« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

11 May

2020

DR. MEHMET NİYAZİ ÖZDEMİR İLE `MİLLET VE MİLLİYETÇİLİK` ÜZERİNE MÜLÂKAT

01 Ocak 1970

Sayın Oğuz ÇETİNOĞLU ve Sayın Mehmet Şâdi POLAT, Dr. Mehmet Niyazi ÖZDEMİR Hocamız ile gündemdeki yerini hiç kaybetmeyen "Millet ve Milliyetçilik" üzerine konuştular. Türk fikîr hayâtı bakımından belge niteliğindeki bu uzun ve kapsamlı mülâkatın bu hafta üçüncü bölümünü yayımlıyoruz...
http://aydinlarocagi.org/tag/m-sadi-polat/#.V_UDdPmDzX4


*****

–Milliyetçilik çok kullanılan bir kavram. Öyle görünüyor ki bu kavrama, herkes farklı bir anlam yüklüyor. İşin doğrusunu sizden öğrenebilir miyiz?

Mehmed Niyazi: Milliyetçilik denince hepimiz bir şeyler anlıyoruz. Tarif edilmek istenince, konu karmaşık bir hal alıyor. Kimileri ‘Milletini sevmek’, ‘Milletini kalkındırmak’ gibi hususlarla açıklamaya çalışıyor. Hâlbuki kimin kimi ne kadar sevdiğini ölçmek mümkün değildir. Herkes ‘Milletini kalkındırmak’ ister; ‘Milliyetçi’ demeye ne gerek var?’ Diyenler var. Bazıları da milliyetçiliği, ‘Kitlelerin millet olma çabalarında rehber edindikleri prensiplerin siyasî doktrin hâline gelmesi’ diye tarif ediyorlar. Kitleler millet olduktan sonra milliyetçiliğin durumu ne olacaktır?

Eski Başbakanlarımızdan Recep Peker bir yerde milliyetçiliği şöyle ifâde ediyor: ‘Batı Türkleri bu çöküntü içinde, kanının arılığını korudu ve sakladı. Dünyaya kahramanlık gösteren Osmanlı Ordusu’nun yüksekliği, devlet idaresinin kötülüğüne rağmen, bu orduları yaratan asil Türk ulusunun kanındaki yücelikten geliyordu.’ İkinci Dünya Savaşı sona erince, yeryüzünde esen ırkçılık rüzgârları da dindi. Bu kere Peker’in milliyetçiliğinin ırk temeline dayanmadığını görüyoruz: ‘Irkçılık gayreti gütmeyen medenî bir milliyetçilik anlayışı şuurlarımıza hâkim olmalıdır. Irkçı milliyetçilik tamamen antidemokratiktir. Kendini üstün ırk sayan milliyetçi zihniyetin esiri olanlar bütün başkalarını hor görür ve onlara hakaretle bakarlar.’ Demek ki siyâsîlerin milliyetçilik görüşünde dünyânın şartları rol oynamaktadır.

Kanaatimce işin doğrusu şudur: Milliyetçilik milletini sevmekle başlar; ama milletini sevmekle noktalanmaz. İnsanlığı oluşturan birimler vardır; ırk, ümmet, millet, boy gibi. Bir de insanı diğer canlılardan ayıran sâhip olduğu medeniyettir. Medeniyet ilerledikçe de insanın tabiata hâkimiyeti artar. Eğer siz bu medeniyeti ortaya çıkaran muharrik birime ümmet diyorsanız, siz ümmetçisiniz; ırk diyorsanız, ırkçısınız; boy diyorsanız, boycusunuz; millettir diyorsanız, milliyetçisiniz. Şahsen ben kendimi milliyetçi olarak tanımlıyor, onu da şöyle izah ediyorum. Mesela İngilizler târihî tekâmülünü bir adada gerçekleştirmişlerdir. İngilizler de insandır; ihtiyaçları sonsuzdur; onların imkânları kıtalara göre çok sınırlıdır. İşte İngilizler bu sonsuz ihtiyaçlarını, adanın sınırlı imkânlarıyla karşılamak durumunda kalmışlardır. İngilizler, bir eşyadan, emekten en fazla nasıl yararlanabiliriz, diye kafa yormuşlardır. Bundan da modern iktisat ilmi doğmuştur. İlimlerin çoğunda milletlerin özelliklerini gördüğüm için, kendimi milliyetçi diye tanımlıyorum.

–Irk kelimesi millet kelimesini karşılar mı?

Mehmed Niyazi: Karşılamaz; İngilizleri ele aldığımızdan dolayı onunla devam edelim. İngilizler Saksonya’dan, yâni Almanya’nın Frankfurt havalisinden gelmişler; kuzeyden inen kavimlerle karışarak Anglosaksonları, yâni farklı bir milleti meydana getirmişlerdir. Sonra ırklar bölünürler değişik coğrafyalarda, dinlerde ap-ayrı milletler hâline gelirler. Dünyada pek çok millet olmasına rağmen, dört ırk olduğunu sosyoloji kitaplarında okuyoruz.

–Milletleri ayıran özellikler ne ifâde ediyor?

Mehmed Niyazi: Bâzı milletler analizci, bâzı milletler sentezcidir. Hindistan’da bâzı milletler metafizik âlemde yaşarlar; Amerikalılar gibi kimisi pragmatist, yâni faydacı olurlar.

–Milletimizin özellikleri nelerdir?

Mehmed Niyazi: Biz devlete çok önem veren bir milletiz. Onsuz yaşayamıyoruz. Meselâ Yahudiler iki bin yıl devletsiz yaşamışlardır; fakat bizim nerede devletimiz yıkılmışsa, bir süre sonra da milletimizin orada silindiğine şahit oluyoruz.

–Devletçi olmamızın sebebi nedir?

Mehmed Niyazi: Kader bizi Çin’in dizi dibinde târih sahnesine çıkardı; aramızda büyük nüfus farkı vardı. İmkân bulduk Çin’e saldırdık, zoru görünce bozkıra çekildik. İkincisi ise Orta Asya’nın az yağış almasıydı; Geçimimiz ağırlıkla hayvancılığa dayandığı için devamlı yağmur damlalarını kovalıyorduk. Bu iki sebep bizi göçebeliğe zorluyordu. Göçebe hayat son derece zordur. 500 bin kişinin baskında dağılıp gitmemesi için ciddî bir organizasyona ihtiyaç duyulur. İşte bu organizasyon devlettir. Düşman görününce beş dakika zarfında çadırları yıkmakta, eli silah tutanları öldürmekte, hayvanları, kadınları, çocukları alıp götürmektedir. Eli silah tutanlar ne yapacaklarsa, işte bu beş dakikanın içinde yapmalıdırlar. Bunun için eli silah tutan devletle bütünleşmelidirler. Sonra Batıya yöneldik; Elhamdülillâh Müslüman olduk; bu defa da kalabalık Hıristiyan dünyasıyla karşı karşıya geldik; bu da bizi devletimize sarılmaya zorladı.

–Şartlarla birlikte tedbirler de değişti mi?

Mehmet Niyazi: Kalabalık bir düşmanla karşı karşıya gelmemiz bizi devlet konusunda dikkatli olmaya zorlamıştır. ‘Allah devlete, millete zeval vermesin’ şeklindeki dua bu dikkatin ürünüdür. Çünkü devletsizliğin bir kaos olduğunu, devletsizliğin bizi başkalarının ayağının altına düşüreceğini ümmî olan insanlar tarafından dahi bilinmesi millî şuurun halk arasında nasıl yayıldığını göstermektedir. Elbette tedbirler de değişti; çünkü her çağın, her coğrafyanın başka tedbire ihtiyacı vardır.

–Devlet, milliyetçiliğimizin bir cephesini oluşturuyor, diyorsunuz.

Mehmed Niyazi: Milliyetçilik, her şeyden önce milletinin bekasını düşünmektir. Az önce devletsiz yaşayamadığımızı söyledim. Buna dair meselâ Halep’in durumu canlı bir örnektir. 1920’lerde Halep bir Türk şehriydi. Bugün Halep’te % 10 Türk yaşıyorsa çok iyidir. Devletimiz aradan çekildiği için, milletimiz de yaşama imkânını yitirmiştir. Milletine hayat veren asıl kaynağı, bir Türk milliyetçisi nasıl ihmal edebilir?

–Devlet anlayışımızı belirleyebilir misiniz?

Mehmed Niyazi: Devletimizin gövdesi Orta Asya bozkırlarında vukuatın yumruğu ile yoğrularak, çağlar içinde boy atarak oluşmuştur. Müslüman olunca da bu gövdenin rûhu Mekke ve Medîne’den gelmiştir. İslâmiyet devlete şekil getirmemiştir. Bâzı kamu hukukçuları bunu eksiklik olarak değerlendirmişlerdir. Fakat kamu hukûku geliştikçe buradaki suskunluğun hikmeti anlaşılmıştır. Vahyin mantığında bütün insanlığa hitâb etmek vardır. Ekvator’da yaşayan insanlarla, kutuplarda yaşayan insanların devletten bekledikleri farklıdır. Dünün insanıyla, bu günün insanı da devletten başka şeyler beklerler. Bir başka söyleyişle şekil zaman ve coğrafyaya dayanmaz. Bunun için İslâmiyet devlete, kuvvetin kanunla toplanması, adalet, emânetin ehline verilmesi, istişâre, sosyal dayanışma gibi esaslar getirmiştir. Müslümanlar bu esasları ihtiva etmek kaydıyla, zamâna ve coğrafyaya göre devletlerini teşkilatlandırabilirler.

–Geçmiş devletlerimizde demokrasinin bulunmamasını eksiklik olarak değerlendiriyorlar. Katılır mısınız?

Mehmed Niyazi: Hayır; İslâm devleti istişâreyi emretmektedir. Bu demektir ki, İslâm devleti despotizme kapalıdır. Fakat bu demek değildir ki, illâ demokratik olacak. Demokrasi kitle iletişim araçlarının devreye girmesiyle ortaya çıkabilen bir sistemdir. Kanûnî’nin ölüm haberi, Kilis’in bir köyünde altı ay sonra duyulan bir ortamda demokrasi olabilir mi? Vatandaşın devlet yönetiminden, dünyâ şartlarından haberdar olduğu bir dünyâda demokrasi olabilir. Sonra İslâmiyet illâ demokrasiyi emrediyor, demek de doğru değildir. Evet, bugün için insan onuruna en yakışan sistem demokrasi görünmektedir. Fakat iki yüz yıl sonra bugünkü demokrasi hantal yapıya dönüşebilir. İslâm’ın emrettiği esaslar, bünyesinde bulundurmak kaydıyla, İslâm devleti krallık, meşrûtiyet, cumhûriyet veya bir başka şekilde olabilir.

Osmanlıyı değerlendirirken o günün şartlarına göre bu işi yapmalıyız. Meselâ 16. Yüzyıldaki Avrupa’nın en büyük devletini ele alarak Osmanlı ile mukayese ederek hükmümüzü vermeliyiz. Fakat biz Osmanlı Târihi’ne bir Meksikalı kadar yabancıyız.

–Resmî târih her şeyi yazdırmıyor mu demek istiyorsunuz?

Mehmed Niyazi: Resmî târih daha çok günümüzün olaylarını analiz ederken karşımıza çıkıyor. Oysa daha önceki târihlerimiz de gerçeği yansıtmıyor. Hammer, Zirkeisen, Yorga yazmış; Biz de onların yazdıklarını muhakeme süzgecinden geçirmeden bilgiçlik taslayarak aynen naklediyoruz. Bu zihin tembelliğinden başka bir şey değildir. Buna dair yüzlerce örnek verebilirim. Fakat şimdilik bir tane ile yetinmek istiyorum. Celâli isyanlarında orantısız güç kullanan Murad Paşa, Alevî Türkmen çocuklarını kuyulara doldurduğu için ‘Kuyucu’ olarak adlandırılmıştır. Târihçilerimiz, Başbakanlarımız, Cumhurbaşkanlarımız acımasızlığa örnek verirken ‘Kuyucu Murad Paşa gibi gaddar’ diyorlar. Hâlbuki Murad Paşa’nın ‘Kuyucu’ lâkabı Celâli isyanlarındaki tutumundan değildi. Celâli isyanlarından on beş yıl önce İran cephesinde savaşırken bir gülle atına isâbet eder; atı sürçerek yere serilirken Murad Paşa da kuyuya düşer. Söz konusu lâkabı O’na buradan gelir. Târih bir milletin hâfızasıdır. Eğer bir milletin hâfızası doğru teşekkül etmemişse, o millet ne kendini, ne de ecdâdını tanır; ne geçmişini, ne gününü, ne de geleceğini tanır. Dolayısı ile milliyetçilik de yapamaz.

–Türkler târih yaparlar ama yazmazlar mı?

Mehmed Niyazi: Bu sorunuzun cevâbını Montesquieu’ya bırakıyorum. ‘İran Mektupları’ adındaki ünlü kitabının seksen ikinci mektubu aynen şöyledir:

‘Bütün milletler içinde sevgili Usbek, gerek ihtişam, gerek fütûhat azameti îtibâriyle Türkleri geçebilecek bir millet olamaz. Bu millet cihanın hakîki hâkimidir. Sanki diğer milletler bunlara hizmet için cihana gelmişlerdir. Düşün, öyle bir millet ki, yeryüzünde hem imparatorluklar kurmuşlar, hem de kurulmuş imparatorlukları silip süpürmüşlerdir. Her devirde kudret ve sadvetlerinin derin izlerini dünyâya vermişler, târihin bütün çağlarında milletlerin felâket ve musîbetleri de kendileri olmuşlardır.

Tatarlar iki defa Çin’i fetih ve istîlâ etmişler ve hâlen de hâkimiyetleri altında tutmaktadırlar.

Moğol İmparatorluğu’nu teşkil eden geniş sahaları da idareleri altına almış bulunuyorlar. İran’ın mutlak hâkimi olarak, Cyrus ve Güstap’ın tahtına kurulan da onlardır. Türk adı ile Avrupa, Asya ve Afrika’da muazzam fütûhatlar başardılar ve böylece cihanın bu üç kıtasına hâkim oldular.

Ve daha eski zamanlara gidecek olursak, eski Roma İmparatorluğunu yıkan hemen hemen bütün milletler de bunlardan çıkmıştır.

Bir Cengiz Han’ın kurduğu imparatorluğun yanında, acaba Büyük İskender’in fütûhatı da azamet îtibâriyle ne mânâ taşıyacaktır?

Bu muazzam milletin eksik tek tarafı, sadece bu kadar azamet ve ihtişâmın hâtıralarını tescil edecek târih yazarları yetiştirmemiş olmasıdır…’

Osmanlı târihimizi kaleme alan Hammer kimdir? 1529 yılında Viyana’yı Kânûnî’ye karşı savunan Albay Hammer’in torununun evinde büyümüş, onun soyadını taşıyan bir Avusturyalıdır. Kendi koyu bir Katolik, koyu bir Germendir. Bir milletin târihini yazmak, ancak o milletin vicdanına nüfuz etmekle mümkündür. O milletin vicdânına da o milletin dînini, mezhebini, meşrebini, telâkkisini bilmekle kabildir. Dolayısıyla Hammer’in yazmış olduğu târih, bizim târihimizin bel kemiğini teşkil ediyorsa, bunda yüzlerce hata bulmak normaldir.

– Misal vermek mümkün mü?

Mehmed Niyazi: Hammer ve takipçileri Mimar Sinan’ın Ermeni olduğunu söylerler: ‘Mimar Sinan gerçekten büyük bir insan; Türk kültürü böyle bir dâhi yetiştiremez; O’nu bir yere yamamak lâzımdır. Ermeniler taş yontmada üstaddırlar; öyleyse ‘devşirme olan Mimar Sinan Ermeni kökenlidir.’

Târihe yalan söyletmek son derece zordur; gerçek bir taraftan mutlaka uç verir. Devşirmelik İmâm-ı Şâfî Hazretleri’nin bir içtihadına dayanmaktadır. Ona göre;

‘Eğer bir kavim İslâmiyet hâsıl olmadan önce semâvî bir dine girmişse, o kavim herhangi bir şekilde İslâm devletiyle bütünleştiği takdirde, o kavmin kazanılmış (mübtesep) hakkı vardır. İslâm devleti hiçbir şart koşmadan onlara zımnîlik, yâni vatandaşlık hakkı vermek mecburiyetindedir.’

Eğer bir kavim İslâmiyet nâzil olduktan sonra bir başka semâvî dine girmişse, ‘hak gelmiş bâtıl zail olmuştur’ hükmünce bu kavme İslâm devleti zımnîlik hakkı vermek için şart koşabilir. İşte bu şart hakkına dayanarak devşirmelik gün ışığına çıkmıştır. Mimar Sinan Ermeni ise devşirilmesi mümkün değildir; çünkü Ermeniler, Rumlar, Yahudiler İslâmiyet nâzil olmadan dinlerine girmişlerdir. Devşirme Bulgarlardan, Sırplardan, Hırvatlardan yani İslâmiyet nazil olduktan sonra bir başka dine girmiş olanlardan yapılır. Bilindiği üzere Bulgarlar, Sırplar, Hırvatlar onuncu yüzyıllara doğru, yâni İslâmiyet nâzil olduktan sonra Hıristiyan olmuşlardır. Kanıtlarının biri de Babasının adının Abdülmennan, bir başka söyleyişle ihtida edenlere verilen adlardan biri olan Abdülmennan’a dayandırılıyor. Her Abdullah, Abdülmennan adını taşıyan ihtida mı etmiştir? Fakat dedesinin adı Yusuf Doğandır. ‘Doğan’ Türklere has bir addır. Bunu nereye koyacağız? Buna bir cevap yok.

– Ecdâdımızı tanımıyor, dolayısıyla sevmiyoruz, demek mi istiyoruz?

Mehmed Niyazi: Bırakın sevmeyi, bizden başka ecdâdına küfreden bir millet var mı?

¦ Dil ve millet ilişkisinden söz eder misiniz?

Mehmed Niyazi: Millet için en önemli üç unsur; dil, din ve târih. Bir milletin kültür ve medeniyetinin bütün vasıflarını dilinde görürüz. Dili zenginleştiren, onu derinleştiren, soyutlaştıran dindir. Meselâ biz ‘bardağı masaya koydum’ deriz; fakat onlar dik mi, yatık mı koyduklarını anlatan kelimelere sâhipler. Maddenin bütün kombinezonlarını rahatça izah ederler. Fakat iş mânâya, soyutluğa yöneldikçe dilleri ciddî bir şekilde kısırlaşır. Dayı, amca aynı ‘onkel’ kelimesidir; sonra da annemin kardeşi onkel, babamın kardeşi onkel derler. Bir milletin dili, o milletin kültürünü, mâzisini, değerlerini yansıtır; kelimeler roman, şiir, hikâye gibi anlatı sanatlarının ilmekleridir. Dil nesilleri birbirine bağlayan en önemli unsurdur. ‘Devletimiz’ demiyorum; saygımdan dolayı dilim varmıyor; fakat resmî makamlar, bilhassa okullar dilimizi katletmek için sanki görevliler. Buna bir örnek vermek isterim. Almanya’daki Yahudi asıllı bilim adamlarının bâzılarını Nazi döneminde biz almıştık. Uzun yıllar ülkemizde hizmet veren Fritz Neumark ülkesine dönmüş, hâfızam beni yanıltmıyorsa, 1963 yılında misafir olarak tekrar gelmişti. Hocalık yaptığı İktisat Fakültesi’nde konferans verecek. Salona girdiğimde yaşlı bir adam fasih bir Türkçe ile konuşuyordu. Zannettim ki bu adam bizden, daha sonra Neumark konuşacak. Meğer dinlediğim Neumark imiş. Konuşmasını bitirdikten sonra genç bir asistan O’na bir şey sordu. Dedi ki; ‘Evladım, ben on sene önce ülkenizden ayrıldım. Ben on sene evvelki dilinizi biliyorum. O dilde bana hitâb ederseniz, sorunuzu anlar ve belki cevap verebilirim. Ne dediğinizi anlamadım.’ Biz içinde yaşadığımızdan dilimizdeki değişimi fark etmiyoruz. Fakat dilimizi bilip de dışarıda yaşayan dilimizdeki değişimi hemen fark ediyor; hattâ anlayamaz hâle geliyor. Bu tavır bizi sâdece zamandan koparmadı; coğrafyadan da kopardı. Belki tirajları düşüktür ama İstanbul’da yayımlanan bir gazete Taşkent’te, Semerkant’ta, Balkanlar’da okunuyordu. Oralarda basılanlar da İstanbul’da, İzmir’de okunuyordu. Belgrat’dan Çin Seddi’ne kadar Türkçe konuşulurdu. Bütün bunları kaybettik.

¦ Neden?

Mehmed Niyazi: Kompleksten veya devrim cinnetinden. İzninizle bu konuya dair bir örnek vermek istiyorum. Köln Üniversitesinin kantininde Türkolog bir Almanla konuşuyorduk. ‘Anlamadığım bir şey var’ diyerek söze başladı. ‘Ford firmasında 11 bin Alman işçisi çalışıyordu; günde 9 bin araba üretiyordu. Siz Türkler geldiniz; 9 bin işçiyle günde 11 bin arabayı üretmeye başladınız. Edindiğim bilgiye göre de fabrikada herhangi bir teknolojik gelişme yok; eskiden ne ise aynı makine parkı devam ediyor. Ustabaşılardan veya yetkililerden endişe ederek çalışıyorlar desem, bu tespit doğru değil. Çünkü 30 yıldan beri aynı çalışkanlığı sürdürüyorsunuz. Demek ki çalışkan olmak aslî özelliğiniz. Niçin fakirsiniz?’ Diye sordu.

¦ Ne cevap verdiniz?

Mehmed Niyazi: Balkan, Birinci Dünya Harbi, Millî Mücâdele dinamik nüfusumuzu alıp götürdü.

Bu cevabımın yeterli bulunmadığını belirtmek için:

– Biz Almanlar da savaşlardan geliyoruz. Birinci Dünya Savaşında beraberdik; üstelik İkinci Dünya Savaşında daha çok kayıp verdik.

Dediği doğru idi; fakat bizi savunmak istiyordum.

– Milliyetçi bir milletiz. Milletimizin hislerine hitap edebilen iktidarlar sâyesinde çok çabuk kalkınacağız.

Güldü ve dedi ki:

– Siz milliyetçi bir millet değilsiniz; kusura bakma, ama hasta, kompleksli bir milletsiniz.

Çok incindiğimi fark edince, onu bu düşünceye getiren sebebi söylemenin ihtiyacını duydu.

– Her millet dilinden diğer dillere kelime vermek ister. Bu o dilin büyüklüğüne işarettir. Dünyada hiçbir büyük dil yoktur ki ‘Paşa’ kelimesi o dile girmemiş olsun. Meselâ Almanya’da ağırbaşlı, oturup kalkmasını bilen insanlara Paşa gibi ‘Wie ein Pascha’ derler. Bin yıllık târihinizde yer alan bu kelime özbeöz Türkçedir. Orta Asya’da ağabeye ‘aga’ derler; bugün de Anadolu’da ‘aga’ derler. Ama birden çok aga varsa, en büyüğüne ‘Baş aga’ derler. Zamanla bu ‘Baş aga’ kelimesi ‘Paşa’ ya dönüşmüş. Askerî, sivil bir rütbe olmuş. Anadolu’da ‘Paşaeli’, ‘Paşakapısı’ gibi çok değişik yerlere isim olarak verilmiştir. Paşa unvanlı dünyaya mâlolmuş pek çok büyük kumandan yetiştirdiniz; Meselâ ‘Gazi Osman Paşa’; Paşa unvanını kullanmadan ondan söz edemezsiniz. ‘Paşa’ kelimesini attınız, onun yerine ‘General’i aldınız. Sizin medeniyetiniz İslâmiyet’e dayandığı için hümanist özelliğe sahiptir. Dolayısıyla sizin medeniyetinizde önemli olan insandır. Rütbeler, statüler sadece belirlemek için söz konusu olduğundan, addan sonra gelir. Meselâ ‘İsmet Paşa’; ‘Hüseyin Efendi’, ‘Ali Bey’ gibi. Hâlbuki ‘General’ kelimesi sınıflar medeniyetinin ürünüdür. Bu medeniyette rütbeler insandan önemlidir; önce gelir; meselâ Eisenhower… Eisenhower’in general olması, insan olmasından âdetâ önemlidir. Kendi kelimeniz Paşayı attınız; Generali aldınız; tabii onun günışığına çıktığı medeniyetteki şekline uygun kullanmak mecburiyetinde kaldınız. ‘Cemal General’ diyemediniz, ‘General Cemal’ demek mecburiyetinde kaldınız. Sadece dilinizi değil, hümanist olan medeniyetinizi de yaraladınız. Kompleksinizi tatminden başka ne kazandınız?


¦ Ne cevap verdiniz?

Mehmed Niyazi: Ne cevap verebilirdim. Bir mâzeret söyledim; müsaade isteyip kalktım.

¦ Dil çok önemli diyorsunuz.

Mehmed Niyazi: Üzerinde hassasiyetle durulacak kadar çok önemlidir. Çünkü canlı bir organizma gibidir. Sizi temin ederim ki, hiç kimse sonradan öğrendiği bir dili ana dili kadar bilmez. Yemin ederek söylüyorum; 1936 yılında Türkçemize tercüme edilmiş devlet felsefesiyle ilgili bir kitabı okumak istedim; Her paragrafta en az yirmi kelime için lügate baktım. 1802’de Almanya’da basılmış devlet felsefesiyle alâkalı kitabı lügatsız okudum. Medeniyet birikimdir. Dede torununu anlamaz duruma geldi. Böyle bir millet yaşar mı? Ayrıca yaşasa ne olur?

¦ Din Konusu?

Mehmed Niyazi: Milliyetçiliğin temel faktörlerinden biri dindir. Hayatın iki kaynağı vardır; Biri ilim, diğeri dindir. İlim cemiyette medeniyeti; din kültürü oluşturur. İnsanın tabiatla mücâdelesinde biricik yardımcısı ilimdir; ilim milletlerin güç kaynağıdır. İlimde geri kalan milletlerin, milletler arasında yarışması, ancak dünya dengelerinde ihtiyaç duyulmasıyla mümkündür. Hayat, ancak dinle anlam kazanır; bunun için sanatın, kültür unsurlarının temelinde metafiziği buluruz. Dostoyevski koyu bir Ortodoks olmasaydı Kramazov kardeşleri yazamazdı. Rembrant inanmış bir Katolik olmasaydı ‘Hazreti İsa hastalara şifa dağıtıyor’ ‘Hazreti İsa ölüleri diriltiyor’ gibi tabloları yapamazdı. Mimar Sinan iliklerine kadar Müslüman olmasaydı, Selimiye’yi, Süleymaniye’yi yapamazdı. İlim bizde beyin, din bizde vicdan oluşturur. İlim bize güç verir, din bize sorumluluk kazandırır. İlmin ve dînin fonksiyonlarını îfa edebilmeleri ancak bilinmeleriyle mümkündür.

¦ Bilmiyor muyuz?

Mehmed Niyazi: Maalesef bilmiyoruz. Günümüzün rakamları hâfızamda yok; fakat 1989 târihli rakamlar hâfızamda kalmış; oranın pek değiştiğini zannetmiyorum. 1989 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde kaleme alınan ilmî makale sayısı 202.681’dir; Almanların ürettikleri makale sayısı ise 72.159 dur. Bizim yazdığımız ilmî makale sayısı ise sâdece 684’dür. Tabii aradaki kalite farkı hakkında bir şey söylemek istemiyorum; onu siz hayal edersiniz. İlim yanımız böyle; dînimizi de bilmiyoruz. Gençliğim İslâmcı olarak nitelendirilen çevrelerde geçti. İslâm’ın kavgasını yapan büyük insanların yakınlarında bulundum; Yazdıklarını okumayı en büyük görev bildim. Adını vermek istemiyorum; ömrünü İslâm’ı anlatmaya vermiş bir büyüğümüz; sık sık ‘İslâm’da hürriyet yok; İslâm’da nizam, hak ve adalet var; sorumsuz eşekler ancak hür olur.’ Derdi. Biz de bunu böyle biliyorduk. Bir seminere iştirak etmek mecburiyetindeydim; Almanca kitapların çoğunlukta olduğu bir kütüphanede çalışıyordum. Bir itikadımı izninizle itiraf etmek istiyorum; müsteşriklerin İslâm adına yazdıklarına inanmam. Bir insan İslâmiyet’in rûhuna vâkıf olmuşsa, onun Müslüman olacağından şüphe etmem. Müslüman olmamışsa, İslâmiyet’i anlamamış demektir. Böyle bir insanın bana bir şey anlatabileceğine ihtimal vermediğim için yazdıklarına inanmam. Kütüphanede çalışırken yorulmuştum; kitaplara bakarken Richard Hartman’ın ‘İslâm Dini’ adındaki kitabı gözüme ilişti. ‘Bu nasipsiz ne yazmış’ diye kitabı elime alıp açtım. ‘İslâm’da Amme Hürriyetleri’ başlığıyla karşılaştım; ‘İslâm’da hürriyet yok’ hükmü nereden çıkarılmış düşüncesiyle okumaya başladım. Şöyle diyor: “Kurân-ı Kerim’deki Âraf sûresinin 171 – 172 âyeti şöyle nâzil olmuştur. ‘Ben sizin rabbiniz değil miyim?’ İslâmiyet’te Allah haktır – mutlaktır. Dileseydi ‘Ben sizin rabbinizim’ derdi; mesele biterdi. Demediğine göre evet veya hayır’ı yarattığı kula bırakmıştır. Bu da İslâm’da hürriyetin ilâhi olduğunu gösterir. Devlet bunu sınırlandıramaz; vatandaşın hürriyetine riayet etmek, başkalarını riayet ettirmekle mükelleftir.

Bu olaydan sonra İslâmiyet’le ilgili eserleri okumak ihtiyacını duydum. İzin verirseniz eğer, bu konuda dikkatimi çeken bir hususu belirtmek istiyorum. Son iki yüz yıllık fikir hayatımızın omurgasını İslâm devleti oluşturmaktadır. Bir kısmımız diyor ki, İslâm devletini terk ettik; devletimizi, milletimizi vicdanımızdan kopardık; bu durum felâketlerimizin kaynağı oldu. Bir kısmımız da; İslâm devletinden çıkmazsak, çağa ayak uyduramayız; çağ dışında kalır, kesinlikle yok oluruz. Fakat İslâm devletinin ne olduğuna dair ciddî bir makale daha yazılmamıştır. Ya gözü kara bir şekilde methetme, ya da kötüleme. İslâmiyet’e dair ciddî, ilmî bir eser yazılmadığı için, kendimce İslâm târihinden İslâm devletinin nasıl olması lâzım geldiğini çıkarmaya çalışıyordum. Bâzı konuların içinden çıkamıyordum. Bayezıd Camii’nin emekli imamı genellikle ikindi namazına geliyordu; ben de oradaki kütüphanede çalışıyordum. Gidip ona sordum. Bir gün bana şöyle dedi: ‘Oğlum senin soruların boyumu aşıyor. Müftülerin tekâmül kursları var; oraya gitsen sorularına daha doğru cevap alırsın.’ Sorum şuydu: Hz. Ali belli bir süre Hz. Ebûbekir Hazretlerine biat etmemiş. Bu sürenin bir hafta, bir ay, altı ay olduğunu söyleyen var. Ama sen bana biat etmedin diye Hz. Ali’nin kafası kesilmemiş; Demek ki devlet başkanına biat etmeden de bir Müslüman, İslâm devletinde yaşayabiliyor. Acaba biat eden Müslüman ile biat etmeyen Müslüman arasında amme hizmetine katılmak bakımından aralarında bir fark var mıdır? Bunu sorduğum tekâmül kursundaki yetkili yumruğunu masaya vurup kızarak; ‘Hak geldi, Bâtıl zâil oldu.’ Onunla bir şey konuşulamayacağını anlayınca, kayıtları toplayıp çıktım.


¦ Seküler görüş mensupları din olgusunun yerine vicdan kavramını koruyorlar. Bu doğru mu veya yeterli mi?

Mehmed Niyazi: Vicdan din olgusundan beslenir. Sosyal bilimlerin, devletin, yasaların dinle, yâni vicdanla çok yakın ilişkisi vardır. Bir insan milletinin sosyal bünyesiyle, yasalarıyla, devletiyle ilgili araştırma yapacaksa, dînini bilmek mecburiyetindedir. Tabii vicdânının analizi dînini bilmekle mümkündür.

¦ Irk insanlarda değil, hayvanlarda aranan bir özellik olmalı. Arap atı, montofon ineği, kurt köpeği, çoban köpeği gibi. İnsanlarda ırktan gelen özelliği olup olmadığı konusu, genetik mühendisliğin konusudur. Sosyolojinin değil ancak, enternasyonalistler, beynelmilelciler, millî olan her şeye karşı çıktıkları için milliyetçiliğe de karşı çıkıyorlar ve milliyetçileri ırkçı diye suçluyorlar. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Mehmed Niyazi: Soruyu öyle güzel formüle ettiniz ki, vereceğim cevâbı da ihtiva ediyor. Irkçılıkla, milliyetçilik kesinlikle farklı kavramlardır. Buyurduğunuz gibi biri zoolojinin, diğeri sosyolojinin konusudur.

¦ Milliyetçilik, milletinin târihini bilmektir, demiştiniz. Bu konuyu açar mısınız?

Mehmed Niyazi: Târih sâdece geçmişi öğrenmek değildir. Târih hâlin analizini yapabilme, geleceği de inşa etmek ilmidir. Konuşmamızın başında bizim târihimizin câhili olduğumuzu söylemiştim. Sosyal sıkıntılarımızın pek çoğunun buradan kaynaklandığını zannediyorum. Bir öğretim üyemiz Saray Bosna taraflarına gitmiş; Orada ‘Gora’ adında bir Türk Boyu bulunduğunu televizyonda ballandıra ballandıra anlattı. Hunların en büyük boyu Gor’lardır. Fatih Sultan Mehmed’in hocalarından birisi de Molla Gürani’dir; Gor olan yâni Gorani’dir. Gorların, Kürtler olduğunu İbni Haldun’un eserleri ve birçok çok değişik kaynaklarda okuyoruz.

¦ Kürtler hakkında farklı ve derin bilgilere sâhip olduğunuzu biliyoruz. Okuyucularımız için lütfeder misiniz?

Mehmed Niyazi: Benim Kürtler hakkındaki düşüncem aktüel görüşlerden farklıdır. Daha önce şöyle özetlemiştim; burada tekrarlamayı da faydalı buluyorum. Milletin tayininde iki etken önemli rol oynar; birisi psikolojik, diğeri sosyolojiktir. Bir insan kendisini bir milletten sayıyorsa, sosyolojik bakımdan ait olup olmadığına bakılmaksızın, o insanın o millete ait olduğu kabul edilir. Napolyon kesinlikle Fransız değildir; Korsikalıdır. Büyük bir ihtimalle İtalyan veya Arap asıllıdır. Ama kendini Fransız kabul etmiş, ömrünü Fransa’ya vermiştir. Kimsenin ona, ‘Sen Fransız değilsin’ demeye hakkı olmadığı gibi, belki de ondan daha büyük bir Fransız gelip geçmemiştir. Stalin de aslen Rus değildir, fakat kendisini Rus ka­bul etmiş, ömrünü inandığı şekilde Rus milletinin emrine vermiştir. Oğuz Han’ın torunu, ‘Ben Türk değilim’ diyorsa, hiç kimse ‘Sen Türksün’ diye onu zorlayamaz. Ama genellikle psikolojik boyut, yâni aidi­yet şuuru sosyolojik boyuta bağlı oluyor.

Hiç kimsenin de Kürtlerin milliyetini tâyin etmeye hakkı yoktur; kendileri hakkında kararı kendileri verirler. Başkaları ancak tarihleri, sosyal yapıları ve benzeri hususlarda araştırma yapabilirler.

Bugün Kürtlerin menşei hakkında iki teori vardır. Şeref Han-ı Bitlisi, Şerefnamesi’nde büyük ölçüde köklerinin Asyatik (Turanî) ol­duğunu, Buğduz soyundan geldiklerini daha 1590’lı yıllarda belirtmesi­ne rağmen, bazıları da Anadolu’nun yerli halkı olduklarını ileri sürmektedirler. Eğer Kürtler, Anadolu’nun yerli halkı iseler, geçmişte Hı­ristiyan olmaları gerekirdi; çünkü Bizans’ın bünyesinde Hıristiyanlardan başka bir dinî topluluğun yaşamadığı dönemleri biliyoruz. Millet­çe bir dinden diğer bir dine geçmek kolay değildir. Ne kadar gayret edilse, benimsedikleri yeni dinle yasaklanmayan, eski dinden kalan ba­zı hususlar devam ediyor. Meselâ Türkler bin yıldan fazla bir zaman­dan beri Müslüman’dırlar; fakat bazı gruplar su içtikleri pınarların ba­şına bez bağlamak gibi Şâmanlıktan kalma bazı âdetleri yaşatıyorlar. Bin beş yüz yıldan daha eski dönemden beri Hıristiyan olan Almanla­rın hayatında putperestlik devirlerinden kalma figürlere rastlanmakta­dır. Çoğaltabileceğimiz bu örneklerin ışığında rahatça şu hükme vara­biliriz: Kürtler geçmişte Hıristiyan olsalardı, günümüzde de bazı Hıristiyanî adetleri müşâhede edilirdi. Ne dikkat çekicidir ki, bir tane Hıristiyanî adetlerine şâhit olamıyoruz. Oysa Orta Asya’nın dışına taşmayan Şâmanlığa dair adetlerine rastlıyoruz. Kızını evlendiren aile, başı­na kırmızı bir bez (vâlâ) bağlar. (Bunun anlamı, ciğer paremi sana kur­ban veriyorum; bundan sonra canı, namusu dâhil, her şeyi sana aittir.) Ev halkı, hısım ve akrabaları cenazenin arkasından sayha atarlar, hâtı­ralarını dile getirirler ve sesli sesli ağlarlar. Cenaze çıkan evde birkaç gün yemek pişirilmez; komşuların ikramıyla yetinilir… Bunların hepsi Şamanî adetlerdir. Anadolu’da yaşayan yaşlı Kürtler, bugün dahi Orta Asya’da Türklerin kullandıkları hayvan takvimi ile mevsimleri değer­lendirirler.

Kürtçede eski Türkçe (Türkmence)den pek çok kelime bulun­duğunu Petersburg Akademisi’nin yayımladığı Kürtçe-Rusca-Almanca Lügatte görüyoruz. Kürtçeyi oluşturan 8307 kelimenin menşe dağılımı şöyledir: Pehlevice (eski) 370, Zinda 1240, Ermenice 220, Arapça (ye­ni dil) 2000, Farsça (yeni dil) 1030, Çerkezce (eski) 60, Gürcüce (eski dil) 20, Güldani 108, Türkçe (eski Türkmence) 3080, Kürtçe (asıl) 300’dür. (Dr. Fritz. Kürtlerin Tarihi, çev. Sinan Şanlıer, İstanbul. S. 15.)

Orta-Asya’da kullandıkları bazı kelimeleri Anadolu’da Türkler unutmuşlar, ama Kürtler kullanmaktadırlar. Meselâ kızının evleneceği aileden çeyiz karşılığı alınan paraya Anadolu’da Türkler ‘başlık para­sı’ veya ‘süt parası’ derler. Orta Asya’daki Türkler ve Anadolu’daki Kürtler bunu ‘kaling’ kelimesiyle ifâde ederler. Benzer örnekler daha pek çok verilebileceği gibi, ‘kızım’ karşılığında Macarlar ve Kürtler ay­nı ‘geçim’ kelimesini kullanırlar. Macarlarla Kürtlerin daha pek çok ortak kelimeleri vardır. Macaristan’ı kuran boyların biri de ‘Tuna Kürtleri’dir. Tarihten ne Kürtlerin Macaristan’a, ne de Macarların, Kürtlerin yaşadıkları bölgelere sefer yapmadıklarını biliyoruz. Bu müş­terek kelimeler ve ‘Tuna Kürtleri’ Macaristan’a Orta Asya’dan başka nerden gelmiş olabilirler?

Bazı isimler, bazı milletlere hastır; meselâ Kürşad, Timur, Yağ­mur gibi adlar Türklere aittir, ama aynı adları Kürtlerin de kullandığı­nı, bu adlarda beylerinin olduğunu Emir Şerefhan’ın yazdığı ‘Şerefname‘den ve Dr. Fritz’in kaleme aldığı, ‘Kürtlerin Tarihi’ isimli kitabından öğreniyo­ruz. Cengiz’in ‘Kürt’ adında ünlü bir paşası bulunduğunu gene Dr. Fritz aynı kitabında belirtiyor. Nasıl ki Anadolu’da Günhan, Kayıhan gibi Türk boylarına adlarını veren Oğuz Han’ın torunlarının adları ço­cuklara veriliyorsa, Orta Asya’da ‘Kürt’ de ad olarak kullanılmakta idi. Oğuz Han’ın yirmi dört torunundan birinin adı ‘Kürt’ olduğu eski kaynaklarda mevcuttur; zaten ona izafeten sulbünden geldiğine inanılan boya ‘Kürt’ denmiştir.

Kürtlere Türkler ‘Kürt’ diyordu ve bu ad diğer dillere Türk­çeden geçmiştir. Kürtler kendilerini ‘Kırmanç’ olarak adlandırırlar. Kırmaç eski Türkçede ‘yay’ demektir. Eski Türk kültüründe boylar kendilerini yay ve oka benzettiklerini, okun yaya tâbi olduğunu biliyo­ruz. Eski Türk kültüründeki bu figürü benimsemeleri ve yaşatmaları, kendileri Orta Asya’da kullanılan bir kelimeyle adlandırmaları bize ciddi ipuçları vermiyor mu?

Türkler parça parça daha önce de Anadolu’ya gelmişlerdi; ama son dönemlerde büyük bir zaferle girişleri Malazgirt Savaşı iledir. Kürtler Anadolu’nun yerli halkı ise, Malazgirt Savaşı’ndan önce tama­mının Anadolu’da bulunmaları gerekirdi. Hâlbuki Sultan Alparslan’ın gazi ordusunun on altı bininin Kürt olduğunu biliyoruz. Yenisey Abi­deleri ‘Ey Kürt Beyleri, Alp Urungu’ diye başladığı gibi ünlü İbni Hal­dun Mukaddimesi’nde uzun uzun Kürtlerden (O, ‘Gori’ diyor; Şerefnâme’de de Gorilerin Kürt oldukları belirtiliyor) bahsediyor. İbni Haldun’un kullandığı ‘Gor’ tabiri de bizi Kürtlerin aslına götürüyor. Tarihten öğrendiğimize göre ‘Gor’lar Hunların bir koludur; ‘i’nde mensubiyeti ifâde edince, Kürtlerin Hunlardan geldiğini anlıyoruz. İbni Haldun da ‘Tûrânî bir kavim’ olduklarım belirttikten sonra (Afga­nistan’ın kuzeyinde misafirleri olmuş) kaldığı beğlerinin çadırını ayrın­tılarına kadar anlatılıyor. İdris-i Bitlisi Hazretleri de Kürtlerin Turanî olduğunu belirtiyor.

Bazı araştırmacılar (Sayın İsmail Beşikçi gibi) Kürtlerin ataları­nın Gutiler olduğunu yazmaktadırlar. Herhalde iddiaları sâdece isim benzerliğindeki fonetige dayanmaktadır. Ama ne dikkat çekicidir ki, Gutilerin uzmanı Benno Landberg’e göre Sümerleri çökerten Gutiler de Türk asıllıdır. Gutilerin menşelerine dair bir başka iddia da ileriye sürülmemektedir.

Yakın dönemde yapılan araştırmalardan sonra Kürtlerin menşei, ata yurtları hakkında fazla tartışmalı husus kalmamasına rağmen, za­manla ayrı kimlik kazandıkları, dillerinin ayrı oluştuğu, dolayısıyla Tu­ranî olan bu kavmin Türklerden ayrı bir millet hâline geldiği savunulu­yor.

Fakat bilimin ve olayların ışığında meseleye bakınca, bu iddianın da doğru olmadığına kaniyiz. Kimliğin din, tarih, coğrafya gibi üç ana unsuru vardır. Türklerle Kürtler, ayrı menşelerden gelseler dahi bin yıldan beri Kürtlerin hayat akışlarının nasıl bir seyir takip ettiğini açık bir şekilde biliyoruz. Bin yıldan beri Türkler ve Kürtler aynı dini, aynı tarihi, aynı coğrafyayı paylaşıyorlar. Kimliklerinin unsurları bir olduğu gibi, kimliklerin görüldükleri mabetleri, mezarlıkları da aynıdır; evli­lik, cenaze törenleri ve hayatta önemli kabul edilen diğer zamanlarda­ki seromonileri birbirinden farksızdır. Yani Türklerin kimliği ne ise, Kürtlerin kimliği de odur. Müslüman olan Araplarla Türklerin hem mâbetleri, hem de mâbeddeki tavırları farklıdır. Meselâ Şam’daki Emeviye Camii ile Selimiye Camii’nin mimarisi bir değildir. Güney Doğu’daki bir Kürt köyündeki cami ile Edirne’nin bir köyündeki cami mimarî bakımdan aynıdır. Araplar yazın serin camilerde istirahat ederler, uyurlar; ama ne Türkler, ne de Kürtler camilerde istirahat et­mezler, uyumazlar. Camilerde istirahat etmek, uyumak belki İslâmiyet’e aykırı değildir, fakat Kürtlerin ve Türklerin edep anlayışlarına aykı­rıdır. Arab’ın mezarlığı ile Türk’ün ve Kürt’ün mezarlıkları farklıdır. Türk ile Kürdün mezarlıklarını ise birbirinden ayırmaya imkân yoktur. Farklı milletlerden evlilikleri, o milletlerin arasındaki anlaşmazlıklar genellikle etkiler. Jivkov Bulgaristan’da Türklerin adlarını değiştirme­ye kalkınca, Türklerle Bulgarların evlenip, kurdukları ailelerin çoğun­luğu boşanmayla sona erdi. Uzun zamandan beri Türk kimliği ile Kürt kimliğinin ayrılığı çeşitli çevrelerde söyleniyor, gazeteler ve der­gilerde yazılıyor, kitaplar yayımlanıyor. Bugüne kadar daha Türk ile Kürdün evliliğiyle kurulan ailelerden herhangi birisi tarafından millet ayrılığına dayanılarak, boşanma dâvâsının açılmaması, bütün bu kimlik iddialarının sun’î olduğunu göstermektedir.

Türklerin ve Kürtlerin farklı menşelerden geldiklerine kimlikle­rin değil, dillerinin ayrı olmasının delâlet ettiği ileri sürülmektedir. Her dil, diğer dilden kelime alır; ama kendine mahsus orijinalitesi bu­lunan dillerde rakamlar, renkler, yemek ve içmek gibi fiiller kendileri­ne aittir. Kürtçede bunları göremiyoruz. Bulgarca ve benzeri kırma dillerde de rakamların, ana kelimelerin başka dillerden alındığını bili­yoruz. Çünkü o dillerin de kendilerine mahsus kökleri yoktur. Hıristi­yanlığın Ortodoks mezhebini benimseyen Bulgarlarla Türklerin menşe birliği kesindir; fakat dilleri farklılaşmıştır. Demek ki dillerin farklılığı, menşelerin farklılığına delâlet etmez.

Büyük Selçuklular zamanında, devlet kayıtları kısa bir süre Arap­ça, sonra Farsça tutulmuştur. Farsça konuşup yazan bürokratların dinî hayatları Arapça düzenleniyordu. Evlerde de Türkçe konuşuluyor­du. Farklı üç dilden oluşan kırma bir dil teşekkül etmişti. Bu dilin ko­nuşulduğu bölgelere bakarsak, bu üç milletin kesiştiği noktalarda yo­ğunlaştığını müşâhede ederiz. (Günümüzde televizyon, radyo, gazete, dergi, kitap yaygınlaşmasına rağmen Almanya’da yaşayan yabancı işçi­lerin dillerine yüzlerce kelime girmesi de buna güzel bir örnektir.)

Sonra bazı Kürt aşiretleri Türkçe konuşmaya başlamışlar; bazıla­rı da Türkçeyi bırakıp, Kürtçe konuşmayı tercih etmişler. Meselâ Targuş, Avşar aşiretleri Oğuz boyuna mensup olmalarına rağmen Kürtçe konuşmaktadırlar. Urfa’da en kalabalık aşiretlerden biri Karakeçili’dir; Osmanlı da Karakeçilidir. Urfa’daki Kürtçe, Söğüt’teki Türkçe konuş­maktadır. Çünkü dil farkına rağmen, birbirlerini ayrı milletten görme­dikleri için rahatça birbirlerinin dillerini benimsiyorlardı.

On beşinci yüzyıldan itibaren arşiv geleneği oluşmaya başlamış­tır. Buralarda Kürt-Türk tâbirleri öylesine iç içe girmişlerdir ki, Türk­men Kürtleri ve Kürt Türkmenleri tâbirlerine rastlanılmaktadır. Dünyada hiçbir millet, hiçbir sosyal grup saf olmadığı gibi Türk­ler de, Kürtler de saf değildir. Nasıl diğer Türk boylarından gelip de Kürtleşen olmuşsa, Belücüstlerden Kürtleşen de olmuştur. Aralarında Mervani kökenli olanlar da vardır.

1990’lı yıllara kadar Avrupa’nın çeşitli üniversitelerinde Kürtle­rin tarihi, sosyal yapısı, dili hakkında dokuz yüz civarında doktora tezi yapılmıştır. Bu tezlerin % 93’den fazlasının Rus ve Ermeniler tarafın­dan yapılması bizlere ışık tutmaktadır. Akdeniz’e inmek isteyen Sovyet Rusya, önünde duvar misali duran Türkiye’yi parçalamak için her yolu deniyordu. Ermenilerin Doğu Anadolu’ya dair iddiaları herkesçe bi­linmektedir. Sovyet Rusya çatırdamaya başlayınca, rahat bir nefes alan Avrupa ülkeleri Orta Doğu’ya yerleşmenin hesabını yapmaya başladılar. Önlerinde en büyük engel Türkiye idi. Tehir edilmiş mesele kabul ettikleri Türkiye’ye dair hesaplarını bu kere onlar öne çıkardılar.

Dünyanın ünlü ansiklopedileri kabul edilen La Rausse, Britanniea, Broekhaus’a bakınca da Türk-Kürt ayırımının politik olduğunu gö­rürüz. Bu ansiklopedilerin 1950 yıllarına kadarki baskılarında Kürtle­rin ya Turanî bir kavim yahut da Türklerin bir boyu olduğunu okuyo­ruz. Fakat daha sonraki baskılarında ayrı bir millet oldukları yazılmış. Bu da Türklerin boyculuğundan batılı milletlerin yararlanmak istedik­lerini göstermektedir. Bunun sebebi gayet açıktır, 1768-1774 Sava­şı’nda Rusya’ya yenilince Küçük Kaynarca Andlaşması’yla Kırım ve çevresini Rusya’ya, Eflâk ve Boğdan’ı, Avusturya’ya bırakmak mecbu­riyetinde kaldık. Bizim yerimize İngiltere’nin karşısına süper güç Rus­ya oldu. O zamandan beri iki süper güç Hıristiyan’dır. Dünyayı diledik­leri şekilde yönetiyorlar.

‘Süper güç olacağım’ demekle süper güç olunmaz. Bu önce nü­fus ve coğrafya meselesidir. Sonra da milletin mantalitesi, sosyal psi­kolojisi, tarihî birikimi müsait ve çağın bilimlerine sahip, onları hayatı­na yansıtmış olmalıdır. İslâm âlemi göz önüne getirilince, bu şartların pek çoğu sadece Türkiye’de müşâhede edilmektedir. Onun da nüfusu, coğrafî bütünlüğü, ilim seviyesi buna elverişli değildir. Üniversiteleri, yüksek okulları, ilim insanları gerekli gayreti gösterirse, ilmî geriliğini gidermesi mümkündür. Nüfus ve coğrafyadaki eksikliğini Türk dünya­sı ve İslâm âlemiyle ilişkilerini iyi ayarlamakla giderebilir. Bunun da biricik şartı mevcut çekirdeği muhafaza etmektir. Türkiye bölünürse, doğuda kalan parçası hiçbir işe yaramaz hâle gelir. Oralardaki kıraç dağların arasında yaşayan insanlar çağdan iyice koparlar. Batısı da Av­rupa’ya yamanır. Böylece süper güç olmak imkânını ebediyen kaybe­der. Hıristiyan âlemi de kendi dışında oluşacak bir süper güçten kurtulmuş olur.

¦ Zat-ı âlinize müteşekkiriz; hacimli, derinlikli, kapsayıcı, aydınlatıcı, yönlendirici bilgiler sundunuz.

Mehmed Niyazi: Bana bu imkânı verdiğiniz için asıl ben müteşekkirim.

Ziyaret -> Toplam : 125,27 M - Bugn : 28199

ulkucudunya@ulkucudunya.com