bulunmadığını söyler ve meselâ, o devir Türkçesinde lezzetle kullanılan süzer gibi, emer gibi: içmek, yudum yudum içmek gibi Türkçe fiillerin Fariside karşılıkları olmadığı için, Farsça'nın bu kelimelerin lezzetinden mahrum bulunduğuna dikkati çeker. Yine Türkçe'de çeşitli ağlayışları ifade eden fiillerin Farsçadaki eksikliğini gösterir. Bu kelime ve mana karşılaştırmasına, Türkçe şiir örnekleri vererek devam eder. Türkçe'nin zengin bir fiil lisanı olarak Farisiden üstün taraflarını böylece meydana koyar.



Türkçe'nin aynı zamauda bir cinaslar lisanı oluşuna dikkat eden Nevai, bunun için de güzel örnekler verir. Meselâ Türkçe'­ de bir kök sözü vardır. Bu kelime, hem sema manasındadır, hem de makam, beste manasında kullanılır. Kelimenin, bunlardan başka ağaç kö­kü, iri kazık ve kö­ğermek, (yeşillenmek) manaları da vardır. Böylelikle "Türkçe'de tecnis ve iylâm begaayet küllidir” diyen Nevai, bunlara da örnekler verir.



Sonra, Türkçe'nin, bir kafiye lisanı oluşunu belirtir Türkçe’nin ses incelikleri üzerine dikkat çeker.



Daha başka kelimeler üzerinde de bilgiler verir. Meselâ Türkçe'de her çeşidinin bir başka adı olan ördek'e Fariside sadece mürgab deniyor. Hâlbuki Türkçede ördeğin erkeğine suna, dişisine burçla denir. Ördeğin ayrıca çörke, almabaş, çakırkanad, temürkanad, alapeke, bağçal ve başka isimleri de vardır.



Arapça'da ve Türkçe'de bulunup Fariside bulunmayan bazı gramer inceliklerine de dikkati çeken Nevai, Türkçe'de daha böyle nice zenginlikler ve incelikler olduğunu söyleyerek kendi zamanına kadar kimsenin bunları incelemediğini, inceleyip meydana çıkarmadığını da belirtmeğe lüzum görür ve der ki:



"'Fariside böyle bir mazmun olmayınca, şair ne yapacaktır? "Türkçe'de böyle incelikler, derinlikler, yükseklikler çoktur. Bugüne kadar hiç kimse bunları inceliyerek meydana çıkarmadığı için gizli kalmıştır. "Türk"ün bilgisiz ve zavallı genç­leri, güzel sanarak, Farsça şiir söylemeğe özeniyorlar. Gerçekten bir insan iyi ve derin düşünse, Türkçe’de bunca zenginlik dururken bu dilde şiir söylemenin, hüner göstermenin daha yerinde ve daha kolay olacağını anlar. "Türk Dili"nin zenginlik ve genişliği bunca delillerle sabit olduktan sonra da lâzımdır ki bu halk arasında yetişen sanat adamları, öz dilleri dururken, özge dillerle şiir söylememelidir. "Ve eğer her iki dille ·de söyleyip yazma kaabliyetleri varsa, öz dilleriyle, özge dille söylediklerinden daha çok söyleyip yazmalıdırlar. Bundan sonra şair, kendisinin Türk dili üzerindeki ülkücü çalışmalarına geçerek bu mevzuda şunları söyler:



"Anadilim üzerinde düşünmeğe koyuldum: Türkçenin derinliklerine dalınca gözlerime onsekiz bin âlemden daha yüksek bir âlem göründü. Bu âlemin süsler, ziynetler içersinde enginleten göğü, Dokuz Gök"den daha yüksekti. Orada nice faziletler, nice yücelikler hazinesine rastladım. Bu hazinenin incileri yıldızların mücevherlerinden daha parlaktı.



Bu âlemin gül bahçelerine girdim. Gülleri, feleğin güneşinden daha parlaktı. Her yanında göz görmedik, el değmedik daha neler ve neler vardı.



"Ama bu mahzenin yılanı kan dökücü ve güllerinin dikeni sayısızdı. Bunları görünce düşündüm ve dedim ki: Demek bizim Türk şairleri bu korkulu ve dikenli yollardan çekindikleri için Türkçeyi bırakıp gitmişler.



"Bu yol yüksek himmet istiyordu. Ben bu yoldan vazgeçmedim. Onun seyrine doyamadım. Bu yolda yürümekten korkmadım ve yılmadım.



"Türkçe'nin fezasında tabiatimin atını koşturdum; hayalimin kutunu kanadlandırdım. Vicdanım bu hazineden, nihayetsiz kıymetli taşlar, la'ller, inciler aldı; gönlüm bu gül bahçesinin türlü çiçeklerinden uçsuz bucaksız güzel kokular kokladı.



Nevai, bundan sonra böyle bir dil’le yazdığı divanların ve diğer eserlerin adlarını söylüyor, haklarında kısa bilgiler veriyor. Bu arada:



“Zannedilmesin ki benim Türkçe’yi övüşum Türk olduğumdan ve tabiatimin Türkçe sözlere alış­masından ve Farisi bilmeyişimdendir. Aslında Farisi"yi öğrenmekte biç kimse benim kadar gayret sarfetmemiş ve bu dilin doğrusunu yanlışını benim kadar iyi öğrenmemiştir.



Diyerek mevcud ve muhtemel itirazları karşılamış oluyor; daha başka mevzulara, bu arada Hüseyin Baykara'ya hasrettiği yazılarından sonra kitabını şu sözlerle tamamlıyor:



"Türk ve Sart dillerinin keyfiyet ve hakikatlerini bu risalede toplayıp, açıklayıp yazdım ve ona Muhakemetü'l-Lugateyn adını koydum. Öyle sanı­yorum ki Türk milletinin şairlerine büyük hak kazandırdım. Kendi öz dillerinin nasıl bir dil olduğunu öğrendiler ve Acemce söyleyenlerin Türkçe'yi küçümseyen sözlerinden kurtuldular. Türk şairleri benim bu gizli hakikati ortaya koymaktaki gayretimi öğrenirlerse umarım ki beni hayır dua ile anacak ve ruhumu şad edeceklerdir.



Bütün bu satırlar, bu idealist Türk şairinin Türk dili için nasıl bir gayretle çalıştığını gösteren delillerdir. Nevai, Türkçe'yi yalnız Muhakemetü'l-Lügateyn'inde övmekle kalmamış, bizzat çok sayıda Türkçe eser yazarak bu dili bilfiil yükseltmiştir. Ayrıca ve sırası geldikçe Türkçe'yi daha başka eserlerinde de medhedip yüceltmekten uzak durmamıştır. (…..)



Bundan başka Nevai, hakiki Türk üstünlüğünün ancak devlet dili olarak Türkçenin kullanıldığı ve edebiyatın Türk dili ile yapıldığı zaman mümkün olacağına inanmakta idi. Türk şair ve muharrirlerine Farisiye muhtac olmayacak kadar kuvvetli bir edebi dil vermeğe çalışmasında bu inancın tesiri vardı.



Her halde, bütün bu iddiaları gerçekleştirmeğe çalışarak devrinin Ortaasya Türkçcsi'ni çok ileri bir seviyeye ulaştıran bu şairin diline Nevai Dili demekle, Türk halkı, onun bu gayretini en iyi şekilde değerlendirmiş oldu.


Ziyaret -> Toplam : 125,24 M - Bugn : 128366

ulkucudunya@ulkucudunya.com