« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

20 Ağu

2008

NİYAZİ YILDIRIM GENÇOSMANOĞLU

01 Ocak 1970

Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, 1929’da Elazığ’ın Ağın ilçesinde doğdu. 1947’de Akçadağ Köy Enstitüsünden mezun olan şair, gençlik yıllarında başladığı şiir sanatını bir delikanlı hevesiyle sürdürürken Nihal Atsız’ın “Bozkurtların Ölümü” adlı romanını okur. Genç bir köy öğretmeni iken okuduğu bu roman, ileride onun şiirinin kaynağını oluşturur. Manzum yazıların hafızalardan daha geç silineceğini düşünen şair, romanı manzum hikâyeye dönüştürmeye çalışır. Nihal Atsız da teşvikiyle çalışmalarına hız verir.



Niyazi Yıldırım’ın şiirleri, bent, kıta ve beyit şeklinde tertip edilmiştir. Serbest nazmı da zaman zaman kullanan şair beyitlerini genellikle gazel tazında yazmıştır.



Türk tarihinde efsaneleşmiş Dede Korkut Hikâyelerinden (Bu hikâyeler 12 tanedir.) bir kaçını manzum olarak yeniden yorumlarken fikirlerini de tarih çerçevesi içine yerleştirir. Dede Korkut üslûbuyla oluşturduğu manzum hikâyeler, eski tarihin yeniden gözden geçirilmesi gibidir. Diğer bir ifadeyle; tarihî şahsiyetler ön plâna çıkarılmış, efsane ve mitolojik motifler yeniden çizilmiştir. Tabiî bu arada uçsuz bucaksız Asya Bozkırları üzerinde vatan kuran alperenler de devleştirilmiştir.



Alp, İslâmiyet öncesi hayatımızın kahramanları; Eren İslâmiyet sonrası hayatımızın bilge kişileridir. Şair kimileri gibi Türk tarihini İslâmiyet’in doğuşuyla başlatmaz, bilâkis İslâmiyet öncesinin Alp’i ile İslâmiyet sonrasının Eren’ini birleştirerek yeni bir terkip oluşturur. Ardından da: “Alperen, maddî ve manevî erdemleri şahsında birleştiren bir insan tipidir.” diyerek onları yüceltir. Bununla da yetinmeyen şair; alperenleri Anadolu’yu doğudan-batıya defalarca kat eden sıradağlara benzetir. “Bu sıra dağlar, Alperen dedelerime ne kadar benziyor. Sırt sırta, omuz omuza yaslanan bu dağlar ve Alperenler ölmüşler, fakat dümdüz toprak değil, ulu ulu dağlar olmuşlar” diyerek yeri sabit tutan dağları Türk’ü ayakta tutan alperenlerin mezar tümseğine benzetir.





Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu İle Söyleşi



Soru : Şiire nasıl başladınız? Niçin ve nasıl devam ettiniz?



Cevap : Şiire 11 yaşında başladım. İlkokulun 4. sınıfında idim. O yıl Erzincan zelzelesi olmuştu, ilk şiirimi, Erzincan zelzelesi üstüne yazdım ve okuldaki duvar gazetesine konuldu. Sonra kendimi şair sanmış olacağım ki, çeşitli konularda şiirler yazmaya başladım. Bugüne kadar da hiç bırakmadım. Yazdıklarımdan bilinmeyenler, bilinenlerden çoktur. Şiire niçin devam ettiğime gelince; kısaca, en müessir ifade tarzı olduğu için; deyebilirim.



Soru : Eserleriniz konusunda bir kaç söz :



Cevap : İlk eserim, "Bozkurtların Ruhu 1952", "Gençosman Destanı 1959", "Kür Şad ihtilâli Destanı 1970", "Malazgirt Destanı I97I", "Bozkurtların Destanı 1972" ilk ikisini, şimdi beğenmiyorum. Son üç destanın beğendiğim tarafları vardır.



Soru : Şiirde "ölçü" sizce ne demektir; hangi ölçüyü tasvib ediyorsunuz?



Cevap : Şiiri olan milletlerin, aynı zamanda şiir gelenekleri, şiir kuralları da var demektir. Şiir, bu kendine mahsus gelenekler ve kurallar içinde gelişir, güzelleşir, büyür... "Ölçü" de, şiirin kuralları cümlesin-dendir. "Ölçü" derken "aruzu" ve "hece" yi kastediyorsunuz sanırım, ikisi de bizimdir ve biri birinden çıkmış kadar yakınlıkları, benzerlikleri vardır. Başka milletlerin de aruzu kullanmaları, bu ölçünün bizim "milli şiir ölçümüz" olmadığına delil teşkil etmez.

Ölçüsüz (serbest) şiirin de kuralları gelenekleri vardır; başıboş değildir.



Soru : Dil konusunda düşünceleriniz, şiirde dil?



Cevap ; Dil deyince, konuşulan dili anlıyorum. Dilin gelişip zenginleşmesinde, güzelleşmesinde yazarların, şairlerin büyük görevleri olduğuna inanırım- Aynı zamanda Türkiye'de yayımlanan eserlerin, bütün Türk dünyasında kolayca okunup anlaşılır bir nitelikte olmasına taraftarım.



Şiirde dil, ana unsurdur. Kelimeler seçilir; ölçülür, biçilir... Şiir dili, mensub olduğu dilin kaymak tabakasıdır. diyebilirim.



Soru : Eski şairlerden ve yaşayanlardan sevdikleriniz kimlerdir?



Cevap : Bu soru çok tehlikeli ve politik.-Eski şairlerden sevdiklerim çoktur. Kopuzu ile ilk deyişi söyleyenden tutunuz da, sanatı aşk ve iman olarak anlayan, gördüklerini, duyduklarını, sezdiklerini anasının ak sudu ile yoğurup ana diliyle söyleyen Türk şairlerinin hepsini severim.



Mutlaka bir isim istiyorsanız; son büyük şairimiz Yahya Kemal'dir.



Yaşayanlara gelince; Şiiri heves ve caka satma ölçüsünden çıkarabilmiş şairlerimiz vardır. Arif Nihat Asya, yaşayan en büyük şairimizdir.



Soru : Genel olarak, san'atta gaye ne olmalıdır? San'atta hedef söz konusu mudur?



Cevap : San'atta hedef, söz konusudur. Hedefi olmayan san'at, aynı zamanda anlamı olmayan bir meşgaleden ibarettir.



Edebiyat, musiki, mimarî, resim, heykel, tiyatro, sinema, şiir... geçmişin derinliklerinden günümüze ve geleceğe doğru filizlenen san'at dallarıdır. Her dalın gayesi, beslendiği toprağın, içtiği suyun, soluduğu havanın, tadını, rengini, özsuyunu ihtiva eden en olgun ve en güzel meyveyi verebilmek ve bu meyvelerle milletinin ruhunu besleyebilmektir.



Soru : Kendine has bir "Millî Türk San'atının" kaynakları neler olabilir, neler olmalıdır?



Cevap : Türk San'atının kaynaklan, pek tabii ki, üç bin yıllık Türk harsı (kültürü) dır-Kökü bu kaynağa varamayan san'at cılız kalmaya, hattâ kurumaya mahkûmdur. Nitekim, günümüzdeki, san'at anarşisi, köksüzlükten, yani Türk harsının derin kaynaklarına inmemekten ve onu inkâr etmekten ileri gelmektedir.



Bugün şiirle uğraşan yüzlerce şairden pek azı, divan şairimiz hakkında bilgi sahibidir. Divan şiirimizi, halk şiirimizi bilmeyen; kimselerin, bir san'at anlayışı olabileceğine de inanamıyorum.



Soru : İktisadî gelişmeler, ananevi cemiyet yapısında bazı derişiklikler yapmaktadır. Bu değişmenin san ata yüklediği görevler var mıdır? San'atla cemiyet töreleri arasında bir münasebet bir dayanışma düşünülebilir mi?



Cevap : İktisadî gelişmeler, cemiyet yapısında değişiklikler elbette yapar. Hatta, cemiyetin başını döndürüp tepe taklak edebilir. İşte marifet, bu baş dönmesini önlemek ve iktisadî gelişmenin yaptığı sarsıntıya kaptırmadan milleti, hedefine doğru yürütmektir. Bu iş, san'atkârın görevidir, iktisadî hayat, günün şartlarına göre kendine mahsus ölçülerle değişebilen, değişmesinde de sakınca olmayan bir olaydır. Ancak, san'at böyle değildir. San'at, bir harsa (kültüre) bağlı olduğu için değişmez; gelişir. Bu bakımdan, iktisadî gelişmenin ölçüleri ile san'-attaki gelişmenin ölçüleri ayrı şeylerdir.



İktisat, nasıl ki cemiyetin maddesi ise, san'at manâsıdır. Bu bakımdan, manânın bozulmaması san'atkârın sorumluluğuna bırakılmıştır. Manâ, yukarıda söylediğimiz gibi, üç bin yıllık bir geçmişten günümüze getirdiğimiz ve geleceğe götüreceğimiz harsî (kültürel) değerlerimiz olduğuna göre, san'atkârın görevi, iktisadî gelişmenin baş dönmesini millî değer ölçüleri dahilinde gidermektir. Şayet san'atkâr da kendini iktisadî gelişmenin hazzına kaptırmışsa cemiyet dediğimiz gemi batar.



Soru : Memleketimiz göz önüne alındığı takdirde, iktisadî ve sosyal gelişmelerin Türk san'atına etkisi ne olmuştur? Batıya dönük bir sosyal yapıyı öngören beyinlerin, san'atımız ve sanatkârlarımız üzerinde ne dereceye kadar tesirleri olmuştur? "Batıya dönük Türk san'atı ne demektir?



Cevap : Memleketimizdeki iktisadî ve sosyal gelişmelerin plânsız, programsız, anormal oluşu, san'atkârı şaşırtmış; san'atı öldürmüştür. Daha doğrusu, memleketimizde sosyal ve iktisadî "gelişme" değil, "değişme olmuştur.



İktisat, sosyal hayat, san'at hayatımız bir anarşi içindedir. Anarşi bitmedikçe, bu soruya sıhhatli bir cevap vermek mümkün değildir.



Batıya dönük sosyal yapıyı benimsemek, batmaktır. Batının bin yıllık hedefi, Türk milletini, kendilerine benzeterek yer yüzünden silmektir. Türk kafası taşıyanlarda böyle "beyinbulunamayacağı için, bunlar olsa olsa beyinsizlerdir. Batıya dönük "Türk San'atı" diye bir şey olmaz. Bu Batı taklitçiliği olur. Nitekim olmuştur. San'at diye pazara getirilen kırk yıllık san'at Batı mukallitliğinden başka bir şey değildirler.



Soru : Halka dönük san'at ne demektir? Bu deyimden anlaşılması lâzım gelen şey nedir? Genellikle nasıl yorumlanmaktadır? Bu yorumun Türk San'atını olumlu bir şekilde etkilemesi mümkün müdür?



Cevap : Halka dönük san'at, halkta bulunan işlenmemiş cevheri alıp işlemek ve halka vermektir. "Halka dönük" deyimini uyduranlar, bunu bizim anladığımız manâda anlamazlar. Onlar, halkta bulunan işlenmiş, işlenmemiş bütün cevherleri ufalayıp toz etmekte, kısa zamanda onu da kendilerine benzetmeye çalışmaktadırlar.



Bu "dönekler" taifesinin Türk san'atını olumlu veya olumsuz hiç bir şekilde etkilemeleri mümkün değildir. Kendileri çalar, kendileri dinlerler... Ancak, bu gürültüyü kesmenin tek çâresi vardır. O da Türkçü san'atkârların yetişmesi ve canlarını dişlerine takıp çalışmalarıdır.



Soru : Bugün "Türk San'atı millîdir." diyebilir miyiz?



Cevap : Ortada Türk san'atı varsa, elbette millîdir. Fakat Türkiye'de yaşıyor, Türkçe konuşuyor diye her san'ata "millîdir> diyemeyiz.



Soru : Türk san'atı millî kaynaklarından kopmuş mudur? Niçin? Nasıl?



Cevap : Kopmuştur. Şöylece açıklayabiliriz; Cumhuriyetimizin kuruluşuyla birlikte Atatürk, Türk dilinin araştırılması, geliştirilmesi için "Türk Dilini Tetkik Cemiyeti" (Türk Dil Kurumu) ni kurdu. Sebebi : yapılan inkılâbın meydana getirdiği kopuklukları telâfi etmek ve millî kültür kaynaklarımızın yolunu açmaktı. Sonra "Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti" (Türk Tarihi Kurumu) nu kurdu Sebebi : Türk tarihinin, dolayısı ile Türk kültürünün en derin kaynaklarına inmenin yollarını aramaktı. Atatürk'ün geçmesiyle adı geçen cemiyetler, önce adlarını sonra istikametlerini değiştirdiler. Böylece Atatürk'-ün, millî kaynaklarımızla kurmak istediği bağı koparmış oldular. Bu bağı yeniden kurmak için, millî kaynaklarımızı teşkil eden ve her t"iri bir hazine değerinde olan eski san'at ve harsımıza ait eserlerin gün ışığına mutlaka çıkarılması gerekmektedir. Çünkü; San'atımızın tılsımı, büyüsü, ihtişamı... bütünüyle ortaya çıkmadan onu geliştirmek ve büyütmek mümkün olamaz.



Soru : Türk san'atının ve san'atkârının millî olabilmesi için gereken şartlar nelerdir? Siz Türk San'at hareketlerine yön verecek tir kişi olsanız, neler yaparsınız?



Cevap : Millî olmanın ilk şartı inanmak, sevmek ve saymaktır. Sonra araştırmak ve yorucu, sabırlı çalışmayı göze almaktır. San'atın millî olabilmesi, millete benzemesi, onu yansıtması demektir. San'atkâr da öyle; şartlarını yukarıda saydık.



San'at araştırma işi olduğu kadar, aynı gamanda bir eğitim işidir de. Bu bakımdan, ciddi san'atkârlara bir takım imkânlar hazırlanması, verilmesi lâzımdır.



Soru : San'atkârın, milletinin tarihi ve gününün insanı ve olayları ile münasebetinde bir denge düşünülebilir mi?



Cevap : Tarih, milletlerin hafızası olduğuna göre, aklın ve mantığın işlemesinde de büyük rolü vardır. Dünü hatırlayamayan bir insan, bugünün manâsını anlayamaz. Yeni doğmuş bir çocuk nasılsa, öyledir. Hâfızasızlık devam ettikçe, çocuklukda devam eder. Milletler de insanlar gibidir.



Geçmişlerini hatırlamaları, hattâ bu hatıralarını daima canlı tutmaları gereklidir. Geçmişteki acı olayların tekrar olmamasını sağlamak; tatlı olaylar yaratmak, tarih! ve tarihteki yerimizi, tarihi yapan atalarımızı hatırlamakla mümkün olabilir.



Bu konuda san'at en uygun, en etkili bir vasıtadır. San'atın konusu eski olmakla san'at eski sayılmaz. Geçmişle gelecek arasında köprü kuramayan san'atkâr, görevini kavrayamamış demektir. Aynı zamanda san'atın manâsını da anlayamamıştır.



Millet, sanatkârlarının verdikleri eserler ölçüsünde vardır. San'at eserlerinin aksettirebildiği manâ ile şahsiyet kazanabilir. Öyleyse, geçmişle günümüz, hatta geleceğimiz arasında denge kurmak ve "dün", "bugün", "yarın"diyebileceğimiz dayanaklar üzerine kurulan bir köprüden asıl hedefe yürümek mümkün olabilecektir. Bu hedef, Türk düşüncesinin, Türk san'atının dünya ölçüsünde insanlığı kucaklamasıdır. Bu görevi Türk milletine Tanrı'nın verdiğini unutmamalıyız.



Soru : "San'atkârın dünyası" denilen "dünya" nedir, ne olmalıdır?



Cevap : San'atkârın dünyası, san'atını icra ederken, içinde bulunduğu ruh halidir diyebilirim. Bu icra sırasında san'atkâr, yaşadığı çevreden uzaklaşır ve yeni bir çevreye intikal eder, Yani kendinden geçer. Tasavvuf deyimiyle, bir vecd ve istiğrak haline bürünür. Bu deyimden anladığım budur ve doğrudur. Gerçek sanat eseri, ancak böyle bir ruh haline geçilmeden verilemez.



Soru ; Siz Türk şiirinde yepyeni bir çalışmanın temsilcisisiniz diyebiliriz. Yani Destan'dan bahsetmek istiyorum, destan nedir? Türk sanatında yeri nedir, ne olmalıdır?



Cevap : Destan, milletin, en yüksek duygu, düşünce ve isteklerini ifade eden ve değişmez özelliği, kahramanlık olan eserlerdir. Bu konuda, bir ingiliz şairi şöyle diyor: "Bir kahramanlık şiiri, şüphesiz ki, insan ruhunun başarabileceği en büyük eserdir>. (Türk Ans. Cilt 13)



Türk destan kaynakları, pek çok zengin olmakla beraber, hemen hemen (Maraş Destanı hariç) hepsi ham madde halinde bulunmaktadır. Henüz tam bir destan niteliği kazandırılmadığı için destanımız, san'at ölçüsünde'ifadesini bulamamıştır. Bu, edebiyatımız sakatımız, şiirimiz top yekûn harsımız bakımından büyük bir noksanlıktır. "Türk Destanı" nı işlemek günümüzün san'atkârı için bir vecibe olduğu kadar, milletimiz için de büyük bir ihtiyaçtır.



Soru : "Kür Şad İhtilâli Destanı" ve "Bozkurtların Destanı" adlı eserlerinizle bugünün insanıma ve Türk milletine vermek istedikleriniz nelerdir?



Cevap : Yukarıdaki cevaplarımızda uzak-yakın temas ettiğimiz gibi, geçmişle, günümüzle ve gelecekle bağlantı kurmak zorundayız. Millet olarak var olmamızın, yaşayabilmemizin ve atalarımızın Tanrı'dan alıp bize miras bıraktıkları büyük ülkümüzü gerçekleştirebilmemizin tek şartı budur. Destan, tek başına bir konu olmakla beraber, san'atın her dalına konu ve ilham veren derin, geniş ve gür bir kaynaktır. Yukarıda adı geçen kitaplarımla bunu yapmak istedim. Aynı zamanda destan, millî şuuru dinç tutan, millî î dinamizmi yoğuran en büyük amillerden biridir. Millî şuur olmadan, millî hiç bir şey yapılamayacağına göre, gençlerin şuurlarına, bilenmiş bir süngü parlaklığı ve keskinliği kazandırmak istedim. Destanda ibretler vardır; dünya görüşümüz vardır; acılarımız, mutluluklarımız vardır... Bunları yansıtmaya çalıştım. :



Soru : Türk şiirinin geleceği konusunda düşünceleriniz, genç şairlere tavsiyeleriniz nelerdir?



Cevap ; Türk şiirinin büyün bir geçmiş? vardır. Bugün şiir, pek az ve zayıf, fakat kökü sağlam olduğu için, deminden beri söylediklerimiz ölçü olarak alınırsa Türk şiiri yeni bir merhaleye girecek ve özlenen büyük şiir doğacaktır, sanırım.



Büyük şiir, daha doğrusu büyük san'at, durup dururken, doğmaz. Büyük heyecan ister. Büyük heyecanlar yaratılınca büyük san'atkâr da kendiliğinden gelir. Geçmişte san'-atın her dalında verdiğimiz büyük eserlerin, son bin yıllık tarihimizdeki oluşlarını hatırlarsak, bu iddiamızın doğruluğu meydana çıkmış olur. Şunu da belirteyim ki, geçmişimiz bize en büyük heyecan kaynağı olarak şimdilik yeter. Onu, günümüze aktarıp dünü bugünle yoğurabilecek san'atkâr ister. Genç şairlerimizin bu nokta üzerinden hareket etmelerini tavsiye ederim



Töre Dergisi / 1973 / Sayı : 22

Ziyaret -> Toplam : 125,25 M - Bugn : 5425

ulkucudunya@ulkucudunya.com