Sultan II. Abdülhamid
İlber Ortaylı 01 Ocak 1970
10 Şubat 1918’de vefat eden II. Abdülhamid ilginç bir kişilikti. Diplomasiyi seviyor, öğreniyor ve dış dünyada takdir görüyordu. Gençliğinden beri borsa ve bankacılık manevralarını iyi öğrenmişti
Türkiye’nin artık yedi yıldır devam eden savaştan bezdiği ve klasik imparatorluğun topraklarını kaybedeceği anlaşılan bir zamanda,
10 Şubat 1918’de Sultan II. Abdülhamid menfasında, yani sürgün yaşadığı Beylerbeyi Sarayı’nda 76 yaşında vefat etti. 1909 yılında, nisan ayı ortasında Yeşilköy’deki Meclis-i Umumi’nin seçtiği bir heyet tarafından kendisine halli tebliğ edilmişti. Hakan-ı sabık bundan sonraki ömrünü menfa yeri olarak seçilen Selanik’te, o zaman için şehrin dışında sayılan Yahudi zenginlerden Alatini’nin köşkünde geçirecekti. Menfası uzun sürmedi. Üç yıl sonra Balkan Harbi’nin ilk önemli kaybı sayılan ve maalesef mıntıka komutanı Tahsin Paşa’nın hemen hiç savunma yapmadan teslim ettiği Selanik’i terk etmek zorunda kaldı. Yeni yeri Boğaz’da Beylerbeyi Sarayı’ydı.
İdare tamamen elindeydi
Topkapı Sarayı’nda doğmuş, Dolmabahçe’de yaşamış, tabii ki Beylerbeyi Sarayı’nda da kısmen oturmuştu. Sarayın yemek takımlarını babası Sultan Abdülmecid için yapan oydu. Bir marangozluk şaheseridir. Beylerbeyi’nde hükümdarın konumunda bir değişiklik başladı. Birinci Cihan Harbi boyunca onun diplomasi bilgisi ve taktiklerini İttihat ve Terakki erkânı dinlemekte fayda görüyordu.
Sultan II. AbdülhamidHakan-ı sabık yorgun ve hastaydı. Zaten 34 yaşında çıktığı tahtta (1876), 33 yıl boyu, imparatorluğu en dağdağalı zamanında, üstelik de Tanzimat’ın büyükleri gibi devlet adamları ve kadrolar etrafında olmadan yürütmek zorunda kalmıştı; idare tamamen onun elindeydi. Bâb-ı Âli’nin hükümranlığı hükümetin elinden Yıldız’a kaymıştı. Mabeyn Başkitabeti’ndeki memurlar nöbetleşe 24 saat çalışır, dış merkezlerdeki büyükelçiliklerden gelen raporlar, vilayetlerden gelen yazışmalar, hepsi oradan geçerdi.
Tunuslu Hayrettin Paşa gibi büyük bir devlet adamının bu duruma tahammül edemeyip istifa ettiği bu sistemde, Sezar’ın hakkı Sezar’a, değerli memurlar da yetişmiştir. Hakan Mekteb-i Mülkiye’nin eğitim düzeyini yükseltmiş ve buradan çıkan memurları mabeynde istihdam eder olmuştu. Mabeyndeki memurların üzerinde baskı yoktu. Birçok memurun aksine jurnal vermek zorunda değillerdi. Hatta hafiyelerden uzak, rahatça konuştuklarını da Mümtaz Müştak (Mayokan) Yıldız hatıralarında belirtir. Ama sistemin bürokrasisinin güçlendiği bir dönemde tezatlı olarak aynı bürokrasinin elini kolunu bağladığı da açık.
Cenazesi geçerken kadınlar ağlıyordu
İkinci veliahtken amcası Sultan Abdülaziz Han ve veliaht-ı saltanat ağabeyi Murad Efendi’yle başta devlete bağlı imtiyazlı bir hükümdarlık olan Mısır’a (hıdivlik), ardından da Fransa, İngiltere, Almanya, Avusturya ve Macaristan başkentlerine tertiplenen uzun gezide yer almıştı. Osmanlı sultanının ilk dış gezileri olan bu seferde hiç şüphesiz ki çok şeyler görmüş, heyet üyeleri olan devlet adamlarını daha yakından tanımış, yabancı başkentlerdeki hanedan mensupları ve devlet adamlarıyla kısa da olsa görüşmüştü. Bu onun son gezisidir. Bir daha ne yurt içi ne de yurtdışı bir geziye çıktı.
Sıkıntılı ömrü sona erdiği zaman, tertiplenen resmi cenaze alayıyla Beylerbeyi iskelesinden Suriçi İstanbul’a nakledilen naaşı Divanyolu’nu geçerek dedesi Sultan Mahmud Han’ın yanına gömüldü. Resmi devlet töreninde nazırlar, vüzera ve galiba yabancı elçiler de bulunda. Kalabalıktı, halk üzgündü, meyustu. Uzun harbin getirdiği sıkıntılar muhtemelen padişaha karşı saygıyı artırdı ve cenaze bir nevi protesto için kullanıldı. Binaların pencerelerindeki kadınlar; “Bizi refah içinde yaşatan padişahım, bizleri bırakıp da nereye gidiyorsun?” diye ağlıyordu.
33 yılın içinde Anadolu demiryolu, okul, hastane gördü; tarım gelişti. Öbür yandan sansür, siyasi baskı da birlikteydi. Muasır Rusya’nın aksine siyasi idamlar tatbik edilmedi ama otokratik bir baskı da hissediliyordu.
Padişah ilginç bir kişilikti. Diplomasiyi seviyor, öğreniyor ve manevraları dış dünyada takdir görüyordu. Gençliğinden beri borsa ve bankacılık manevralarını iyi öğrenmişti. Kendisinden evvel Sultan Abdülaziz’in saltanatı sonrasında ilan edilen moratoryum (yani borç ödemeyi durdurma) bir mali iflasın açıklanmasıdır. Duyun-ı Umumiye herkes gibi onun da hayatını karartan bir kurum olarak ortaya çıktı. Rusya ile iyi geçindi, Çar III. Aleksandr da onun gibi savaş istemezdi. Batı Avrupa ülkeleri de onun diplomatik oyunları sayesinde idare edildi.
Yorgun bir hükümdardı
II. Abdülhamid Han yorgundu. 20’nci yüzyıl kavşağında bu tarz bir idare hükümdarı yorar. 1905’ten sonra yorgun bir hükümdar olarak saltanatını sürdürdü. Muhtemelen 1908’de anayasayı yeniden yürürlüğe koyması
31 Mart’a aktif müdahalesinin olmaması bununla açıklanabilir. Rus-Türk Savaşı’nı önleyecek durumda değildi. Yunan muharebesini ise Türkiye zaferle bitirdi. Dolayısıyla “II. Abdülhamid döneminde Türkiye’nin gerileyişi durdu” gibi bir görüş ortaya çıktı. Hayranları yurt içindekilerden çok, Avrupa’daki muhafazakâr çevrelerdir. Şaşılacak bir durum değil; dengesi bozulan dünyada statükoyu sağlamaya gayret eden ve bir ölçüde de başarılı olan bir hükümdarı ve politikasını 19’uncu asrın son çeyreğinde takdir eden çoktur.