Mukaddime’deki Bazı Kavram ve Olgular Çerçevesinde İbn Haldun’a Göre Türkler
Beyhan ZABUN 01 Ocak 1970
İslam dünyasının önemli düşünlerinden İbn Haldun(1332-1406), Mukaddime adlı ünlü eserinde birçok sosyal bilimin temel kavramlarını, problemlerini tartışmış ve çağının ilerisinde özgün fikirler ileri sürmüştür. Mukaddime, tarih, iktisat, siyaset vb. gibi birçok sosyal bilim için temel teşkil eden görüşler üzerine kuruludur. Eser aslında, İbn Haldun’un dünya tarihi üzerine yazdığı Kitab el-İber’in önsözü olarak yazılmıştır. İbn Haldun’u ve Mukaddime’yi önemli kılan yönü, İbn Haldun’un eserinde çağdaş anlamda bugünkü sosyolojinin temel kavram ve problemlerini yaşadığı dönemde tartışmış ve ortaya koymuş olmasıdır. Bu bakımdan İbn Haldun için sosyolojinin öncüsü denilebilir. Literatürde sosyolojinin kurucusu olarak bilinen Auguste Comte’dan yaklaşık beş asır önce İbn Haldun, bir bilim olarak tarihten farklılıklarını belirterek, İlm-i Umran’ı kurduğunu belirtmektedir. İbn Haldun, Mukaddime’de, Umran ilminin temel kavram ve problemlerini tarihsel örnekleri ile somutlaştırırken Türk tarihine de atıflar yaparak eserinde ele aldığı bazı kavram ve problemleri Türk tarihinden örneklerle ortaya koymakta ve çözümlemektedir.
Umran İlmi
İbn Haldun’un düşünce sisteminin merkezini, ilk defa kendisinin temellendirdiği umran ilmi oluşturur. Bu ilim, âlemin umranından ibaret olan insan toplumunu ve ona tabiatı gereği arız olan halleri, bu hallerin zorunlu sonuçlarından ibaret olan tarihi ve tarihin hakikatini konu edinmektedir.[1] İbn Haldun, kendisinin kurduğunu belirttiği umran ilminin tanımlarını çeşitli şekillerde yapmıştır: “Umran ihtiyaçların giderilmesi ve ünsiyet edilmesi maksadıyla şehirlere ya da köylere inmek ve yerleşmekten ibarettir. Zira geçinmek için yardımlaşmak insanların tabiatlarında mevcuttur” Aynı şekilde, “İnsanların toplum halinde yaşamaları zorunludur. Filozoflar bu hususu, “ İnsan tabiatı gereği medenidir” sözüyle dile getirirler. Bu söz, insan için toplum hayatı kaçınılmazdır anlamına gelir ki, onların dilinde bu şehirdir. Umranın anlamı da, işte budur.” İbn Haldun’un umran ilminin sınırları, bütün sosyal faaliyetleri ve kurumları, geçmişi ve bugünü içine alacak kadar geniştir.[2]
Umran ilminin, ele aldığı konu ve sorunları ile tarihle büyük bir benzerliği hatta özdeşliği olduğu düşünülebilir. Çünkü onun da konusu mülk, devlet, kazanç, sanatlar ve ilimlerdir. İbn Haldun, tarihsel ve toplumsal olanı, iç içe ele alarak birini diğerinin sonucu olarak, geçmişle hal arasındaki ilişkiyi kurmaktadır. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi İbn Haldun, yeni kurduğu ilmin tarihten farklı bir ilim olduğunu, bu farklılığın olguların ele alınış şekli ve yöntem farkından kaynaklandığını ayrıntılı olarak ortaya koymuştur.[3]
Hilmi Ziya Ülken’e göre İbn Haldun, tarihi bilgisiyle, gözlemlerine dayanarak toplumların kuruluşu, siyasi bünyesi ve yıkılışı hakkında bir teori meydana getirmiştir.[4] Fakat bu teori dünyanın tarihinden çok, bulunduğu devrin ve İslam dünyasının gözlemlerine dayanmaktadır. Ülken’le birlikte diğer araştırmacılar da, (Kozak, Uludağ, Fındıkoğlu[5] vb.) İbn Haldun’un bazı açıklamalarında dinsel unsurların önemine dikkat çekmektedirler. Örneğin, İbn Haldun hemen hiçbir görüş ileri sürmemiştir ki, onu, ilgili bir ayet, hadis veya İslam büyüklerinden birinin sözüyle desteklemesin.[6]
İbn Haldun, Türkleri, Süryaniler, Farslar, İsrailoğulları, Rumlar ve Frenklerle birlikte ele almıştır. Türklerle ilgili bilgilerini, Mısır gezisinden sonra Arap olmayanların tarihlerindeki eksikleri tamamlamak için doğu kaynaklarından yararlandığı ve sahip oldukları yerlerde Türklerin kurdukları devletlerle ilgili bilgi topladığını, oralarda öğrendiklerini kitabına eklediğini belirtmektedir.[7]
Coğrafya-İklim
İbn Haldun, insanın yapısının, yaşadığı yörenin coğrafi ve iklim şartlarından etkilendiğini belirtmektedir. Çok soğuk ve çok sıcak bölgelerde yaşayan insanların fizyolojik özellikleri ve kişilikleri birbirinden farklılık gösterir. Örneğin İbn Haldun’a göre, sıcak yörelerde yaşayan insanların davranışlarında ortaya çıkan hafiflik, insanların karakter özellikleri ile yaşadıkları iklim arasında bir ilişki olduğunu göstermektedir. İbn Haldun bu iddiasını, “Sudanlıların tabiatlarında umumiyetle hafiflik, kararsızlık, kaygısızlık, oyun ve eğlence düşkünlüğü görülür” şeklinde örneklendirmektedir.[8] İbn Haldun’un bu görüşlerinin bugün için bilimsel dayanakları sorgulanabilir, ancak bu tür teorilere, İbn Haldun’dan sonra düşünce tarihinde birçok coğrafyacı ekolde ve temsilcilerinde de rastlanmaktadır.
İbn Haldun’a göre umranın gerçekleşmesinin en önemli şartı uygun doğal bir çevrenin olmasıdır. Hayata uygun, doğal bir çevre olmadan, hayatın ortaya çıkması ve devamı mümkün değildir. Çevrenin yaşanabilirliğinin ölçütleri ve özellikleri umranın ortaya çıkacağı bölgenin niteliği üzerinde doğrudan belirleyicidir. İbn Haldun, dünyayı her biri birbirinden farklı özellikler gösteren yedi iklim bölgesine ayırmıştır. Bu bölgeler coğrafi özellikleri itibariyle birbirinden ayrılır ve bu özellikler bu bölgelerde yaşayan toplumların, kurulan medeniyetlerin olumlu ya da olumsuz özelliklerini belirler.
İbn Haldun, Orta Asya Türk topluluklarının üçüncü iklim bölgesinde yaşadıklarını, sayıca çok olduklarını ve hayvancılıkla uğraştıklarını, Müslüman olmaya başladıklarını, Müslüman olanların, olmayanları Müslüman yapmak için savaştıklarını belirtmektedir.[9] Dördüncü iklim bölgesinin beşinci kısmı olarak Anadolu (Bilad-ı Rum)coğrafyasını işaret ederek burada Türklerin yaşadığını ve sultanlarının İbn Osman olduğunu belirtmektedir.[10]
İbn Haldun’un açıklamalarında orta kuşak üç, dört ve beşinci iklim bölgelerinde yaşayan kavimlerin, Türkler de dâhil olmak üzere, Müslüman ya da Hıristiyan olmaları, bu doğrultuda gelişmiş medeniyetler ortaya koymaları, yaşanılan coğrafyanın ve iklimin özeliğidir.[11] İbn Haldun, bu bölgenin coğrafi konumundan bahsederken, İstanbul’u özellikle imar ve şehirleşme bakımından büyük binalar ve muazzam eserler olduğuna işaret ederek anlatmıştır. Osmanlıların yaşadığı bölge olarak Bursa’nın bu iklim bölgesinde yer aldığını vurgulamıştır.[12]
İbn Haldun, coğrafya ve yaşam şeklini merkeze alarak yaptığı yerleşik ve göçebe toplum sınıflamasında Türkleri iki farklı şekilde değerlendirmiştir. Örneğin, bozkırda ve sahrada yaşayan Türkler ve Türkmenleri yiyecek ve diğer ihtiyaçlarını karşılamak için saldırgan topluluklar olarak belirtirken, şehirde yaşayan Türkleri daha farklı değerlendirmiştir.[13] Bu karşılaştırmayı göçebelik ya da şehirde yaşamak bakımından diğer toplumlar için de yapmıştır: “İnsanların sanatlardan en uzak olanı Araplardır. Şehirleşmiş Çin, Hind, Türk ve Hristiyan toplumlarda sanatlar, çeşit çeşit el sanatları gelişmiştir. Yün, deri işleme, ağaç işleme gibi”.[14] Buradaki “Arap” ifadesi, millet olarak Arapları değil, genel anlamda göçebe yaşayan bedevi toplulukları ifade etmektedir.[15]
İbn Haldun’un siyaset felsefesinin temelini, devletin oluşumu ve onu etkileyen unsurlar oluşturur. İbn Haldun bu konudaki görüşlerini tarihten aldığı örneklerle geliştirmektedir. Bu noktada “asabiyet” ve “mülk” temel kavramlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
İbn Haldun, devletin ortaya çıkması süreciyle böyle bir fenomenin ortaya çıkması sonucunda oluşan durumu ve yeni durumları birbirinden ayırır. Devletin ortaya çıkması için bazı ön şartların gerçekleşmesi gerekir. Bunların ortaya çıkmasında bireylerin herhangi bir rolü yoktur. Toplum hayatı, insanların bir arada yaşamasını sağlayıcı, yasakçı hükümetin ortaya çıkması doğal bir olaydır. Toplumsal hayat, kendi doğasının gereği mülk ve devlet denilen aşamaya ulaşır. Devlet belli bir süre sonra ortadan kalkarken, genellikle varlık alanı yok olmaz. Onun yerine başka bir devlet veya devletler geçer. Bir devletin ortaya çıkmasıyla mevcut devletten başka bir devletin ortaya çıkması ana hatlarıyla birbirine benzemekle birlikte birbirinden farklı yönleri de vardır.
İbn Haldun’a göre devletin gücü ve sınırı onu kuran asabiyetin gücü ile doğru orantılıdır. Asabiyet gücü doğal bir kuvvettir. Her devletin dayandığı asabiyetin ulaşabileceği doğal bir sınırı vardır ve devlet bu sınırı aşamaz. Aynı şekilde devleti taşıyan asabiyetin gücü, onun dünyayı imar eden eserlerinin büyüklüğünü de belirler. Devlet, hâkimiyeti altına aldığı bölgelerin hepsini aynı derecede güçlü olarak savunamaz. Merkezden uzaklaştıkça savunma gücü azalır. Bu azalma bir noktaya ulaştığında etrafındaki diğer güçleri hâkimiyeti altına alamayacak hale gelir. Devletin doğal sınırı, hâkimiyeti altında bulundurduğu ve savunabileceği son noktadadır. Bu sınır, devletin gücündeki değişmeye bağlı olarak genişler veya daralır.[16]
İbn Haldun’un siyaset felsefesinin iki eksen kavramı olarak asabiyet ve mülk, tarihsel seyir içinde devletlerin kuruluş dinamikleri, motivasyonları; kurulma, güçlenme, dağılma süreçleri için birbiri ile etkileşim halinde iki olgudur. Asabiyet, sosyal-psikolojik bir motivasyonken mülkün oluşumu ve dönüşümü, tarihin akışı içinde doğal bir gerçekliktir. İbn Haldun’un bu kavramlara Türkler üzerinden de örnek verdiği ve özellikle Selçuklular üzerinden çözümlemeler yaptığı görülmektedir.
Asabiyet
İbn Haldun’un devlete ilişkin düşüncelerinin temel dayanaklarından birisi “Asabiyet”tir. İbn Haldun, “Asabiyet bağları sayesinde kuvvet ve kudret kazanarak yükselmenin sonucu devlet kurmak olduğuna dair” başlıklı 17. fasılda asabiyeti: “Düşmanların saldırısından korunmak ve saldıranları kovmak ve servet kazanmak için kişilerin bir araya toplanması” şeklinde tanımlamaktadır.[17]
İbn Haldun’a göre bir uyruğun içinde çeşitli soylar, boylar ve dallar bulunduğu taktirde idare ve hakimiyeti ele geçirmek ve elde tutabilmek için bu soy ve boyların hepsinden daha kuvvetli bir asabiyete ihtiyaçları vardır. Bu kuvvetli boy, diğer soy ve boyları kendi idaresi altına alır ve bunları büyük bir asabiyet haline getirir. Asabiyetin sonuç ve gayesi devlet kurmaktır.[18]
İbn Haldun devletin kuruluşunu güce ve gücün kaynağını asabiyete dayandırıyorsa da devletin istikrarını ve gelişip genişlemesini sağlamada bu faktörleri yeterli görmemektedir. Ona göre devlet, esas itibariyle asabiyetler için dünyevi bir nimet ve gaye olduğundan kaçınılmaz bir biçimde rekabet ve ihtilaf duygularının kaynağı olmaya devam edecektir.[19]
Mülk ve Devletin Geçirdiği Aşamalar
İbn Haldun’a göre mülk kendi doğasında olanı gerçekleştirir. Mülkün doğasında, İbn Haldun’un özellikle belirttiği noktalardan biri, iktidarın ortak kabul etmediğidir. İbn Haldun’a göre mülk, tabiatının gerektirdiği şeyleri gerçekleştirdiği zaman olgunluk çağına ulaşmış ve yavaş yavaş yaşlanmaya başlanmış demektir. Çünkü imkânlar gerçekleştikten sonra unsurlar varlık sebeplerini yitirir. Varlık sebebini yitiren herhangi bir şey varlığını da yitirir. Asabiyet devlete, devlette istikrara kavuştuğu zaman varlık sebebini gerçekleştirmiş olur.
İbn Haldun’a göre devletler, zafer ve maksatlara erişme, karşı koyanları kovma bakımından birinci evre, hükümdarın kavmini egemenliği altına aldığı ikinci evre, insanın doğası gereği eğilim gösterdiği, devletin servet ve imkânlarından yararlandığı rahatlık çağı olarak üçüncü evre, kanaat ve barışla yaşama çağı olarak dördüncü evre ve israf, saçıp dağıtma çağı ve devletin tedavisi mümkün olmayan hastalığa tutulduğu ve büsbütün yıkıldığı beşinci evre olmak üzere beş aşamadan geçerler.[20]
İbn Haldun[21], devletlerin geçirdiği aşamaları, sistematik olarak incelerken Selçukluların ortaya çıkışını özellikle ele almış ve açıklamıştır: İbn Haldun’a göre asabiyetin giderek ulaştığı son nokta mülktür. Abbasi içindeki Türklerin durumu da aynı şekildedir. Arap asabiyeti, Halife Mutasım zamanında bozulmuştur. Bu tarihten itibaren onların hâkimiyetleri sadece Acem’den, Türk’den, Selçuklulardan ve daha başkalarından olanlara dayanmaktadır. Zaman içinde iktidarlarının sonu gelmiş, iktidar yıkılmış, bunlardan sonra Selçuklular mülke sahip olmuşlardır. İbn Haldun bu durumu Selçuklular için, “İzzetlerini kuvvetlendirenler ve mülkü kuranlar hanedanı ele geçirdiler”, “Herkes onların hükmü altına girdi. Daha sonra, onların da hükmü kalmadı, hâkimiyetleri yıkıldı.” şeklinde ifade etmektedir. Dil ve edebiyatın bir toplumda gelişmesinin, korunmasının önemine değinirken de, Emevi ve Abbasi döneminde Arap hâkimiyetinin dağılmasından sonra mülke sahip olanların dilinin de egemen olduğunu vurgulamıştır. İbn Haldun, bu dönemin Selçuklular dönemi olduğunu belirtmektedir.[22]
İbn Haldun, Selçukluların ortaya çıkışını Halife Memun zamanındaki bir müneccime gönderme yaparak şu şekilde de ele almıştır: Müneccime göre, kuzeydoğudan Türkler zuhur edecek, Suriye-Fırat havzasına hâkim olacaklar, ileride Rum illerine malik olacaklardır. İbn Haldun’a göre bu Türkler, Selçuklulardır.[23] Bir müneccimin söyledikleri üzerinden yapılan bu tür bir açıklama, İbn Haldun metodolojisine uygun olmamakla birlikte, kendi öngörüleri ile bir çıkarım yaptığı anlaşılmaktadır.
İbn Haldun, Selçukluların yıkılışını umran ilmindeki tarihsel-toplumsal dinamiklerle açıklamaktadır. Hanedanlıkların ihtiyarlama döneminde mülkün büyümesi ve hanedan üyelerinin mülk üzerindeki emellerinin değişmesi, belirli bir refaha ulaşılmasından kaynaklanan ataletle devletin yıkılması kaçınılmazdır. Bu aşamada hanedanlık sınırlarının önce haddine kadar genişlemesi, sonra devletin yok olma vaktine kadar daralması süreci devam eder.[24] Abbasilerden sonra Arap ve Acem Irak’ının tamamında egemen olan Selçuklular da bu devreyi tamamladıktan sonra onların da hanedanlıkları bölünmüş ve parçalanmıştır.[25]
İbn Haldun, asabiyetin gücünü, mülkün ve devletin devamlılığı bakımından Mısır’daki Türk hükümdarları ile örneklendirmektedir. İbn Haldun’un Mısır’daki Türk devlet örgütlenmesini ayrıntılı olarak incelediği görülmektedir. Başta kudretli bir yöneticinin olduğunu, halk arasında kanunların uygulandığını belirtmektedir. Türk devleti, ucunda büyük bir tuğ olan bayrak kullanmaktadır. Buna, Saliş veya Çetr denilmektedir. Ayrıca hakanların başları üstünde tutulan bir sancak daha vardır. Bu, sultanlık şiarıdır. İbn Haldun, devlet görevlilerinin, dönemin kendi şartlarında örgütlenmiş bürokrasiyi, hazineyi nasıl yönettiklerini, çalışma esaslarını, ücretlerini, törenleri ayrıntılı olarak incelemiştir. Türklerin defter tutma, muhasebe ve vergi toplama işlerini ise Mısırlılara devrettiklerini belirtmektedir. Türk devletinde, güvenlik teşkilatının başında vali bulunmaktadır ve güvenlik görevi, Türkler ve daha önce devlet sahibi olan Eyyubilerin neslinden gelenler tarafından yürütülmektedir.[26]
İbn Haldun, Mısır’daki Türk hanedanlığında el sanatlarının geliştiğini fakat bu sanatları Türklerin yapmadığını ancak bilim ve medeniyetin geliştiğini, buna yöneticilerin öncülük ettiğini belirtmektedir.[27] Bunun gerekçesini ise sultanın, mülkün kendisinden sonra gelenler tarafından talan edilmemesi için vakıflara dönüştürülmesini ve bu vakıflara bağlı bilim kurumlarının açılmasıyla ilişkilendirmektedir.[28]
Sonuç
İbn Haldun, Mukaddime’de ele aldığı bazı kavram ve olguları Türk tarihinden verdiği örneklerle somutlaştırmıştır. Türkler, Mukaddime’de diğer Arap-İslam toplulukları ile karşılaştırıldığında daha az yer almaktadır ancak bu doğal bir sonuç olarak değerlendirilmelidir. İbn Haldun’un yaşadığı coğrafya ve dönem, Türk tarihi ile çok fazla kesişmemektedir. Türklerle ilgili bilgilerini toplamada tarih metodu bakımından eksikliklerin olduğu, kendi açıklamalarından da anlaşılmaktadır. Ayrıca genel olarak Türk tarihi ile ilgili bütüncül bir bakış açısına sahip olmadığı görülmektedir. Yaşadığı döneme paralel olarak, Türklerden verdiği örnekler, bu noktada Türklere ilişkin bilgilerinin sınırlı olduğunu ortaya koymaktadır. İbn Haldun, Orta Asya’da yaşayan ve sonra yerleşik hayata geçen Türkleri iki farklı şekilde ele almış ve değerlendirmiştir. Bu değerlendirmeler İbn Haldun’un önemli iki temel kavramı olan hadari(yerleşik) ve bedevi(göçebe) ölçütlerine göre yapılmıştır. Sahrada ve bozkırda yaşayan göçebe Türkleri, yiyeceklerini temin etmek için saldırgan ve savaşçı olarak nitelerken, yerleşik Türkleri bilimde, sanatta, el sanatlarında ilerlemiş topluluklar olarak değerlendirmiştir. Türklerin yaşadığı iklim bölgelerini anlatırken, üçüncü iklim bölgesindeki Orta Asya Türk topluluklarının Müslümanlığı kabul etme ve daha sonra yayma faaliyetlerini incelemiştir. Kuruluş sürecinde Osmanlı Devleti’nin Bursa’daki durumuna kısaca değinmiştir. Henüz fethedilmemiş olmakla birlikte İstanbul’un iklimine, şehirleşmesine, fiziki yapısına, binalara ve sanat eserlerine de değinmiştir. İbn Haldun, yaşadığı dönem ve coğrafya bakımından Selçukluları ve Mısır’da kurulan Türk devletlerini daha ayrıntılı ele almıştır. Selçukluları, yaşadıkları coğrafya, yerleşik hayatları, hayat tarzları, asabiyetleri, devlet kurmaları, teşkilatlanmaları, genişlemeleri, güçlenmeleri ve dağılmaları sürecinde, Arap ve Farslarla karşılaştırarak ele almıştır. Bu karşılaştırmada Türklerin güçlü bir asabiyete ve devlet kurma, teşkilatlanma yeteneğine sahip olduklarını belirtmiştir. Mısır’da kurulan Türk devletlerini de, devlet teşkilatı, toplumsal yapı, asabiyet, hayat tarzı, el sanatları vb. açılardan ele almış ve incelemiştir.