Nevzat Kösoğlu veya Dünyaya Söyleyecek Sözü Olanlar
Mehmet Cemal Çiftçigüzeli 01 Ocak 1970
Profesyonel gazeteciliğe 1967 yılında Babıali’de Sabah gazetesinde başladım. Bir yandan gazetecilik tahsili yapıyor öte yandan da çalışıyordum. Gazetemiz bir kamu kuruluşu olan İstanbul Cağaloğlu Şerefefendi Sokaktaki (halen Maliye Bakanlığının bir birimi) Güneş Gazetecilik’te basılıyordu. Burada, Babıali’de Sabah’tan başka Sonhavadis, Ekspres, ABC, Kara Kedi, Büyük Doğu da yayına hazırlanıyordu. İki odası vardı gazetenin yazı işleri olarak. Birinde istihbarat görevlileri ben, Ömer Avan, Ender Turhan, Orhan Deliorman, Mehmet Velid Öztürk, Ressam Gürbüz Azak, sık sık uğrayan Necip Fazıl ve Eşref Edip, ötekinde ise gazetenin yazı işleri müdürleri Avni Ateş, Macit Ergene, Ahmet İyioldu, Nurhan Aydın, sahife sekreterleri Erdoğan Atak çalışırdı. Arşiv ve müsahhihler gazete kamyonlarının bobinlerini indirdiği yerdeydi. Burada da Cavit Ersen, Muin Nursen Eriş, Mehmet Can, Mehmet Polatdemir görev yapardı.
Üç foto muhabirimiz vardı Şef Aydın Ünsal, Tonton Atılay Gülen ve Murat Çetin zemin katta, güneş yüzü görmeyen bir yerdeydi. Karanlık oda için biçilmiş kaftandı ama işte o kadar. Spor bölümü aynı sokakta ilerdeki bir binadaydı.
Nevzat Kösoğlu ile Tanışıyorum
THY yeni uçakları filosuna katmış, bunları tanıtmak için basın mensuplarını Ankara’ya götürüp getirecekti. Bu programı da Orhan Boran sunuyordu. Ben ve Murat Çetin gazetemizi temsilen Ankara’ya uçtuk (1967). Ankara büromuza da haber ulaştırılmıştı. Ulaştırma Bakanı Saadettin Bilgiç açıklamalar yaptı. Haberi teleksle geçtik. Sonra sıra tanışmaya ve çay içmeye gelmişti. Atatürk Bulvarı Bakanlıklardaki üç katlı binanın ikinci katındaki Ankara büromuzda o gün Cezmi Bayram, Nevzat Kösoğlu, Kenan Kurt, Hüdayi Bayık, Yaşar Uçar vardı. Sanırım o gün Ankara bürosunda bir değişiklik oluyordu, ilk ekip gidiyor, yenisi geliyordu. Nevzat Kösoğlu ve Cezmi Bayram ayrılıyordu. İlk defa burada gördüm rahmetli Nevzat Kösoğlu’nu. MTTB’nin düzencilerden, milliyetçi öğrencilere, taşraya geçişin sağlanmasında motordu hukukçu Nevzat Kösoğlu. İsmini hep duyardım. Entelektüel sağın ilk günlük gazetesi olma durumundaki Babıali’de Sabah, o günlerde kadrosundaki Milliyetçi Hareket Partisi’ne mütemayyil olanların yerine iktidardaki Adalet Partisi’ne yakın fikir emekçisi gazetecileri katıyordu.
Gerçekten de Babıali’de Sabah gazetesi yayın hayatına girmek üzere iken Türkiye’nin her tarafına gönderilerek asılan reklamlarında bütün milliyetçilerin gazetesi olarak anlatılıyor, yazar kadrosu arasında Ord. Prof. Ali Fuat Başgil, Doç. Dr. Nurettin Topçu, Galip Erdem gibi mütefekkirler anons ediliyordu. Fakat daha sonra siyasi görüş ayrılıkları gazeteyi de etkilemiş, patron değişmiş; muhafazakar, hayırsever işadamı Muammer Topbaş gazetenin sahibi olmuş, Mustafa Runyun da genel yayın müdürü olarak göreve başlamış. Benim gazeteye duhul oluşum işte o günlere denk geliyordu.
MTTB ve Cağaloğlu
Gazetede bana verilen ilk görev hemen aynı sokağın öteki ucundaki MTTB’de konferansları takip ederek gazeteye yazmak oldu. Üniversite hocaları Ali Fuat Başgil, Ali Nihat Tarlan, Faruk Kadri Timurtaş, Mehmet Kaplan, Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu, Muharrem Ergin, Abdulkadir Karahan, Selçuk Özçelik, Ahmet Caferoğlu gibi isimleri hem tanıyor, görüşlerini dinliyor hem de notlarımdan haberini yapıyordum. Düzenbazlardan düzene giren MTTB o günlerde itibarının zirvesindeydi. Soldan sağa seçimle el değiştirmiş, Rasim Cinisli genel başkan olmuştu. Hemen peşinden de İsmail Kahraman. Dolayısıyla her gün bayram yeri gibiydi MTTB. İşte bu gelinen yerde mutfaktakilerden biri de hatta lokomotif olarak Nevzat Kösoğlu’ydu. Öyle ki bir ara kulislerde MTTB genel başkanlığı da konuşuldu.
İstanbul Laleli’de Vezneciler Caddesi üzerinde Yaprak Kitap-Kırtasiyeyi kurdular onca genç milliyetçi hukuk öğrencileri. Ardından günümüze bir marka olarak gelen Ötüken Yayınevi’ni. Tümünde Erzurumlu Nevzat Kösoğlu vardı. Fikir hayatını önceliğe çekince Nevzat Kösoğlu hayatının önemli bir zaman dilimini “okuma ve kitap”a verdi. Söğüt’teki bir yazısında “Eskiler bir mesele olunca hemen (Kitaba bakalım) derlerdi. Kitap ölçüydü ve Kuran-ı Kerimdi.” diye yazmıştı. Politikayı düşündü, girdi, Erzurum’dan milletvekili seçildi ama hep milli hayatımızın fikri oluşumunu gaye edindi. Siyasette genel sekreter yardımcısı iken partisinin kurduğu kitap kulübünde, üyelerince dağ kadar yükselmiş kitap yığınları eritiliyor, “oku” emrine intisap eden bir gençlik üzerine çalışıyordu. Ülkücü gençlik ve gönüldaşları “Kitap Şuuru”nu yakalamıştı bu vesileyle.
Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatı
Politikayı rölantiye alınca bütün çalışmalarını “kitap” esası üzerine kurdu. Kitap Şuuru yayımlandığında bu tez ispatlanıyordu. Her şeyin evveli, esası ve sonu kitap. TRT Haber Merkezi’nde çalışırken Ankara’da çoğu zaman görüşüyorduk. Kızılay’daki ofisine gittiğimizde “bir çay molası” diyerek bir teşehhüt miktarı ara verirdi. Çalışmalarını bildiğimiz için fazla da rahatsız olsun istemezdim. 14 ciltlik Büyük Türk Klasikleri’ni yayımladığında bir üniversitenin üzerinden ancak gelebileceği bir çalışmayı bitirmişti. Sol kitapların sağı da etkisi altına aldığı günlerde bir sohbete dalmıştık Türk Ocağı’nda. Çok kızıyordu bu moda eserleri okuyan sağcılara. “Bir liste hazırladım illa ben roman, hikaye okuyacağım diyenlere” demişti. Listeyi de bir makalesinde yayımladı sonra.
Said Nursi’nin hayatını kaleme alması Risale-i Nurlarla beslenen bir nesil için ayrıcalık oldu. Tekel kırıldı. Bir kanaat önderi alim ancak bu kadar güzel anlatılırdı. Onlar bunu söz konusu yıllarda henüz anlamışlardı. Mesai sonu bir ziyaretimde “Mehmetcim tam üzerine geldin.” diyerek Türk Dünyası Tarihi ve Türk Medeniyeti Üzerine Düşünceler adlı yeni yayımlanan eserini “Kardeşim Mehmet Çiftçigüzeli’ne sevgi ile 12.03. 990” diye imzalayarak verdi. Yeni bir proje hazırlamış, bürokratik aşamalarını geçmeye çalışıyordu sonrasında. 30 ciltlik Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatı muhteşem bir araştırmaydı. Sahasında da hala tek bir örnek. Esere sıcak bakan da İsa’ya da, Musa’ya da yarayan DSP’li Kültür Bakanı İstemihan Talay’dı. Katkı verdi, “bizimkiler” gibi rölantide kalmadı.
Türk Dünyası’nın dervişi, bilge adamı, mütefekkiri Nevzat Kösoğlu, İslam Coğrafyanın gönül adamı Türk tarih, felsefe, kimlik ve devlet anlayışını yeniden inşa ediyordu gayretleriyle, hatırlatmakla iktifa etmiyordu. Şehit Enver Paşa yayımlandığında öyle oldu mesela. Bazı putların kırıldığını gördü. Hatıraları da öyle. İyi ki o röportajı vermiş. Keşke bütün aydınlarımız böyle bir sorumluluğu üstlense. Terazinin kefesine koyabilse kendisini. Türk Ocaklıların kurduğu vakfın başkanlığını onurla taşıdı. Vakfın okulları ve dış Türklere yardımıyla da dini bayramlarda, bir ikinci, katlanmış bayram yaşattı insanımıza, Türk coğrafyasına. Her Allah’ın günü yeni taşındığı Ümitköy’den Kızılay’a iner çalışmalarını hiç aksatmazdı. Her ay İstanbul temaslarıyla da bunu tamamlardı. Koşarak gittiği konferanslarına ve sohbetlerini de buna eklemek gerek. 72 yaşında, bir üniversite öğrencisi şevki taşıyordu ülkesine ve insanına faydalı olmak için. Tıbben tedavi görmesine rağmen hastalıkları onu bırakmıyordu. Nevzat Kösoğlu onları bırakıyor; davasına, mücadelesine, insanına, toplumuna hizmete ve kitaba koşuyordu. Hem de nefes nefese!
“Dünyaya Söyleyecek Sözümüz Var!”
Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı olarak 12 Aralık 2012’de “Uluslararası Türk Dünyasını Aydınlatanlar İstanbul Sempozyumu” düzenlemiştik. İstanbul’a taşındığımdan telefonla kendisini davet etmiştim. Demiştim ki “Ağabey bu sempozyumumuzda sadece bir vefa ve hatırlatma değil, asırlardır bu mirası yiyor ve yerine yenisini koyuyor muyuz, koymuyor muyuz, yeni bir medeniyet inşası için yeni isim ve eserler mevcut mudur, değil midir’i, insanımıza yatırım yapılmış mı, yapılmamış mı bunu tartışacağız, müzakere edeceğiz.” Hemen kabul etmişti. Kimler katılacak, konuşma süremiz nedir, falan bu toplantıda filan olmalı, falan olmamalı demedi. Hatta kendi imkanlarıyla geleceğini anlattı. Sadece “Beni Göztepe’de kızımın evinden aldırırsanız sevinirim.” dedi, adresi verdi o kadar.
2023 Yılının Türk Dünyası Aydınları oturumunu yönetti. Prof. Dr. Elfina Sıbgatullina (Rusya), Mehmet Çetin, Doç. Dr. Enise Abıbulla (Kırım), Dr. Fazil Gazenferoğlu (Azerbaycan) tebliğlerini tamamlayınca kendisi oturum başkanı olarak mikrofonu aldı irticalen “Dünyaya Konuşacak Sözümüz Var” dedi. Özeti şöyle kayıtlara ve notlarıma göre:
“Dünyada mevcut Türk toplulukları kökleri derinlerde olan bir ulu ağacın dalları gibidir. Bu bakımdan aynı köklerden beslenen kültürlerin birbirleri ile alışverişleri çok kolay ve rahat olacağını kabul edebiliriz. Biz millet olarak tarihte bir sürü imparatorluklar kurduk, büyük devletler kurduk. Eski kıtanın hemen bütün topraklarında ayağımızın izi vardır.
Bizim bu devletlerimiz aynı zamanda güçlü parlak medeniyetlerin temsilcisi idi. Bu Hindistan’dan Buhara’ya, İstanbul’a, Konya’ya gezdiğinizde, bu medeniyetlerin mimari eserlerinin bugünkü halini görme imkânınız vardır. Ama asıl önemlisi, bu temsil ettiğimiz medeniyetlerin ahlaki ve manevi yanlarıdır. Bu tarafları, medeniyetler üzerine konuşanların ne yazık ki pek fazla ilgisini çekmemektedir. Bugün dünyamızda Batı medeniyetlerinin teknik üstünlüğünün olduğu kesindir.
Gerek Türkiye Cumhuriyeti, gerekse kardeş Türk Cumhuriyetlerinin ve halklarının hemen hepsi bu Batı medeniyeti düzeyine, ilim ve teknik düzeyine ulaşmak için gayret etmektedirler. İnşallah kısa zamanda bu gayelerine ererler. Ama şunları görmemiz lazım, teknik insanlara bir hayat kolaylığı sağlamakla beraber insanın manevi yapısı üzerinde çok olumlu şeyler bıraktığını söyleyemeyiz.
Bu yüzyılın başından beri bu olay Batı’da da çok yüksek sesle dile getirilmektedir. En basit ifadesi ile teknik insanlara maddi imkanlar sağlamakta, ama insanları yalnızlaştırmaktadır, insanları bencilleştirmektedir. Biz de o trene bindik. İstanbul da şimdi milyonlarca insanın yaşadığı şu şehre, sokağa çıkıp yürüdüğümüz zaman milyonlar birbirinden ayrı, herkes yalnız, herkes tek başına yürüyor. Bunun getirdiği problemleri aklı erenler düşünüyorlar. Maneviyatın kayboluşunun teknik gelişme ile paralel gittiğini görüyoruz.
Turan Mefkuresi
Türk milletinin bir özelliği olarak ben şunu telakki ediyorum. OSMANLI CİHAN DEVLETİ bir neslin kollarında can vermeye başladığı sıralarda birden bire ortaya “Turan” diye bir mefkure çıktı. Ziya Gökalp’ın yazdığı basit bir şiir ile, “Turan” mefkuresi çıktı. Bunu başkaları başka türlü yorumlayabilirler, ama bendenizin şahsen yorumu şudur;
O nesil Osmanlı insanları küçük şeyler düşünemiyorlardı. Onlar yüreklerini küçük hedeflere açamıyorlardı. O büyüklüklere sahip olmuş, o büyüklükleri yaratmış bir millet kendisine bir ideal çizecekse, bir kızıl elma çizecekse, bu en az “Turan” kadar olmalıydı. Turan kadar büyük bir imparatorluk giderken, yerine başka bir “Turan” mutlaka gelmeli idi. Turan hem Türklerin yaşadığı bir coğrafya hem de bütün Türkleri şemsiyesi altına alan bir siyasi birlikti. Bu elbette ki başarılamadı.
Başarılı bir cihan devleti çözüldü bitti. Ama bu ülkü bu neslin insanlarına Şevket Süreyya Aydemir Bey’in ifadesi ile ‘yenilgiyi kabul etmeyen bu neslin’ insanlarına Birinci Dünya Harbi’ni yaşama imkânını verdiler. Yaşamak derken, o destanları yaşama imkânını kastediyorum. Çanakkale Destanı’nı verdi. O neslin milli mücadeleyi kazanmasına imkân verdi. Bu iki başarı, o nesilde yaşanan gerilimle gerçekleşti.
Geniş Yürekli İnsanların Koşabileceği Hedefler
Türk dünyası yeni bir oluş halindedir. Her yeni oluşun tabiatından gelen yüksek bir gerilimi vardır. Bu gerilim yüksekliğini biz Türk aydınları, Türk dünyasının aydınları, sadece Avrupa medeniyetine erişmek, uçak yapmak, tank yapmak şeklinde anlarsak milletimize yazık etmiş oluruz.
Milletimizin karşısına, Türk dünyasının karşısına, onun hiçbir zaman ulaşamasa bile ardından koşacağı büyük ülküler koymak zorundayız. Tarih kitaplarında kızıl elmayı yerden alıp Ayasofya’nın başına koyuyoruz. Aynen bunun gibi Türk Dünyası’nın önüne büyük idealler, büyük ülküler, geniş yürekli insanların koşabileceği hedefler koyduğunuz zaman, o dünyanın ayağa kalktığını ve geriliminin çok daha fazla yükseldiğini görebiliriz. Görebiliriz derken bizim nesil olması şart değil elbet.
İnsanı Merkeze Koyan Anlayış
Şu an dünyanın muhtaç olduğu, ahlak ve maneviyattır. İnsana gerçekten değer veren, insanı merkeze koyan bir anlayış ile, yeni bir dünya, yeni bir medeniyet kurmaktır. Avrupa insanı merkeze almış gibi görünüyor, ama o insanı putlaştırarak, insanı maddeleştirerek merkeze aldığı için elleri ayakları birbirine dolanıyor.
Bütün insaniyet çağrılarına rağmen Afrika’da insanlar açlıktan ölüyor, çocuklar süt olmadan süt emmeden doğup ölüyorlar, ama Avrupa’nın insanlık diye haykıran elleri bir türlü vicdanına uzanmıyor. Burada bir problem var, anlayışın temelinde bir problem var. Bizim Türk Dünyası, meselenin manevi ve ahlaki tarafından baktığınız zaman, insanlığın muhtaç olduğu değerleri ve insanlığın muhtaç olduğu anlayışı ona sunabilecek kültürel imkânlara sahiptir.
Ahmet Yesevi’den başlayarak günümüze kadar gelin, milletimizin maneviyatını yoğuran isimli- isimsiz yüzlerce ahlak kahramanı yetiştiren bu millettir. Onlardan alacağı imkân ve feyz ile gene aynı çizgide, insanı Yaradan’dan ötürü seven ve Yaradan’dan ötürü insanı severken onu çevresi ile birlikte, yaşama alanı ile birlikte seven bir dünya perspektifini Türk Dünyası insanlığa sunabilir. Ve onun hedefi artık yeni bir medeniyet anlayışı tasarımı manasında gelişebilmelidir.
Medeniyeti Koruma, Yaşatma ve Yükseltme Görevi
Medeniyet tarihçileri, bir medeniyetin gelişmesi, güçlü olması ve uzun süre devam edebilmesi için o medeniyetin dayandığı halk kesiminin, büyük olması gerektiği tespitinde bulunurlar.
Rahmetli Mümtaz Turhan hocamız, İslam medeniyetinin çöküşünün sebebinin başında Arap ve Fars halklarının, İslam medeniyetinin kuruluşunda çok büyük payları olan bu iki halkın, tarih alanından çekilmeye başladığını, bunun bir çeşit yorgunluktan kaynaklandığını söylerdi. Medeniyeti koruma, yaşatma ve yükseltme işlemlerinin sadece Türk milletinin omuzlarına kalmış olduğunu söylerdi.
Medeniyetin dayandığı taban, yani insan unsuru daralmıştır. Bu daralma medeniyetin ömrünü azaltmıştır. Bizim Türk dünyası olarak derin köklerden gelen bir kültür ortaklığımız var. Bugün farklılıklarımız ne olursa olsun, gene kültür tarihçileri 800 yıl, 1000 yıl önceki kültürel olguların 1000 yıl sonra başka bir kültürel olguda ortaya çıkıp kendini gösterdiğini anlatıyorlar.
Bunlar kaybolmaz, bunlar bizim geçmişe dayalı büyük zenginliklerimizdir. Eğer Türk dünyası insan unsuru olarak, kültür bakımından bütünlüğünü sağlayabilirse, bu manada önüne insanlığın muhtaç olduğunu söylediğimiz bu manevi büyük kızıl elmayı koyabilir ve onu gerçekleştirme imkânlarına sahip olabiliriz.
Türk Dünyası Birliği veya Yeni Kızıl Elma
Bunun başlangıcını İsmail Bey Gaspıralı yapmıştır. Ve yangın gibi o mektepler bütün Türkistan da yayılmış, ama bildiğimiz hikâyelerden sonra kapanmıştır. Bugün araya birçok imkânsızlıklar girmiş olsa da bunun yansıra birçok imkânlar da tezahür etmiştir, beklenmedik imkânlar çıkmıştır. Günümüzün aydınlarına düşen, özellikle Türk Dünyası’ndaki aydınlara düşen ilk görev, kültür birliğine ulaşabilmek için sosyalist dönemden kalma bilgi kirliliklerinden bu halkların kurtarılmasıdır.
Ve yine bağımsızlığına yeni kavuşmuş olmanın yarattığı mahalli milletçiliklerden, ucuz milliyetçiliklerden kurtarılması lazımdır. Bu dar milliyetçiliklerden kurtulup da Türk Dünyası Birliği fikri üzerinde eğer dil birliğinden başlayan birliğimizi gerçekleştirebilirsek, bizim dünyaya söyleyecek sözümüz vardır, bunu da söyleyecek gücümüzde vardır, buna da inanıyorum.”
Dilerim bu rüya gerçeğe inkılab eder, hayata geçer. Aydınlarımız, devlet adamlarımız sorumluluklarını bir kere daha fark ederler.
Türk Ocağı’nın e-mail notuyla Nevzat Kösoğlu’nun vefat haberi geldiğinde ruhuna Fatiha gönderdim bu aziz ağabeyimin, bu geniş yürekli civanmert aydınımızın. Diğer sivil toplum kuruluşlarımız Birlik Vakfı, ESKADER vs. bilgi verdim. Ankara Kocatepe Cami’sindeki cenaze namazındaki cemaat Türkiye’nin, Türk Dünyası’nın, İslam coğrafyasının nüvesiydi, özüydü. Herkes, her kesim yakararak bir eli duada Kocatepe’deydi. Dünyaya söyleyecek bir şeyi olanlar Nevzat Kösoğlu’nun cenazesinin başındaydılar. Tümü de yarınki Türk Dünyası’nın “yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verenlerdi”.