‘Huzur’ yetmiş yaşında
Beşir Ayvazoğlu 01 Ocak 1970
Geçenlerde dostlarla sohbet ederken Huzur’dan söz açılınca bu önemli romanın yazılışından bu yana tam yetmiş yıl geçmiş olduğunu fark ettik ve önemli şahsiyetleri doğum ve ölüm yıldönümlerinde nasıl hatırlayıp anıyorsak bazı eserlerin de gündeme getirilebileceği üzerinde konuştuk. Bir dostumuz, Peyami Safa’nın Matmazel Noraliya’nın Koltuğu romanının da ilk baskısının 1949 yılında, yani yetmiş yıl önce yapıldığını hatırlattı. Bu şu demek: 2019 yılı, iki büyük romanının doğuşunun tam yetmişinci yılı…
Genç okuyucularımız Tanpınar’ın bugünkü popülerliğine bakarak Huzur’un yayımlandığı tarihte kapışıldığını zannedebilirler. Hayır, Huzur’un ilk baskısı 1970’lere kadar piyasada rahatlıkla bulunabiliyordu, çünkü tükenmemişti. İlk baskısı 1961 yılında yapılan Saatleri Ayarlama Enstitüsü de öyle. Kütüphanemdeki nüshayı 1974 yılında Babıâli yokuşundaki bir kitapçıdan satın almıştım, Sahaflar Çarşısı’ndan değil.
***
Tanpınar, hali tavrı, kılığı kıyafeti yüzünden ciddiye alınmayan, “Kırtipil” lakabı takılarak alay edilen bir yazardı. Cemil Meriç, bir zamanlar onun eserlerine dikkatle eğildiğini ve kendisiyle tanışmak isteyince bazı müşterek dostlarının “Yok canım, salağın biridir, sen sevmezsin, rahatsız eder seni!” dediklerini yazar. Kendisi de dışarıdan bakanlara “gülünç bir havada” göründüğü, bunun sebebinin sürekli tezatlar içinde yaşaması olduğu ve “sükût suikasti”ne uğradığı kanaatindeydi.
Bana sorarsanız, Tanpınar’ın görmezden gelinmesi ne tezatlar içinde yaşamasındandı ne de kılıksızlığındanı; yazdıkları devrin ana eğilimlerine ters düşüyordu, bütün mesele bu.
Hayatımızdan sökülüp atılmak istenen değerlerin çoğuna çağdaşlarından çok farklı bir gözle bakan Tanpınar, önceleri radikal bir Batıcı iken 1932 yılından sonra “kendisi için tefsir ettiği” bir Şark’ta yaşamaya, Emir Sultan, Şeyh Hamdullah, Fuzuli, Baki, Yesarizade, Şeyh Galibe, Itri, Dede Efendi gibi isimlerden dem vurmaya, Tanzimat’tan beri hayatımıza hâkim olan kültür ikiliğini ve devamsızlığı -sancılarını bizzat yaşayan bir aydın olarak- ciddi bir biçimde sorgulamaya başlamıştı. Hasan Âli Yücel, Ahmet Kutsi Tecer, Nurullah Ataç gibi, devlet ideolojisinin hem yapıcıları hem de en hararetli savunucuları olan yakın arkadaşları, onun çoğu düşüncelerini bir çeşit fantezi olarak gördükleri için pek tehlikeli görmüyorlardı. Çünkü o bir kavga adamı değildi; mesela Türk musikisi klasiklerini Radyoevi’ne gidip stüdyoya kapanarak saatlerce dinleyecek kadar sevdiği halde, hiçbir zaman alaturka-alafranga kavgasında taraf olmamıştı. Çünkü ciddi tereddütleri vardı ve “Debussy’yi, Wagner’i sevmek ve Mahur Beste’yi yaşamak, bu bizim talihimiz” diyordu.
Dostları Tanpınar’ı -fikirlerine katılmasalar da- aralarından uzaklaştırmak yerine kontrollerinde tutmayı daha akıllıca gördüler; hatta Avrupa’ya gönderdiler, milletvekili yaptılar. Zaaflarının farkındaydılar. Onu, “Kırtipil” lâkabında ifadesini bulan açık bir aşağılamayla gülünüp geçilecek zavallı bir adam olarak koruyup kolladılar. En yakın dostu Sabahattin Eyüboğlu, Tanpınar hakkındaki tek yazısını ölümünden sonra yazmıştı.
***
Aslında Tanpınar başından beri hem kendi değerinin hem de en yakın dostları tarafından bile ciddiye alınmadığının farkındaydı. Günlüğünde Türkçeyi, hece veznini ve Türk tarzı duyuşu daha ilerilere götürmek istediğini ve yapacak çok işi olduğunu ifade ederek şöyle yakınmıştır: “Varsın sussunlar, varsın okumasınlar, beğenmesinler, hayatlarına getirdiğim şeyin farkında olmadan, satıhtan beni tanısınlar, Bursa şiirimle iktifa etsinler. Varsın en aptal şiirleri okusun(lar), gazeteler bana boykot yapsın. Ben yine işime devam edeceğim.”
19-11/24/besir.png
İşine devam etti, Mahur Beste’yi, Beş Şehir’i, Huzur’u, Sahnenin Dışındakiler’i, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü vb. yazdı, fakat hep yok sayıldı. Bu nisyan ölümünden sonra da devam etmiştir. Gerçi İstanbul Üniversitesi’nin Türkoloji bölümünde ciddi bir biçimde okunuyor, tartışılıyordu. Prof. Dr. Mehmet Kaplan Tanpınar’ın Şiir Dünyası (1963) adlı eserini ve “Bir Şairin Romanı: Huzur” başlıklı makalesini çoktan yayımlamıştı. Talebeleri ise daha sonra makale ve mektuplarını titiz bir şekilde derleyip yayımladılar. Fakat bu önemli çalışmalar üniversite çevresinin dışına pek taşmadığı için yeterince etkili olamamıştı.
Bazı aydınların dikkatlerini Tanpınar’a yöneltmeleri, Huzur’un ikinci baskısının 1969 yılında, yani elli yıl önce, Tercüman 1001 Temel Eser dizisinin ikinci kitabı olarak çıkmasından sonradır. Özellikle Selahattin Hilav’ın Yeni Ortam gazetesinde çıkan “Tanpınar Üzerine Notlar”ı ve Hilmi Yavuz’un bu yazıya cevap niteliği taşıyan “Tanpınar’ın Solculuğu Efsanesi” başlıklı eleştirisi, sağdan ve soldan birçok aydının bu büyük yazarı keşfetmelerini sağladı. Aslında çok tuhaf bir durumdu bu; sanki birisi düğmeye basmış, birden herkes Tanpınarcı kesilmişti. Tanpınar üzerinde konuşmak artık bir çeşit modaydı.
Tanpınar’ın eserleri, o tarihten bu yana okunup tartışılıyor ve sürekli yeni baskıları yapılıyor. İki medeniyet arasında bocalayan, kişilikleri tam ortadan ikiye bölünmüş bir aydın neslinin yaşadığı dramı ve büyük bir “huzur”suzluğu anlatan bu roman, aynı zamanda, içinden geldiğimiz ve uzunca bir süredir sırtımızda ağır bir yük gibi taşıdığımız medeniyete içeriden bir bakıştı.
Aslında Tanpınar’ın yaşadığı ve anlatmaya çalıştığı huzursuzluğu öteden beri bütün Türk aydınlarının yaşadığı söylenebilir, farkında olsalar da olmasalar da... Huzur yazarı yıllar sonra cinin şişeden çıkmasına yol açmıştı.