« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

16 Şub

2020

İbn Haldun Üzerinden Yeniden Bir Okuma Denemesi

Altan ÇETİN 01 Ocak 1970

Osmanlı Devletinin kuruluş tarihi üzerine yoğunlaşan hararetli tartışmalar bize Osmanlı Devletinin kurulduğu tarih sorusu kadar, nasılını düşünmeyi de ilham etti. Zira kronolojik bir belirlemenin bir devleti yalın kat temsil etmeyeceği herkesin malumudur. Kuruluş belli süreçlerden müteşekkil bir yapıyı temsil eder. Bunda tarihi ve kültürel unsurlar kadar aktüel durumların da etkili olduğu muhakkaktır. Bu noktada Osmanlı Devletinin kurulduğu çağda bir devlet hangi aşamalardan geçerek kurulur, hangi niteliklere sahip olur ve bir devletin yerine yenisi nasıl geçer soruları gündeme gelmektedir.



Geçmişiyle uzun bir sürecin tarihi devamcısı olan Osmanlılar klasik bir yapının tarihi tezahürlerinden birisidir. Osmanlı Devleti kurulduğu zaman hayatta olan İbn Haldun eserini yazdığında Osmanlı Devleti bir asırlık ömrünü neredeyse tamamlamıştı. Binaenaleyh İbn Haldun, meşhur Mukaddimesinde devlete dair yaptığı teorik tespitleriyle Osmanlı Devletinin kuruluşu sürecini de kapsayan önemli ipuçları vermektedir. Zira muasırı olduğu Osmanlılar kuruluş yıllarında İbn Haldun’un verdiği bilgiden azade ve uzak bir medeni yapının ürünü değildir. Bu noktada İbn Haldun’un teorisi belki de modern zamanların ürünü bazı yaklaşım veya ekollerin, tarihimizi analizde kullanılmasından daha etkili ve hakikate ulaşmamızda daha faydalı bir yol olabilir. Zira her ekol kendi tarihi, kültürel ve felsefi yapısının üzerinde kurulur ve yükselir. Oradaki parametrelerin tümü veya bir kısmı diğer bir tarihi süreci açıklamakta sıkıntıya düşebilir. Zira evrensellikleri tartışmalıdır. Bu noktada Türk tarihinin genetik ve mevzi analizlerinin yapılması noktasında yaşadığı teori kısırlığı aşılması zaruri olan hususlardan birisidir.



Modernitenin ürünü pek çok ekol, klasik dünyanın yapılarını kendi zemininde ötekileştirmekte ya da kendi sürecinde ve sonrası tarih şuurlanımında tarih-üstü değerler taşıyan pek çok yanını budayabilmektedir. Bu da o toplumun kısırlaşan bir tarih hafızasına sahip olmasına neden olabilir[1]. Zira her medeniyet ve kültür kendi zemininde var olur ve var eder. Buradan hareketle tarihimizi analizde kullanılan yöntemlerin, sadece kuru bir metodolojik kaygının ötesinde, felsefi nazardan da önem arz edecek pek çok meselesinin göz önünde bulundurularak ele alınması zaruridir. Giese bu durumu yaklaşık 90 sene evvel kaleme aldığı satırlarında şu şekilde ifade etmektedir: “-Gibbons’un Osmanlı kuruluşuna dair yaptığı- doğru saptamalara rağmen esas itibari ile mesele yanlış çözümlenmiştir. Osmanlı tarihine dair eserler veren Avrupa tarihçilerinin çoğu gibi Gibbon da olaylara Avrupa merkezinden bakar. Bu durumda Türkler dış kenarda kalırlar ve bir yere konumlandırılmaları çok zordur. Oysa 13. yüzyılın büyük siyasi ve kültürel mücadelelerinin bir sonucu olan Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna şark tarihinin merkezinden bakmak gerekir”[2]. Giese’nin bu satırları kaleme alışından kısa bir süre sonra Fuad Köprülü de 1935’te Paris’te yayınladığı ve daha sonrasında Osmanlı kuruluş devri ile alakalı en önemli çıkış noktalarından biri olacak olan Les Origines de L’Empire Ottoman’da Gibbons’un bu kuramsal hatasını şu şekilde eleştirecektir: Gibbons Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu yalnız dini bir sebeple izaha çalışmakta ve kabul edilen yeni dinin yeni bir ırk, bir Osmanlı ırkı vücuda getirdiğine inanmaktadır. Onun delillerini tenkite girişmeden evvel şunu söylemek lazımdır k, bu kadar büyük ve ehemmiyetli bir tarihi hadiseyi yalnız dini bir amil ile izaha kalkışmak, yani “tek cepheli bir izah” kısmi bir hakikati ihtiva etse bile, tarihi realitenin karışıklığı karşısında daima kifayetsizdir[3]. Görüldüğü üzere tarihi bir problematiğin salt batı gözü ile ya da yalnızca tek boyutlu izahı her zaman yanlış olmasa bile eksik sonuçlar doğuracağı açıktır.



Bu noktada incelenen metinlerdeki bilgiler o metnin kültürel alt yapısına hiç uymayan başka zihinlerin ürünü akıllarla incelendiğinde metindeki hakikate dair anekdotlar birer mitostan ibaret sanılabilir[4]. Hatta bu sanılar zaman zaman ağır itham ve bu durumu mazur gösteren inşa faaliyetleri ile kabulü zor bir hale dahi gelebilmektedir. Köprülü bu durumu belirli ölçülerde kabullenmekle birlikte şu izahı yapmaktan da geri durmaz: Osmanlı kuruluşuna dair kaleme alınmış menkıbelerin birer efsane oldukları Gibbons tarafından da kabullenilmiştir. Ancak tarihi vesikaların mefkud oldukları zamanlar için bu gibi menkıbelerin –şüphesiz, dikkat ve ihtiyatla kullanılmasına, çünkü bunların bazı tarihi vakıaların –kollektif muhayyilede bozulmuş-akislerini ihtiva ettiğine kanidir[5]. Yani Aşıkpaşazade’de karşımıza çıkan ve güvenirlikleri halen tartışılan bazı sözlü yazım örneklerinin, dönem şartları göz önüne alındığında ve doğru kuramsal çerçeve dâhilinde incelenmesi, bahsi geçen akislerin tespitine katkı yapacaktır.



Kaynağın güvenilirliği, metodu hatta neşredenin şahsi ihtiraslarının bile konu ile iç içe sokulma çabası vakidir. Ancak bu illa da kasıtla olmaz, bazen de hakikat arayışındaki insan, güncelin baskısından kendisini kurtaramaz. Ya da zamana yaranma ve şöhret merakıyla, “falanca yöntemle çalışıyoruz biz modern ve en ileriyle bakıyoruz” demek naifliği de bunda etkili olabilir. Her ne olursa olsun tarihimize dair veriler tarihimize dair bir analiz aletiyle ele alınmalı ve incelenmelidir. Acaba geçmişi bugünün aklıyla yargılamak, anakronizm denirken bugünün yöntem ve aklıyla geçmişe bakmak nasıl bir bilimselliktir, sorgulanmaya muhtaç bir durumdur. Tüm bu mülahazalar ışığında, İbn Haldun’unun verdiği teorik bilgiler ışığında Aşıkpaşazade metnindeki pratik kurguya dair bir okuma denemesi yapılacaktır. Burada devletin kuruluş sürecine dair bilgiler, kaynaklardaki bilgilerin derlenmesinden ziyade metnin bir kuramsal ölçekle incelenmesine çalışılacaktır. Muhakkak ki hiçbir sosyal olay mutlak surette diyalektik ve determinist değildir. Zaten burada dillendirilmek istenen Ortaçağ Türk İslam dünyasına dair bir teşkilat şeması içinde Osmanlıların yerini tespit etmektir. Burada yapılacak okuma metnin değeri üzerine yeni bir bakış açısını da getirir ümidi taşınmaktadır.







Eski Devletin Yerine Yenisinin Kurulması





İbn Haldun “Eski ve istikrar kazanmış olan herhangi bir devletin ihtiyarlama ve dağılma çağı başladığında, yeni bir devletin doğuşu ve yeni baştan kuruluşu iki şekilde olur demektedir: Biri: O devletin ve ülkenin uzak bölgelerindeki valileri, devletin ihtiyarlama çağı gelip uzaktaki bölgeleri koruyamadığı için her biri kendi kavmi ve kendisinden sonra yerine geçecek olan hanedanı için bir devlet kurar, bu sülaleden gelenlerin oğulları veyahut hükümdarın azatlıları (gulam veya memlûk) o devleti birbirinden tevarüs ederler[6]. Bunların devletleri yavaş yavaş büyür ve şevket kazanır. Bu valilerin, devleti ele geçirmek üzere birbirini sıkıştırmaları ve devleti paylaşmak ve onu kendilerine tahsis üzere mücadele etmeleri mümkündür demektedir. Bunlardan hangisinin kudreti daha fazlaysa o, kendisiyle mücadele edenleri yenerek devlete sahip olur.” İbn Haldun’a göre diğer bir yol ise; hariçten gelen bir topluluğun eski devletin toprakları ve ahalisine boyun eğdirerek idareyi ele geçirmesidir. Mukaddime’de bu duruma, Selçukluların Gaznelileri yenmesi örnek olarak verilmektedir[7].



Devlet olmakla beylik olarak kalmak arasındaki sınırı da İbn Haldun söyle izah etmiştir: “Devletin mahiyetini anlatırken yurdundaki diğer bütün asabiyetleri yenerek, onları idaresi altına alamayan ve yurdunda her muhalif kudreti ortadan kaldıramayan ve kendi hâkimiyetini üzerinde başka bir kuvvet ve hâkimiyet bulunan hükümdar dahi tam bir hükümdar olamaz ve gerçek hükümdarlık onda mevcut değildir. Bunlar memleketin etrafında hükümet süren emîr/bey ve etrafın başkanları olup, başka devletin hükmü altında toplanmışlardır demektedir[8].



Aşıkpaşazade’de bulunan Sultan Alâeddin’in, Sultanönü ve Karaca Hisar’ı vermesi[9] ile alakalı bilgi Anadolu’nun fethi sürecinde gerçekleşen ananeye uygundur. Zira ıkta nizamının esaslarından olarak gerek Büyük Selçuklular gerekse de Türkiye Selçukluları bu neviden ıkta tevziinde bulunmuşlardır. İbn Haldun’un bu tespitleri hem Anadolu’nun köhne Bizans’tan alınışını hem de bundan sonra ortaya çıkan siyasî yapının özellik ve mahiyetini çözümlemektedir. Bunun ötesinde ileriki satırlarda ele alınacak Osman Gazi’nin kendisini merkezden ayırma gerekçesi de geleneksel yapıyla ve İbn Haldun’un teorisiyle örtüşür. Neticede uçlarda ıkta beyi olan Osman Gazi merkezin çekim gücünü yitirmesi sebebiyle sembolik bağını da bir süre sonra koparacaktır[10]. Prof. Dr. Halil İnalcık da bu olayı Neşrî’deki kayıttan aktardığı alıntısında Sultan Alâeddin konusundaki duruma dair kayıtlara dair bu rivayetlerin tarihi bir gerçeğin belirsiz hatırasını yansıttığını[11] ifade ile genele ait durumun Osmanlı özelinde de vaki olduğuna dair görüşümüzü teyid eder bir yorum sunmaktadır.



Türkiye Cumhuriyeti’ne gelene kadar, fetihten sonra İlk Beylikler Devri diyebileceğimiz Doğu ve Güneydoğu Anadolu Türk beylikleri, Türkleşme ve İslâmlaşma yanında siyasî ve medenî alt yapının kurulmasında da önemli roller üstlenmişlerdir. Bundan sonra Türkiye Selçukluları, müstakil ve hâkim devlet olarak Türkiye’ye hâkim olmuş, onun Moğollar karşısındaki yenilgisi ve devletin yorgun düşmesiyle başlayan inkıraz devrinde ise intikal, Batı Anadolu Beylikleri diyebileceğimiz ikinci beylikler dönemi ile gerçekleşecektir. Bu devreyi ise Osmanlı Devleti’nin zuhuru takip edecektir. Bu noktada Osmanlılar, Selçukluların artık inkıraz döneminde, İlhanlı baskısının yaşandığı bir ortamda bu toprak tevzii ile gaza ve ıkta sistemine uygun olarak toprak almışlardır ki bu durum hem ananeye hem de İbn Haldun’un verdiği teorik çerçeveye uygun görülmektedir. Osmanlılara verilip verilmediği tartışılan belge bir yana bir fetih politikası olarak Türkiye’de uygulanan sisteme uygun olarak Osmanlılar kendi neş’et coğrafyalarına kavuşmuşlardır. Bu açıdan bakıldığında eksik olan nokta bahsi geçen belgedir ki bu durum kuruluşun bir rakamsal tarihe bağlanması maddeci tavrını imkânsız kılmaktadır.







Klasik Ortaçağ’da Devletin Beş Hayat Devresi ve Üç Dönüşüm Aşaması





Devletin katlandığı hal ve geçirdiği devreleri çoğunlukla şu beş devreden ibaret olup, bundan fazla değildir: İlk devre; zafer ve maksatlara erişme, karşı koyanları kovma, devlet ve tahta sahip olma ve önceden hüküm sürmüş olanların elinden devleti çekerek alma aşamasıdır. Hükümdarın kavmini boyunduruğu altına alarak devleti kendi başına, onları karıştırmadan idare etmeye başladığı ve devletin idaresini paylaşmaktan ve ortaklaşmaktan onları uzaklaştırdığı ikinci devrede dahi asabiyet eskisi gibi korunur. Devlet başkanı bu devrede köleler edinmeye ve ihsanlarıyla adamlar besleyerek onları kendisine bağlamaya önem verir, bunların sayısını çoğaltır. Bundan maksadı devleti kendisiyle paylaşan ve devlette hükümdarın kendi hissesi nispetinde payları bulunan mensup olduğu uruğ ve boyları hakir düşürmektir. Üçüncü devre ise insanın tabiatıyla meylettiği devletin servet ve meyvelerinden faydalanmak, feragat ve rahatlık çağıdır. Hükümdar bu devrede büyük binalar, büyük köşkler, kaleler vs., büyük şehirler ve yüksek heykeller bina etmek ve kavimlerin eşrafından katına gelen heyet ve uruğların ileri gelenlerine bağışlarda, ehil ve müstahak olanlara ihsanlarda bulunmakla, ihsan ve terbiyesinde yetişenlerin ve maiyetinde bulunanların sayılarını çoğaltmakla, paralar vererek, derece ve rütbelerini yükseltmek suretiyle onların hallerini düzenlemek, askerleri teftiş edip önünden geçirmek ve tahsisatlarını çoğaltmakla meşguldürler. Dördüncü devre kanaat ve barışla yaşama çağı olup, hükümdarlar bu çağda kendilerinden önce gelip geçen hükümdarların eserlerini kendilerine örnek edip benzerleri olan hükümdarlarla barış üzere yaşarlar, onların izlerini karış karış kollayarak onların yolundan bir yana sapmazlar. Beşinci devre israf ve saçıp dağıtma çağıdır.[12]



İbn Haldun, bu durumu bütün açıklığı ile hiçbir izaha veya tefsire gerek bırakmadan şöyle tespit etmiştir; “Devletin başında bulunan kimse kendi akraba ve toplulukları olan kavminin ve kendisine arka olanların kuvvet ve yardımlarıyla devlet kurabilir. Bu devletin ilk devresidir. Devlet ikinci devresinde onları istibdadı altına alarak, hükümdar ululuğu ancak kendi şahsında topladıktan ve onları (akraba ve topluluklar) devlet işlerinde ortak olmaktan uzaklaştırdıktan sonra devleti kuran bu kişiler, hükümdarın düşmanı olurlar. Hükümdar bunların kuvvetini kırarak devlet idaresinden uzaklaştırmak için kendi neslinden olmayan yardımcılar aramağa mecbur olur. Gerçek şeref ve asaleti ancak asabiyet erbabına, yani arkalarında kendilerine yardım edecek kuvvet ve şevket sahibi uruğ ve akrabaları olanlara mahsustur. Arkalarında kudretli uruğ ve akrabaları olan şeref ve asalet sahipleri kendi kavimlerinden olmayanları kendi terbiye ve hizmetlerine kabul eder veyahut onlara yardım etmeyi ve himaye etmeyi üzerlerine alırlar, yahut esir ederek ve satın alarak onlara sahip olurlar, yahut azad ederek bunları kendilerine intisap ettirirler. Bu intisab edenlerin intisapları akrabalık yerini tutar. Mensup oldukları kişilere yardım ve arka olmak hususunda, sahiplerinin neseplerine mensup olanlar gibi sayılırlar”[13].



Osman Gazi dönemi ele alındığında Osmanlıların İbn Haldun’unun devreleri içinde birinci ve ikinci devre içerisinde geçişler gösteren bir yapı arz ettiği görülür. Aşamalar noktasında ise daha devletin kurulma noktasında akrabalık asabiyesinin öne çıktığı ancak Mıhal örneğinde görüldüğü üzere dışarıdan bazı girişlerin de olduğu görülür. Ancak bu noktanın bu ilk devrede dönüşüm adına bir bilgi olarak abartılmaması da gerekir. Bu dönemde Osman Gazi’nin İbn Haldun taksimine uygun olarak beyliği ailenin öbür üyeleriyle birlikte idare eder göründüğü herkesçe malumdur[14]. Bu noktada beylik daha kan ve akrabalık asabiyesine bağlı bir durumdaydı. Prof. Dr. Halil İnalcık’ın da işaret ettiği üzere devletin gelişme çağında kul sistemi vücuda gelmiş, nökerler bey kulları haline dönüşmüşlerdir[15] ki bu bizim vurgulamak sadedinde olduğumuz İbn Haldun’un üç aşamalı dönüşüm teorisini tabii bir gelişmesi ve devletin kendi çağı adına yaşadığı klasik dönüşümün beklenen gelişmesidir. Kaldı ki özellikle Timur tehlikesinin Anadolu’da baş gösterdiği dönemde bu asabiyet meselesi ve hazırlanan şecerelerin, Timurluların vassallıktan kurtulabilmeleri ve Osmanlı’yı Doğu’daki hanlıklara denk düşürüp onlar üzerine üstünlük kurmak niyetiyle kaleme alındıkları da kaydedilmektedir[16]. Ancak biz incelememizi Osman Gazi dönemine münhasır kıldığımızdan sonrası konusunda daha fazla bir inceleyeme girişmeyeceğiz. Burada Fuat Köprülü’nün aşiret karakteri dediği şeyin doğruluğu teorik bir zeminde tekrar ortaya konulmaktadır. Paul Wittek gibi tarihçilerin iddia ettiği sınır toplumu açıklaması tarihsel bağlamdan kopuk ve nev-zuhur bir yapıyı hatırlatır[17]. Zaten uc dediğimiz bölge Abbasilerden başlayarak zaman göre ilerleyerek yer değiştirmiştir. İlk başlarda Tarsus-Malatya-Erzurum çizgisi Osmanlıların ortaya çıktığı dönemde Denizli-Afyon-Ankara- Kastamonu bölgesine ilerlemiştir.[18] Bu sırada Osmanlılar İbn Haldun’un teorize ettiği sürecin bir aşamasını yaşamaktadır. Bu noktada bu toplumun yapısı ve içsel mekanizmasını tarihsel zeminde bu teorik bakış üzerinden daha rahat görebilmekteyiz. Aşıkpaşazade’nin, Osman Gazi’den bahsettiği ilk satırlarında babasının yerine layık görüldüğü yani devlet ve tahta sahip olduğu, zafer maksatlara erişme ile ilgili faaliyete girip etrafındaki kavimleri (Germiyanoğlu gibi) boyunduruğu altına almaya çalıştığını görüyoruz. Ayrıca İnegöl kâfirleri olarak kayıtlara geçen zümrenin ondan korkması da çevresine karşı geliştirdiği gücü gösterir. Bununla da kalmayıp onun gece gündüz avlanmaya başlayıp kendisi yanına hayli adam topladığı[19] kaydı da İbn Haldun’un verdiği birinci ve ikinci devrenin durumlarıyla mutabık görülmektedir. Onun Orhan Gazi’ye dediği “Bir de sana itaat edenleri hoş tut. Bir de nökerlere daima ihsan et ki senin ihsanın onun halinin tuzağıdır”[20] sözleri devletin birinci ve ikinci devresi arasında görülen Osman Gazi döneminde ihsanlarıyla adamlar besleyerek onları kendisine bağlamaya önem verir anlayışını destekleyen ve gösteren bir duruma işaret eder. Prof. Dr. Halil İnalcık tarafından gazileri etrafında toplayabilmenin tek yolu[21] olarak yorumlanan bu durum aslında devletin geçirdiği haller içinde hep vuku bulan bir tarihsel gelişmenin ve cari geleneğin yerine gelmesinden başka bir şey değildir. Ancak Osman Gazi henüz kurulmakta olan bir devletin beyi olduğunu da bilir ki bunu Kumral Abdal ile konuşmasındaki “Eğer Hak Teala beni padişahlığa eriştirtirse” sözlerinden anlıyoruz. Yani o bahsettiğimiz gibi daha kendi akraba ve topluluklarıyla hareket eden bir bey durumundadır ve bunu bilmektedir. Gaza fethi olarak tabir edilen hareketler Aşıkpaşazade tarihinde çokça geçmektedir ki bu zafer ve maksatlara erişmek noktasındaki faaliyeti açıklayan önemli bir bilgidir[22]. Ancak Karaca Hisar’ın fethinden sonra “Hanım! Sultandan izin gerektir” sözüne karşı “Bu şehri ben kılıcımla aldım. Bunda sultanın ne dahli var ki ondan izin alayım? Ona sultanlık veren Allah bana da gaza ile hanlık verdi”[23] sözleriyle karşılık vermesi Türkiye’nin fethi sırasında atabey, vali ya da uçbeyi olan zevatın nasıl bağımsız hareket etmeye başladığının da veciz bir örneğidir. Bunun ötesinde ilerleyen tarihlerde Osman Gazi de cari töreye uyarak tabi olan yerleri tımar erlerine[24] vermeye başlamıştır ki bu beylikten devlete dönüşümün Türkiye pratiğindeki örneklerinden birisidir. Osman Gazi’nin bu tavrı mevzi bir Oğuzculuktan ziyade İbn Haldun’un teorisindeki devlet zuhuruna dair bir durum gibi görünmektedir. Zira merkezden kopuş yeni bir devlet oluş bir uç beyi için önemli bir dönüşümü temsil eder. İlerleyen dönemlerde görüleceği üzere kan ve akrabalık asabiyetinin intisap asabiyetine dönüştüğü de görülecektir ki bu başka bir çalışmanın konusu olduğundan burada konuya bir temasla yetineceğiz.







Devletin Unsurları





İbn Haldun eserinde sadece devlet olma merhalelerinden bahsetmez, aynı zamandahükümdarlık müessesesinin gereklerini de net bir şekilde ortaya koyar:



…Hükümdarlık şerefli bir derece olup, kuvvetle talep edilir; koruma mecburiyetleri hâsıl olur. Bunlardan hiçbiri asabiyetsiz husule gelmez. Asabiyetler ise birbirinden farklıdır. Her asabiyet kendisine komşu olan diğer boy ve aşiretlere tahakküm eder. Bundan dolayı her asabiyet sahibi devlet kurarak hükümdar olamaz, ancak tebaayı kendisine boyun eğdiren, vergiler toplayan, elçiler gönderen ve sınırları koruyan hükümdar olabilir. Yurtta onun kuvvetinden üstün diğer bir kuvvet bulunmaz. Hükümdarlığın manası işte budur. Sınırları koruma, vergileri toplama ve delegeler gönderme gibi devletlere mahsus olan görevleri yapabilecek asabiyeti, yani kendisine arka olan kuvvet ve kudreti olmayan kimse tam manasıyla hükümdar değildir.[25]



“Osman Gazi sancak beyi olup ata bindi”[26] kaydı tebaanın Osman Gaziyi kabulünün bir ifadesi olarak görülebilir. Osman Gazi’nin önce reddetse de sonra pazardan iki akça vergi koyması[27] da töre mucibince devletinin unsurlarını kurmaya başlaması noktasında anlamlı bir durum oluşturmaktadır. Ayrıca eserin 11. babında “ve tekfurlar Osman Gazinün keremine hayran kaldılar” ifadesinden de yine bu kabulün izi net bir şekilde görülmektedir[28]. Bu arada Osman Gazi’nin son dönemlerinde Mıhal’ın Bursa tekfuruna gönderildiği görülür ki bu delegeler gönderme konusunda İbn Haldun’unun verdiği bilgilere karşılık gelmektedir.[29] Osman gazi döneminde artık bir ülkenin oluştuğu ve bunun sınırlarını koruyan bir gücün de varlığı herkesçe malumdur. Bu noktadan baktığımızda Osmanlılar Osman Gazi döneminde tebaası olan, vergiler toplayan, delegeler gönderen ve sınırları koruyan bir halde idiler. İbn Haldun teorisinden bakıldığında bir hükümdarlık karizmasının oluşmaya başladığı görülmektedir. Ancak çevrelerindeki tüm asabiyelere özellikle büyük güçlere boyun eğdirme noktasında henüz tam bir otorite sayılamayacakları da aşikârdır. Bütün bu unsurların varlığı bir Osman Gazi’nin kaynaklarda han gibi gösterilme çabasından ziyade devletin unsurları bakımdan teşekkülüne ima eder politik bir yazımı göstermektedir.



İbn Haldun üzerinden yapılan bir Âşıkpaşazade okumasının anlaşılacağı üzere bu eseri ve içeriğini menkıbevi bir tarzın ötesine taşıdığı görülecektir. Zira devletin unsurları bakımından metin deşifre edildiğinde pek çok anlamın satırların arasına serpiştirildiği açıktır. Türklerin Türkiye tarihi boyunca gerçekleştirdikleri faaliyet ve gelenekleri bu dönemde de kendisini gösterecektir. Gerek yeni bir devletin kuruluş mantığı, gerek devletin devreleri gerekse de devletin unsurları noktasında yapılan bir okuma İbn Haldun’un verdiği teorik bilginin ve soyut varoluşun Osmanlı pratiğinde adeta gerçeklik bulması gibidir. Fuat Köprülü gibi pek çok tarihçimizin de üzerine basarak ifade ettiği gibi Osmanlılar bir sürecin ve geleneğin oluşturduğu bir yapıdır. Bu noktada bu yapının analizi ve büyük tablo içerisinde Osmanlılara yapılacak bütüncül bir bakış devam eden kültürün nasıl gerçekliğe dönüştüğünü görmemizde faydalı olacaktır. Kuramsal düzeyde sağlam bir aracın pratik alanında çok önemli analiz imkânları vereceği açıktır.



Osmanlı Devleti’nin kuruluşu özelinde yaptığımız bu çalışma tarihimizin tümüne teşmil olunarak mülahaza olunmalı ve buna dair denemeler çoğalmalıdır. Ancak bu yolla tarihimizin hakikatini ve kodlarını gerçeğe en yakın halleriyle deşifre etme şansımız olabilir. Üzeri örtülmüş ve tarihi metinlerin arasında sıkışmış kalmış anlamlar belki de ancak bu yolla yeniden anlaşılır olabilecektir. Bu noktada bu çalışmayı Fuat Köprülü’nün şu tespitiyle bitirmek istiyoruz. “Ortaçağ’da, bütün yakın şark İslâm-Türk Dünyası büyük bir kültür çevresi teşkil eder; bu çevre içindeki muhtelif sâhalar, bâzı mahallî ayrılıklara rağmen, içtimaî ve siyasî müesseselerde büyük benzeyişler gösterir”[30].İbn Haldun’un rasyonel parametrelerle oluşturduğu tasnifi Köprülü’nün bu mülahazaları da göz önüne alınıp değerlendirildiğinde Osmanlı Devleti’nin kuruluşu özelinde yapılan kuramsal okuma denemesinin anlamı daha fazla tebarüz edecektir.

Ziyaret -> Toplam : 125,26 M - Bugn : 13667

ulkucudunya@ulkucudunya.com