İdlib: Savaş çığırtkanlığı ile teslimiyetçi pasifizm arasında sıkışmak
Sinan Baykent 01 Ocak 1970
Son bir haftada Suriye’nin İdlib kentinde rejimin Rusya destekli saldırıları neticesinde tam 13 şehit verdik. Buna mukabil hâlâ tedavileri süren yaralılarımız da var.
Serakib ve Taftanaz’da Türk Silahlı Kuvvetleri’mize (TSK) karşı icra edilen örgütlü alçaklık, 2017 yılından bu yana devam eden Astana sürecinin sınırlarını keşfetmemize vesile oldu.
Şüphesiz ki, İdlib bahsinin Astana’da bir kilit mahiyetinde olduğu herkesçe biliniyordu. Ancak yaşanması muhtemel kırılmanın bu denli şiddetli olacağını öyle zannediyorum ki pek az kişi öngörebilirdi.
Neticede iyi-kötü işleyen bir diplomatik mekanizma vardı ve İdlib özelinde gerçekçi bir çözümün en azından orta vadede ete kemiğe büründürülebileceği düşünülüyordu.
Elbette diplomasinin kanalları henüz bütünüyle tıkanmış değildir ve tıkanmamalıdır da.
Nitekim bugün Kremlin’den yapılan açıklamaya göre Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Putin arasında bir telefon görüşmesi yapılmıştır.
Ancak son hücumlarla birlikte Türkiye ile Rusya arasındaki ikili ilişkilerin belli bir ölçüde yara alacağı, zedeleneceği ve bir “güven kaybı”na sebebiyet vereceği aşikârdır.
Bu gerçeğin altını çizdiğimde bazıları bana kızıyorlardı ve fakat son tahlilde Rusya da tıpkı Amerika Birleşik Devletleri (ABD) gibi emperyal bir devlettir.
Bizim Türkiye olarak Rusya’ya bu denli bağımlı hâle gelmemizin sakıncalı olduğunu, orta ve kısa vadede ciddi sorunlar doğurabileceğini, Rusya’ya “gökten inmiş bir melek” muamelesi yapılmaması gerektiğini, Rus etkisinin de mutlaka başka bir “dengeler ağı” aracılığıyla dengelenmesinin icap ettiğini hep söyledim.
Bu görüşü savunan benim gibi birçok analist de mevcuttu. Bugün gelinen aşamada sahada cereyan eden hadiseler maalesef bu minvalde paylaşılan tezlerin ne kadar haklı olduğunu çok acı bir biçimde tescil etmektedir.
Rusya ve Türkiye İdlib’de neden karşı karşıya geldi?
Rusya, İdlib’de kendi statükosunu inşa etmenin derdindedir, hep öyle olmuştur. Rusya açısından İdlib’in mutlak surette rejimin kontrolüne geçmesi, bu anlamda rejimin M4-M5 karayolunda denetimi sağlaması ve Lazkiye-Hama gibi bölgelerin yakın tehditten arındırılması elzemdir.
Bu istikametlerde atılacak her adım Rusya için hayatî derecede önem arz ediyor. Elbette İdlib’de Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) bünyesindeki yabancı savaşçıların statüsü de Moskova nezdinde belirleyicidir.
Öte yandan Rusya cephesinden bakıldığında İdlib sorununun “halledilmesi” aynı zamanda Suriye muhalefetinin ezilmesini de kapsıyor.
Rus devlet aklı İdlib gibi bir kaleyi yitirecek olan bir muhalefetin artık Suriye’de nefes almasının imkansız olacağının da bal gibi farkındadır.
Türkiye zaviyesinden ele alındığında ise İdlib’deki Türk varlığının iki temel ve cüsseli gerekçesi var.
Bunlardan birincisi rejim güçlerinin ilerleyişiyle orantılı olarak tetiklenen kitlesel göç hareketleridir.
2011 yılı itibariyle İdlib’in nüfusu 700 bin ile 1 milyon arasındaydı. 2020 yılı itibariyle ise söz konusu rakam 4,5 milyona ulaşmış vaziyettedir.
Dahası, olası bir rejim taarruzunda 2-2,5 milyon kadar bir kitlenin Türkiye sınırına doğru yöneleceği çeşitli raporlarda ifade ediliyor.
Hatay’ın İdlib’le 130 km’lik ortak bir sınırı mevcut. Türkiye’de hâlihazırda 5-5,5 milyon kadar geçici koruma statüsünde Suriyeli sığınmacı yaşıyor ve devlet bugüne kadar söz konusu insanlara 50-55 milyar doları bulan muazzam bir kaynak ayırdı.
Kendimizi aldatmanın bir âlemi yok. Türkiye böylesi bir ekstra göçü kaldırabilecek kapasiteye sahip değil. İçeride ekonomimiz kırılgan bir çizgidedir ve vatandaşlarımızın Suriyeli sığınmacılara dair bakışı her geçen gün biraz daha menfi oluyor.
İlaveten potansiyel ve radikal bir demografik değişim manzarasıyla baş başa bırakılma ihtimalimiz bile oldukça ürkütücüdür.
Peki, rejim güçleri karşısında haklı olarak can ve mal emniyetinden endişe duyan İdlib ahalisi için hangi seçenekler açılmaktadır?
Ya Hatay’a doğru gidecekler ki, bu güzergah onlar için en kolayı ve en az zahmetlisidir ya da TSK’nın inisiyatifinde Afrin’e doğru sevk edileceklerdir.
Her ihtimal de kötü ve maliyetlidir zira ister Hatay’a giriş yapsınlar isterlerse de Afrin’e, nihayetinde bu insanların barınma-yeme-içme gibi asgarî ihtiyaçlarını yine Türkiye karşılamak zorunda kalacaktır.
Birleşmiş Milletler’in (BM), Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin yahut ABD’nin ortaya çıkacak malî külfeti paylaşmalarını düşünmek en hafif tabirle aptallık olur.
Hâl böyle olunca Şam’ın İdlib’de daha fazla ilerlememesini temin etmek için TSK tarafından yapılan askerî yığınakların değeri daha iyi anlaşılabilecektir.
Üstelik HTŞ şu anda hiçbir yerde savaşmaksızın peyderpey geri çekiliyor. Muhtemelen HTŞ’nin amacı İdlib’in merkezinde bir şehir savaşı vermek. Oysa HTŞ geri çekildikçe aslında bilfiil Türkiye sınırına yaklaşıyor.
Bu durum ileride Hatay ve çevresinin “Pakistanlaşma” sürecini de beraberinde getirebilir ki, böylesi bir senaryo en az göç kadar millî güvenliğimizi doğrudan tehdit edecektir.
İkincisi ise Türkiye’nin savaştan sonra Suriye’nin geleceğinin konuşulacağı masada yer alma iradesiyle alakalıdır.
Türkiye çok iyi bilmektedir ki, İdlib üzerindeki hâkimiyet kaybedildiği takdirde, yarın iki süper-emperyalist devlet olan ABD ile Rusya Suriye’nin kuzeyiyle ilgili bir “oldu-bitti” vasıtasıyla Türkiye’yi köşeye sıkıştırabilir.
Unutulmamalıdır ki her iki devlet de terör örgütü PKK-YPG unsurlarını bilfiil desteklemektedir.
ABD açıktan tırlar dolusu silah yardımlarıyla, Rusya ise ortak devriyeler ve diplomatik manevralarıyla söz konusu bu katil yapılanmaya omuz vermektedir.
Dahası hem Washington hem de Moskova PKK-YPG unsurlarını Türkiye üzerinde Demokles’in Kılıcı misali sallandırmakta ve onları her fırsatta Türkiye’ye karşı bir şantaj aracı şeklinde değerlendirmektedir.
Tarih gösteriyor ki, günün sonunda emperyalist kuvvetler daima anlaşmanın bir yolunu bulurlar. Olan mazlumlara olur. Olan, Türkiye’ye olur.
İdlib bu denklemin ışığında Türkiye’nin elinde müthiş bir kozdur. Başka bir deyişle yarın Suriye’nin kuzeyinde fiilî bir durumla karşı karşıya kalmamamız için İdlib’deki varlığımız yaşamsal niteliktedir.
İdlib meselesine dair beni esas endişelendiren gelişmeler ise iç kamuoyunda konumlanıyor.
Ne savaş tamtamları ne hülyalı pasifizm
Türkiye’de bugün bir tarafta savaş tamtamlarını çalanlar, diğer tarafta ise garip, köksüz ve tehlikeli bir pasifizme savrulanlar olduğu müşahede ediliyor.
Dahası, her iki cephe içerisinde de olağanüstü bir çelişkiler silsilesi kaydetmek mümkün.
“Bu saatten sonra ne olursa olsun gözümüzü karartmalı, savaşmalıyız!” pozisyonunu tehlikeli görüyorum.
Hiç savaşmamış olanların, savaşın ne olduğuna yahut ne olabileceğine dair en ufak bir fikri olmayanların savaşın apolojisini yapmaları, kan dökme eylemine methiyeler dizmeleri ve dahi serenatlar söylemeleri ancak bir “ucuz kahramanlık” örneği teşkil edebilecektir.
Savaşın insanî, ahlâkî, siyasî, ekonomik ve psikolojik faturasını inkâr ederek yapılan fevrî çıkışların kimseye hiçbir faydası dokunmaz.
“Savaşa hazır olmak” başka bir şeydir, “savaşmayı istemek” bambaşka bir şey.
Bu anlamda örneğin salı günü Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) lideri Devlet Bahçeli’nin partisinin grup toplantısındaki konuşması esnasında yaptığı “artık başka bir seçenek de görülmezse Türkiye Şam’a girmeyi şimdiden planlamalıdır” vurguyu bu kapsamda, “gerektiği takdirde savaşa hazır olmak” bağlamında değerlendiriyorum.
Öte yandan kamuoyundaki bir başka klik “savaşçı” kesimin tam zıt kutbunda, hülyalı ve bir o kadar da teslimiyetçi bir anlayışla körelmiş bir pasifizmin kıyılarında dolaşmayı yeğliyor.
Ne diyor bu muhit?
“İdlib’de bizim ne işimiz var?”
Benzer sorular bir ölçüde meşru sayılabilir. Neticede herkes ifade hakkını kullanmakta hürdür. Fakat aynı tipoloji, bu sorunun hemen akabinde şöyle bir çıkış yapıyor:
“Türkiye’nin artık daha fazla sığınmacıyı kabul etmek gibi bir lüksü yoktur!”
Doğru mu? El Hak, sonuna kadar doğru!
Peki, insanlar İdlib’den niçin kaçıyorlar?
Rejim güçlerinin mezar taşlarını tahrip edip, mezarlardan kafataslarını çıkarıp bir futbol topuna dönüştürdüğü için değil mi?
“Allah muhafaza ölüye bu uygulamaları reva gören, kim bilir biz canlılara neler yapar?” diye sorguladıkları için değil mi?
Peki, rejimin alan kazanmasının önündeki engel nedir? TSK’dır.
O hâlde biz orada varlık belirtmezsek, kitlesel göç nasıl engellenebilecektir?
Başka neler deniliyor?
“Aman Rusya’yı ve İran’ı karşımıza almayalım! Suriye’yle konuşalım!”
Rusya’yla, İran’la ikili ilişkiler, diyalog ve müzakereler elbette devam eder, etmelidir.
Ama insaf!
Rejim, Rusya desteğini arkasına alarak son bir hafta 13 yiğidimizi şehit etmiş, bir o kadarını da yaralamış. Hiç mi ses çıkarmayalım? Hakkımızı, hukukumuzu, şehitlerimizin anılarını hiç mi korumayalım?
“Aman gücendirmeyelim” dediğimiz İran Barış Pınarı Harekatı’mız esnasında bize ulusal basını, din âlimleri ve devlet ricâliyle demediğini bırakmadığında niçin en küçük bir veryansın dahi duymadık?
Dahası, Rusya YPG-PKK terör örgütlerine Moskova’da bir ofis açtırırken, bugün aynı terörist unsurlarla hala ortak devriyeler yürütürken niçin sağır-kör rolü oynanıyor?
Şahsen sergilenen bu “yalancı pasifist” teslimiyetçiliğinin en az savaş çığırtkanlığı kadar “anti-Türkiye” bir kategoride irdelenmesi gerektiğine kâniyim.
Türkiye’de herkes hariçteki devletlerin (Rusya’nın, İran’ın, ABD’nin yahut İsrail’in vb.) çıkarlarını değil, kendi vatanının çıkarlarını savunmakla mükelleftir.
Ne Rusçuluk esastır ne de Amerikancılık. Meselelere her yerde ve her zaman Türkiye merkezli bakmak zarurîdir.
Şartlı yeni Astana mı, yeni bir yol mu?
Yazının başında Astana sürecinin sınırlarını gördüğümüzü belirtmiştim.
Bundan sonra Astana süreci devam edebilir mi? Edebilir ancak tek bir şartla: Astana’nın formatı değiştirilmelidir.
Nasıl mı?
İdlib’deki mevcut statüko anayasa yazım sürecine değin korunmalıdır. Şam yönetiminin bir genel af ilân etmesi temin edilmeli ve Türkiye’ye bu genel affın aktif denetimi için güçlü bir gözlemci statüsü verilmelidir.
Dahası ve belki de en önemlisi İdlib’e gelene kadar evvelâ Fırat’ın doğusunda kümelenen terörist yapının tasfiyesinin şartları belirlenmelidir.
Ne rejim ne de Rusya bugüne dek oradaki statükoya kast edici bir söylemde ve eylemde bulunmuştur.
Hodri meydan!
Gelin önce Fırat’ın doğusunu halledelim. Hatta bunu birlikte yapalım. Madem ortağız, madem müttefikiz – buyurun er meydanına!
Ardından İdlib’deki yabancı savaşçılar meselesini de koordineli bir şekilde, daha rahat ve güvenli bir tarzda işleyebiliriz.
Ama yok, Astana’da eskiden ve şimdiden olduğu gibi “ille de İdlib”, “ille de oradaki Sünnî sosyolojiyi bertaraf edelim, kıralım, yok edelim”, “ille de Türkiye’nin demografisini bozalım, ekonomisini paramparça edelim” vb. tutumlar dizisi sürecekse, Türkiye'nin kendi tedbirlerini alması artık kaçınılmazdır.
© The Independentturkish